3 Ocak 2018 Çarşamba

Sığ muhafazakârlık ve sahte uhrevileşme hakkında yaşayan sorgulamalar

İçinde yaşadığımız -bazen sadece yaşamak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz için yaşadığımız- bir dünyada, bir devirde mevcudiyetimizi bir şekilde devam ettirmeye çalışıyoruz. Belki insanoğlu her çağda bazen bizimle benzer, bazen de muhtelif sebeplerden yine bizim gibi düşünüp, dertlenip, anlam arayışına çıkmış ve bizim gibi hissetmiştir, kim bilir. Ama yine de ‘var olma’ nimetinin değerini bilmekten uzak oluşumuz, kadim zamanlardan beri yaygın bir hastalığımızdır.

Üzerine haddimizi aşmadan iki kelam etme gayretinde olacağımız kitabında Ömer Lütfi Mete bunu şöyle açıklıyor: "İnsanoğlu 'yok olma' hâlinin tanımlamasını yapamayacağı için, kendisine bağışlanan 'var olma' nimetinin ne denli bir teşekkür gerektirdiğini anlamaktan acizdir." (sf. 64)

İnsan toplulukları her çağda ne kadar başka başka dinlere, felsefi sistemlere, ideolojilere, kültürel normlara göre ayrışmış olsa da pek çoğunda en azından sözde -pratikte değil elbette- huzur, barış, kardeşlik; ezmeden, kırmadan, dökmeden, sömürmeden bir arada, insanca yaşama anlayışı üzerinden hareket etmiştir. Türk’ün İslam’la şereflenmesinden sonra Hoca Ahmet Yesevi’nin gölgesinde filizlenen dervişler Asya’ya, Anadolu’ya, Mezopotamya’ya, Balkanlara kadar kök salan ve İslam’ın tasavvuf felsefesini sadece yaşayarak, bambaşka coğrafyaların insanlarına o güne kadar pek şahit olmadıkları bir şeyleri gösterdiler ve öğrettiler. Peki, neydi bu şeyler? Yaşadığımız devrin ruhi, iç buhranlarına, çatışmalarına, toplum kargaşalarına benzer çalkantılı günlerde insanlığa soluk aldıran huzur, sükûnet, hoşgörü, adalet, yarenlik, birliktelik bilinci hülasaten insanın özündeki iyi ve güzel olan hasletler bütünüydü. Şimdi sadece menkıbelerde okudukça, dinledikçe bir yandan içimizi ısıtırken diğer yandan istemsizce hüzünlendiğimiz bu derviş öyküleri çağımızda birer mit unsuru haline dönüşüp mazi romantizmine mi karıştı? Yoksa somut örnekler hâlâ aramızda, ekranlarda, yazılan birtakım eserlerle karşımızda ve canlı duruyor olabilir mi? Bizler fark edemesek de…

Bize bahşedilmiş ömür kadar vaktimiz var, o kadar yaşayabilir, o kadar iyi/kötü eylemde bulunabilir, o kadar söyleyip, o kadar susabiliriz. Sınırlandırıldığımız zaman ve mekânın bünyesinde konuşup yazabilecek kadar donatılmışız ancak. Dünya bize, biz Müslümanlara göre mahsulümüzü ancak öte âlemde toplayabileceğimiz bir tarla hükmünde. Fakat dinimizin bize dünya hayatında ezile büzüle, sefalet içinde, bir mezellet halinde yaşamamızı emretmediğini de biliyoruz. Yüz yıllar, bin yıllardır nice mürşidlerin, bilgelerin, filozofların dahi hikmetini tam manasıyla kestiremediği yahut açıklayamadığı insana dair iki unsur; akıl ve kalp. Birbirine tezat mı teşkil eder, tamamlar mı birbirlerini? Bazen aklı bazen kalbi mi öncü kabul etmek gerekir, biri diğerinden hep bir adım ileride mi olmalı? Yaradılıştan gelen birtakım müşahhas hasletlerden ötürü, her insanda onu diğerlerinden ayırıp özge bir fert olduran farklılıklarla mı yön bulur kendine bu iki unsur? Ve çoğaldıkça çoğalacak, sordukça ardı arkası kesilmeyecek derine doğru helezonlar çizen sorular zinciri…

Sorular ve sorunlarla yürüyen bir Ömer Lütfi Mete fikir kitabı hakkında söz söylemeye başlarken yine birtakım varoluşsal ve Müslümanca soru ve sorunlarla kurulan bir girizgâhı uygun gördüm. Girizgâhta esasen yazarın şahsına ve kitabın muhteviyatına gönderme yaptığımı da takdir edersiniz. Ömer Lütfi Mete’nin söz konusu ”Aşksız, Zevksiz, Allahsız Müslümanlık” adlı kitabına ilişkin üzerinde duracağım ‘biz’ Ömer Lütfi Mete’nin de içinde bulunduğu, bir düşünce adamı olarak ışık tutmaya çalıştığı en başta kendi ülkesi insanları Türkler ve biz Türklerle beraber her nevi Müslüman topluluklardır. Çünkü Ömer Lütfi Mete’nin üzerinde kafa yorduğumuz bu kitabı, modern zamanlarda Batı uygarlığına mukabil Müslüman kişi ve Müslüman toplumdaki geri kalmışlık ve derinliksiz-sığ Müslümanlık anlayışı sorunudur. Eser, Müslüman’ın geri kalmışlık, yenilmişlik düşüncesi içinde hissettiği aşağılık karmaşası, ruh bunalımları ve benzeri sorunların uzun uzun sorgulamaları ve nihayet çözüm yollarını sunmasıyla devam ediyor. Bu bahis daha ziyade kitabın ilk iki bölümünü teşkil etse de diğer bölümler de doğrudan bu iki bölümle iç içe bir muhtevaya sahip. Eserin 2008 yılındaki basımı ‘Gerekçe’ başlığı altında Ömer Lütfi Mete’nin ön sözüyle başlar. İlk paragrafını aynen alıntılıyorum:

Çağımızın büyük mürşitlerinden Tayyar Baba, ziyaretine gelen dervişine sorar:
-Köyünüzde işler nasıl, değişen bir şey var mı?
-Derviş cevap verir:
-Köyümüze yeni bir hoca geldi efendim.
Hazret gülümseyerek tekrar sorar:
-Müslüman mı bari?
-Efendim öğretmen demiyorum, hoca diyorum, camiye yeni imam geldi…
-Tamam, ben de onun için soruyorum, Müslüman mı?

Yazar şöyle devam ediyor: “Bu küçük öyküdeki keskin eleştiri şüphesiz bütün imamları zan altında bırakacak bir önyargının yansıması değildi. Burada yapılan tasavvufi idrakin özündeki yaklaşımı vurgulamak,…

Eser, içinde yaşadığımız çağın dinamikleri zemine alınarak, Müslüman’ın birbiriyle ilintili ama kendi içinde ayrılan bir kısım soru ve sorunlarına karşılık Gerekçe ve Giriş’ten sonra yazılmış sekiz bölümden müteşekkil. Ve dediğimiz gibi kitabın ilk iki bölümü tamamına lokomotiflik ediyor. Kitap, ilk bölümde vurgulanan ‘biricik hak din İslam’ın mensuplarının geri kalmışlığı’ sorguları ve ikinci bölümdeki ‘akli tevhide yönelişle kalbin terk edilişi’ sorunu üzerine inşa edilmiş. Giriş bölümünde yazar, Kanadalı dünyaca ünlü müzisyen Loreena Mckennit’i İstanbul’da ağırladıkları hatıralarından ve hanımefendiden yola çıkarak bir karşılaştırmayla okurun zihnindeki tabuları sallamaya başlıyor. Takibinde gelen gülyağı-parfüm metaforu ile girilen mesele, varlık-yokluk temelinde gelenek-modern, ilerlemişlik-geri kalmışlık, aklî tevhid-kalbî tevhid gibi mukayeseleri, tartışmaları ile ‘akılcı (rasyonalist) Müslümanlık’ın doğurduğu çağdaş problemlerin, cesur tavır takınan bir düşünce adamının inceliği, işçiliği, hassasiyeti dâhilinde dile getirilmesiyle devam ediyor. Fakat şuna dikkat çekmek istiyorum: Çağdaş Müslümandaki problemlerin düşünen, soran, eleştiren, aklını kullanan, akıllı Müslümanlık anlayışından değil; akılcı, rasyonalist, maddeci, materyalist Müslümanlık anlayışından kaynaklandığını savunuyor yazar. Akıllı Müslüman değil akılcı Müslüman sorunsalı diyebiliriz kısaca. İki anlayış arasındaki ayrımı iyi tespit etmek gerekiyor. Ömer Lütfi Mete, Descartes felsefesinin mottosuna nazire yaparak “Madem sorguladım öyleyse Müslüman’ım” cümlesiyle giriş pasajından birinci bölüme çarpıcı bir farkındalıkla geçiş yapmayı münasip görüyor.

Kitabın bazı sayfalarında okurun çalkantıları, sarsıntıları şiddetlenerek devam ederken kalbî tevhid meselesi gibi doyurucu açıklamalarla ruh zaman zaman bir dinginleşmeye bırakıyor kendini. Derin bir nefesle adeta su, yolunu buluyor. Kalbî tevhid bahsindeki tasavvufi ögeler ve cevaplarla karşılaştığımız vakit, kitabın neden Tayyar Baba’nın hikâyesi ile başladığını daha iyi anlıyoruz. Tevhid meselesinde beklenileceği gibi yazarın tasavvufi boyutu gün yüzüne çıkıyor: “Başka hiçbir şey mesela kâfir-mümin karşıtlığı varlık-yokluk karşıtlığından önde düşünülemez. Öyleyse ‘yok’u ‘var’ edici yalnız tekliği tartışılmayan Allah olduğuna göre var edilen her şeyi tereddütsüz bir şekilde ‘saygın’ bilmek özgün tevhid inancının olmazsa olmazı değil midir?” (sf. 63). Bu cümleler Yunus Emre’nin: “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaradılanı severiz / Yaradandan ötürü” mısraları için yazılmış bir şerh olarak da okunabilir. Ki zaten Ömer Lütfi Mete kalbî tevhide yönelik örnekler sunarken Yunus Emre, Hacı Bektaşı-ı Veli, Mevlana Celâleddin gibi tasavvuf büyüklerine değinmeden geçmiyor.

Öte yandan imanı yalnızca aklî metodlarla kavramaya ve anlatmaya çalışan akılcı Müslümanlara/Müslüman aydınlara aklî tevhidle tahkiki imana erilmiş olunamayacağının ikaz ve itirazı yapılıyor. Kitaptan hareketle tevhid hakkında şöyle bir hülasa edebiliriz: Tevhid; evet şu şu sebeplerden dolayı Allah vardır ve birdir düzleminde bir matematik değildir; tahkiki imana kalbin ancak Allah’a mutlak yönelişiyle erişilebilir. Ama bu demek değildir ki insan aklını kullanan bir varlık olmasın.

Eserde, biricik hak din mensuplarının yani Müslümanların, biricik hak din mensubu olmayan Batı uygarlığı karşısında dünya muvazenesinde aldığı ve almaya devam ettiği ağır mağlubiyetlerin sebeplerini yine kendilerinde/kendimizde aramamızın gerekliliği savunuluyor. Allah’ın insana rehberlik etmesi için gönderdiği kitabı ve peygamberi idrak etmeye çalışmak yerine, dini, kültürel bir aktarım yoluyla bilinçdışı yaşadığımızın özeleştirisi yapılıyor ve en temel sorunun bu olduğuna dikkat çekiliyor. İdeolojik sığlığa indirgenen, Üstad Necip Fazıl’ın da ifade ettiği gibi ‘kaba, softa’ Müslümanlık olarak tezahür eden bir toplum karakteri doğuyor. Öte yandan Ömer Lütfi Mete iğneyi karşı tarafa batırmayı da ihmal etmiyor: “Ayrıca Batının yükselişinde; Rönesans ve Reform olguları ve bu olguların altında yatan ruhsal ve sosyal dinamikler ile beraber, insanlık dışı yollardan edinilmiş muazzam haram sermaye gibi başka etkenlerin de rol oynadığını göz ardı edemeyiz. Bilindiği gibi Batının macera, arayış ve gelişme aşamalarında ‘Yeni dünyanın keşfi’ ile büyük bir vurgun vurulmuş İnka, Aztek ve Maya mirasları feci şekilde talan edilmiştir. … İnsanlık tarihinin en utanç verici barbarlık uygulamaları Batının imzasını taşır. Bütün bunlardan sonra kalkıp da ‘Batı demokrasi kültürü sayesinde şahlanmıştır’ demek, pek gerçekçi ve namuslu bir değerlendirme olmaz.“ (sf. 162)

Son asırlarda Batı uygarlığı karşısında teknolojik, politik, ekonomik, toplumsal açıdan geri kalmışlığımızın çetin sorgulamaları esas alınarak yazılmış, çözüm niteliğinde birtakım açık ve örtük tavsiyelerden müteşekkil bu kıymetli eserde okuyup, kafa yorduğunuz takdirde istifade edebileceğiniz bazı temel meseleler şöyle sıralanabilir:

* Allah katında biricik hak din mensuplarının hak din mensubu olmayanlar karşısındaki ağır mağlubiyetini nasıl anlamak gerekir? Ve Müslüman fertler için bu durum bir öğrenilmiş çaresizliğe evrildi mi / evrilir mi?

*Müslümanların Batı karşısında kendini kayıplara oynayan bir halde yenik görmesi kişisel ve toplumsal ruhi problemlere dönüşür mü? / dönüşmesi doğal mıdır?

*Hem Müslüman hem çağdaş olunabilir mi? Olunursa nasıl olunur?

*Yukarıdaki meseleler bağlamında Hz. Peygamberin dahi üzerinde kesin hüküm vermediği, ulemanın konuşmakta temkinli davrandığı kader mefhumu.

*Akıl - tevhid ilişkisi.

*Etki edemediği bir dünyada Müslüman’ın tepkiciliği ve edilginliği.

*Türk, Müslüman aydın sorunu.

*Türkiye’de cebri kültür değişimi; sebep ve sonuçları ile ideolojik fanatiklik hastalığı.

*Cihat kavramı.

*İnsan hakları ve İslam.

*İdeolojik İslamcı grupların direksiyon kırdığı ilginç yollar.

*Azgelişmişlik, muhalefet kültürü ve demokrasi.

*Sığ muhafazakârlık ve sahte, yüzeysel uhrevileşme.

*Cahiliye kalıntıları ile modern Batının yarattığı algılar arasında sıkışan Müslüman’ın kadına bakıştaki sorunu.

Bizim için adeta karanlık bir orman hükmünü almaya başlayan bu modern çağın tam ortasında, bugün milletçe ve Müslüman topluluklarca muhakkak üzerinde durup, çözüme ve hakikate doğru yol almamız icap eden meselelerde güzergâhımızı aydınlatacak fikir eserlerinin başında gelen “Aşksız, Zevksiz, Allahsız Müslümanlık: Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu" adlı Ömer Lütfi Mete kitabını okumanızı ısrarla tavsiye ediyorum. Bu yazıyı kaleme alma amacım zaten naçizane yorumlarımı da yer yer serpiştirmek suretiyle bu güzide eserin tanıtımını yapabilmekti. Son olarak; dizi ve sinema filmlerinde yarattığı kendine has kâmil karakterleriyle; ufkumuzu genişleten, zihnimizde ışıklar çaktıran, gönlümüzü zenginleştiren yazılı eserleriyle; bizim neslin ekranlarda görme fırsatına eriştiği derviş ruhlu, güzel bir adam Ömer Lütfi Mete Ağabeyi bu yazı vesilesiyle de sevgi, saygı, şükran ve rahmetle anıyorum.

M. Tuğrul Çolak
twitter.com/mtc_tugrul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder