“Ben pencereye uzanmayı çok isterken
fakat uzanacak durumda değilken
bana o gökyüzünün taklidini yapmış olana.”
“Hiç kimse” diye başlıyor kitap ve yukarıdaki ithâf sözleriyle devam ediyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, geçtiğimiz aralık ayında Twitter’da Lefèvre (@leumacen) adında birine rastladım. İnceledikçe, yazdıklarında ve okuduklarında samimi biriyle karşı karşıya olduğumu söyledi bana, içimden ve edebiyatçı yanımdan gelen bir ses. Sonra aynı yazarın “baliktim” diye bir grubunun varlığından haberdar oldum. Yazar bu grubu bir okyanus olarak düşlüyor ve üyelerine de her sabah “günaydın sevgili balık” diye başlayan e-postalar gönderiyordu. Kitabına olan merakım ise bu gruba üye olduktan sonra daha da ivme kazandı. Her sabah kısacık bir kitap pasajı, bir şarkı ve bazen de bir şiir düşmeye başladı e-posta kutuma. Bazı bazı aklımızın bile bize yâr olmadığı günümüzde, bu şarkılar ve pasajlar günümün çok güzel bir yoldaşı oldular. Sonra yazarın Ankara’da yaşadığını öğrendim ve artık kitabını okumam için “bütün şartlar” tamamlanmış gibiydi. Çünkü Ankara; “sevdiğim ikinci şehir” diye tanımladığım, gönlümün ve hayatımın en güzel yerlerinden birinde duran anılar yumağı. O “gri şehrin” kokusunu getirsin diye belki de bana, başladım kitabı okumaya. Ama bir solukta değil. Daha yavaş, daha sakin… İçime sindirmek istermiş gibi, cânım Ankara’nın kokusunu.
“Eşyanın sonsuz gizine inanan” yazar, daha kitabın ilk sayfalarında Nâzım’ın “inanın çocuklar” dizelerini hatırlatan cümlelere düşürüyor yolumu. Şöyle diyor: “İnanıyor. Yaşamak için inancını diri tutuyor, inancının dizlerine dökmüş olduğu o zorbalığı biliyor. Dirayetini inancıyla, inancını kendini gizleyerek besliyor.”
Umuda dair pek çok cümleye rastlıyorum kitapta. En somutlarından birisi de yine şöyle: “Yeni bir nevresimi yatağına serdiğin an, bu nevresimlerle ilk uyuduğun gece, o gecenin sabahı, her şeye dair umudunun tazelendiği o keskin öğle vakitleri…” Bu cümleleri okuyunca, uzansanız umuda dokunacakmışsınız gibi bir his büyüyor içinizde. Öyle elle tutulur, öyle gerçek ki umut etmenin o güzelliği…
Fakat umudu insanlar tarafından kırılmış bir yazara da rastlıyoruz aynı zamanda. “Eninde sonunda, ağladığın yastığın nevresimlerle yalnızca bir biçim değiştirdiğinin farkına varıyorsun. Bu yutkunmanı biraz daha zorlaştırsa da hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı hazırlamaya devam ediyorsun.” cümleleri, bir kırgınlığın izleri olsa gerek. Devamındaki “Uykunu bölen kâbusları bir unutuşa itiyorsun sessizce, kahvaltının sana verdiği mutluluğu hissetmeye çalışıyorsun. Kahvaltı, senin mutlu anlarının simgesi. Bir çağrışım yapar umuduyla kavanozdan çeşitli reçeller çıkarıyorsun.” cümleleri ise aklıma iki güzel şairi düşürüyor: Cemal Süreya ve Didem Madak. Cemal Süreya, kahvaltı üzerine belki de en güzel sözleri söyleyen şair. “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” sözleri ile pek çok kişinin yolu bir yerlerde kesişmiş olmalı. Ah’lar Ağacı’nın “efsûnlu” şairi Didem Madak ise “Annem çok sevinmelerin kadınıydı / Bazen sevinince annem gibi / Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına” diye anlatmıştı, kalbinin raflarına dizdiği renkli reçelleri. Bu iki şairin şiirlerinin muazzam bir birleşimi olarak düşlediğim cümlelerle tamamlanıyor kitabın 27. sayfası: “Bir şeyin eksik olduğunu düşünüyor, buzdolabının önünde dakikalarını harcayarak bekliyorsun. Kızarmış ekmeğin üzerine çilek reçeli sürdüğün o kimseyi unutamıyorsun.”
Aynı zamanda “çok sevmek”le ilgili bir kitap Var Olmayan. Zîrâ “Ruhunu adıma bin bir parçaya bölüp bedenimin bin bir parçasına dağıtan bu insanı koru, onu kendinden dahi sakın, sakın ki hayatına dair yeşermeye yüz tutmuş umut tohumlarım solmasın.” cümlelerinin mesnedi, “çok sevmek”ten başka bir şey olamaz sanıyorum.
Sonra yazarın “aynı masada oturduğumuz gerçeğini gidişin bile örtemiyor” cümlesi aklıma Franz Kafka’yı getiriyor. Milena’ya “Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün” demişti Kafka. “Aynı masada oturmak” ya da “yan yana yürümek”… İnsan bazı anları zihninden söküp atamıyor ve hatta “insan bazı günleri kitapların arasında saklayıp kurutmak istiyor.” Sonra ise sakladığın her gün için iki damla gözyaşı bırakmak dünyaya…
İlerleyen sayfalarda, yazara yine çok sevmenin kurdurduğu cümlelere rastlıyorum: “İçinde ay ve deniz geçen binlerce cümle kurdun, gördüğüm deniz ve ay artık daha güzel biliyorum. Senin sayende.” Bu cümleler ise beni bir başka şiire götürüyor. Metin Eloğlu’nun “Lokman Hekim’in Sev Dediği” adlı, sevgi üzerine yazılmış o muazzam şiire. “Yarın sabahlar seni sevdiğim için icat edildi.” demişti şair. Velhâsıl, insan sevmeye bir bahane ararsa, mutlaka buluyor. Öyle ki insan sevince, denizi ve ayı bile daha çok içselleştiriyor.
“Mezarlığa bırakılan kurumuş çiçekleri kitap aralarında yaşatmayı sevdiğimi bildiğinden, bir çiçeği koparmak yerine koparılmışları bulup bana hediye ediyordun.” cümlesini kuran yazarın ince ve hisli biri olduğunu anlıyorum ve kitabı bu yüzden de bir solukta bitiremiyorum. Nicelik olarak az olsa da nitelik olarak “çok” bir kitap, Var Olmayan. Yazar kelimelerle rûhunuza dokunuyor, varsa kapanmamış yaralarınızı kanatıyor, hatta belki yeni yaralar da açıyor; fakat bir o kadar da kelimeleriyle rûhunuza şifa olabiliyor.
Yolu sevgiye düşen herkesin, aynı yolunun bir gün bu kitaba da düşmesini diliyorum ve kitabın tamamını buraya eklemeden, yazımı yine kitaptan birkaç cümleyle bitiriyorum: “Denizi ilk gören bir çocuk, ‘Biri musluğu açık unutmuş!’ diye düşünmüş müdür dersin? Ben düşünmüştüm, o günden beri de musluk hep açık. Kapatmaya da yeltenmesin kimse.”
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder