Romanı bir tarafa, şiirle öyküyü diğer tarafa koyuyorum hep. Şiir ve öykü, başlangıcından sonuna kadar heyecanını istikrarlı biçimde sürdürmesi gereken metinlermiş gibi geliyor bana. Başarılı kısa filmler ve videolar çekebilen insanların kesinlikle şiirle, öyküyle sıkı bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hikâye anlatma (storytelling) dediğimiz şey, biz farkında olsak da olmasak da bugün itibariyle hayatımızın her yerinde. Semt pazarında gezerken duyduğumuz, bizi o ürünü almaya güdüleyen sözler (call to action), tribünlerden gelen özgün bir tezahürat, bir politikacının derdini anlatırken geçmiş masallardan, anılardan örnekler vererek sözlerini süslemesi; bunların her biri şiir ve öykü sanatını çağrıştırıyor zihnimde. Dolayısıyla bu tip metinlere başlarken çok heyecanlanıyor, yeterince tatmin olmazsam da çok üzülüyorum.
Türk öykücüleri içinde pırıl pırıl kullandığı Türkçesiyle yıllar evvel dikkatimi çekmiş Meral Afacan Bayrak, yeni bir kitapla selamladı bizleri. Ne iyi etti. Çünkü ismiyle, kapağıyla, hikâyesiyle böyle bir kitaba ihtiyacımız vardı bizim. Biz kimiz? Bu ülkenin yorgun insanları, yorulan insanları. Yorulan ama bunu da çok söyle(ye)meyen. Dolayısıyla diriltici hikâyeler okumaya ihtiyacımız var her zaman. Buradaki dirilticiliği, ortalığı ayağa kaldırmak gibi fizikî bir durumu anlatmak için kullanmıyorum. Dirilmek, yani yaşıyor olmanın farkına yeniden varmak, önemli duyguları daha iyi özümsemek. Beyin ve kalp aynı anda açıksa ve diriyse o duygular daha esaslı işliyor insanın ruhuna.
Meral Afacan Bayrak, okuyucuyu bir plana, kurguya hapsetmeyen bir yazar. Onun metinlerini okurken bir zaman evvel Bilge Karasu'nun Gece kitabından not ettiğim bir paragraf geldi aklıma. Şöyle diyor Karasu: "Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır... Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini -o "bir sonraki" tümceyi yazmadıkça- hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.". İşte Bayrak da metinlerinde unutuyor işin nereye varacağını. Yalnız metin anlamında değil, yaşatacağı duygu anlamında da. Acaba okuyucu hangi duyguyu yaşayacak diye didinip metni yormak yerine olduğu gibi yazıyor duygularını. Bu da doğal bir fotoğrafın gücünü sunuyor okuyucuya; samimi, parlak, şaşırtıcı. Hislerimi tam anlatamadığımı düşünerek, Onat Kutlar'ın bir sözüne başvurmak istiyorum. İshak kitabından: "İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine, onu durdurmadan kalemini uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan."
Öykülerine ilginç karakter isimleri üretiyor yazar. Bir yanda Ru, Zela, İncilay, Fetnur gibi oldukça nadirattan isimler; diğer yanda Arif, Talip, Şahika, Haldun gibi yavaş yavaş bir kenara çekilmeye başlamış isimler. Yazarın, karakterlerin isimlerini taşıması gerekiyormuş gibi bir derdi taşımadığını seziyorum çoğu zaman. Arif, arif olmak zorunda değil. Talip de talip... Öykülere verilen isimler de çok naif, temiz. İlginç bir şekilde ve daha önce yapmadığım bir biçimde, kitabın içindekiler sayfasındaki satırları bir şiirmiş gibi okudum, çok hoşuma gitti. Üç kıtadan sonra iki mısrayla şöyle bitiyor şiir: "Mutlu tesadüfler / sen de değişeceksin."
On dört öykü var Mutlu Tesadüfler'de. İlk öykü "Çok özlemlerden geçtim"den itibaren bir yolculuğa çıkacağını anlıyor okuyucu. "İnsanın kendiyle kendine kaçması gibi bir şey bazı yolculuklar ne de olsa."
Nasibe düşeni kabul eden karakterler var Mutlu Tesadüfler'de. Duygular aşırı değil, egoyla ve yaşamla mücadele sürse de bir saldırı tavrı da yok miskinleşme de. Mesela "Hazır Cümre Düşmüşken"de şöyle diyor bir karakter: "Ömrümüz beklemek, sabretmekten müteşekkil. Yakalayabildiğimiz yerinden denk düştükçe yaşadığımız hayatın arızalı bir gemisi bedenlerimiz."
Arızaları, sıkıntıları veya coşkunları kabul etmek büyük bir yürek gerektiriyor. Yazar da büyük yürekleri işliyor ürettiği karakterleri arasında. Büyük yürek, ille de kazanan olmuyor. Kaybeden, kaybetmeyi bilen de büyük bir yürektir çünkü. Aynı karakter, şöyle söylüyor bir defasında da: "Dünyaya dair iyi niyetimizi/eylemimizi muhafaza edelim. Kupkuru cümleleri tanzim eden biri gibi, bütün yorgunluğunu dök. Kalmasın hiç ahın... Hiç hevesin, can sıkıntın, bitmiş eğlencen. Oysa cümbüşün yeni başlıyor. Çok çabuk öğrenirsin meraklanma. Yoksa duan olmadan olmaz bu yolculuk, çekilmez olur yol."
Meral Afacan Bayrak, bazen eksik şarkıları tamamlıyor bazen de dünyanın bütün gamını bir ceviz ağacının gölgesine seriyor. Tamamlananı anlamlı kılmak ve serilenleri toplamak okuyucuya düşüyor. Tüm bunlar da hakikatin gereği, kaderin ödevi. "Gerçekte bütün hikâyelerin sahibi Allah değil mi?"
Enver İbrahim'le de karşılaştım ya bu öyküler arasında, ne mutlu bana. Evet, Anouar Brahem... Le ila Au Pays Du Caroousel'i ne muazzem bir sudur, akar da akar. Sıyırır yaşamın çirkin yüzünü kalpten, ansızın nefes aldırır, hani demiştim ya, diriltir... Neden yazar bu isme ve onun şarkısına ihtiyaç duydu, bize dinletti diye düşünürken geliyor cümleler peşi sıra: "Yeniden dolabilmek için hepsi. Ruhuna, kalbine... Umut, neşe, istek, hareket için lazım. Sorgulayan, okuyan ve yeni tanımlara açık zihnindeki açlık hissediliyordu. En çok sorularında. Bir hamle yapacaktı. Kararlıydı."
Ailesiz öykü olur mu hiç? Kutsallaştırmadan önemseyen, putlaştırmadan değerli kılan. Bazen bir cümleyle bunu kalplere aşk eden. "Sayısız Martı İçinde" adlı öyküde olduğu gibi: "Ekmek önemliydi. Yeni doğan oğlu, ne çabuk büyüyordu gözlerinin önünde. Onun için, evladının ona ilk kez "baba!" deyişi milattı adeta. Başka söze gerek yoktu işte.". Sahiden de öyle, başka söze gerek yok...
Omzunda iki melek olduğunun farkında değil insan. Bütün sinsiliği bundan. Kitaba adını veren Mutlu Tesadüfler adlı öykü naif bir dille bu hatırlatmayı yapıyor: "Mutlu bir tesadüf bize neyi hatırlatır, en çok? Bir melekçe izlendiğini, görevini yapıp yapmadığını sorgulaman için yeniden bir fırsatın verildiğini anladığın o bulutsu anların varlığı gibi... Kimseye anlatamazsın. Çocuksu sevinçlere açılır kapıların. Yüreğinde serçe cıvıltılarıyla, yaşarsın işte. Ömür imkânsızlıklardan imkâna geçiş gibi tatlı..." Ama şu gerçeği de unutmamalı: "Yanmış yaprakların, açık sarı ve canlı yeşil yaprakların arasından seçiliyor olması gibiydi bazı şeyler: Çürük."
Allah hepimize mutlu tesadüfler bahşetsin, mutlu hikâyeler yaşatsın, mutlu öyküler okutsun. Âmin.
Yağız Gönüler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder