On beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın çehresi değişmeye başlamış, bu değişim toplumların iktisadi yapısıyla birlikte siyasi ve toplumsal yapısında da büyük dönüşümlere neden olmuştur. Bu değişim ve dönüşümlerin sebebi keşiflerin yanı sıra hümanizm eksenli Rönesans ve Reform hareketleridir. Yeni yapılanmanın neden olduğu modern devlet kavramının netleşmesinde önemli birer siyasi gelişme olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız İhtilali (1789) aynı zamanda modern birey ve modern toplum kavramlarının oluşmasında da çığır açmıştır. Burada üçlü bir ilinti ve ilişki söz konusu olmuş, devlet, birey ve toplum arasında hem kendi içinde hem de birbirleriyle önceki dönemlerde görülmemiş girift bir etkileşim ortaya çıkmıştır. Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile devam eden süreç, sosyal bilimleri doğa bilimlerine eşitleyerek bilimi fetiş haline getiren Pozitivist felsefe üzerinden (psikolojik ve sosyolojik yaklaşımların katkılarıyla) denetim ve kontrol mekanizması hâline gelmiştir. Artık devlet, Toplumsal Sözleşme ile devraldığı ‘haklar’ üzerinden birey ve toplumu denetim ve kontrol altında tutmanın politikalarını üretmektedir. On dokuzuncu yüzyılda rüştünü ispat eden bu oluşum yirminci yüzyılın ilk yarısına ideolojik açılımlarıyla damgasını vurmuştur. Modernist zihniyetin ürettiği bu ideolojik saplantılar postmodernist düşüncenin önde gelen isimlerinden Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) “büyük anlatılar” dediği şeydir. Büyük anlatıların her anlamda en büyük yıkımı olan İkinci Dünya Savaşı (tek tip) modernleşme düşüncesinin yıkımı gibi lanse edilmiştir fakat bir rölativizm kutsayıcılığı olan postmodernizm ile birlikte dönemlerinin bittiği söylenen bu büyük anlatılar gerçekten bitmiş midir yoksa Jürgen Habermas’ın (1929) dediği gibi “modernizm, tamamlanmamış bir proje” olarak devam mı etmektedir? Günümüz dünyasının felsefi omurgasını oluşturan modernist paradigma nedeniyle büyük anlatıların kodları sistem içinde potansiyel olarak bulunmaktadır. İnsanın fıtratında bulunan zaaf ve eğilimlerinin etkisiyle birlikte mevcut paradigma var olduğu müddetçe yok olmayacak olan bu potansiyeli ne zaman patlayacağı belli olmayan ‘aktif’ bir yanardağa benzetebiliriz. Yazıya konu olan kitap sözü edilen aktif potansiyelliği ‘basit’ bir deneyle göstermesi açısından oldukça manidar.
Dalga, (güya) anlaşılması güç bir durumun ‘deneyimlenerek’ anlaşılmasını konu edinen bir kitap. Bir Kötülük Deneyi alt başlığıyla April Yayınları’ndan çıkan Todd Strasser imzalı eseri Dilek Berilgen Cenkçiler Türkçeye çevirmiş. Yüz elli beş sayfalık kitabı bol diyalog ve akıcı bir kurguya sahip olduğundan birkaç saatte bitirmek mümkün. Bu anlamda hem diyaloglar hem de sinematografik tasvirler romandan ziyade bir senaryo mantığıyla yazıldığını düşündürüyor. Hatta senaryodan öte, okumaktan ziyade -Amerikanvari anlatım sebebiyle- tipik bir Hollywood filmi izliyormuş gibi hissettiriyor. Bu nedenle edebi açıdan çok tatmin etmediğini söyleyebilirim.
Dalga gerçek bir olaydan esinlenerek kurgulanmış. Olay 1969 yılında California’daki bir lisede geçiyor. Gerek lise gerekse öğrenci profili Amerikan filmlerinden bildiğimiz türden. Zeki, idealist ve başarılı öğrenciden aslında zeki ama tembel ve lakayt olanına, bütün hayatı Amerikan futbolu olanından, psikolojik sorunlu olanına kadar farklı tiplemeler mevcut. Öğretmenler arası çekişme, müdür faktörü, çocuğuyla ilgili-ilgisiz aileler, sınıflar arası münakaşa ve okul gazetesi de diğer olmazsa olmazlarımız. Aralara serpiştirilen liseli aşkları da bulunuyor elbette.
Lisede görev yapan tarih öğretmeni İkinci Dünya Savaşı’nın işleneceği derse geldiğinde her sene yaptığı gibi dersi yine belgesel ile anlatmayı düşünüyor. Nazilerin, Yahudilere toplama kamplarında yaptığı uygulamaların görüntülerinin bulunduğu belgesel perdeye yansıtıldığında derse ilgisiz olan öğrenciler de dâhil -sınıf öğretmenin de şaşırmasına neden olabilecek biçimde- görüntülerden oldukça etkileniyor. Ders sonunda belgeselde izledikleri görüntülerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını sorgulayan öğrenciler bu vahşetin nasıl olabildiğini merak ediyor. Yaşananları anlamadıklarını ve tüm Almanların Nazi olup olmadığını soran öğrencilere, öğretmen, o dönemki Alman nüfusunun yaklaşık yüzde onunun Nazi Partisi üyesi olduğu şeklinde cevaplıyor. Bu cevap öğrencilerin daha da şaşırmasına neden oluyor ve bu kadar çok insanın bu olaylara neden müdahale etmediklerini bir türlü anlamlandıramıyorlar. Olaylardan tüm Almanların sorumlu olduğu düşüncesindeki öğrencileri öğretmenin yaptığı açıklamalar tatmin etmemesiyle ders sonlanıyor.
Konuyu tam olarak anlatamadığı için kendini rahatsız hisseden tarih öğretmeni epeyce düşündükten sonra bunu bir deneyle anlatabileceği sonucuna varıyor. Bir sonraki dersten başlamak üzere sınıfı otoriter bir eğitime tabi tutuyor. Sloganlar eşliğinde yapılan bu eğitim yöntemi birkaç kişi dışında öğrencilerin hoşuna gidiyor. Maruz kaldıkları otoriter muameleden hoşlanmayan öğrenciler çoğunluğa uyarak gruba dâhil oluyor. Artık bir topluluk olduklarını, herkesin eşit olduğunu ve grubun her şeyden önemli olduğunu söyleyen öğretmen grup üyelerinin yanlış davranışlarının ispiyonlamasını istiyor. Dalga ismini verdikleri hareket için bir sembol ve selamlama yöntemi seçerek gruba girmek için de bazı şartlar oluşturuluyor. Artık Dalga üyeleri gördükleri her yerde birbirlerine bu selamı veriyor. Etkisi okulda çığ gibi yayılan hareket diğer sınıflara sıçrıyor ve şartları sağlayan daha fazla öğrenci harekete katılıyor. Harekete katılan öğrencilerin davranışlarındaki değişim net olarak gözlemlenebiliyor. Derslerdeki en pasif öğrenciler bile oldukça faal hale geliyor. Kısa sürede diğer öğretmenler, okul müdürü ve öğrenci aileleri bu durumdan haberdar olarak çekincelerini belirtiyor. Tarih öğretmeni bunun bir deney olduğunu ifade etse de meydana gelen olaylar durumu deney olma boyutundan çıkarıyor. Dalga üyeleri gruptan ayrılmak isteyen ve gruba üye olmayan öğrencilere karşı ayrımcılık yapmaktan hatta şiddet uygulamaktan çekinmeyecek hâle geliyor. Okul, özellikle Dalga hareketinin dışında kalan öğrenciler için korku dolu bir yer olmaya başlıyor. Dalga üyelerine karşı bir şey yapamayan diğer öğrenciler susmayı ve tepkisizliği seçiyor. Yaşanan birkaç kavga ve yaralanmadan sonra öğrenci ailelerinin tepkileri, okul müdürünün ikazı ve öğrencilerin günden güne artan şiddet eğilimi tarih öğretmeninin deneyi sonlandırmaya itiyor.
Kitapta anlatılanlar basit ve zararsızmış gibi görünen bir ‘deneyin’ varabileceği korkunç aşamayı göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi, toplumların nasıl yönlendirildiği ve susturulduğu ya da kendiliğinden suskunluğa gömüldüğü konusunda fikir vermesi. İdeolojik temelli ve şeffaf olmayan grupların düşünce yapılarını, davranış süreçlerini, kontrolsüz bir güç haline gelişlerini, insanın zaafları üzerinden yapılan istismarı ve korku ile sessiz kalmanın iç içe geçerek birbirini besleyen bir yapıya dönüşmesini bariz şekilde gösteriyor.
Diğer yandan, denetleme, kontrol altında tutma, dizayn etme ve yönlendirme üzerinden yapılan uygulamaları tersinden okumak da mümkün. Hiçbir alanı boş bırakmak istemeyen iktidar, toplumu denetlemek ve kontrol altında tutmak için destekleyenlerinin yanında muhalefetini de dizayn etmek ve yönlendirmek isteyecektir. Bugün Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaşanan insanlık dışı durumların adı anılmazken kitaba konu olan (ve her fırsatta mağduriyet kotarılarak yapılanlara meşruiyet sağlanan) Holokost özelinde meselenin bu yanını da unutmamak gerekiyor. Yazının girişinde kısaca değinilen sürecin müntesiplerinin neden olduğu bir insanlık suçundan tüm dünyanın bedel ödemek zorunda bırakılması bu çabanın ürünüdür.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder