Barış Bıçakçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Barış Bıçakçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2024 Perşembe

Çözümlenmemiş bir Oedipus kompleksi

Bitimsiz varlık aleminde üç tür hayat olduğuna inanıyoruz; ahiret hayatı, kabir hayatı ve dünya hayatı. Ahiret hayatı sonsuzluktur gözümüzde, kabir hayatı bir hassas bir denge, dünya hayatı ise en kısa olanı, bilimsel araştırmalara göre ortalama 65-80 yıl arası. İnanıyoruz ki dünya hayatında yaptığımız iyi kötü ne varsa ahiret hayatımızın belirleyicisi olacaktır ve yine inanıyoruz ki dünya ahiretin tarlasıdır. Bu tarla üzerinde doğup ölüyoruz, sevdiklerimizi bu toprağa gömüp yeni acılar yeşertiyoruz içimizde, ama sonra unutuyoruz bir an, öleceğimizi ve ölmüş olanlarımızı. “Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti ömrüm” hayıflanmalarını hep taze tutuyoruz rafta, zamanı geldiğinde çıkarıp gururla tüketiyoruz.

Ahiret tarlasında yaşadığımızı bilip mutfak fayanslarını komple değiştirmek için kredi çekiyoruz, borç ödüyoruz, o fayansları 35 sene sonra göremeyeceğimizi unutuyoruz.

Tüm bu unutulanlar hafızanın mavi sularında yüzeye çıkınca bir pişmanlık yaşıyoruz, şu an olduğu gibi ve bu dünyadan sessizce geçip gitmeye çabalıyoruz. İyi bir dolma kalemimiz, hafif bir çadırımız, ilk baskı Ergin Günçe kitaplarımız ve muhannete muhtaç olmayışımız bizi bu dünya yolculuğunda mutlu ediyor, fazlasına talip değiliz. Bu koca tarlada çabalıyoruz, kendi yöntemlerimizle, kendi hapishanelerimizde fakat görüyoruz ki bu yöntemle kapılardan geçemiyoruz, boynumuzu eğmemizi istiyorlar. Reddediyoruz. Kapılardan geçmek için boynumuzu eğmeyi reddedeceğiz.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabı da bu hapishanelerden birine çeviriyor başımızı. İlk baskısı 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılan kitabın ana karakteri Cemil ve onun pek sevgili eşi Nazlı. Arka kapak yazısında ‘’Aşk üzerine küçük bir roman’’ diye bir tanıtım cümlesi kurulmuş. Tam anlamıyla facia, bu cümlenin yazarın bilgisi dahilinde kullanılmış olma ihtimali bile okuyucuyu huzursuz etmeye yetiyor. Birincisi kitap bir aşk romanı değil (bu niyetle okuyacak olanlara duyurulur), ikinci olarak da roman bahsedildiği gibi küçük değil (umut ediyoruz ki bu metne imza atan kişi, romanın sayfalarını sayıp böyle bir çıkarımda bulunmamıştır) zira 166 sayfalık bu kitabın manası hacminden çok daha büyük, umarız yayınevi bu garipliği fark eder ya da popüler kültürün gerekliliğine uyarak böyle anlamı çürük ama sırtı parlak reklam cümleleri kurmaya devam eder.

Romanın ana karakteri Cemil kolay kolay akıllardan çıkmayacak bir tip, bunu sahip olduğu çok farklı kişilik özellikleri veya enteresan yaşam tarzına değil sade ve takıntılı bir adam olmasına borçlu. Kitabın başlarında Cemil’in Türk Edebiyatı’nda hangi karakterle akraba olduğu sorulsa ilk olarak Bay C. ikinci olarak da Hayri İrdal derdim, nitekim ilerleyen sayfalarda Barış Bıçakçı şöyle diyor: ‘’… en azından o an için ne istediğini biliyordu: Bir Yusuf Atılgan kahramanı olmak istiyordu’’.

Cemil sıradan bir adam, on iki yıl boyunca inşaat mühendisliği yaptıktan sonra bir kitap çalışması için işten ayrılıyor ve üniversitede tanışıp evlendiği Nazlı ile Ankara toplu konutlarda 1+1 evlerinde sakin bir hayat sürmeye başlıyor. Bitirdiği kitap projesini İstanbul’da bir yayınevine teslim eden kahramanımız için artık o cehennemin kapısı açılıyor: Beklemek.

Doktor Nazlı her sabah işe giderken Cemil de o gün yapacağı işleri kuruyor zihninde; kahvaltı sofrasının toparlanması, temizlik, günlük okumalar, bozulan saatin saatçiye götürülmesi ve yüzlerce kez dinlenilen albümlerin tekrar başa sarılması.

Kitap, insanın köşeye sıkışmış ruh halini, çıkmazlarını, hastalıklarını, ölümlerini ve gündelik dertlerini temiz bir dille okuyucuya aktarıyor. Temiz bir dil kısmı oldukça önemli, süslü cümlelerden, uzun betimlemelerden, can sıkıcı kelime kalabalıklarından oldukça uzak. Derdini en kısa yoldan etkileyici bir şekilde söyleyip okuyucuya bu basitlik üzerinden düşünme fırsatı sunuyor. Barış Bıçakçı’nın kullandığı bu temiz dilin kendisinin şairlik geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorum, zira Bıçakçı’nın, Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile 1994 ve 1997 yıllarında iki şiir kitabı yayınladıklarını biliyoruz. Şairliğin az kelime ile çok şey söyleme becerisi yazarın romanına da sirayet etmiş gibi duruyor.

Parmağıyla işaret etmeden bize birçok yaşamsal krizi gösterebiliyor Bıçakçı bu romanında ve bunu büyük bir sakinlikle beceriyor. Toplu konutlarda yaşayan insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkileri mesela, site sakinleri sadece ortaya çıkan problemler neticesinde birbirlerinin kapılarını çalıyorlar. Kitap boyunca akıtan bir banyo konusu var (Zeki Demirkubuz’un kapanmayan kapılarını akla getiriyor) ve komşuluk ilişkileri, komşu ziyaretleri bu bağlamda gerçekleşiyor. Toplu konuttaki dairelerin banyoları alt kata sürekli su sızdırıyor ve bu durum tüm dairelerde böyle, problemin kaynağını bulmak güç, en iyisi yazar bu akıtan banyo konusuyla bizlere ne söylemiş olabilir deyip kenara çekilelim.

Psikanalitik pencereden Cemil’e bakacak olursak karşımızda psikolojik rahatsızlıkları olan birini göreceğiz. 6 yaşında annesini kaybeden Cemil, yirmili yaşlarda gergin, mutsuz, otuzlarında dünyadan kaçıp eşine sığınan, kırklarında ise takıntılar üzerine kurulu bir hayat yaşayan biri. Cemil’in annesini 6 yaşında kaybetmesi ve babasının bu kayıp sonrası hayata karşı verdiği tepki kahramanımızın karakterini oluşturuyor. Freud’un psikoseksüel dönemlerinde 6 yaş latent döneme denk gelmektedir. Bu dönemde çocuklarda Oedipus karmaşasını çözmesi ve cinsel kimlik rollerinin tam manasıyla oturması beklenir, yaşanabilecek sıkıntılar ise gelişim dönemini sekteye uğratıp ileride sıkıntılar doğuracaktır. Karşı cinsle kurulan simbiyotik ilişkiler, sahip olunan yaşam enerjisini yeterli kullanamama, içsel kontrolde aşırılık, kişilik gelişiminin tam manasıyla oluşmaması ve obsesif bir karakter oluşumu gibi problemler görülür.

Kitabın 13. bölümünde kahramanımız Cemil ölen babasının eşyalarına sarılmış ağlamaklı bir haldeyken içeri Nazlı girer ve Cemil o an kendini Nazlı’yla beraber yatakta hayal eder. Vaktiyle çözümlenemeyen bir ödipal karmaşa bu fikir uçuşmalarına neden olan yegane şeydir. Cemil’in kendini o an Nazlı’yla yatakta düşünmesi içgüdüsel olarak babadan kaçıp (katarsis korkusu sebebiyle) anneye (yani anne yerine koyduğu Nazlı’ya) yönelme çabasıdır. Belki de Cemil bu davranışıyla hiç yaşamamış olmayı ve ait olduğu yere dönmeyi istemektedir.

Latent dönemde almış olduğu yara Cemil’i içedönük ve obsesif bir kişi haline getirmiştir. Maddi ve manevi anlamda sığındığı eşi Nazlı ve iki-üç arkadaşı dışında sosyal bir hayatı olmayan kahramanımız kapalı ve sınırlı bir adam. Kendi çizgileri ve yaşama alanı dışına çıkmak onu tedirgin ediyor, kitaptan şöyle bir örnek verelim bu durum için: ‘’Kitabı açıp ayaküstü bir şiir okudu. Şiir çok güzeldi. İçinde hemen eve dönme isteği uyandı. Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu: Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi’’.

Aynı zamanda obsesyonları da olan bir kişi Cemil. Ankara’da yaşanan su probleminden sonra barajlardaki doluluk oranını yetkili bir ağızdan duymak için haftalarca sular idaresini arayacak bir şekilde hem de. Ya da duvara sabitlenmiş mutfak dolabının fazla yük neticesiyle üzerlerine düşecek olma ihtimaliyle kendisini fazlasıyla tedirgin edebiliyor. Cemil’in bu derece yüksek kaygıya sahip olması babasıyla geçirdiği annesiz günlerin bir eseri gibi duruyor, çocuklukta açılan yaralar ne yazık ki ilerleyen yıllarda kabuk bağlamıyor.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi, merakı insan olanlar için keyifli ve derin olmasına rağmen dikkatli bakılırsa dibi görünen bir deniz gibi, edinip okumakta fayda var.

Kitapta yüzümüzü gülümseten güzelliklerden biri de Barış Bıçakçı’nın vaktiyle yayınlanan Sultan Makamı dizisine gönderdiği selam oldu. Yazımızı kitabın bu bölümünden bir alıntıyla bitirelim: ‘’Cemil saat iki gibi öğle yemeğini yerken televizyonu açtı. Eski dizileri gündüz kuşağında tekrar gösteriyorlardı. Yıllar önce yayımlanan Sultan Makamı dizisinin ilk bölümlerinden birine rastlayınca sevinçle seyretti. Dizi o kadar hoşuna gitti ki, birden kitabının yayımlanmasını çok istedi. Hayat, Cemil’in davet edildiği bir şölendi evet ama Cemil eli boş geldiği için huzursuzdu, şölenin tadını çıkaramıyordu. Yayınevini aramayı düşündü, vazgeçti.’’

Vazgeçtik.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

25 Ocak 2021 Pazartesi

Günlük hayatın sevimli ve acı yanları

Barış Bıçakçı ile yaklaşık iki ay önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanıyla tanıştım. Çok sevmiştim o romanı okurken. Daha sonra okulda aldığım bir ders vesilesiyle Baharda Yine Geliriz adlı öykü kitabını okudum. İlk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi okumak, bugüne kısmetmiş.

Bir yazarı okurken, bir kitabında aynı yazarın başka bir kitabının atmosferini solumak çok olağan bir durumdur. Barış Bıçakçı’da da aynı durum söz konusu oluyor. Ancak bendeniz bunun fazlasını gözlemledim. Şimdilik üç kitabını okumuş olmama rağmen, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabında, Baharda Yine Geliriz kitabındaki Anlamayan Kadınlar öyküsünün adını ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanının baş karakterleri Ender ve Çetin’in de küçük öykülerini buldum. Bunun yanında henüz okumadığım Veciz Sözler kitabının adı da bu romanda bir cümlenin içinde geçiyor. Yazarın ilk kitabı olduğu düşünülürse, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi ve bundan sonra yazdığı diğer kitaplarındaki karakterler ve tabii ki atmosfer, bu kitapta toplanmış diyebilirim. Barış Bıçakçı’nın diğer kitaplarını okuduğumda bazı isimleri görüp, tekrar bu kitabı hatırlayacağımı düşünüyorum.

Roman, Abidin karakteriyle başlayıp, Burhan ve Mustafa Amca karakterleriyle sona eriyor. Esasen kitap, olaydan çok, duygusal dünya ve karakterler üzerine kurulmuş. Karakterlerin yaşamlarından kısa kesitler ve karakterlerin duyguları anlatılmış kitapta. Ancak, bu kısacık yaşam kesitlerinin, çok mühim, yaşamsal dönüm noktaları olmaması dikkat çekici. Gün içinde bir arkadaşınızla telefonlaşmanız kadar basit zaman dilimleri ele alınmış. Ya da evde yemek yaparken bir lise anınızın aklınıza gelmesi gibi. Hayatta gözümüze çok önemsiz görünen basit şeyler vardır ya, ama onları içimizde biriktirdikçe büyük sorunlar haline gelirler. İşte Barış Bıçakçı, bu küçükken birikip kocaman bir dağa dönüşen gündelik sorunlarımızı aydınlatmakta, oldukça usta. Aynı zamanda kitapta adı geçen kahramanların hepsinin birbiriyle arkadaş olduğunu düşündüm okurken.

Kitapta iç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kısımlara rastlamak mümkün. Olay bütünlüğü olan bir roman şeklinden çok karakterler üzerine kurulu öykülerin ucu ucuna eklenmesiyle oluşturulmuş gibi görünüyor kitap. Bu da incecik bir kitapta, pek çok duyguyu tatma fırsatı bulduruyor okura. Anlatım ve hissettirilen duygular bakımından bazı paragraflarda Oğuz Atay kokusu aldım diyebilirim. Ayrıca birbiriyle arkadaşmış gibi görünen insanların öykülerini ele alması yönünden de Oğuz Atay anlatılarıyla kitap arasında bir benzerlik kurulabilir. Barış Bıçakçı’nın duygusal atmosferinin ise Behçet Çelik’le benzeştiğini düşünüyorum.

Okuduğumuz kitaplarda yazarın kendisini aramamız, okur olarak sık yaptığımız bir şeydir. Ve genellikle metinlerde yazarın kendi hayatından parçalar bulunur. Bu eserde ve yazarın diğer eserlerinde yazar karakterlere rastlanması, Barış Bıçakçı için bu durumu destekliyor. Kitabın tamamına yoğun, incelikli bir anlatım hâkim. Yani dikkatle okunduğunda basit görünen cümlelerden oldukça duygu yüklü anlamlar çıkarılabilir. Kitapta beni etkileyen birkaç kesiti paylaşmak isterim:

Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar, yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.

Hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor, demişti Sulhi.

Uzun bir fermuarın dişlileri gibi birbirine kenetleniyor kendisi ve şu dünyanın dertleri. Kalbine dikiş iğneleri, topluiğneler, tığlar gibi saplanıyor tasalar."

Çünkü zamanla her şeyi sever insan. Çünkü bir gün öleceğini anlar.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, benim için, anlatılarını tanıdığım yazarların, hayatın ve gençliğin kokusunu aldığım, bazen anlık kahkahalar attıran, bazen acı tebessümler ettirip, bazen de hayrete düşüren satırlarla karşılaştığım, okurken çok zevk aldığım bir eser oldu. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç

5 Şubat 2013 Salı

Ve söyleyemediğimiz sözler nasıl da oynuyor kaderimizle?

"Ama anlatmak anlatılan her ne olursa olsun, neşeli, aydınlık bir eylemdir."

Kolay değil, hiç kolay değil elimde tuttuğum. Sevdiğim yazarın okumadığım son kitabıydı. Nasıl okunur nasıl anlatılabilir hiç bilmiyorum. Sevenleri bilir, onu okumak müzik dinlemek gibidir. gerçekten, sevdiğiniz bir melodinin akşama kadar dilinize takılması gibidir. Hiç bitmesin istersiniz.

Barış Bıçakçı, romanında, sıradan insanların bir radyo programında hayatlarını kesiştiriyor. Sıradan diyorum, çünkü onun asıl zoru; günümüzün modern ve hareketli hayatına bir türlü ayak uyduramamış insanın öyküsünü anlatmaktır. Ben çokça Oğuz Atay’a insanlarının doğallığıyla da biraz Sait Faik’e benzetirim Bıçakçı’yı. Sevdiğini söyleyemeyen, yaşamı hep eksik kalan insandır onun insanı.

Radyo programının adı “Veciz Sözler” tahmin ettiğiniz üzere. Her akşam bir kelime ile cümleler kuruluyor farklı mesleklerden dinleyiciler tarafından ve Türkiye’nin her yerinden. Romanın kahramanı ise; serbest bir muhasebecidir. Çocukluk, gençlik ve otuzlarındaki hayatından kesitler, anılar ve anlar anlatılıyor.

"Sulhi’nin yerinde olmayı kimse istemezdi herhalde. Ben mesela, sabun yemeyi tercih ederim. Böyle bir duruma ancak Oğuz Atay ve kahramanları dayanabilir."

Eğer en çok kullandığımız kelimelerin; aşkın, yalnızlığın vb... farklı insanların ağzından nasıl çıktığını merak ederseniz, alıp okuyun hatta bunu merak etmenize bile gerek yok, onun öyle güzel ki cümleleri okumak için hiçbir nedene gerek yok. Hayat başlı başına bir sebep.

"Her türlü din insanın kendisini önemli bir varlık olarak hissetmesi için uğraşmalıydı. Arkadaş toplantılarında şiir okumak yasaklanmalıydı."

Kitabı okurken bir neşelenip bir üzüleceksiniz, çünkü o “hem neşeli hem kederli”, tıpkı sizin gibi.

"İnsanoğlu beklerken nefes almaz, yutkunur."

"Sevgililerin üçüncü şahıslar için, geniş bir araziyi dikenli telle çeviren, sonra da bir sürü eli silahlı adam yerleştiren çokuluslu bir şirketten ne farkı var?"

Ve söyleyemediğimiz sözler nasıl da oynuyor kaderimizle? Nefesinizi tutun ve içinizdeki en sevdiğiniz cümlelerin melodisini dinleyin.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

29 Aralık 2012 Cumartesi

Çokça hüzünlü, azıcık da neşeli bir hikâye

Üç şey birbirine karışmıştı” diyor Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi kitabının başlarında: “Nazlı, ev, edebiyat.” Birbirine karışan bu üç şeyin hikâyesini anlatıyor elimdeki kitap. Herhangi bir kronolojik kaygı güdülmüyor, yazar içinden geldiği gibi kelimelere pay ediyor hikâyeyi.

Hikâyenin edebiyat kısmı ana karakterin yazarlık tutkusu üzerine kurulmuş. Yazar olmanın farklı dünyasını ana karakterin gözlerinden bize anlatan kitap, aslında kendi yazarının hikâyesini anlatmak ister gibi. Barış Bıçakçı’nın biyografisine paralel ipuçları da yakalayabiliyoruz: Arkadaşları ve yazarlık hakkındaki düşünceleri bunlardan sadece birkaçı. Ana karakterimiz Cemil’in bir roman denemesini İstanbul’da bir yayınevine getirmesiyle başlıyor roman. Kitabın sonuna kadar ise Cemil’in yayınevinden bir telefon beklediğine şahit oluyoruz. Hatta bu beklenti öyle bir hâl alıyor ki kahramanımız kendi kendine, onu arayacak olan editörle bile konuşmaya başlıyor. Bu bekleyişi satır aralarında şu şekilde yakalayabiliyoruz: ”Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum değil mi Editör Hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi."

Eğer eşiniz yazarsa ve yazdıklarını beğeniyorsanız, bu beğeniyi ”Güzel yazmışsın” diyerek değil; ellerini öperek ifade edebilirsiniz. Aynen böyle yapıyor Nazlı; Cemil’in romanını okumayı bitirdiğinde, kalkıp onun ellerini öpüyor. Yaklaşık 10 yıl önce işinden istifa edip kendini tabiri caizse yazmaya veren, haftada bir arkadaşlarıyla halı saha maçı oynamak haricinde evden çıkmayan bir eş ile yaşamak; kocasının oluşturduğu ruhsal söküklerden artık iplikleri toplamak, hassasça yapılması gereken bir iş olsa gerek. Kırklı yaşların verdiği iştiyakla ikisi de yeniden genç ve âşık olmayı için için istiyorlar. Hatta Cemil’in yakın arkadaşlarından birinin, evli olduğu hâlde genç bir kızla olan ilişkisini o kadar da garipsemiyorlar. “Ah keşke aşkımızı bir zaman makinesinde yenileyebilseydik!” düşüncesi de akıllarından geçmiyor değil, bir oda bir salon evlerinde.

Evleri, Ankara’nın çıkışında bir toplu konut sitesinde, ufacık bir çekmece gibi… Hayallerini, hayatlarını hapsettikleri bir çekmece… “Deniz tek tesellisi günlük ıstırapların.” diye söylenir ya Baudelaire; biz İstanbul’da yaşayanlar, “Bazı günler, bazı geceler, bazı hüzünler, bazı karanlıklar çok Ankaralı.” diye olumsuzlarız ya hayatı sıkıntılı zamanlarımızda. İşte bu roman, bunların zirvesinde geçiyor. İnsanlar bile etkilenirken yaşadıkları yerlerden, karakterler nasıl etkilenmesin? “İstanbul’da gün boyu dolaşırken Dünya’nın haline üzülürdüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın haline üzülüyor.” cümleleriyle vurguluyor bunu yazar.

Babasını kaybettiği hastanede doktor olan hayatının kadını Nazlı’ya yüklediği anlamlarla, yazdıkları yayınlanırsa mutluluğu yakalayabilmeyi bekleyen Cemil’in; ev ve edebiyat yan karakterleriyle bezenmiş çokça hüzünlü, azıcık da neşeli hikâyesi. Okuyunuz efendim, kendi hikâyenizin ileriki sayfaları hakkında birkaç ipucu sahibi olacaksınız.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

24 Ağustos 2012 Cuma

Hayatı fazlasıyla sorgulayanlara

“…ama gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir. Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hala canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der."

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Barış Bıçakçı’nın çoklu bir anlatımla, parça parça, bir intiharı anlattığı; duru, etkileyici ve iz bırakan romanı. Bir intihar hikayesi anlatıyor, Başak’ın intiharını; ancak üzecek, dramatik bir biçimde değil; yalın, hüzünlü ve sahici bir üslupla ince ince işliyor hikayeyi Barış Bıçakçı. Başak’ın annesi, kardeşi, sevgilisi, yakın veya uzak onun hayatına temas etmiş kişilerin dilinden kısa kısa bölümlerle örülüyor hikaye… Zaman zaman Başak’ın sesini duyuyoruz ve nedense "Dur, yapma!" demek istiyor insan…

“Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım diyeceğim. Öyle olsun.”

Başak’ın intiharı, etrafındaki insanların tepkileri, ölümün sarsıcılığını olduğu kadar hayatın hep, ama hep, devam ediyor oluşunu da anlatıyor, en yalın haliyle.

“Hayat devam eder. Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her zaman devam eder, bunu herkes bilir.”

Parça parça, farklı kişilerin dilinden okudukça tamamlanan hikaye; biraz da hayatın ve hikayemizin an’ların ve başkalarında bıraktığımız izlerin toplamı olduğunu vurguluyor. Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, hayatla meselesi olan, sorgulayan ve sözcüklere sığınmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap…

“… Bir armağan, bir mucize olduğu söylenen şu hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep. İçimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, yani saçma sapan bir şekilde sürdüğünü anlamadım. Asıl bundan korkman gerektiğini anlamadım.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

12 Ağustos 2012 Pazar

Kendini didiklemek isteyenlere

Ender ve Çetin. Birbirine son derece bağlı ve birbirini daima anlamak üzerine kurulmuş sıkı bir dostluğa sahipler. Bu sıkı dostluğu bozabilecek ya da aralarına gölge düşürme ihtimali yüksek olacak bir şey oluyor. Nihal giriyor hayatlarına. Bu genç kızın girmesiyle birlikte artık olanları daha çok düşünmeye, geçmişi daha çok hatırlamaya ve dolayısıyla birbirlerini daha çok didiklemeye başlıyorlar.

"Nihal'e başından beri olduğumuzdan farklı göründük. Böyle gerekmişti. Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin, yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli, diğeri kel."

Barış Bıçakçı'nın daha önce 2 kitabını tanıtmıştık Ruhuna Kitap'ta. Laf kalabalığı yapmaktan çok uzakta, kelimeleri ip gibi dizen, ırmak gibi akan romanlarla aklımızda ve gönlümüzde yer edindi kitaplarıyla. Bu vesileyle kitap tanıtımlarına devam edeceğimiz muhakkak. Yazarın da daima yazmasını diliyoruz.

"Gençlik sancılarının hayatı anlamsız kılan ani ölümlerle birleştiğinde neler olabileceğini ikimiz de seziyorduk."

"Çok şey konuşmak istiyor, konuşamıyorduk."

"Bütün sıkı ilişkiler bir azınlıktır çünkü. Sırtlarını "dışarıya" bir güzel dönmüş iki insanın oluşturduğu azınlık."


2011 yılında sinemada da izleme fırsatı bulduk okuduklarımızı. Seyfi Teoman'ın kitaba bağlı kalmak suretiyle yönettiği filmde İlker Aksum, Fatih Al ve Güneş Sayın iyi rol oynamışlardı. Ancak bazı kitapların yerini maalesef o kitapların filmleri tutmuyor. Bizim Büyük Çaresizliğimiz de böyle kitaplardan.

Kendinizi didiklerken sağlıklı kalmaya da özen gösteriyorsanız mutlaka okuyun. Yaza veda edeceğimiz Ağustos ayında çok iyi gidecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

15 Temmuz 2012 Pazar

Hep bekleyenlere

Barış Bıçakçı, son dönemin en güçlü kalemlerinden biri. Yalın anlatımı, kısa cümleleri ve keskin gözlem gücü ile içimizde iz bırakan kitaplar yazıyor. Baharda Yine Geliriz, kısa öykülerinin yer aldığı, şehir hayatına ve insan hallerine bolca yer veren, en etkileyici kitaplarından biri.

Bir Ankara kitabı da denebilir aslında Baharda Yine Geliriz için. Ankara'nın sert soğuğunu, memur hayatını ve naif hallerini öyle yalın ve öyle gerçek anlatıyor ki, sanki şehrin sokaklarında yürüyor, insanlara selam veriyorsunuz okurken. Özellikle Şehir Rehberi bölümlerinde durup tanıdık hayatlara uzaktan bakıyorsunuz.

"Şehrin yüksek binalarından birine çıkıp aşağıya bakıyorum, her şehirde rastlanabilecek bir manzarayla karşılaşıyorum: Yüzlerce insan, bazen birbirlerinin yolunu keserek oradan oraya gidip geliyor… Ölümsüz gibi görünüyorlar. “Nedir bu?” diye soruyorum kendi kendime, anlamlandırmak gerekiyor, “Kabus mu, şenlik mi?” Arka arkaya bir sürü karşıt anlamlı sözcük geçiyor aklımdan. Eksilerle artıların birbirini götürmesi gibi kalabalığın da bir matematiği var. Sıradanlık bu olmalı: Bütün karşıtlar birbirini götürüyor. Başka ne söyleyebilirim ki size?"

Çok şey söylüyor aslında Barış Bıçakçı... Kısa, çarpıcı ve sahici cümleler kuruyor.

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Barış Bıçakçı kitaplarını okumak iyi demlenmiş bir bardak çay içmek gibi... İyi geliyor; hem akla hem kalbe...

"Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birdenbire kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." diyor Barış Bıçakçı. İşte Baharda Yine Geliriz, göğsünüze bastıracak, içinize dokunacak çok fazla cümle içeren bir kitap. Ve güzel kitaplar okuyup, durdukları yerden ayrılamayanlara, hep bekleyenlere, iyi gelecek...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

28 Şubat 2012 Salı

Ruhsal söküklere edebiyat dikişleri atmak

Barış Bıçakçı, son dönemlerde özellikle kendine özgü üslubuyla, kısa cümleleriyle, fazla derine inmeyip derin düşündüren sözleriyle, aklımızda daima kalacak roman karakterleri oluşturmasıyla dikkatleri çeken bir yazar. Belirli bir olaya dayalı roman anlayışından uzak olarak, Cemil karakteriyle şimdiye kadar okuduklarımızdan daha farklı bir roman tadı bırakıyor ruhumuzda.

Cemil'in iç dünyasındaki ruhsal sorunlara bir de edebi uğraşları ve Nazlı eklenince, ne gibi durumlar ortaya çıkacağı, kitabı okuyanlar için henüz ilk sayfalardan itibaren merak edilen bir konu oluyor. Ya çığrından çıkıp bulunduğu yeri terk edecek ya da çevresindeki her şeyle, herkesle bağlantısını koparıp kendi dünyasına kapanacak bir karakter düşlüyoruz. Lakin işler bizim sandığımız gibi gitmiyor.

"Yazarken duygusal gelgitler yaşamanın kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Bir gün çok beğendiği bir cümleyi ertesi gün hiç sevmiyordu. Bir gün yazmaya inancı tamken, ertesi gün ülkede olup bitenleri düşünüyor, yazmak, üstelik dünyayla pek ilişkisi olmayan bir kahramanın romanını yazmak ona çok ahlaksızca geliyordu." (Sf.16-17.)

Bu gibi sakin, sessiz ve metinlerin ardından, "İşte demek istediğim de buydu!" diyebileceğiniz metinler de karşınıza çıkabiliyor.

"Musluğu tekrar taktı, vanayı açtı, sızıntı kesilmişti. Halbuki sızıntı hep vardır, ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır." (Sf.36)

Kış gecelerinizi ısıtacak, halk otobüslerinde tek dostunuz, iş yerinde kaçamağınız olacak bu kitapta, siz de içinizdeki ruhsal söküklere bir nebze de olsa faydalı olacağını düşündüğünüz meşgalelere yönlenme coşkusu yakalayabilir, dinginleşebilirsiniz.

Barış Bıçakçı, su içer gibi, nefes alır gibi yazıyor. Şaşırtıcı biçimde bir Oğuz Atay etkisi bırakıyor okuyan ruhlarda.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler