14 Şubat 2018 Çarşamba

"Ben buradayım ey okuyucu, sen neredesin?"

Türkiye’de postmodern edebiyat denildiğinde başta gelen isimlerden biri Oğuz Atay’dır (1934-1977). 43 gibi erken bir yaşta hayata gözlerini yuman Atay’ın eserleri –başta Tutunamayanlar olmak üzere- edebiyat camiasında büyük etki bırakmış ve özellikle ölümünden sonra daha bir ün ve anlam kazanmıştır. Geçen süreçte bu anlam derinliğinin giderek artan bir genişleme arz ettiğini söylemek mümkün. Sanki bu günleri tahmin eden Oğuz Atay “ben buradayım ey okuyucu, sen neredesin” diye sorarak ilerideki okuyucularına işaret etmiş gibidir. Gelinen noktada yazar tarafından tekil olarak sorulan sorunun okur tarafında çoğul bir yankı bulduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Atay’ın sorusuna giderek daha fazla bireyin cevap verdiğini görüyoruz. Artık Atay’a “buradayız ey yazar” diyebilen bir kitle oluşmuştur. Sağlığında Atay’ın kitapları pek ilgi görmemiş olması ancak geçen süreç içinde durum tam tersine dönmesi Atay’ın zamanı ve toplumu okumadaki başarısını gözler önüne seriyor. Oğuz Atay, eserlerinde, toplumun içinde hep var olan ancak daha önce cesurca irdelenememiş karakterleri, konuları ve toplumsal sancıları anlatır. Cümlelerine Batılılaşma ya da yabancılaşma sürecindeki bireylerin yaşamları, toplumdan kopuşları ve özellikle iç çelişkileri mükemmel bir şekilde sindirilmiştir. Buradaki sorunlu yapı sadece Batılılaşma ile sınırlı değildir. Geleneksel düşünce ve yaşam biçimi de yeterince nasibini almaktadır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır.

Başta belirtildiği üzere, Türkiye’de postmodern edebiyat denilince akla gelen ilk isimlerdendir Oğuz Atay. Postmodernizmin en tipik özelliği belirsizlikler durumu ya da süreci olmasıdır. Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) ilk defa felsefi zemine taşıyarak “dil oyunları üzerinden bilginin elde edilişinin ve mahiyetinin değişmesi sonucu ortaya çıkan durum” olarak tanımladığı postmodernizm olgusu dokunduğu her alanı benzer şekilde etkilemektedir. Postmodernist algının ürettiği yaşam biçiminin hayatın tüm alanlarında oluşturduğu gibi postmodern edebiyatta da mekân ve zaman netliği yoktur. Okur bir postmodern edebiyat örneğiyle karşılaştığında zamanın ya da mekânın neresinde olduğunu çok fazla bilmez veya bu durumla ilgilenmez ya da yazıda mekânın ve zamansal uzamın önemi yoktur. Olayın geçtiği yer ve tarih çoğunlukla okurun muhayyilesine bırakılır, geçişleri okurun yapmasına izin verilir. Bir anlamda postmodern yazın mekânsızdır ve zamanın tamamına içkindir diyebiliriz. Zira zaman şeridi içinde geçmiş, şimdi ve gelecek arasında ve mekânda ani geçişler olur ve bu durum olayın akışı içerisinde normalleştirilir. Modernizmin kesinlik arz eden ve rasyonalizm ile pozitivizmi hayatın merkezine taşıyan katı-ilkesel durumuna tepki olarak ortaya çıktığı söylenilen postmodernizmde her şey rölativizm üzerine kuruludur. Dolayısıyla aynı anda sayılamayacak kadar çok alternatif vardır ve hepsi aynı oranda doğrudur. Bu durum paradoksal bir işleyişi de beraberinde getirir. Lyotard’ın sözünü ettiği dil oyunları burada devreye girmektedir. Postmodernizmin “ne olsa gider” (everything goes) olarak tanımlanan mottosuna uygun olarak postmodern edebiyatta hikâyenin kesinliği bulunmaz ve her an her şey doğrudur. Hayatın merkezinden çıkarılan rasyonalizm ve pozitivizmin yerine görecelilik yerleştirilmiştir Aslında bu bir çözümden ziyade kaostur. Hiç de postmodern olmayan “ordo ab chao” (kaostan gelen düzen) tabirinin yeniden yorumlanmış hâli gibidir.

Oğuz Atay eserlerinde tarihi, kültürel değerleri ve toplumsal gerçekliğinden uzak düşerek yaşamaya çalışan -“tutunamayan”- insanların bunalımlı hayatlarını işler. Diğer taraftan bu değerlerin ve gerçekliğin kesinliği de muallaktadır. Bu durum tam da -o dönem net olarak adı konmamış olsa bile- postmodernist dönemin tanımlanmaya çalışıldığı sürece denk gelmiştir. Modernizmin ortaya çıkardığı kapitalist yaşam biçimi ve emperyalist siyasi sistem insanlık için daha çok felaketler getirmiş gibidir ve postmodenizm görünüşte buna itiraz etmektedir. Batı için çok daha anlaşılır olan ve itiraz edildiğinde desteklenebilen bu durum Batı haricindeki toplumlarda dayatılmış sorunların kabulünü doğurur. Batı toplumları dışındaki toplumlar iki yönlü kıskaç altındadır adeta. Bir yandan muallakta ve tartışmalı olan öz değerlerinden soyutlanmaktayken diğer yandan baştan sorunlu Batı algısının dayatılmasına maruz kalarak suni bir problem yumağının içine dâhil olmaktadır. İşte Atay’ın ele aldığı karakterler, bir yandan yabancısı olduğu yaşam biçiminin dayatılması sonucu ortaya çıkan bunalımdaki sancıyı çekerken diğer yandan da tartışmalı öz değerlerinden soyutlanarak amansız bir boşlukta savrulmaktadır. Bu insanlar yabancıları oldukları bu hayata tutunamamaktadırlar.

Yukarıdaki anlatımın tipik bir örneğini gördüğümüz Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay’ın yazdığı tek tiyatro eseridir. İletişim Yayınları tarafından neşredilen eser yüz on sayfa olmasına karşın içeriği oldukça zengin. Emekliye ayrılmış bir tarih öğretmeni, ailesi ve birkaç dostu üzerinden Türkiye'nin vatandaş ve aydın profilinin resmedildiği eser baştan sona doğru ironi seviyesi artarak devam eden bir kurguya sahip. Atay bu eserinde, geçmişinden koparılmış ve değerlerinden yalıtılmış bir topluma dayatılan hayat tarzının yaşattığı sarsıntıları aktarmaya çalışıyor. Çocuğundan gencine, orta yaşlısından ihtiyarına, kadınından erkeğine ve mekteplisinden alaylısına kadar toplumun her kesiminden birey aynı yaşam şartları içerisinde farklı gibi gözüken ama temelde benzer bir bunalım yaşamaktadır. Bu bunalıma kuşak çatışması diyebileceğimiz gerginlikler de eklenince durum daha da karmaşık hâle geliyor. Sözü edilen bunalım ve gerginlik durumu eserin arka kapağındaki tanıtım yazısında “Tanzimat’tan itibaren” diyerek başlayan sürece işaret ediyor olsa da bu coğrafyadaki insanların sorunları bağlamında Tanzimat’tan öncesiyle de yüzleşilmesi bir başka zorunluluktur diyebiliriz.

Kurumsal olarak Tanzimat ile birlikte Batılılaşmaya ve modernleşmeye başlamış, toplumsal olarak da Cumhuriyet’ten sonra Batılılaşma ve modernleşmenin kurumsal dayatmalarına boyun eğerek kabul etmiştir bu topraklar. Cumhuriyet’in kuruluşu ile genele yayılarak hız ve şiddet kazanan bu süreç geçmiş ile olan bağları zayıflatılan toplumun yukarıdan aşağıya tanzim edildiği bir ortam ya da yapı meydana getirmiştir. Dünyadaki tüm örneklerinde olduğu gibi, sosyal yapının siyasi erk tarafından yukarıdan aşağıya doğru düzenlenmesi sorunlu toplumsal yapıların ortaya çıkmasına neden olduğu bir gerçektir. Tarih boyunca imparatorluklardan totaliter hatta demokratik yönetimlere kadar bu yöntemin uygulandığı tüm siyasi yapılar aynı sonucu vermiş, toplum iktidar tarafından dizayn edilerek iktidarın varlığını meşrulaştırma ve gücünü pekiştirme yöntemine tabii tutulmuştur. Bu uygulama modern dönemde çok daha etkin ve şiddetli yapılmışsa da postmodern olarak nitelendirilen dönemde geçişler daha soft, daha yumuşak olmuş fakat sonuç değişmemiş, toplum ve iktidar hiyerarşisi aynı kalmıştır. Modern dönemdeki sert söylem ve tutum postmodern dönemde yanılsamalı bir retoriğe dönüşmüştür. Aradaki en temel ayırım ya da dikkate değer tek fark budur aslında.

Oyunlarla Yaşayanlar adlı eserde de bunu görüyoruz. Toplum konformist retoriğe mahkûm edilerek geçmişi tahrif edilmekte ve geleceği ipotek altına alınmaktadır. Üzerine düşeni yap(a)mayan sıradan vatandaş bu durumun çok da farkında olmayabilir. Bu durumun farkında olması gerekenler toplumun aydınlarıdır ve aydınlar toplumu bilinçlendirmeye yönelik faaliyetlerde bulunmalıdır. Felsefe, sanat ve edebiyat bu anlamda toplumu bilinçlendirme amaçlı kullanılmadığından sorunlar saçaklanarak büyümektedir. Ortaya çıkan sorunların en önde gelen sorumluları bir toplumun düşünür, sanatçı ve edebiyatçıları, yani aydınlarıdır. Aydınların içinde olduğu bu çelişkili durum bazı düşünürler tarafından kavramsallaştırılarak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu kavramsallaştırmaların belki de en yerinde olanı Julien Benda’nın (1867-1956) “Aydınların İhaneti” ve Antonio Gramsci’nin (1891-1937) “Organik Aydın” tanımlarıdır. Her iki tanımlamada da üzerlerine düşen görevi yerine ‘getirmeyen’ aydınların, iktidarın toplum üzerindeki denetim, kontrol ve yaptırım gücünün toplum tarafından kanıksanmasına, sermaye dâhil güç odaklarının eylemlerinin toplum nezdinde meşrulaştırılmasına katkı sağladığı belirtilmektedir. Oğuz Atay’ın eserinde aydınların bu durumunu net olarak görebilmekteyiz zira eserdeki başkarakter (emekli tarih öğretmeni) kendisine buradaki aydının misyonunu yüklemektedir. Esasında aydın üzerine oluşturulan bu dil de postmodernizme modernizmden miras kalmış paradoksal bir dil oyunudur ve süreç her halükarda bir kısırdöngü içindedir.

Eserde aile içi ilişkiler ele alınarak giderek artan yozlaşma ve yabancılaşmaya da örnek veriliyor. Bilindiği gibi yabancılaşma kişinin ya da toplumun kendi değerlerinden (fıtrattan) uzaklaşması anlamına gelmektedir. Yozlaşmaya yol açan bu durum suni değerler ve yanılsamalarla sağlanmaktadır. Ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkiler geleneksel yapının dışına çıkmıştır. Gelenek ve modern arasında tutarlı bir ilişki kurulamamakta, her iki yapı mevcut sistemin çarkları arasında ezilmektedir. Eser, buradaki savrulmanın neden olduğu eski ve yeni arasındaki çatışmayla meydana gelen karmaşık durumu okuyucuya vermek üzere kurgulanmış. Gerçeklerle kurgular birbirine karıştığından insanların gerçek ve kurgu ayırımı yapması zorlaşmıştır. Bu bağlamda, yaşananlara gönderme yapılan eserin ismi oldukça manidar. Zira her birey kendi gerçekliğini sanal olarak kurgulayarak (bir oyunun içinde) yaşamaya çalışmakta ve kişiler arası ilişkiler pasifleşmektedir. Eserde seçilen karakterler, kelimeler ve kavramlar bilinçli olarak seçilmiştir şüphesiz. Örneğin emekli bir tarih öğretmeni üzerinden anlatılan tarihi konular gerçekte sunulan tarihe (bir anlamda tahrife) atıf yapmaktadır. Geleneği donmuş şekilde temsil eden yaşlı karakter şimdi ile geçmiş arasındaki kopukluğu işaret eder. Emekli öğretmeninin karısı hiçbir şeyden habersiz hayat meşgalesi içinde yaşamaya (geçinmeye) çalışan vatandaşı simgeler. Evin oğlu ‘zamane’ gençliğinin önemsemez ve aldırmaz tavrının bir yansımasıdır. Başkarakterin dostu olarak gösterilen iki erkek ve bir kadın tiyatro sanatçısıdır ve onlar da kendi gerçekliklerinde yaşamaktadırlar. Halkın farkında olmadığı gerçekleri yazdığı tiyatro metinleriyle anlatmak isteyen emekli öğretmen yazdığı metinleri tiyatro sanatçısı arkadaşlarıyla sahnelemeye çalışmaktadır. En trajik nokta ise ailesinin çektiği sıkıntılardan bağımsız olarak kendi gerçekliğinde yaşamakta ısrar eden emekli öğretmenin kurguladığı oyundan çıkmamak için direnmesidir. Kitabı genel olarak ele aldığımızda başkarakterin kurguladığı gerçeklik, o zamana kadarki edinimlerinden oluşturulduğundan başka bir kurgunun kendisidir aslında. Sık sık gerçeği bulduğunu ve insanlara bunu ulaştırması gerektiğini belirten emekli öğretmen de bu durumun farkında değildir. Eserde tiyatro üzerinden gerçek ve kurgu karmaşası oluşturarak anlamlı bir alegori yapmaktadır Oğuz Atay. Zira tiyatroda canlandırılanlar her ne kadar gerçeğe yakın olsa veya gerçeği işaret etse de gerçek değildir. Bir yerden sonra tümüyle retoriktir ve perde kapandığında oyuncular gerçek hayatlarına dönmek zorunda kalır. Fakat Oyunlarla Yaşayanlar’da öyle olmuyor.

Tiyatro içinde tiyatro diyebileceğimiz ve bir absürt komedi olarak nitelendirebileceğimiz Oyunlarla Yaşayanlar’da kasvetli bir hikâye kara mizahla oldukça zenginleştirilmiş. Bu anlatım okumayı eğlenceli hâle getirmekle birlikte değindiği konuların ve hayattaki karşılıklarının ne kadar saçma ya da anlamlı olduğunun görülmesini sağlıyor. Buradaki belirsizlik, anlamsızlık ve çelişkiler günümüz insanının özellikleriyle örtüşüyor diyebiliriz. Yaşadıklarının, bireyler ve toplumlar tarafından kanıksanmasını sağlayan bu özellik(ler) sistemin devamlılığının ve meşruiyetinin teminatı haline gelmiş durumda. Gerçeklikleri karikatürize ederek anlatan eser okura kurgulanmış bir oyun içinde yaşadığı hissini veriyor. Oğuz Atay, yaşanılan gerçekliğin birileri tarafından kurgulanan bir oyun olma ihtimalini ironik bir şekilde ortaya koyuyor. Öyle ki, bir türlü bitip gerçeğe dönülemeyen bir oyun bu.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder