Orhan Pamuk’un bir bozacının yaşam öyküsüyle birlikte 1960’lardan 2012’ye İstanbul’un yaşadığı kentsel ve toplumsal değişimi anlattığı Kafamda Bir Tuhaflık (Aralık 2014, Yapı Kredi Yay.) kitabı, Duttepe ve Kültepe gibi İstanbul yeni kurulan mahallelerinin hikâyesi anlatılır. Tarif ettiği konumlara uygun olarak Gültepe ya da Seyrantepe dememesinin sebebi gerçeğe ne kadar uygun diye gereksiz tartışmalar açılmasını istememesinin yanında köyden kente göçün, önce gecekondulaşma sonra kentsel dönüşüm adı altında apartmanlaşma aşamalarını anlatırken birçok mahallenin ortak niteliklerini taşıyan birer simge olarak ele almak istemesi olabilir ama kitabı okurken köyden kente göçün, İstanbul’un önce gecekondulaşma ardından apartmanlaşma, sonra kentsel dönüşüm adı altında rezidans ve siteleşme aşamalarını izlerken aklımızın bir köşesinde yanıtını vermediğimiz bir soru durur: İstanbul kimin şehri? Sahi İstanbul’un bir sahibi var mıdır, varsa nerededir? 19 yazarın makalelerinin bir araya getirilerek oluşturulan "İstanbul Kimin Şehri?" adlı kitap, “Şehrin gürültüsünden kaçmak ve kendine ‘güvenlikli’ bir alan inşa etmek isteyenler”in İstanbul’a verdikleri zararın boyutunu ortaya koyuyor. Kitap ortak bir çalışma ve aslında tüm kitap boyunca “İstanbul kimin şehri?” sorusuna yanıt aramıyor ya da bu sorunun cevabını vermeye gayret etmiyor gibi görünse de aslında “Medyanın Kenti”, “Seçkinlerin Kenti”, “Ütopya ve Distopyaların Kenti”, “Gerillaların Kenti”, “Kültür’ ve Sermayenin Kenti”, “Onun Kenti” gibi temellendirdiği alt başlıklar altında İstanbul’un tarih boyunca oluşan kimliğini araştırıyor. Bunu yaparken de değişime ve değişimin kontrolsüz bir şekilde ilerleyişine dur diyememenin çaresizlğini yaşayan şehrin sakinleriyle şehir arasında oluşan kopuşu ve yabancılaşmayı bir çığlık gibi dile getiriyor.
İstanbul özelinde konuşacak olursak, gecekondulaşma yolunda ilerleyen bir şehirleşme, 1950’lilerden bu yana aslında Kemal Karpat’a göre bir devlet politikasıydı. Gecekondulaşma İstanbul’da da o zamanlardan günümüze kadar belediyeler tarafından görmezlikten gelindi. Çünkü devlet, konut alanındaki politikasızlığını gecekondu gibi informal alanlara göz yumarak, ses çıkarmayarak kentlileştirmeyi sağlamayı amaçlamaktaydı. Dilaver Demirağ’a göreyse İstanbul’a göç her zaman kontrol altındaydı ve ancak en nitelikli emek gücü yahut zenginlik yaratıcı tacir ya da atanmış memur bu kente ve kentin çok renkli yaşantısına dâhil olabilirdi.
Kentin köye göre daha çok karmaşıklık içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz, şöyle ki kent, köye göre refahın taştığı, görkemi ile gözlerin kamaştığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Köydeki gönüllülük kentte devletle ileri aşamaya taşınan dayatılan bir iktidarlığa dönüşmekle aslında eğlencenin ihtiyaca nasıl dönüştürüldüğünü daha iyi kavrayabiliriz. Uzmanlar, rakamları çok açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor: 2000’li yıllardan bu yana bankada 25 milyarın üstünde parası olan kişi, sadece 25 bin ve zenginler nüfusun ancak yüzde 1’ini oluşturuyor. Hayretle karşılamakta isek de piyasada satılan ürünleri ve açılan işletmeleri de incelediğimizde o çok korkutan tüketimin kent yoksulu fakirler tarafından gerçekleştirildiğini anlıyoruz!
Şehirlerin merkezlerine yakın yerlerdeki varoşlarda bulunan ve “zengin yaşama isteği” ile listenin en başında bulunan Türkiye’nin nüfus olarak en büyük tüketim kitlesi, yatırımcıların dikkatini çekmekle birlikte, şirketlerin satış stratejilerinin başında bulunmakla dikkatleri üzerine çekiyor. Vakti zamanında bowling’in fakir eğlencesi olduğu bir ilçede (Gaziosmanpaşa) Brunswick firmasının Etiler Korukent’te açtığı bowling salonunun, şubelerinin hızla nasıl da açıldığını hatırlıyor musunuz? O zamanlar meşhur zenginleri bile şaşırtan aynı firma, 2000’li yıllarda Malatya, İskenderun, Bursa, Konya, Karaman ve İstanbul Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu’nda açtığı yeni salonlarla dolup dolup taşıyordu, bugünlerdeyse her alışveriş mağazasının içerisinde artık bowling salonu bulmak mümkün.
Kentin imkânlarından nemalanmaya çalışan on binlerce kişilik bir topluluk üzerinden konuşuyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe rağmen bir türlü ulaşılamayan zenginlik için durmadan harcama yapma ihtiyacı hissettirilen bir psikolojiyi sorguluyoruz. Cebindeki tüm parasıyla sinemaya gidip canlı müzik dinleyen bir genç, eve dönmek istediğinde, yüzlerce kişiyle paylaştığı metrobüsle, ailesinin kira sorunuyla, hızla yaklaşan taksit borcuyla karşılaşıp gerçek kimlik hatırlanınca; zenginlik duygusunu elde edememenin verdiği komplekse giriliyor, hırçınlaşılıyor. İstanbul’un varoş semtlerinde; sinema, internet cafe, özel hastane, özel okul, marka giyim mağazaları, marketler en popüler işletmeleri oluşturuyorlar. Aylık taksitlerle alınan bilgisayarlar, cep telefonları ve hatta günümüzde ev ve arabalar, kredi kartıyla yapılan alışverişler ayrı bir hava kazandırıyor varoş sakinlerine. Yine araştırmalara göre bu semtlerde kozmetik ürün kullanımında çok yoğun bir artış var. Saç analiz laboratuarlarında bakımlar yapılıyor, solaryum salonları hızla artıyor ve cilt bakımı önemli bir problem oluşturuyor.
Artan nüfusa yerleşim yeri açmakla bir daha geri dönülemeyecek adımların atıldığı İstanbul, kentin yakınlarında ama dışında çok sayıda küçük yerleşim adacıklarının zamanla İstanbullulaştığı dev bir kütleye doğru ilerlerken büyük bir değişim-dönüşüm yaşamaya devam ediyor. Bizans’tan Osmanlı’ya, Cumhuriyet döneminde günümüze İstanbul’un başına gelenler, artık bu şehir sahiplenecek birinin ya da birilerinin kalıp kalmadığına kadar vardı. Ekonomik bağımsızlığını kazanamayan ve küresel sisteme sadece bir tüketici olarak dahil olan her ülkenin başına gelenleri İstanbul’da yaşadı. 1940’lardan 80’lere apartman tarzı yaşam, mahalle düzeninin ve değerlerin çökmesine sebep olurken şehir geçmişte hiç yaşamadığı hâllere büründü; 1990 sonrası siteleşmenin getirdiği kapalılık 2000 sonrasındaki rezidanslaşma süreci, dikine yapılaşma ve gökdelenlerin, plazaların dayattığı yaşam tarzını şehre adeta kabul ettirdi. Eski İstanbul’a dair anlatılanlar artık sadece kitaplarda, çünkü artık Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u büyük dönüşümler yaşadı; bireyciliği ön plana çıkartırken toplumun kültürünü ve alışkanlıklarını da değiştirmeye ve mega bir şehre dönüştürmeye başladı.
Bugün sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de topraktan elde edilen rant, en önemli sermaye birikim araçlarından biri olduysa elbette kentlerimiz değişecek dönüşecek değil mi? Bu süreçteki İstanbullular olarak yaşadığımız en önemli sorun, Batı’da toprak bir meta olarak piyasa ekonomisinin bir parçası iken, Osmanlı’dan beri gelen merkeziyetçi devlet anlayışı ve toprak rejimine bağlı olarak toprak mülkiyetinin devletten özel mülkiyete geçmesi ve bu durumla ilgili eşitsiz gelişmeyi engelleyici hukuki bir yapının bulunmamasıdır. Caydırıcı ceza sisteminin de olmayışıyla, kentsel toprağın özel mülkiyete dönüşmesi sürecinde oluşan farklılık rantı ve mutlak rant belli kesimlere aktarılırken buradan elde edilen gelir kamu ve kentleşme yatırımlarına dönüşememekte; halkı sınıflara bölmekte; zamanla çıkar çatışmalarına zemin hazırlamaktadır. Halbuki yapılacak şey en başından itibaren bellidir; toprak rantının bedeli devlet ve yerel yönetimlerin altyapı yatırımları aracılığıyla kamuya aktarılmalıdır.
Her geçen gün o muhteşem geçmişinden ve yerlilerinden uzaklaşan İstanbul, yok olmayacak ama o eski hâline de bir daha dönemeyecek gibi… İstanbullular yok oluyor ama şehir dev bir kütle gibi yaşamaya devam ediyor. Peki, küresel İstanbul’a yapılıp edilenler onu ne zarar verebilir? Tahire Erman’ın da peşinde olduğu soruyu soralım; şehri ayrıcalıklı orta sınıfların ve sermaye gruplarının alanı hâlinden o eski hâline çevirmek artık mümkün değil mi? Rant neden adilce paylaşılamıyor? Rantın kamuya aktarılamaması sonucu şehri parselleyen gayrimenkul firmalarına kim dur diyecek, kapitalizm mi? Tam da işte bu noktada, İstanbul kimin şehri?
Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder