12 Eylül 2012 Çarşamba

Çehov ile bir randevu

"Gerçek ne kadar korkunç olursa olsun, gerçeği bilmekten daha korkunç değildir."

Anton Çehov, Rus oyun yazarı ve kısa öykücülüğünün kurucularından. Kırk dört yıllık pek de uzun sayılamayacak yaşamında birçok oyun ve öykü yazmıştır. Dünyaca ünlü olmuş, öyküleri birçok dile çevrilmiş, oyunları pek çok ülkede oynanmıştır. Peki Çehov’un bu kadar sevilmesinin nedeni nedir? Neden dünyada birçok öykü ve oyun yazarı varken onun adı hâlâ öne çıkmaya devam etmektedir?


Anton Çehov, oyunlarında her zaman gerçekten beslenmiştir ve hiçbir zaman olmayanlar üzerine yazmamıştır. Besin kaynağını her zaman yaşadığı toplumdan almıştır. Günlük hayatın içinde belki de birçoğumuza çok basit gelebilecek olaylarını anlatır, fakat onları kendi süzgecinden öyle bir geçirir ki ortaya çıkan aslında herkesin bir şekilde, hangi çağda olursa olsun, fark ettiği düşünceler yumağıdır.

Tabi belirtmem gerekir ki Çehov, kendi yaşadığı çağı öykü ve oyunlarıyla yorumlamıştır ancak bakış açısındaki sorgusal evrensellik günümüzde hala yaşamaktadır.

Çehov’un oyun ve öykülerinde önemli olan ilk unsur karakterlerdir. Yaşadığı dönemdeki yozlaşmış topluma uygun olarak döneminin zengin ve kendini seçkin sayanlarına sıkça yer verir. Bunu yaparken bu karakterleri asla yalnız kullanmamaya dikkat eden Çehov, o toplumun karşı sınıfını da kullanır. Şımarık ve rahat yaşamaları anlatırken ezilmiş olanları unutmaz. Okuyucuya sürekli bir karşılaştırma olanağı sunması da onun yazdıklarını sadece oyun yazmak için yazmadığının bir göstergesidir tabi. Çökmekte olan Rus toplumunu aslında birazda “Tolstoyvari” bir biçimde sunar. İnsan ilişkilerinin ve çatışmalarının üzerinde özellikle durması, kent ve taşra arasındaki çelişkiyi sıkça konu edinmesi, sığ yaşam biçimlerini gösterme çabası da aynı sebeptendir. Dönemin Çarlık yönetiminin aşırı baskıcı tutumunun da Anton Çehov’un kaleminde etkili olduğu açıktır.

Çehov okumak hala önemlidir çünkü oyunlarında insanlara verdiği mesajlar hala değerini yitirmemiş, tam tersine günümüz dünyasıyla 19.yüzyıl arasında, aslında nitel olarak büyük benzerliklerin olduğunu görmemizi ve geçen bir asırdan fazla bir sürede aslında değişimin pratik yaşamamızda meydana gelen kolaylıkların ve teknolojinin dışında başka bir şeyde meydana gelmediğini fark etmemize de yardımcı olmaktadır. Bu yüzden, Çehov ile henüz tanışmamış olanlara Çehov kitaplarını  okumalarını şiddetle tavsiye ederim.

Ozan Şen

11 Eylül 2012 Salı

Beyni durduran, nefesi güçleştiren roman

Louis Ferdinand Céline... Yirminci yüzyılın en önemli eserlerinden biri kabul edilen romanın yazarı. 1932 yılında yazılan o romanın adı “Gecenin Sonuna Yolculuk.” Birkaç yılda anca bitirebildiğimi hatırlıyorum. Geceleri özellikle de yaz gecelerimin en kıymetli dostu olmuştu okuduğum süre zarfında. Bu uzayan sürenin okunurluk açısından bunaltıcılıkla bir ilgisi yoktu. Kendi geceme ve kendi sonuma beni götüren kitaptı. Adım adım... Bukowski, Hakan Günday, Hemingway gibi yazarları da etkileyen, onlara ilham veren bir kitabın hayatımızdaki önemini ötekileştiremeyiz haliyle. Okuduğum ilk andan itibaren beynimi durduran, nefesimi güçleştiren bu romanla ilgileniyordum ama yazarına duyduğum “duygusal bağı” da inkar edemezdim doğrusu...

Céline ile ilgilendiğimde karşıma çıkan şeyin beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemem gerekir sanırım. Onun nazizm hayranlığı veya yanlılığı. Nasıl olur da böyle olabilirdi dediğim yaşlardaydım. Sonraları “asıl korkulması gereken insanlardır, yalnızca onlar” diyen bir insandan bahsedildiği aklıma geldi. Yahudi düşmanı olmakla suçlanmak oldukça hafif kalırdı bu sözün yanında. Kendi fikri önemsizdi, karşımda duran ve gecelerime yön veren romanı onun kendisinden daha önemliydi. Önemli olan “yolculuğumuz”du...

Céline hakkında kalan iki şey vardı bir yazıdan aklımın köşesine bir zamanlar takılmış olan. Birincisi, Marcel Proust'tan sonra Fransa'da okunan en çok yazar olduğu. İkincisi ise 1 Temmuz 1961'de öldüğü... Ellinci ölüm yıldönümünde anılıp anılmayacağı merak konusuydu. Nicolas Sarkozy'nin de “Gecenin Sonuna Yolculuk”a olan hayranlığını okumuştum bir zamanlar. Buna rağmen Fransa'da yıllardır süregelen "Ulusal Anma Derlemesi"nde ismi geçmiyordu Céline'in. Fransa Kültür Bakanı Frederic Mitterrand, Céline'in listeden ismi silindiğini söylüyordu. Fransa'daki Yahudi Birlikleri Başkanı Richard Prasquier ise bakanın jestini hoş karşıladığını açıklayacaktı pek tabi. Ona göre bu insanın onore edilmesinin düşünülüyor olması bile garipti. Şu sıralar Fransa'da tartışılan yoğun şeylerden biri de bu. Bir tarafta önlenemeyen Yahudi düşmanlığına sahip olması. Bir tarafta ise tartışılamayan yazarlık becerisi...

Benim için Céline bir roman karakteridir, hayatımı etkileyen. “Gerektiğinde yalanlanır” derler, romanlar için. “Yolculuğumuz hayalidir.”

"Bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. "Senden nefret ediyorum. Sana tapıyorum." Yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. Öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır."

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

Bu akşam yemekte "cinayet" var!

2005’te Barcelona’nın “düzgün” bir semtinin bankamatiğinde evsiz bir kadın, ikisi 18, birisi 16 yaşında üç kişi tarafından önce dövüldü, sonra da yakıldı. Kadın olay yerinde can verdi. Yapılan incelemelere göre benzin bidonu kadının yüzüne doğru patladığı için kadının ölümü hemen gerçekleşti.

Yukarıda okumuş olduğunuz paragraf kitaptan bir alıntı değil, tam tersi kitabın “gerçek hayattan” yaptığı bir alıntıdır.

Herman Koch, 1953 Hollanda doğumlu, televizyon yapımcısı, aktör ve yazardır. Yaşının beraberinde getirdiği tecrübeyle, Hollandalıların tipik orta ve üst sınıf yaşayışlarını sıkı kroşelerle sarsarken, dünya halklarının ahlâki tabularına sağlam bir aparkat çakmaktan da geri durmuyor.

2005’te yaşanan az önce okuduğunuz gerçek olaydan ilham alan Koch, bununla ilgili bir roman yazmaya koyulur. İnsanın kanını donduran bu olay karşısında yazarımız soğukkanlılığını yitirmeden, tıpkı müzikte sesin şiddetinin kademe kademe yükselmesi gibi, gerilimi kademe kademe yükselten bir kreşendo kullanmış. Roman boyunca işlenen iki cinayetten biri bu şiddetin doruk noktasında kendini gösteriyor.

Mutlu bir aileniz, huzurlu bir yaşantınız var. Saygılı ve efendi oğlunuz, bütün ülkenin tanıdığı, başbakanlığa hazırlanan ağabeyinizin oğluyla yani kuzeniyle “eğlencesine” yaramazlık yaparsa ve bu yaramazlığın sonucunda bir cinayet işlenirse kontrolünüzü ne kadar sağlayabilirsiniz?

Üstelik, nereye gitse olay olan ve tüm gözleri üstünde toplayabilen başarılı bir siyasetçi olan ağabeyiniz akşam yemeği için üç ay önceden rezervasyon yaptırmak gereken bir restoranda aynı gün yer ayırtıp sizi karınızla yemeğe davet ederse, yemek boyunca size söylemek istedikleri bir şeyin olduğunu kıvrıla kıvrıla anlatmaya çalışırsa; tabi bu arada sizin oğlunuzun karıştırdığınız cep telefonundaki videoları gördüğünüzü onlar bilmezse işler bir hayli ilginçleşebilir.

Akşam Yemeği” yükselişte olan Hollanda edebiyatının çok iyi bir parçası olmaya hak kazanıyor. Bu kitabı alın, satır satır okuyun. Tabi bir de kitabı Hollandaca aslından çeviren Burcu Duman’a selamlarımızı yollayalım. Leziz bir iş çıkarmış kendisi. Bu kitabı okuduktan sonra Ruhuna Kitap’a bir kez daha minnettar kalacaksınız.

Unutmadan; roman boyunca iki cinayet var dedik, birisi zaten evsiz kadın cinayetiydi. Peki diğeri hangi cinayet ve kim ölüyor?

İyi okumalar...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Eylül 2012 Pazar

Zamanın ötesinde yaşayanlara

Daha baştan uyaralım: Bu zamana kadar bir tane bile Milan Kundera kitabı okumadıysanız, onun eserlerinin sadece yazının roman sanatına ait olmadığını, Kundera’nın son yüzyılın en önemli fikir insanlarından biri olduğunu ve kitaplarının da fikirlerinin üzerine şekillendiğini bilmelisiniz.

Onuncu Kundera kitabımı okurken fark ettim ki, kitap okurken en çok bana not aldıran ve / veya yeni fikirlerle hemen, oracıkta kısaca bir öykü yazmamı sağlayan yazar Kundera’dan başkası değildir. “Ölümsüzlük”te şu cümleyi okuduktan sonra, kim not alma ihtiyacı hissetmez ki?:

“...Ama insanın, hele hele bir roman kahramanının tanımı onun biricik ve taklit edilemez bir varlık olması değil mi?”

Ölümsüzlük” yedi bölümden oluşan bir fikir romanıdır. (7 sayısı Kundera sanatının en önemli sayısıdır) Birbirinden farklı hikâyeler kapsamında birbirinden kopukmuş gibi görünen hayatları bir havuz başında (ne kadar absürd bir yer öyle değil mi?) birleştirebilen uçuk bir kalemden çıkmış enfes bir romandır Ölümsüzlük.

Roman boyunca kendi çağlarının en meşhur yazarları olmayı başarmış Hemingway ve Goethe’nin konuşmalarına da şahit olacağız, Avrupa’nın yenilenen yüzü ve ruhlarını değiştiren insanların mutsuzluk girdabında yuvarlanırken, etraflarına ne gibi zararlar verdiklerini de...

Yayınevi tanıtım bülteninde Kundera’yı klasik müzik orkestrası şefine benzetmiş. Doğrudur. Klasik müzik ve dolayısıyla senfoniler Kundera’nın eserlerinde mühim derecede yer tutarlar. Kundera’nın roman kahramanları ya bir hatıra yüzünden, ya bir senfoni yüzünden ya da başka bir yazar yüzünden efsaneleşirler.

İnsanların ölüme yakınlaştıkça aslında ölümsüzlüğe yaklaştıklarını anlatan bu romanı okurken, hem kahkahalarınıza hakim olamayacaksınız hem de yüzyılın yaşayan en büyük yazarına bir kez daha hayran olacaksınız. Kitabın ana fikrinin 75. sayfada gizli olduğu kanısındayım. 85. sayfada da Kundera şöyle bir tokat patlatıyor suratımıza:

"İnsan ölümsüzlüğe bel bağlar, ölümü hesaba katmayı da unutur."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

8 Eylül 2012 Cumartesi

Geçmişine her baktığında derin izlere çarpanlara

"Ölümümden hiç kimse sorumlu değildir, dolayısıyla herkes de sorumludur diyebiliriz."

Behzat Ç, artık hiçbirimiz için yabancı bir isim değil. Dizi olacağını duyduğumda heyecanlanmış, fakat sonra neredeyse tüm dizi olmuş romanlarda yaşadığım gibi hayal kırıklığına uğramıştım. Kitaplar, dizilerden daha samimidir. Kitaplar, dizilerin ağızlarını burunlarını kırar.

Ankara, Kızılay, Sakarya Caddesi, SSK İşhanı, Dil-Tarih, Atakule, öğrenci evleri, Cinayet Masası, Emniyet, çay, 216 sigarası ve Behzat Ç. Hırçın bir başkomiser. Siyasi görüşü yok. Kitap okumaz, gazeteyi okumaya spor sayfasından başlar. Adalet onun vicdanıdır. Belki de bu yüzden hırçındır.

"İş işten geçtiğinde bütün mazeretler tedavülden kalkar, kıran ya da kırılan da piç gibi ortada kalır."

Konuya girersem karakterleri analiz etmekten ve Emrah Serbes'in bu güzel ve ilk romanı hakkında ciddi detaylar vermekten korkuyorum. O yüzden kısa kesmekten yanayım. Bir polisiyenin içinde aşkı, özlemi, baba-kız ilişkisini ve sürükleyici temaslarla kalıcı izleri bulmak istiyorsanız mutlaka okuyun.

- "Çok mu sevmiştin?
- "Bilmem. Ben sevmesini bilmiyorum herhalde. Kimi sevdiysem bana düşman oldu."


Unutmadan, küçükken benim gibi hırsız-polis oyununu çok oynayıp, bir çiçeğin kökünü ağzına sigara yapmış "eski fırlamalar" da mutlaka okusun. Biraz çocukluklarını, özlemlerini ve izlerini bulabilirler. Bulacaklardır. Bulmalılardır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

7 Eylül 2012 Cuma

Edebiyat, tarih ve aşk okumak isteyenlere

"Bütün dostlarımı selamlarım. Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum." yazmıştı Stefan Zweig, özenle geride bıraktığı veda mektuplarının birinde. Karısı Lotte ile birlikte, 23 Şubat 1942’de zehir içerek intihar ettikleri odada, masanın üzerine bırakılmış, pulları dahi yapıştırılmış pek çok mektup kalmıştı geride. Ve Stefan Zweig’in, çağını ve sonrasını oldukça etkileyen eserleri, kitapları, düşünceleri…

Stefan Zweig, dünya edebiyat tarihinin en önemli ve en güçlü kalemlerinden biri. Laurent Seksik ise bir doktor-yazar. Tıp eğitimini aldıktan sonra doktorluk yapmaya başlayan, 1999 yılında ise ilk romanı yayınlanan yazar, 2010 yılında yayınlanan Stefan Zweig’in Son Günleri’nde Nazi işgali altındaki Avusturya’dan kaçan ve Londra ve New York’tan sonra Belçika’ya giden Zweig ve ikinci eşi Lotte’nin son 6 ayını anlatıyor.

Stefan Zweig’ı, çağının önemli yazar ve düşünürlerini, edebiyata ve çağın olaylarına karşı duruşlarını, mücadelelerini, Nazi dönemini, savaşları, aşkı ve acıları okuyoruz yazarın son günlerinde.

Salt bir edebiyatçının hikayesini değil o dönemi de gözler önüne seriyor aslında kitap… Stefan Zweig oradan oraya savrulurken, mücadeleyi değil de kaçmayı seçmiş olmanın vicdan azabıyla yazıya, edebiyata tutunmaya çalışırken yaşadıkları, okudukları ve uzaktan izledikleri çağın olaylarını da net bir şekilde aktarıyor. Zweig’in okuyup etkilendiği bir gazete haberi bile bizi o döneme götürüyor:

“Viyana Belediyesi Yahudilerin oturduğu dairelerde gazı kesme kararı aldı. Bu konutlarda gazla intihar edenlerin artması, vatandaşın rahatını kaçırdığından, gazla intihar etme, bundan böyle kamu düzenini bozmak olarak kabul edilecek.”

Zweig’in kaçtığı ve sürekli özlediği dünya tüm değerleriyle bir savaş alanına dönerken, yazar anılarının dahi yağmalandığını hissediyor ve onlarla birlikte o da gittikçe derin bir bunalımın içine düşüyor. Bir müddet yazmaya, edebiyata tutunmaya çalışıyor. Otobiyografisini (Dünün Dünyası) de bu dönemde yazıyor. Yazarken tek amacı 'harabelerin orta yerine bir mezar taşı dikmek' aslında.

"O 'bizler vardık' demek için kelimeler aramıştı sadece…"

Ancak sonrasında kelimeleri bulamadığı, hiçbir şey yazamadığı bir dönem başlıyor. "Zihni, Yahudi dünyasının sureti gibiydi. Küller altında kalmış bir toprak." Umutsuzluğu derinleşiyor. Tehditler alıyor ve tıpkı Walter Benjamin gibi yanında hep küçük bir şişe zehir taşımaya başlıyor.

Yol arkadaşı, ikinci karısı Lotte ise, sevdiği adamın çöküşü, eski eşin gölgesi ve uzakta olmanın etkileriyle gelgitler yaşıyor, acı çekiyor; ancak yazarın elini hiç bırakmıyor.

Laurent Seksik, Stefan Zweig’in ve karısının birlikte intihar ettikleri o güne dek, altı ay boyunca yanı başlarında durup o ‘tercih edilmiş gidişin’ hikayesini anlatıyor. Her şeyin gerçek olduğunu bilerek bu yolculuğa eşlik etmek ise insanı inanılmaz etkiliyor.

Stefan Zweig'in Son Günleri, edebiyat ve tarih meraklılarının ve aşk üzerine gerçek bir hikaye okumak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

6 Eylül 2012 Perşembe

Aklı bir kenara koyup aşkın izine düşenlere

Öyle bir kule düşünün ki tırmanmakla asla bitmeyecek olan, sonsuzluğa uzanan... Basamakları dize dize dizilmiş, her bir odasının kapısı kelimelerle örülmüş, cümlelerle kilitlenmiş. Kiminin penceresi Doğu’ya kimininki Batı’ya bakar. Ama hepsinden görülen ve görülmek istenen aynıdır: Hakikat. Bu bitimsiz kulenin her katında bir dil ustası, bir irfan ehli, bir gönül adamı, bir arif, bir sufi, bir derviş, bir düşünce adamı karşılar yolcuyu. Geçmişinden, köklerinden kopmadan içinde bulunduğu zamanın ruhunu yakalamaya çalışan bilgelerin hikâyeleri anlatılır “Bilgelik Kulesi”nde.

“Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
Güzelim dünya elveda,
Ve merhaba kainat...”

Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli, Hallac-ı Mansur, İbn-i Ârabî, Hasan Ali Yücel, Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Bilge Karasu, Baudrillard, Mevlâna ve daha pek çok irfan ehli bu kulenin sırlı duvarlarına tuğlalar koyan kahramanlardır.

“İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kemaleaçılan kapı, amelle taçlanan ilim.”

Bir modern zaman dervişi Sadık Yalsızuçanlar, dünyanın tüm düşünce iklimlerinden beslenmiş dağarcığı, metinlerarası göndermeleri ve samimi diliyle, pek çoğu aramızda olmayan bu kahramanlara yeniden hayat verir. Hakikat ve sevginin peşinde koşan bu kahramanlarla ilim irfan deryasında gezdirir. Aklı bir kenara koyup aşk’ın izine düşer o da.

"Akıl kelime anlamı itibariyle de bağ demektir, düğüm... Kalp ise sınırsızdır, hakikat gibi, hakikat inhisar kabul etmez."

Farklı ideolojilere, inançlara, perspektiflere sahip bu kahramanlarına ortak bir özellik atfeder Yalsızuçanlar: Yazmakla yanmak arasındaki ruhlar. Yazmakla çıldırmaktan kurtulmaya çalışan, dil ile karanlığın içinden çıkıp, kelamla mayalanan ruhlardır...

“Dil, bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şeydir.”

“Dil, iklimdir. İklim yurttur. İnsan ruhuyla ve ruhunun bütün malzeme ve imkanlarıyla bu iklim içinde varolur, konuşur, dile gelir.”

Kozmik bilgiye susayanlar "Bilgelik Kulesi"nin pınarlarından nasiplerini alacaklar...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

5 Eylül 2012 Çarşamba

Heyecanını yitirenlere

"Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar."

Okurken hem kahkaha atmak hem de hüzünlenmek, iyi bir yazarın kaleminden çıkan kitap vasıtasıyla olabilir ancak. Burada kurgudan çok, hikayenin karakteri bizi bir yerlere götürebilir.

Alper Kamu, 5 yaşında. Hem saf hem de filozof derinliğinde fırlama bir oğlan. Gördükleri karşısında şaşkınlığını belli etmekten çekinmiyor, üstelik bunu güzel bir yorumla bizlere sunuyor. Çaresiz kaldığı zamanlarda işi şakaya vurmayı seven ama lafı da gediğine oturtan, "benim de böyle bir oğlum olsun, yok yok olmasın" dedirtiyor Alper Kamu.

"Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum."

Alper Canıgüz'ün İletişim Yayınları'ndan Ocak 2004'te çıkan romanı Oğullar ve Rencide Ruhlar, Nisan 2012'de 12. baskısını yaptı. Çağdaş Türk Edebiyatı için alkışlanabilecek bir performans. Elbette burada okuyucunun seçimi de çok önemli. Okuyucu, iyi romanı her zaman görür ve ona hakkını verir. Gerekirse beynini de teslim eder.

Kitabın kapak tasarımından başlayıp son cümlesine kadar gittiğinizde, karambole geldiğinizi ve çok eğlendiğinizi hissedeceksiniz. Halk otobüsünde okurken çevrenize kahkahalarınızla rahatsızlık verecek, insanlar size baktığında "suçsuzum" bakışları atacaksınız. Bunların hepsini yaparken de hiç utanmayacaksınız.

"Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minübüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı."

Şimdi kemerlerinizi çıkarın ve 5 yaşında olduğunuz o yıla geri dönün. Aslında o en heyecanlı olduğunuz yaşınıza yani. Sonra heyecan denen şeyi çok nadir hissediyorsunuz çünkü...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Eylül 2012 Pazartesi

Evlere şenlik bir balon

Günümüz yazarları arasında kendine has anlatımıyla, etliye sütlüye karışmayanların tam karşısında bir yazar yer alır. Adı da Arnon Grunberg'tir.

Grunberg'in beyaz orta sınıfın rahatsızlıklarını diline dolaması ve dramatik bir üslupla bunu ifade etmesi yeni bir cümle sayılmaz. Ancak Grunberg çıtayı biraz daha yükselterek, daha olgun bir romanla karşımıza çıkıyor.

Grunberg sevginin, aşkın imkansızlığının, soykırımın, ötenazinin, sadakatin, ekonomi balonlarının, babasız çocukların, kocasız kadınların, Amerikalıların, Avrupalıların tam ortasına açıyor tezgahını.

Daha önce yine bir Grunberg kitabı olan "Tirza"nın yazısını okuyanlar hatırlayacaklardır, yazının başlığını "Rahatsız edilmek isteyenlere" koymuştuk. Bu yazının başlığının da bu olması kaçınılmazdır. Çünkü Bay Grunberg, kendisi gibi dünya rahatsızları olan okuyucularının evinde ekonomi balonları patlatmaya gelmiş.

"İliğine Kadar" dan hemen önce yine bir Grunberg kitabı olan; ancak Marek Van Der Jagt adıyla basılan "Kelliğimin Hikayesi"ni okuduğum için, ne işe karşılaşacağımı aşağı yukarı anlamıştım. Aile bireyleri arasındaki kopuk ilişkiler alıştığımız üzere hat safhada; anne - oğul melodramı ise yine sayfaların arasında kendine yer edinmiş.

Kitabın odak noktası "ilgi"dir. Sevgililerin, karı kocaların, eski eşlerin, aile üyelerinin, öğretmen ve öğrencilerin birbirlerine olan ilgisi. Ya da ilgisizliği. Kapitalist toplumların (kimileri bu tanımlamayı sevmese de) yabancılaşması, bir anlamda "ilginin ıssızlaşması".

Kitaptan şu çarpıcı ifadeyi size aktararak bir görevimi daha yerine getirmiş oluyorum.Grunberg'i henüz okumamış olan dünya rahatsızları tanıştıklarına memnun olacaklar:

"Her şey ağlamakla başlar, sonra birlikte ev almaya kadar giderdi. Başkasının kederine ortak olmamak, bu tuzağa düşmemek gerekirdi. İnsanca başlayan bir ilişkinin fare kapanıydı bu..."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

31 Ağustos 2012 Cuma

Söz bitimi gibidir, odanın her köşesi

Yalçın Tosun'a 58. Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandıran kitabı, yazarın aynı zamanda bir şiirinin adı: Peruk Gibi Hüzünlü.

Arkadaşlar, sevgiler, sevgisizlikler, kırgınlıklar, tutkular, yasak ilişkiler, tutkular ve aşklar. Hepsi peş peşe akıp geçiyor gözlerinizin önünden. Birçok duyguyu aynı anda yaşayıp, yaşantınızı ve yaşadıklarınızı yeniden yorumlayabilir, en azından gözden geçirebilirsiniz bu kitapla.

Bir şeyleri yeniden gözden geçirmek, daima iyidir. Ucu açık şımarıklıklardan ve kederlerden korur sizi. Atacağınız adımlarda ayakkabınızı sağlamlaştırır, dengede tutar yüreğinizi. Kitaplar ve edebiyat da bu yüzden hayata değer katar zaten.

Yalçın Tosun'un kitabına isim veren "Peruk Gibi Hüzünlü" adlı şiiri, Mabel Matiz tarafından şarkı olarak da yorumlanmış ve harikulade olmuş. Dinlemek için: TTNet Müzik. Şiir ise şöyle:

Çocuklar tekinsizdir
Annelerse uçurum
Olur olmaz düşülür

Bitmemiş her sevişme
Paslı bir iğne gibi
Doğrudan kalbe yürür

Söz bitimi gibidir
Odanın her köşesi
Bi' kuşatma büyütür

Gece sona ermeden
Peruk takan birini öpmezsem
Yaram büyür

Bir şiir, bir kitaba ancak bu kadar güzel yakışabilir. Bir şiir, bir şarkıda ancak bu kadar güzel kendini bulabilir. Bir şiir, ancak bu kadar hüzün kokabilir. Teşekkürler Yalçın Tosun ve hatta teşekkürler Mabel Matiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Ağustos'ta duyguları temizlemek

"İyi yapılmış her şiir aydınlıktır. Bir şiiri okuyup da onu karanlık bulanlar; o şiirin oldurduğu dünyaya kendilerini kapalı tutanlardır. İşi ozanın yönünden ele alırsak şiire getirdiği yenilikler, derinlikler bakımından kısa bir süre için yadırganabilir. Ama toplumun anlayışı geliştikçe o şiirler de bu gelişmeye paralel olarak er geç daha bir aydınlığa kavuşuverirler."
- Edip Cansever, 1956.

Ortaköy'de sahafları gezerken görmüş ve ilk basımını bulduğum için kendimi şanslı hissetmiştim. Eylül 1982'de Adam Yayıncılık tarafından basılan "Kirli Ağustos", Edip Cansever'in üç kitabını barındırıyor.

1966'da yazılan Çağrılmayan Yakup, 1970'de yazılan Kirli Ağustos ve 1974'te basılan Sonrası Kalır, kitabın içeriğini oluşturuyor. Edip Cansever'in bütün şiirlerini içeren dizinin ikincisi olarak basılmış bu yapıt.

217 sayfa boyunca şiire doyuyor, Edip Cansever'in tertemiz dizeleriyle içinizi temizliyorsunuz.

"Yorulduğun zaman söyle
Susalım, hiç konuşmayalım istersen
Sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin

Açık denizler gibidir zaten elimde."

"Yaşlandık da ondan mı
Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa."

"Ben uzakları iyi bilen bir adamın yakın elleriyim."


Edip Cansever'in şiirlerinde en çok denizi seviyorum. Hemen hemen her şiirinde denize dair bir şeyler bulmak mümkün. Eğer siz de benim gibi denizi görünce ya da denize dair bir şeyler okuyunca ferahlıyorsanız, en sevdiğiniz şiirlerin şairi Edip Cansever olabilir.

"Titriyor sazan balıkları
Suyun altında."

"Sandal ağacı gibi olacaksın

Üzerine inen baltayı kokuna boğacaksın."

"Sisini kendi yaratan gemi
Kayıp gidiyor ayaklarımın altından."

Ağustos ayı için en uygun kitap. Çok iyi araştırıp bulmanızı, eğer bulamazsanız da en azından "Sonrası Kalır"ı mutlaka kütüphanenize katmanızı öneririm. Şiir temizliktir, okuyun ve temizlenin...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Ağustos 2012 Pazar

Yakası açılmadık bir roman isteyenlere

"Yaşamın ilkelerine uzanmış kitaplarda, insanoğlunun ömrünün ilk yarısını ikinci yarısını beklemekle, ikinci yarısını da ilk yarısını anmakla geçirdiği yazılı olmalıdır."

Romanın 113. sayfasında açılan "Varolmak ya da Varolmamak" adlı bölüm bu cümleyle / bu tartışmaya girişle açılıyor.

Salâh Birsel'in 1957'de tamamladığı 1985'te yayımlattığı romanı, ülkemizde türünün tek örneğidir. Benzersiz olması ve taklit edilememesi ise onu seçkin kılacağına, görünmezlikten gelinmesine neden olmuş.

İyi edebiyat tutkunları diye ısrar ettiğim okurlar, bu kitaba bayılacaklardır. "Dört Köşeli Üçgen" adından da anlaşılacağı gibi paradoks temelli bir romanıdır. Alegorik bir eser olma hakkını elde edebilmiş, diğer romanlarla kıyaslayamayacağınız bir orijinalliktedir.

Tütün Yaprakevi adında bir tütün fabrikasının deposunda çalışan, adını roman boyunca öğrenemediğimiz kahramanımız, kendisini "uluslararası bir gözlemci" olarak tanıtıyor. Günün 24 saati gözlem yapmaktan çekinmiyor. Bu gözlemlerini deneyle artırmak için, çalıştığı fabrikada kadınların karnını dinlemeye başlıyor. Muhafazakar çalışanlar buna tepki gösterip onu müdüre şikayet ediyorlar.

Gözlemcimiz ise uslanacağı yerde daha da zıvanadan çıkıyor. Fabrikada kadınlar tuvaletine girerek gözlemlerini artırma yolunu seçiyor. Yine uyarı alıyor. En sonunda bir fabrika çalışanının karısının, müdürle olan yasak aşkını ortaya çıkarınca işinden oluyor.

Bundan sonra bir sürü işe girip çıkıyor, hepsinden kısa zamanda kovuluyor. Gözlemlerini bir günde önce 48 saate, sonra 72 saate, sonra da 96 saate çıkarmayı başardığını farkediyor. (Tabi bu zaman dilimlemesini Zenon paradoksunu bilen okurlar keyifle okuyacaklardır) Romanın temelinde tartıştığı konu da bu zaten: Matematik kesinlikler olmadan nasıl hayatta kalabiliriz?

Salâh Birsel, gözlemcisini kendi kendine çok güzel tartıştırıyor. Diğer insanlar karşısında (Müdür, iş arkadaşları, zabıta, komiser) kendi hakkını korurken nasıl bir ahlâkla, terbiyeyle karşılaştığımızı görünce okur olarak da seviniyoruz. Birsel'in amacı ise kesinlikle bu değil; gözlemciyi sevimli göstermek ya da yaptıklarını haklı çıkarmak için hiçbir oyun hazırlamıyor. Gündelik hayatımızdaki toplumsal gerçeklik ne ise bire bir onu yansıtıyor.

Bu romanın yeni baskısı 2012'de yapıldı; ancak yayınevi Birsel'in kelimeleri kullanışını değiştirmemiş. "Y" harfi yerine "ğ" kullanan Birsel'in, o günkü dilinden romanı okumak daha zevkli olmuş. (Varmağa, koymağa...)

Hoş kelimeler ve müthiş deyişler okuyacağınız bu romanı sakın kaçırmayın. (Silistresini öttürmek, eşek alıp beygir satmak, şandellemek, yakası açılmadık küfürler savurmak hoşforoşluk...)

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

24 Ağustos 2012 Cuma

Hayatı fazlasıyla sorgulayanlara

“…ama gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir. Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hala canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der."

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Barış Bıçakçı’nın çoklu bir anlatımla, parça parça, bir intiharı anlattığı; duru, etkileyici ve iz bırakan romanı. Bir intihar hikayesi anlatıyor, Başak’ın intiharını; ancak üzecek, dramatik bir biçimde değil; yalın, hüzünlü ve sahici bir üslupla ince ince işliyor hikayeyi Barış Bıçakçı. Başak’ın annesi, kardeşi, sevgilisi, yakın veya uzak onun hayatına temas etmiş kişilerin dilinden kısa kısa bölümlerle örülüyor hikaye… Zaman zaman Başak’ın sesini duyuyoruz ve nedense "Dur, yapma!" demek istiyor insan…

“Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım diyeceğim. Öyle olsun.”

Başak’ın intiharı, etrafındaki insanların tepkileri, ölümün sarsıcılığını olduğu kadar hayatın hep, ama hep, devam ediyor oluşunu da anlatıyor, en yalın haliyle.

“Hayat devam eder. Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her zaman devam eder, bunu herkes bilir.”

Parça parça, farklı kişilerin dilinden okudukça tamamlanan hikaye; biraz da hayatın ve hikayemizin an’ların ve başkalarında bıraktığımız izlerin toplamı olduğunu vurguluyor. Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, hayatla meselesi olan, sorgulayan ve sözcüklere sığınmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap…

“… Bir armağan, bir mucize olduğu söylenen şu hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep. İçimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, yani saçma sapan bir şekilde sürdüğünü anlamadım. Asıl bundan korkman gerektiğini anlamadım.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

23 Ağustos 2012 Perşembe

Yenilgiyle sönmüş tutkular

XX. yüzyılın en bunalımlı, yalnız ve elbette unutulmaz yazarı Cesare Pavese. Bir arkadaşım, Pavese'nin bütün şiirlerini barındıran kitabını hediye ettiğinde "okurken dikkat etmek lazım" demişti. Daha ilk sayfada bunu anlamış ve sonrasında romanlarını da merak etmiştim. "Güzel Yaz", yazarın Torino'da bir otel odasında uyku hapı içerek intihar etmesinden kısa bir süre önce tek isim altında topladığı üç romanından biri. Diğerleri "Tepelerdeki Şeytan" ve "Yalnız Kadınlar Arasında". İkincisi size pek tanıdık gelmeli zira yazar arkadaşım Ümran Kio geçtiğimiz günlerde bu kitabı sizlere önermişti.

İsimlerini sürekli aklınızda tutabileceğiniz, karakterlerini öğrenmeye çabalarken gençlik gizemlerine kapılabileceğiniz güzellikler barındırıyor "Güzel Yaz". Kırsal yaşamdan kent yaşamına geçiş ve bu süreçte gençlerin yaşadıkları dejenerasyon, makul miktarda zihnimize işliyor.

"Canı sıkılanın suçu kendindedir."

Birbirinden pek ayrılmayan iki genç kız. Biri diğerinde kendi yapamadıklarını buluyor. Öteki ise kendi sahip olamadıklarını diğerinde buluyor. Günümüzde sıkça görülen dostluk ilişkilerinden bir örneği, 1948'de sunuyor bize Cesare Pavese. Karşılıklı doğal bir çekim gücü, anlık uzaklaşmalar, araya giren erkekler, kıskançlıklar, gençlik merakları ve coşkuları, "Güzel Yaz"ın konusunu oluşturuyor.

"Ginia, onun hoşuna giden şeyleri anlatmasını dinlemek için üste para bile verebilirdi, çünkü gerçek samimiyet bir başkasının arzularını öğrenebilmektir ve arzular aynı olursa, o kişi artık pek heyecan uyandırmaz olur."

Yazı güzel kapatmak için Cesare Pavese'nin "Güzel Yaz"ı, tutkularını sönük kapatan ruhlara yeniden coşku verecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Ağustos 2012 Çarşamba

İflah olmaz kimsesizlere

Lal beyazı, Jean Genet'nin sesi. Bir sesin anısının rengi vardır.

"(...) Bütün sesler gibi benimki de hilelidir; bu seslerdeki hilenin farkına varsa bile, hiçbir okur bunların doğasını bilemez."

Bu cümlelerle açılıyor "Jean Genet: Yüce Yalancı".

1944, Fas doğumlu Tahar Ben Jelloun, 1987'de "Kutsal Gece" romanıyla Goncourt Ödülü'nü almış büyük bir yazar. 1974'te tanıştığı Jean Genet'yle, 1986'da ünlü yazarın ölümüne kadar dost kaldı. Elbette bu dostluk karşılıklı fedakarlığı da beraberinde getirdi. Jelloun'un yazdıklarından anlıyoruz ki, korku, ürperti, çekinme gibi duygular daha çok Jelloun'un kendisine ait. Jean Genet'de ise böyle bir şey kesinlikle yok.

Jelloun, kitabın bazı sayfalarında, Jean Genet'nin neden kendisini seçtiğini bilmediğini söylüyor. Dostlukları boyunca çok düşündüğü, bir o kadar da hiçbir sonuca ulaştıramadığı bir soru bu. Sezar'ın hakkı Sezar'a diyerek, Jelloun'un hakkını vermemiz gerekir. Kitap, Jean Genet'yle olan dostluğunu anlatsa bile, Jelloun, kitabın merkezine Genet'yi koyuyor, kendisi de bu merkezin etrafında geziniyor.

Herhangi bir yazarın biyografisini okumak çoğu okur için işin gizemini kaçırabilir. Söz konusu kişi Jean Genet ise kemerlerinizin sıkıca bağlı olduğundan emin olun demekten başka çaremiz kalmıyor.

Banka hesabı olmayan, vergi ödemeyen, hayatın ilk gençlik yıllarını hapishanede geçiren, hırsızlığa doymayan, her türlü pisliğin içinde yaşayan, hijyeni umursamayan, adresi veya herhangi bir şekilde evi, dolabı, kütüphanesi olmayan bu sanatçıya, Jean Genet'ye iyi bakın. Tanıdıklarına kazık atmaktan çekinmeyen, hiçbir şeyden korkmayan, kendisini bildi bileli homoseksüel olan, kafasını koyduğunu yapan, inatçı keçi Jean Genet; iflah olmaz kimsesizlere çok iyi gelecektir. Bu kitapta anlatılanlar, iyi edebiyatla kafayı bozmuş, kuralları hiçe sayan, "Kendinden memnun bir sanatçıya, sanatçı denir mi?" sorusunun altına bir imza da kendisi atan bünyeleri soğuk suyla ıslatıp kırbaçla dövecektir.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

21 Ağustos 2012 Salı

İnsan olmanın ilk şartı yalnız olmaktır

Bu kitabın çarpıcı bir konusu yok, eşi bulunmaz kahramanları yok, orijinal bir üslubu da yok. Kelimeleri var, içinde huzurla oturabileceğiniz, çok iyi misafir ağırlayabilen kelimeleri var.

Kendi hayatında tek çözümü intiharda bulan Pavese, bu kitabında yalnızlığın ne kadar basit bir olgu olduğunu, büyütmemek gerektiğini vurguluyor. Bu yüzden de olayları çarpıcı olmaktan çıkarıp evinizin sokağında yaşanmışçasına size sunuyor. Öyle ki tek başına sarsıcı olabilecek bir yaşam bile bu kadınların arasında sıradanlaşıyor, yaşamın tek gerçeğine, mutlak yalnızlığın kaçınılmazlığına dönüşüyor.

Bu kitaptaki kadınların hepsinin mutluluk tanımı farklı. Biri isterik bir kadın, biri masum bir aşık, birinin her şeyi para. Kitabın anlatıcı kahramanı ise hepsine ayna tutuyor. Pavese kadınları iyi tanıyor, en gizli duygularını kadınları bile hayrete düşüren bir çıplaklıkla anlatıyor.

Yalnız Kadınlar Arasında yazarın en iyi romanım dediği kitap. Yalnızlıkla ilgili olan diğer tüm kitaplardan farkı bunu dramatize etmeden sadece var olan bir şeymiş gibi yansıtması. Yalnızlık insanlığın en büyük gerçeği. Ama bunu kabullenmeden önce bir de Pavese’nin kelimelerine misafir olmanızı tavsiye ederim, belki her şey o zaman daha kolay olur.

Ümran Kio

Anne sözü dinlemeyenlere

"Annem yıllar önce bana "Bir kadın aramak istemiyorsa, onu asla arama. Bazı kadınlar, sen onları ara diye aranmak istemiyormuş gibi yapabilir. Onları da arama. Aranmak isteyen bir kadını da arama, bırak o seni bulsun," demişti. Annemin bütün öğütlerine uysaydım zaten şimdi bambaşka yerlerde olmam gerekirdi."

Barış Uygur, memleket edebiyatımızın yeni polisiye yazarlarından. İlk romanı da "Feriköy Mezarlığı'nda Randevu" oldu, İletişim Yayınları'ndan çıkıp girdi zihnimize. İyi de etti. Akrobatik cümleler, artık klasikleşmeye yüz tutan bir "polis edebiyatı" ve gözünüzde canlanacak ağlak sahneler hayal ediyorsanız, kırıklığa uğrarsınız. Son dönemdeki "yalın üslup" başarısı gittikçe artıyor. Barış Bıçakçı'dan sonra başka bir Barış olan Uygur da bize sade bir anlatımla neler yapılabileceğini gösteriyor.

"Bu kadarı artık benim için fazla yorucuydu. Zaten böyle bir adamımdır. Orta karar. Hayır, en son söylenecek şeyi en başta söylemem ama en sonda da söylemem. Ya da aslında en sonda söylerim çünkü genellikle söyleyeceğim şeyi söyledikten sonra konuşacak başka bir şey kalmaz."

Şak diye "ben de böyleyim" dedirten anlatımlar var. En azından küçükken mahallede çok fazla hırsız-polis oynayan ve daima "başarılı polis" imajı çizen ben, bu anlatımlardan nasibimi aldım. Annemin sözünü de pek dinlemezdim o zamanlar. Pişman mıyım? Pek bilmiyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Egosunu koyacak yer bulamayanlara

Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir.” diyor Dostoyevski kitabının başında. Ama geçmişten birini değil her an yanımızda, odamızda, ruhumuzda olan birini anlatıyor. Yirmi birinci yüzyılın bilgi kirliliği içinde kaybolan, sürekli bir şeyler için koştururken kendini kaybeden sonra da kendini değersiz, işe yaramaz, rezil bir durumda bulan bireylerin toplumdaki yerlerini görmelerini, bazen de bulundukları yerden endişe etmelerini sağlıyor.

Aydın olmak ne demektir? Bu kadar çok şey varken mutlak bir aydınlık söz konusu mu? Egonun sınırları nerede başlar, nerede biter? Karakter bu sorulara çoğu zaman cevap bulamasa da hepimizin zevk aldığı ama kaçındığı şeyi yapıyor: kendini aşağılıyor. Bazen kendimizi herkesten önce aşağılamak en rahatlatıcı eylemdir. Çünkü kendini aşağılamak maskelerden arınmayı, kendi kötülüğümüzün içinde mutlu olmayı gerektirir. Şüphesiz ki burası gün geçtikçe “koşmaktan” yorulan ruhlarımızın saf huzuru bulduğu yerdir. Ama bazen insan kendisiyleyken bile dürüst olmayabilir. Çünkü her şeyi anlamak korkutucudur. Her şeyi anlayan insanın kendine saygısı kalmaz. Bu yüzden de bazen insan egosunu ön plana alarak bundan kaçınmaya çalışır ve sonunda da bu hastalığından kurtulmak için yardım alması gerekir.

Dostoyevski de okuyucularına bu yardımı sunuyor. Aydın olacağım diye kendinden bile uzaklaşan insanları gerçekle yüz yüze getiriyor. Egosunu yere göğe sığdıramayanların ne ile karşı karşıya olduklarına edebi bir ayna tutuyor.

Ümran Kio

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Masal dinleyerek dinlenenlere

Şiir yazmaktan daha çok şiir okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki; İsmet Özel şiirinde "son darbe" olması, kendisini baştacı yapmıştır. Son darbe, şiirin son dizelerinde İsmet Özel'in bizi perişan etmesidir. Bu perişanlık duygusal anlamda kalbimizi büker, dilimizi suskunlaştırır. İsmet Özel, özel bir şairimizdir. Eskiler, "mümtaz bir şahsiyet" ya da "nev-i şahsına münhasır" derlerdi bu tip durumlarda.

"Belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
Aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
Adımı aşkın üstüne kendim yazarım."

"Bir Yusuf Masalı"nın ilk baskısı 1999'da yapılmış ve bu ilk baskıdaki 1000 kitap numaralandırmıştır. Kısmetiniz varsa zor bir ihtimal de olsa sahaflarda rastlayabilirsiniz. Kitap şu sıralar 15. baskısını yapmıştır. Her baskıda içi sızlayan şiirler yeniden hareketlendirmiş duygularımızı.

"Sızıyı gideren su
Suyun sızladığını kimseler bilmez."

Kitaptaki bölüm isimler şöyledir; Münacaat, Naat, Sebeb-i Telif, Dibace. Bu da bize Divan Edebiyatı'nı hem edebi hem de musiki anlamındaki güzel eserlerini anımsatır. Kitap bazen tasavvufi anlamda ruh iklimimize bahar ayları yaşatır, bazen de kışın soğukluğunu alnımıza yapıştırır.

"Başkalarının aşklarıyla başlıyor hayatımız
Ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla."

"Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
Demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
Vay ki gençtim
Ölümle paslanmış buldum sesimi."


Baştan sona bir masal anlatır İsmet Özel bize. Dinlemezseniz, ruhunuzu dinlendiremezsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Ağustos 2012 Pazar

Kendini didiklemek isteyenlere

Ender ve Çetin. Birbirine son derece bağlı ve birbirini daima anlamak üzerine kurulmuş sıkı bir dostluğa sahipler. Bu sıkı dostluğu bozabilecek ya da aralarına gölge düşürme ihtimali yüksek olacak bir şey oluyor. Nihal giriyor hayatlarına. Bu genç kızın girmesiyle birlikte artık olanları daha çok düşünmeye, geçmişi daha çok hatırlamaya ve dolayısıyla birbirlerini daha çok didiklemeye başlıyorlar.

"Nihal'e başından beri olduğumuzdan farklı göründük. Böyle gerekmişti. Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin, yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli, diğeri kel."

Barış Bıçakçı'nın daha önce 2 kitabını tanıtmıştık Ruhuna Kitap'ta. Laf kalabalığı yapmaktan çok uzakta, kelimeleri ip gibi dizen, ırmak gibi akan romanlarla aklımızda ve gönlümüzde yer edindi kitaplarıyla. Bu vesileyle kitap tanıtımlarına devam edeceğimiz muhakkak. Yazarın da daima yazmasını diliyoruz.

"Gençlik sancılarının hayatı anlamsız kılan ani ölümlerle birleştiğinde neler olabileceğini ikimiz de seziyorduk."

"Çok şey konuşmak istiyor, konuşamıyorduk."

"Bütün sıkı ilişkiler bir azınlıktır çünkü. Sırtlarını "dışarıya" bir güzel dönmüş iki insanın oluşturduğu azınlık."


2011 yılında sinemada da izleme fırsatı bulduk okuduklarımızı. Seyfi Teoman'ın kitaba bağlı kalmak suretiyle yönettiği filmde İlker Aksum, Fatih Al ve Güneş Sayın iyi rol oynamışlardı. Ancak bazı kitapların yerini maalesef o kitapların filmleri tutmuyor. Bizim Büyük Çaresizliğimiz de böyle kitaplardan.

Kendinizi didiklerken sağlıklı kalmaya da özen gösteriyorsanız mutlaka okuyun. Yaza veda edeceğimiz Ağustos ayında çok iyi gidecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Ağustos 2012 Perşembe

Uzun bir yolculuk hayali kuranlara

Ruhuna Kitap, bu yazıyla birlikte farklı bir formata da el sallıyor. Şöyle ki, daha önce bir yazar tarafından önerilmiş kitabı, diğer bir yazar da önerebilecek. Böylece okuyucularımız farklı önerilerle iyi bir değerlendirme yapabilecek. Temmuz ayında yazarlarımızdan Tuna Bahar'ın önerdiği Italo Calvio kitabı olan "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu", bu kez de Ahu Akkaya'nın kaleminden sizlerle buluşuyor.

*** 


"Okumak yeni oluşmaya başlayan 
bir şeye yaklaşmak demektir..."

Post-modernizm akımının en başarılı temsilcisi İtalyan yazar İtalo Calvino’nun  hem yazar, hem kahraman ve hatta kendi okuru olduğu ; kurgusunun orjinalliği, geometrisinin kusursuzluğu ve içeriğinin yarattığı anlamla bir başyapıttır.

Okur kendini, kahramanının yine kendi olduğu bir öykünün, yolculuğun içinde bulur. Varış değil, yolculuktur asıl amaç.

"Okuduğum şeylerin öyle ayan beyan ortada olmasından hoşlanmam, kim bilir neyin işareti olan, şimdilik ne olduğu bilinmeyen şeylerin varlığının belli belirsiz hissedildiği konuları yeğlerim."
Klasik bir kurguya sahip diğer romanlardan çok farklı, okurla muhabbet ediyormuşcasına yazarının sesinin duyulabildiği, içinde on bir farklı romanı matruşka misali barındıran, roman nasıl okunurun romanıdır Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Zaman zaman yorucu ama oldukça keyifli bir yolculuğun kitabı.

Sözcüklerle yap-boz oynar gibi oynayan, üstün gözlem yeteneğine sahip Calvino’nun, bu romanını iki temel üzerine oturttuğu görülür:

Her şey başladığı yere geri döner.
Her hikaye başladığı yerde biter.

Yazar karmaşık ve zengin diline karşılık oldukça samimidir. Hayalgücü çok yüksektir ve insanın varolan durumunu hiç varolmamış hikayelerle betimler. Çok tanıdık gelen olguları, sıra dışı durumların arkasına gizler.

Siz de bu sıcak yaz günlerinde kışa hasret kalıp uzun bir yolculuk hayali kuranlardansanız Calvino’nun bindiği trene bir bilet almalısınız.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

7 Ağustos 2012 Salı

Sait Faik’le daha yakından tanışmak isteyenlere

Sait Faik, Türk öykücülüğünün en bilinen isimlerinden biri. Yazmazsa çıldıracağını dile getiren, meselesi hep yazıyla ve hep insanla olan bir güçlü kalem. Bu kıymetli kalemin sözcüklerinin peşi sıra gitmek isteyenlere tavsiye: Lüzumsuz Adam.

Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in dördüncü hikaye kitabı. Bu kitapla birlikte Sait Faik öykücülüğünün ikinci döneminin başladığı söylenir. Lüzumsuz Adam’daki on dört öyküde, evvel öyküleriyle kıyaslandığında, klasik cümle yapısının yerini devrik cümleler ve insan sevgisinin yerini hafif bir umutsuzluk almış  olsa da Sait Faik sahiciliği ve yalınlığı yine olanca gücüyle sizi içine alıyor.

Ben hikâyeciyim diye sizlerden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O halde bu adamın hikâyesi ne olabilir? Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n'olur?

Gerçek insanların hikayelerini anlatıyor Sait Faik. Yedi sene sonra sokağa ilk kez çıkan adamların, her gün aynı işi hiç aksatmadan yapanların, her şeyi bırakıp gitmek isteyenlerin ama hep kalanların ve yanımızdan geçip gidenlerin, mahallemizdekilerin, tanıdıklarımızın hikayelerini…

Sokakta, bir dükkânda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür, hülyasına kapıldım."
Öykülerindeki gerçeklik ve yalınlık çarpıyor okuyucuyu. Günlük telaşların, hayat gailesinin fotoğrafını çekiyor sanki Sait Faik… Sokakların, yalnızlığın, insanların, ekmek kavgasının, umudun ve ince ince sevdaların yer aldığı kocaman bir insanlık fotoğrafı çekip sözcüklerle,  başucumuza koyuyor usulca.

Sevgilimin etrafını kalabalık gördüğüm zamanki gibi bir yalnızlığa kapılıyorum."

Sait Faik’le daha yakından tanışmak isteyenlere, Türk öykücülüğünün naif ve güçlü kaleminin peşi sıra gitmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap Lüzumsuz Adam; ve öykü severlere, Sait Faik deryasına dalmak isteyenlere, iyi bir kitap okumak isteyenlere…

Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Soru-cevap oyunlarını sevenlere

Temmuz 2012’nin başlarında günlük takip ettiğim blog olan Sirenin Sesi’nde iki kitap naçizane tavsiye ediliyordu. Birisi Juan Pablo Villalobos’un Tavşan Deliğinde Fiesta’sı, diğeri Paul Auster’ın Timbuktu’su. Ertesi gün gittiğim kitap dükkanında Villalobos’u görüp hemen aldım (Paul Auster’ın kitabını bulamayınca Thomas Bernhard’tan yana tercihimi kullandım).

Eve geldim ve şok: Kitap gerçekten de çok iyiydi! Bu kadar iyi bir kitap beklemiyordum doğrusu. Tavşan Deliğinde Fiesta, novella denilebilecek türde kısa bir eser. Üstelik sayfa düzeninde satır aralarına mesafe konularak okumanın ritmi rahatlatılmış. Kitabın kapağında ise farklı bir karton malzemesi kullanılarak özenli basıldığı açıklanmaya çalışılmış. (Daha önce böyle bir karton kapak malzemesini, Orhan Pamuk’un İngilizce kitaplarının basımında görmüştüm).

Tavşan Deliğinde Fiesta, 1973 yılında doğan Villalobos’un ilk romanıdır. Portekizce, Almanca, Fransızca, İngilizce gibi birçok dile çevrilmiştir. Meksikalı karakterlerimiz alışageldiğimiz Meksika mafyasının bir kısmını sunuyor bizlere. Hiikâyeyi Meksika’nın en büyük mafya babalarından birinin oğlunun ağzından okuyoruz. Bir nevi, çocuk ağzından anlatılan ve içine masumiyet serpiştirilen narko-terör edebiyatına göndermedir.

Hikâyeyi mafya babasının oğlu Tochtli’nin ağzından dinlerken, babasının mafya işlerini merak edebilirsiniz ya da işin polisiye kısmını. Ancak Tochtli bunların hiçbirine değinmiyor, çünkü babasının gerçek hayattaki dünyasını tam anlamıyla bilmiyor. Babası onu duvarları sağlam bir şatoda yaşatıyor ve Tochtli dışarıyı sadece özel öğretmeni tarafından kendisine anlatıldığı kadarıyla biliyor. Tochtli’nin bu hayatta en çok istediği şey ise Liberyalı bir cüce suaygırına sahip olmak. (Bu istek hikâyenin ana iskeletini oluşturuyor). Ayrıca şapkadan tavşan çıkarır gibi sözlükten kelime çıkarıyor, bu yüzden her gece yatmadan önce sözlük okuyor. Küçük yaşına rağmen zor kelimelerin anlamını bilebiliyor. Dünyanın her köşesinden gelen devasa şapka koleksiyonu ise onun için ayrı bir önem taşıyor.

Tochtli’nin üslübuna dair bu cümleyle bitirelim o vakit: “İşte burada hikâyenin sefil kısmı başlıyor: Biri milyonlarca peso kazansın ve sonra da aslında yazar olmak istediği için mutsuz olsun. İşte bu sefil bir durum.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

31 Temmuz 2012 Salı

Şiirlerin peşi sıra gitmek isteyenlere

"Şair burada ne anlatmak istemiş?" cümlesi bir edebiyat dersi sıkıcılığı taşır; zorlamadır, afakidir, sahicilikten uzak gelir. Muhtemelen çoğumuz bu soru yanıtlanırken sıkıldık, cevapları da unuttuk; ama şairlerin nasıl olup da o dizeleri oluşturabildiklerine, neler yaşayıp da böylesi cümleler yazabildiklerine dair meraklarımızı hiç yitirmedik. Çoğunun yanıtını bulamadık, kimini kulaktan dolma ‘edebiyat dedikoduları’ ile geçiştirdik.

Haluk Oral ise bu soruların yanıtlarını bir tarihçi titizliğiyle araştırmış ve mısraların peşi sıra aklımıza düşen soruları bir edebiyatsever gibi yanıtlamış.

Haluk Oral, bir matematik profesörü. Bir İmzanın Peşinden ve Arıburnu 1915 kitaplarını anımsayanlar olabilir. Şiir Hikayeleri’nde, Haluk Oral, bir edebiyat arkeoloğu gibi şiirlerin neden yazıldığını, şairlerin o dizeleri yazarken nelerden etkilendiklerini, neler yaşadıklarını anlatıyor. On bir hikaye yer alıyor kitapta.

"Sana gitme demeyeceğim / ama gitme Lavinia / yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / incinirsin yine de sen bilirsin." dizelerini Özdemir Asaf’a yazdıran kadını anlatıyor, aralarındaki ilişkiyi, dönemin ünlü isimlerini, yaşayışlarını…

Necip Fazıl’ın, "Kaldırımlar"ı hangi sokaklarda, neler düşünerek yazdığına değiniyor:

"Ona Kaldırımlar’ı yazdıran bir arayıştır, kumarı bu arayışta bir araç olarak kullanır. Ama Paris onun için artık bitmiştir zorunlu olarak yurda döner."

"Saflığın ve sadeliğin huzuru yerine, zoru aramanın çilesini tercih etti Necip Fazıl, varoluşunu ancak acı çekerek hissedebilen bütün insanlar gibi..."

Ve Nazım’ın "Kurtuluş Savaşı Destanı" şiiri üzerindeki çalışmalarını…

Ahmed Arif’in "Hasretinden prangalar çürüttüm" mısrasını “Hasretinden prangalar eskittim” şeklinde değiştirmesi... "Çürüttüm kelimesindeki "ü" ler önce kulağımı sonra gönlümü tırmaladı.” dediğini okuyunca, bir şairin her bir dizeye nasıl da gönül verdiğini hissediyor insan.

Ve Şiir Hikayeleri, daha başka hikayelere, Ahmet Haşim’e, Melih Cevdet’e, Yahya Kemal’e, Oğuz Atay’a, Orhan Kemal’e rastlıyorsunuz.

Şairlerin, yazarların ve dizelerin peşi sıra bir yolculuğa çıkıyorsunuz…

Şiir Hikayeleri, okuduklarının peşinden gitmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve her kütüphanede olması gereken, kıymetli bir eser.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Can sıkıcı her şeyden uzaklaşmanın tam zamanı

Trabzon’da sırtını denize dönmüş bir deli hastanesi, doktorundan hastasına içerideki tüm insanların şaşırtıcı yaşam öyküleri. Okundukça çoğalan, çoğaldıkça Türkiye panoramasına dönüşen keyifli, eğlence dolu bir roman.

Suzan Defter’de anlattığı aşk hikâyesi ile okuyucuyu derinden sarsan Ayfer Tunç, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabında herkesi kahkahalara boğuyor. Bir hastane hem Trabzon’da hem de deli hastanesi olunca okuyucuya sadece bu keyfi çıkarmak, nerede olursa olsun kendini tutamayıp kahkaha atmak kalıyor. Doktorların hastalardan daha sorunlu olduğu, herkesin ne ektiyse onu biçtiği, intikamları kişilerin değil hayatın ta kendisinin aldığı bu hastaneye hepiniz davetlisiniz.

Karakterlerin, mekânın ve bir ucu on dokuzuncu yüzyıla dayanan, bir ucu günümüzde olan zamanın ustalıkla kullanıldığı kitap edebiyata yeni başlayanlar için de bir roman tekniği dersi niteliğinde. Kısacası bu kitabın yazarının tanrısallıkla bir ilgisi var ve okuyucular da kitap bittikten sonra bu tanrısallıktan nasibini alıyor. Bu aralar canınızı sıkan bir şeyler varsa daha fazla üzerine gitmeyin, keyfinizin yerine gelmesi için Ayfer Tunç güzel bir reçete hazırlamış, tadını çıkarın.

Ümran Kio

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Türkü gibi içten şiirler

"Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya."


Gülten Akın'ın ilk şiirleri, İkinci Yeni akımının yaygınlık kazandığı döneme rastlar. 1970'lerdeki toplumsal sıkıntılar, aşk, ayrılık ve yalnızlık temaları bu şiirlerde yoğundur. Kadın sorunlarından felsefi sorunlara uzanan geniş bir perspektifte, çok keskin bir yalnızlık duygusuyla kaplı karamsar bir şiir üslubuna sahiptir Gülten Akın.

"Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi."


Okurken bu tip dizelerden çıkarılacak sonuç genelde sevgisizlik, kıymet bilmeme ve hüzün olacaktır hiç şüphesiz. Nadir de olsa yergilerle karşılaşmak mümkündür. Bu yergilerde baskıcı katı yasaklar, çifte standartlı insanlar ve tutkularından uzakta yaşamaya zorlanmış karakter görebiliriz.

"Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan."


Oyun, anlatı ve deneme türünde de eserleri olan, bazı şarkılara şiirleri karışmış, yaşayan büyük şairlerimizden Gülten Akın'ın şiirlerinden seçme yapılarak hazırlanan bu kitap; özellikle şairi tanımak için güzel bir başlangıç olacaktır. Deli Kızın Türküsü, bir anadolu türküsü kadar içtendir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Temmuz 2012 Pazar

Kendi dehlizlerinde dolaşmak isteyenlere

Murat Gülsoy, çağdaş Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri bence. Özellikle öyküleri, kurmacanın sınırlarını zorlar ve hem derinliği hem de üslubuyla insanı fazlasıyla etkiler. Murat Gülsoy'un son kitabı Baba, Oğul ve Kutsal Roman ise yazarın öyküde olduğu kadar romanda da güçlü bir kalem olduğunun bir ispatı. Roman kahramanı bir yazar ve zaman kavramıyla meselesi var. Bu yüzden pek çok yerde Tanpınar'a ve Borges'e ve başka güzel kalemlere selam çakıyor.

"Geçmiş ne kadar geçmişte kalır? Şimdi dediğimiz zamanın ne kadarı geçmişe aittir? Kim bilir? Tanpınar bilir. Borges de bilebilir."

Yazarımızın her sabah Aşiyan'da yaptıgı yürüyüşler ve Tanpınar'ın mezarının da ayrı bir yeri var hikayede. Ve rüyaların... İnsanın bilinçaltının hayatına yansıttıklarından dem vuruyor Murat Gülsoy. Aşka, evliliğe, yazıya ve hayata dair pekçok şeyi sarsıcı bir bakış acısıyla ele alıyor. Baba, Oğul ve Kutsal Roman'ı okurken insan kendi icinde bir gezintiye çıkıyor adeta...

"Herkesin kıyameti kendine..."

Ve belki de en yalnız, en yalın hallerimizi yüzümüze vuruyor:

"Maalesef kendimizi en masum saydığımız zamanlarda bile sadece kendimizi düşünürüz; kendi zavallı arzularımızın tatminiyle alakadar oluruz. Siz de dostum, başkalarından farklı değilsiniz."

Tanpınar, Borges, Nabokov, Oğuz AtayKafka derken bu topraklara da selam vermeden geçmiyor yazarımız:

“Oysa bu ülkede düşünce suçu diye bir şey var. Düşünen kafanın taşla ezildiği bir coğrafyadan söz ediyoruz. Sabahattin Ali. Ve diğerleri. Yıllar yılı işkencehanelerde, hapishanelerde çürütülen aydınlar. Suçları, doğru bildiklerini söylemek…”

Velhasılı kelam, Baba, Oğul ve Kutsal Roman, kendi dehlizlerinde dolaşmak isteyenlere, zamana ve rüyalara dair meselesi olanlara iyi gelecek bir kitap.

Ve belki de Murat Gülsoy, çok haklı...

"Öleceğimiz fikri bizi yazmaya yaklaştırıyor."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Kalpleri açan bir anahtara dair

"1 Ocak... Bu tarihten itibaren, eskiden günlüğüme aktarmakta tereddüt ettiğim bir konuyu çekinmeden yazmaya karar verdim. Kendi cinsel yaşamım, karımla olan ilişkimle ilgili ayrıntılara girmekten kaçınırdım. Elbette, karım bu günlüğü gizlice okuyuverir, öfkelenir, diye korkardım."

Cuniçiro Tanizaki, 1886’da Tokyo’da doğdu. En iyi romanlarından biri kabul edilen Bazıları Isırgan Sever (1929) kendi değerlerindeki değişimi yansıtıyor, geleneklerine bağlı Osakalı bir ailenin öyküsünü anlatıyordu. 1932’de klasik Japon edebiyatının başyapıtlarından sayılan Genci’nin Öyküsü’nü çağdaş Japoncaya çevirmeye başladı ve kendi üslubu üzerinde de etkisi oldu. 1940’larda yayımlanan “Hafif Kar Yağışı” adlı romanında, çağdaş dünyanın geleneksel topluma yönelik saldırılarını klasik Japon edebiyatına özgü bir üslupla anlattı. 1956’da Anahtar, 1961’de Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi adlı romanları yayımlandı. 1965’te Yugavara kentinde öldü.

Anahtar” da söyleyemediği, yıllarca hep içine attığı duygularını artık çekinmeden ve de utanmadan günlüğüne yazmaya başlar kahramanımız. Ancak sadece kendisi değildir günlük tutan; karısı da en gizli duygularını kendi günlüğüne yazar. Kahramanımız ve karısı günlüklerini evin muhtelif yerlerine saklamakla beraber, günlüklerini kilitli tutacak olan anahtarları, eşlerinin bulabilecekleri bir yere de koymayı ihmal etmezler. Duyguları hem sır olsun hem de olmasın isterler. Bu anahtarlar, sadece günlüklerinin değil, kalplerinin içindeki ortaya çıkaran anahtardır da aynı zamanda. Orta yaşı geçmiş bu karı koca arasındaki tek köprü bu günlükler olacaktır artık. Günlük hayatta pek anlaşamazlar. Kocanın cinsel isteklerini karısı bir türlü onun istediği gibi karşılamamaktadır. İki farklı dünyanın insanlarıdırlar; ancak geleneksel Japon geleneği onları bir arada tutmaya devam etmektedir. Kocanın yazdıkları ise, o yazılanları gizli gizli okuyan karısını her gün bir miktar uzağa doğru götürecek olan yoldur aynı zamanda; hazin bir hikâyedir bir bakıma...

"19 Mart... Şafak sökene kadar gözümü bile kırpmadım. Dün akşam neler olduğunu düşünmek, korkuyla karışık bir keyif veriyordu. Henüz ne Kimura, ne Toşiko, ne de karım bir şey söylemişti. Elbette, bir şey söylemelerine de fırsat olmamıştı, ama hemen duymak da istemiyordum."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

19 Temmuz 2012 Perşembe

Bazılarımızın hayatının romanı

"Hayatımın romanı" dediğimiz şey aslında iki türlüdür. Kimimiz, yaşadığımızın hayatın bir benzerini görürüz okuduğumuz romanda ve buna "hayatımın romanı" deriz. Kimimizin ise okuduğu kitap, o yaşına kadar okudukları arasında en sevdiğiyse hayatının romanı olur. Ben burada özellikle ikincisinden yanayım.

"Bir zamanlar uyurdum, hatırlıyorum o günleri."

"Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar."

"Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı."


Hakan Günday'ın ilk romanıdır Kinyas ve Kayra. 2000 yılında yayınlanmıştır. Bu sebeple özellikle 1986 doğumluların lise ve üniversite hayatına büyük etkisi olmuş bir kitaptır. İşin ilginç tarafı, Kinyas ve Kayra'yı bir çok Hakan Günday hayranı çok sonraları okumuştur. Ben lise yıllarımda yarısına kadar okuyabilmiş, sonra temelli bırakmış ve aradan 10 yıl sonra yeniden okumuş olma durumumu birçok yakınımda görünce bu yorumu çıkardım. Daha sonraki okumalarımda ve Hakan Günday incelemelerimde gördüm ki bu kitabın çıkışında Oğuz Atay, Hermann Hesse, Albert CamusElias Canetti ve Louis-Ferdinand Celine gibi efsanelerin rolü oldukça fazla. Bunu Hakan Günday bazen söylüyor, bazen de kitaplarında belli ediyor.

"Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün."

"Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar tırnakları yok."

"Çok şey gördüm. Beni yüzüstü gömün."


Çok uzatmadan romandan bahsedeyim. Öncelikle kitap, ilerledikçe sizi içine çekecektir. Çünkü ortada var olan savaş, psikolojik bir savaştır. Dolayısıyla kitap, okuyanın yaşamına okuduğu süreç ve sonrasında derin etki edebilecektir. Üç bölüme ayrılan kitapta önce "Kinyas, Kayra ve Hayat" üzerinden yoğun bir beyin istilası gerçekleştiriyor Hakan Günday. Burada hayata dair derin ama sonradan fark edilebilecek çelişkide aforizmaları yakalamak mümkün. Yazarın silahını gözlerimize doğrulttuğu bölüm ise 2.bölüm: "Kayra'nın Yolu". Bu bölümde bir karakterin diğer karakterin üzerinden sarsa sarsa yürümelerine tanıklık ediyoruz. Üçüncü bölümde Hakan Günday bu kez silahını beynimize doğrultuyor: "Kinyas'ın Yolu". Tek atışlık bir final bekliyorsanız unutun. Zira bu kitabın "efsane" olarak görülme sebebi bu. Kitabın son sayfasından sonra yazarın silahı patlamaya başlıyor. Burada hayatının hangi anında o kurşunlara yakalandığınız önemli.

"Çünkü bir saat sonra yaşayacaklarını bilemeyecek kadar insansındır."

"Daha anlayamamıştı. Sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olamazdı. Kimse için."

"Yatağı olmayan insanların birilerini dinleyecek kadar sabrı yoktur."


Kitabı okuduktan sonra vücudunuzda kalan yara izlerini temizlemeye çalışmayın, yeni kitaplar mutlaka işe yarayacaktır. Yazımın başında da söylediğim gibi, ister sizin hayatınızdan kesitler sunsun, ister okuduğunuz en iyi kitap olsun; bu kitap bazılarımızın hayatının romanı. Bu kesin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Temmuz 2012 Salı

Sorununun kişisel olduğunu düşünenlere

Nobel Ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe’nin ülkemizde en çok bilinen romanıdır “Kişisel Bir Sorun”.

Can Yayınları tarafından artık ülkemizin Japonca çeviri duayeni olan H. Can Erkin çevirisiyle yayımlanan romanda Oe, çarpıcı anlatımıyla okuru sayfalardan içeri çekip “İyi bak, iyi bak bana ve aileme; bunların hepsi senin de başına gelebilirdi” diye tokatlıyor.

Kenzaburo Oe, 1935 yılında Şikoku Adası’nda doğmuştur. Tokyo Üniversitesi’nde Fransız Edebiyatı eğitimi görmüştür. Güçlü toplumsal ve siyasal eleştirileriyle Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edinmiştir. 1957’de “Kurbanı Beslemek”, 1964’te “Kişisel Bir Sorun”, 1967’de “Sessiz Çığlık”, 1969’da “Delilikten Kurtar Bizi”, 1983’te “Ayağa Kalk Genç Adam” yayımlanmıştır. 1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırılmıştır.

Kişisel Bir Sorun” Oe’nin gerçek yaşamından hareket edilerek yazılmış bir modern klasiktir. Romanda Bird isimli öğretmenin zihinsel engelli bir oğlu olur ve Bird’le karısının hayatı artık eskisi gibi olamaz. Oe’nin de gerçek yaşamda zihinsel engelli bir oğlu olmuştur. Oğlu Hikari ilk beyin ameliyatını 3 aylıkken geçirmiştir. Doktorlar umutsuztur. Yapılacak hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine öz oğlunun ölmesini ister. Bir saniye sonra ise bu düşüncesinden utanır ve kendi insanlığını sorgulamaya başlar.

Bir ses bandına Oe bin türlü kuş sesi kaydeder. Her gün saatlerce oğluna bunları dinletir. Ve ilk mucize dört yıl sonra gerçekleşir, Hikari ilk cümlesini kurar: “Bu.. bu.. bu.. su.. su.. se.. se.. si”. Oe ve karısı sevinçten çılgına dönerler ve bundan sonra oğullarına klasik müzik dinletmeye başlarlar. Bach, Mozart, Beethoven...

Hikari’nin 20. doğum gününden birkaç önce Japonya’da zihinsel engelli Hikari’nin bestelerinin yer aldığı CD satışa çıkar ve tüm ülkede kapış kapış satılır.

Kişisel Bir Sorun” yaşama inadından yola çıkılarak yazılmış; hepimizin bir şekilde bu hayata tutunabileceğimizi, acizliklerimizden kendi çabalarımız sonucu kurtulabileceğimizi nasihat etmeden, doğru bildiğini söyleyerek dünyaya anlatan, kendi üzerine tekrar tekrar düşündürtten bir yapıttır.

"Ben ve karım, bu bitkisel varlık, bebek kılığına girmiş canavarın yapışıp kaldığı bir ömrü mü tamamlamak zorundayız?’ Bu soru bilincinde güçlenirken, düşünmeyi sürdürdü Bird. ‘Ben ne olursa olsun, o bebek kılığındaki canavardan kaçıp kurtulmak zorundayım. Bunu yapamazsam, Afrika seyahatime ne olur?"

Tuna Bahar
twitter.com/tunabahar

15 Temmuz 2012 Pazar

Hep bekleyenlere

Barış Bıçakçı, son dönemin en güçlü kalemlerinden biri. Yalın anlatımı, kısa cümleleri ve keskin gözlem gücü ile içimizde iz bırakan kitaplar yazıyor. Baharda Yine Geliriz, kısa öykülerinin yer aldığı, şehir hayatına ve insan hallerine bolca yer veren, en etkileyici kitaplarından biri.

Bir Ankara kitabı da denebilir aslında Baharda Yine Geliriz için. Ankara'nın sert soğuğunu, memur hayatını ve naif hallerini öyle yalın ve öyle gerçek anlatıyor ki, sanki şehrin sokaklarında yürüyor, insanlara selam veriyorsunuz okurken. Özellikle Şehir Rehberi bölümlerinde durup tanıdık hayatlara uzaktan bakıyorsunuz.

"Şehrin yüksek binalarından birine çıkıp aşağıya bakıyorum, her şehirde rastlanabilecek bir manzarayla karşılaşıyorum: Yüzlerce insan, bazen birbirlerinin yolunu keserek oradan oraya gidip geliyor… Ölümsüz gibi görünüyorlar. “Nedir bu?” diye soruyorum kendi kendime, anlamlandırmak gerekiyor, “Kabus mu, şenlik mi?” Arka arkaya bir sürü karşıt anlamlı sözcük geçiyor aklımdan. Eksilerle artıların birbirini götürmesi gibi kalabalığın da bir matematiği var. Sıradanlık bu olmalı: Bütün karşıtlar birbirini götürüyor. Başka ne söyleyebilirim ki size?"

Çok şey söylüyor aslında Barış Bıçakçı... Kısa, çarpıcı ve sahici cümleler kuruyor.

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Barış Bıçakçı kitaplarını okumak iyi demlenmiş bir bardak çay içmek gibi... İyi geliyor; hem akla hem kalbe...

"Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birdenbire kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." diyor Barış Bıçakçı. İşte Baharda Yine Geliriz, göğsünüze bastıracak, içinize dokunacak çok fazla cümle içeren bir kitap. Ve güzel kitaplar okuyup, durdukları yerden ayrılamayanlara, hep bekleyenlere, iyi gelecek...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Varlık, insan ve görevlerine dair bir başyapıt

20. yüzyılın en derin şairiyle, mükemmelliyetçi tutumuyla Rimbaud, Valery, Rilke ve Nietzsche'den çeviriler yapan Can Alkor'un buluşması var bu ağıtlarda. Sayfaların solunda Almancası, sağında Türkçesi karşılıyor sizleri. Okurken "bu şiir değil, bazen masal bazen de şarkı oluyor" demeniz mümkün. Rainer Maria Rilke'nin başyapıtı: Duino Ağıtları.

Toplan on yılda (1912-1922) yazılan Duino Ağıtları, Rilke'nin varlık, insanın dünya üzerindeki konumu ve görevleri hakkındaki son sözleri belki de vasiyeti niteliğinde. Kitabın açılışında Mallarmé'nin şu sözlerinin yazılı olduğu bir sayfa karşılıyor sizleri: "Tout, au monde, existe pour aboutir a un livre.". Yani; "Her şey sonunda bir kitaba varmak içindir."

"Oysa ancak içimize dönüştürdüğümüz an
Belli eder kendisini en görünür mutluluk."

"Kim savar,
Kim tutardı içinde aslının ırmaklarını?
Ah sakıntı yoktu uyuyan için; uyurken,
Ama düş görürken, ama hummada: Nasıl bırakırdı kendini."


Toplam on ağıt var Rilke'nin bu eserinde. Her birinde ayrı bir yakarış, ayrı bir felsefe var. An geliyor, derin derin düşünmeye başlarken bir sözle karşılaşıyorsunuz, o söz sizi "okurken mola vermeye" götürüyor:

"Bizler görünmezin arılarıyız."

Ruhuna Kitap'ta Rilke'nin üç şaheserini tanıtmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Lütfen siz de Rilke'nin bu üç şaheserini okuyup, haklı bir gurur yaşayınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Temmuz 2012 Salı

Bir romanı, tam içinde yaşamak isteyenlere

Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin. Kapıyı kapasan iyi olur; öte yanda mutlaka çalışmakta olan bir televizyon vardır. Hemen seslen ötekilere: “Hayır, televizyon seyretmek istemiyorum!”. Sesini yükseltmezsen duyamazlar seni. “Kitap okuyorum. Rahatsız edilmek istemiyorum!”. O gürültü arasında seni işitmemiş olabilirler, daha yüksek sesle söyle, bağır hatta: “Ben, Italo Calvino’nun yeni romanını okumaya başlıyorum!”. Bunu söylemek istemiyorsan, seni huzur içinde bırakmalarını umut edelim.

İşte bu paragrafla açılıyor “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”. Açıkçası daha önce hiçbir romanda görmediğim bir anlatım tekniğiyle yazılmış bu roman beni oldukça heyecanlandırdı.

"Bütün öykülerin vardığı sonuç şudur: İnsan tek bir hayat yaşar, tek bir tane; dokunmuş olduğu ipliklerin seçilemediği keçeleşmiş battaniye misali, hayat tekdüzedir, kendiyle aynıdır."

Italo Calvino, 1923’te Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Calvino iki yaşındayken İtalya, San Remo’ya yerleştiler. Yirmili yaşlarında Einaudi Yayınevi için çalışan antifaşist entelektüellerle, özellikle de Cesare Pavese ile ilişki kurdu. 1972’de İtalya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Feltrinelli Ödülü’nü kazandı. 1985’te beyin kanaması sonucu Siena’da öldü.

Calvino bu eserinde, bir yazarın okurlarına nasıl hitap edeceğinden, öykünün kurgusunu neye göre belirleyeceğine kadar kendi kendine konuşuyor. Bir anlamda bu romanda Calvino, Calvino’yu okuyor. Romanın baş karakteri olan “Erkek Okur” üzerinden hareket ederek tam 10 adet romana giriş yazıyor Calvino. Elbette bu girişleri bizler bölüm bölüm okuyoruz, çünkü erkek ya da kadın okurunu yeni bir romana başlatırken, o romana biz de onlarla birlikte başlıyoruz. Calvino’nun olayları anlattığı bölümler ise “1, 2, ....., 11, 12” diye numaralanmış bölümlerdir.

"...Aslında dikkatle bakıldığında bunun sağlam ve yaygın gerçek bir zenginlik olduğunu anlarsın; öyle ki benim anlatacak tek bir öyküm olsaydı, bütün gürültüyü bu öykünün çevresinden koparırdım, ona tam değerini verebilmek için çabalardım, ama biriktirdiğim sınırsız anlatı malzemem olduğu için bunları telaşsızca ve umursamazca ele alabilirim; hatta bu işten birazdan sıkıldığımı yansıtabilir, ikincil dereceden olaylarla lafı uzatıp anlamsız ayrıntılara girme lüksünü kendime tanıyabilirim.”

Romancılık dünyasının sırlarına değinen, çalışkan yazarla huzursuz yazar karşılaştırması yapan, artık her şeyin sahtesinin çıkabildiği dünyada orijinalitenin nasıl yakalanacağından bahseden, üç beş yıllık yazarların kaleme almayı bırakın, akıllarından dahi geçiremeyecekleri ölümsüz bir romandır bu. Yazıya ve yazı sanatına biraz olsun ilgi gösteren herkesin okuması gereken, her evde olması gereken zaruri ihtiyaçlardan biridir. Romanın adı bile tamamlanmamış bir cümledir. Sırf bu yüzden bile tehlikelidir...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mistik bir iç dünya keşfetmek isteyenlere

Rilke'nin daha önce "Dua Saatleri Kitabı"nı tanıtmış ve "Şarkı gibi, roman gibi şiirler" barındırdığını belirtmiştim. "Orpheus'a Soneler", çok kısa bir süre içinde yazılmış ve hepsi bir bütün oluşturan şiirlerden meydana geliyor. Okurken Rilke'nin iç dünyasında misafirlik ederken aynı zamanda onun mistik duygularını da tanımış oluyorsunuz.

Yüksel Özoğuz'un yine kitabı ve şairi eksiksiz anlattığı bir giriş yazısından sonra Rilke'nin mistik dünyası kapılarını sizlere açıyor. Sonrasında yine bir şarkı dinler gibi, coşkulu bir seslenişe sahip şiirler arasında yüzüyorsunuz.

"Biz sözcüklerle ya da işaret ederek parmağımızla
El koyarız dünyaya yavaşça,
Belki de en zayıf ve en tehlikeli yanıyla."


Zaman zaman ta o devirlerden modernleşmeye karşı da bir gizli öfkesi vardır Rilke'nin:

"Bak makineye:
Nasıl da gayretli, intikam alıyor,
Biçimsizleştiriyor bizi, zayıflatıyor.

Gücünü aslında bizden alıyor
O tutku nedir bilmeyen
Çalışsın ve hizmet etsin sadece."


Kitap hakkındaki en güzel ve genel yorumu da, çeviren Yüksel Özoğuz'a bırakayım:

"Rilke "Orpheus'a Soneler"i, kısa süre tanıdığı, çok genç yaşta ölen güzel bir dansçı genç kıza ithaf eder. Onu bir anlamda Orpheus'un genç yaşta ölen karısı Eurydike ile özdeşleştirir. Ölümün en çarpıcı biçimi hiç şüphesiz güzel ve genç bir kızın ölümüdür. Orpheus ise şarkıları ile herkesi büyüleyen, insanları olduğu kadar, canlı ve cansız doğayı da buyruğu altına alan efsanevi kişilikteki şarkıcıdır; burada ise şairdir, sanatçıdır, yaratıcıdır ve hatta Tanrı'dır."

Kimi zaman okuyucunun kendine seslenişler bulabileceği, kimi zaman bir türkü gibi mırıldanmak isteyeceği, kimi zaman da bir kenara yazıp şaşkınca bakabileceği dizeleri özenle sunuyor Rilke. Okuyunuz ve kendinizi dinlendiriniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler