17 Mart 2024 Pazar

Dikkat süremiz neden bu kadar kısaldı?

Artık ortalama dikkat süresi beş dakika. Bunun sebebi bizi kalabalıklar içinde yalnızlaştıran, tatminsizliğimizi körükleyen sosyal medya algoritmaları ve sorumsuz reklam içerik sağlayıcıları. Peki ne yapabiliriz?

Önce interneti icat ettik, dedik ki bak, bu sayede bütün dünya daha da birbirine bağlanacak mesafeler ortadan kalkacak. Yetmedi cep telefonu da olsun, sevdiklerimiz bize her an ulaşabilsinler daha da yakın olalım dedik. Peki öyle mi oldu sahi? Daha mı yakınlaştık?

Modern yaşam, teknolojinin hızla gelişimi ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, insanların birbirleriyle daha fazla bağlantı kurabilecekleri bir döneme işaret etse de, paradoksal bir şekilde, birçok insan şimdi kendini daha da yalnız hissediyor. Bu durum, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için daha da belirgindir. İnsan bağ kurmak üzere yaratılmış bir varlıktır. Zaten bütün bu Instagram, sosyal medya vesaire de bu istekten nemalanmak isteyenlerin, en masum ve temel ihtiyacımızı evirip çevirerek ürün haline getirmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. Şu elimizdeki akıllı telefonlar da bunun son seviyesidir. Ancak bizi birbirimize bağlamak yerine, şu andan ve hayattan kopartan, tüm kontrolcü eğilimlerin rüyası bir oyuncak haline gelmiştir ve bence insanlığa son yüzyılda atılan en büyük kazıktır. Dikkatimizi öylesine çalar ki artık insanlar kitap okuyamaz ve hiçbir şeye beş dakikadan fazla konsantre olamaz hale gelmişlerdir. Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabında “Bir sihirbazın görevi insanların odak noktalarıyla oynamayı öğrenmektir, insanların odak noktasını kontrol edebilen bir sihirbaz, istediği her şeyi yapabilir.” diye bir cümle dikkatimi çekmişti. İşte o sihirbaz tüm sosyal medya ve bundan ekmek yiyen Google gibi büyük reklam sağlayıcı platformlardır. Sihirbazın değneği de cep telefonudur.

İnsan bağ kurmak ister dedik. Yani bir ünsiyet varlığıdır. Ünsiyet bir insanın Yaradan’la, evrenle ve kendi iç dünyasıyla derin bir bağ kurması ve bu bağlantıyı içsel bir yakınlık, samimiyet ve anlayışla yaşaması anlamına gelir. Hayatımızdaki insanlar da bu bağı kurmamız gerekenler arasında başı çekmektedir. Bu ünsiyet hali bize derin bir manevi huzur, aşk ve halinden memnun olma duygusu yaşatır. Bu sebepten dolayı da kapitalist mantalite tarafından hiç sevilmez. Halinden, kendinden memnun, iç huzuru yaşayan bir insan, ne internetten yirminci çift ayakkabı almayı umursar, ne de kredi çekip ev eşyalarını yenilemeyi. İç huzur kârlı değildir, onlara huzursuz, tatminsiz ve erişilemeyecek bir mutluluk hayali peşinde koşan, sürekli tüketen insan gereklidir. Bunun için insanların kendini kalabalıklar içinde yalnız ve güvensiz hissetmesi, aradıkları tatmin ve güven hissini eşyada araması kapitalizm için elzemdir. Yine Çalınan Dikkat kitabında sihirbaz Tristan şöyle der: “Sihirbazların işlerini yapabilmeleri için senin güçlü yanlarını bilmeleri gerekmiyor, zaaflarını bilmeleri yeterli. İnsanlar zaaflarını biliyor olsalardı sihirbazlık diye bir şey olmazdı.” Artık çok iyi biliyoruz ki onlar bizim zaaflarımızı bizden çok daha iyi biliyorlar.

Peki nedir çözüm? Çözüm bir an önce şu cep telefonlarını bir kenara bırakmak mı? Bunu yapabileceğimiz eşiği geçtik bence. Arada bir yapılan dijital detoksların da yeterli olmadığı kanıtlanmış durumda. Aklıma gelen tek çözüm, kendi küçük kabilemizi oluşturmaya başlamaktır. Yani başa dönmektir. Yalnızlığımızı, karşılanamamış bağ kurma isteğimizi karşılayan insanlara yatırım yapmaya başlamak ve onları bir araya toplamaktır.

Bu kazanılması çok zor bir savaş. Tüm yükün bize yani bireylere yüklenmesi de haksızlık, global bir farkındalıkla buna karşı eyleme geçmek gerekiyor. Ama biz hiç olmazsa bir nebze farkındalık kazanmaya çalışabiliriz, belki bir uygulamayı telefondan silip kendimize biraz alan açarız. Belki de, Kuzey Kore ile ilgili bir haber okumaya başlayıp da kendinizi kedi videoları seyrederken bulduğumuzda, kabilemizde olmasını istediğimiz bir arkadaşımıza telefon açıp onunla buluşmayı deneyebiliriz. Biraz gayret, bolca ünsiyet.

Alper Tanca
alper@tanca.net

13 Mart 2024 Çarşamba

İslam dünyasında bir kitabın telif süreci

Klasik dönem İslam dünyasında bir kitap nasıl telif ediliyordu? Yazmak fiili bugünkü manada ve de fiiliyatta yazarın tek başına üstlendiği bir eylem/vazife miydi? Muhammed Enes Topgül, Âlimler, Meclisler, Râviler adlı eserinde yukarıdaki soruların cevabını İbn Hacer el-Askalâni’nin Lisânü’l-Mîzân eserinin telif süreci üzerinden ayrıntılı ve görsel kaynaklarla destekli bir şekilde veriyor.

Okurluk da yazarlık da bir emekten ziyade tutkudur. Tutkunun süreğenliği elbette ciddi emek gerektirir fakat esasında tutku sonucu olması süreci ve sürecin getirilerini değiştirir. Okurluk da yazarlık da (her ne kadar her okur, aynı zamanda yazar olmasa da) birbirleriyle ayrılamayacak derecede bir bütünlük teşkil etmektedir. İyi bir okur karnı açken ve cebinde son parası kalmışken, lokantaya girmektense rafta gördüğü kitabı almayı tercih eder çünkü o tutkusunun esiridir ve iflah olması mümkün değildir. Bir ömre nefesi kadar kitap sığdırır. Bazılarını okur, bazılarına sadece bakar, bazılarına dokunur, bazılarını hırpalar ve bazılarıyla hırpalanır. O kitaplarla bir serüvene çıkmıştır, onun yaşamı bir serüvenin kendisidir. Ve bu serüvende yaveri de aşması gereken engel de hedefi de düşmanı da kitaptır. Bir mefhum olarak, bir varlık olarak kitap.

Muhammed Enes Topgül’ün çalışması bu yüzden belli bir alana ait gibi görülse de belli bir alana has okurların ilgisine değil, gerçek bir okur olan herkesin ilgisine sunulmuş durumdadır. Topgül’ün yaptığı (alt başlığa zaten eklemiş olsa da) bir kitabın serüvenine, kitaplarla serüvene çıkmış her okuru şahit kılma çabasıdır. Bizler bu kitabı okuyarak, kendi kitap serüvenimizi, bir kitabın serüvenine tanıklık etmemiz yoluyla biraz daha zenginleştirmiş oluyoruz.

İslam eğitim tarihinde bir kitabın ortaya çıkışı/yazılışı sürecini şu şekilde görüyoruz: Önce hoca/alim eserini kaleme alır. Ardından bir talebe bizzat hocanın nüshasını ya da o nüshayla karşılaştırılmış bir nüshayı temin eder, kopyalar veya bir varraka ücreti mukabilinde kopya ettirir, sonra hocasının huzurunda eseri baştan sona okur. Bu okuma esnasında hocanın elinde kendi metni bulunur. Talebenin okuduğu metindeki hataları tespit eder, tashih eder, ihtiyaç duyduğu kısımlarda birtakım ilavelerde bulunur, muhtevayla ilgili düzeltmeler yapar. Oturum bittiğinde, haşiye kısmına veya ayrı bir yere, varılan yer ve okumaya iştirak edenler tarihle birlikte not edilir. Eserin tamamı hocaya okunduğunda ise okumanın bittiği tarih not edilir. Hocanın icazeti de kayıt altına alınır. Talebe ancak bu şekilde okuması yapılmış bir metni, gelecek nesillere aktarabilir. İbn Hacer’in Mizân adlı eseri de işte bu yöntemle farklı talebe grupları tarafından okunmuş, hocanın yönlendirmeleriyle tashih edilip çeşitli ilaveler eklenmiş son hali yine talebeler tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır.

Muhammed Enes Topgül çalışmasında İbn Hacer’in eserinin müstensihlerini vefat tarihlerini baz alarak erken dönem ve geç dönem müstensihleri olarak ikiye ayırmış, onların listesini çıkarmış, tek tek hayatlarını anlatmış, eserin okunma süreçlerini kaynaklarıyla açıklamıştır.

Örneğin erken dönem müstensihlerinden İbnü’t-Türkmânî hakkında fakruzaruret içerisinde vebadan vefat ettiğini, hızlı yazması sebebiyle nüshaların nokta ve hareke barındırmadığı yönünde hatalara mündemiç olduğu gibi bilgileri öğreniyoruz. Kendisinin İbn Hacer hakkında “Hafız ez-Zehebî’nin kendisine yolculuk yapıp Mizân’ını onun önünde gözden geçireceği” biri olduğuna ve “Lisânü’l-Mizân’daki emeğin İbn Hacer’in ilmine şahitlik edeceği”ne dair övgülerine rastlıyoruz.

Eserde yer alan görseller, bu kitabın yolculuğunu renklendirmekte, serüveni daha da anlamlı hale getirmektedir. Kitap kavramının üzerinden bahsedilip de geçilecek bir kavram olmadığını anlıyor, alimlerin yazdığı kitapların onlara yüklediği sorumlulukları hatırlayarak derin bir tefekkür süzgecinden geçiyoruz.

Muhammed Enes Topgül’ün eseri, tüm kitap tutkunları için bir başyapıt niteliğinde. Kütüphanelerde bulunması, kütüphanelere özgül ağırlık yükleyecektir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

12 Mart 2024 Salı

Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izleri

Sema Bayar’ı tanır mısınız? Ben, Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam isimli öykü kitabını okumasaydım o yazarın Sema Bayar olduğunu bilmeyecektim. Şayet siz Sema Bayar ismini tanımıyor ve kollarınızı iki yana açarak kafanızı anlamlı anlamlı sallıyorsanız okumadığınız bir kitabın karanlığını yaşadığınızdan dolayıdır. Rüya, kurgu ve gerçeküstü ile harmanlanmış olan bu ilk öykü kitabında kuklaya hayat bahşeden kuklacının ipi etrafında zihnim dönüp durmuştu. Bir yazarın isminin yazdığı satırlarda aydınlanması diye bir şey varmış, bunu anladım.

Sema Bayar, okur tasavvurunun yerleşik düzeninde kendine uygun olan mevkiyi tam bulmuştu ki bu kez Vakitsiz Ölüler Yurdu isimli kitabı raflardaki yerini aldı. Okurun zihinsel kütüphanesinin de bir rafı olduğunu unutanlara bir kez daha hatırlatmak isterim. Kuklalar için ip ne ise yaşayanlar için vakit o olsa gerektir. Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izlerini ustalıkla öykülerine taşıyor Sema Bayar. İkinci kitabı okurken yazarın ismi aşina bir surete bürünüp yarım kalan cümleyi tamamlamak gibi bir misyonu yerine getiriyor.

Vakitsiz Ölüler Yurdu kitabında 10 öykü mevcut. Okuyucunun bu öykülerde ilk dikkatini çeken dili kullanma gücü ve derin duyuş sahibi bir öykücünün kaleminden çıkmış olduğuna dair nitelikleri haiz olması. Kitaba ismini veren ilk öyküyü giriş kapısı bilip her bir öykünün izini sürmeye çalışalım:

Sana, suskunluğumu getirdim, sana hüznümü getirdim. Sana ölü kuşlar, müstehzi gülüşler, sana uğursuzluk, sana kemgöz, incinmiş kelimeler getirdim. Sana buram buram tüten bir yoksunluk, bitimsiz bir açlık getirdim. Görüyorum ki burada şefkate muhtaç ruhlardan başka bir şey yok. Görüyorum ki burası vakitsiz ölüler yurdu. İçimdeki baba sevgisi kadar ölü.

Bu hikâyenin sonunda bir hesaplaşma var. Hangisinde yok ki? Fakat bu hikâye içerisine girdikçe hayatiyeti genişleyip uzayan bir hikâye. Bir yerden sonra bir hikâye çeşidi olarak hayat, bir hayat çeşidi olan hikâyeye galebe çalıyor. Bir tarafta alacaklısı olan hikâyeden çekilenler, diğer taraftan alacaklısı olan yaşamın peşine düşenler.

Sahnenin arkasından konuşan yazarın kendisi besbelli. Peş peşe sorulan sorular öyküyü hayatın dışına doğru iteklemeye çalışıyor: “Tanrım neden birine yeni bir yaşam vermek bir ölüye, can vermekten daha zor?” Allah’la ilişkisinde işgüzarların ördüğü tel örgülerini aklıyla ve yüreğiyle aşmasını bilen bir yazarı “cesur” kelimesi nitelemeye yetmiyor. Ben buna hasbi ve harbi iletişim demeyi daha uygun görüyorum.

Zahide ve Hüseyin’in öyküsüne ortak olan “Bez Bebek”, Sema Bayar’ın kukla ve vakitsiz ölüleri ile müşterek bir hayatı yaşıyor. Bir bez bebeğin kendi ağzından hikâyesi şöyle başlıyor: “Biz sekiz bez bebektik. Dünyayı, sarı benizli yüzümüze elem ipleriyle iliştirilmiş bir çift kırık düğme ile seyrederdik. Sabahları günün ilk ışıkları büfenin camından süzülüp önce üst raftaki fincanları şöyle bir parlatır, ardından sırayla her birimizin saçlarından, gözlerinden öper; yanaklarımızı eşit miktarda ısıtırdı. Zahide, zümrüt yeşili gözlerini kocaman açarak beni alıp göğüslerine bastırırdı. Onun hızlı hızlı çarpan küçük kalbini geceler boyu dinledim. … Sandıktan çıktığımda Hüseyin, sararmış benzimi, tiftik tiftik olmuş saçlarımı pek bir yadırgadı. Yetmedi, birkaç kez kolumu bacağımı çekiştirip divan altına, tel dolaba yahut öfkesinin şiddetine göre kömürlüğe kapattı.

Hayata sığmayan sekiz kardeşli bir bez bebeği öyküye sığdırabilmek ve bez bebeğin nazarlarıyla insanı ve çevreyi değerlendirebilmek ustalık kadar özgünlük gerektiren bir başarıdır. Kitabın arka kapağında yer aldığı şekliyle “Bayar, öykülerinde küçük insanların kederli yürüyüşünü takip eder.” Bu tespitin burada bitmesi yazarına haksızlık olurdu. Bitmemiş de zaten: “Tutuşan dalların, için için yanan taşların, ateşe atılan bez bebeklerin, yas tutan ardıçların, arasında rüya ile gerçek iç içe girer; masalsı bir dünyanın kapısı aralanır.

Şu öykü başlıkları da yukarıdaki yargıyı destekler niteliktedir: “Mezar Artığı”, “Allah Bilir Asaf Efendi”, "Hüseyin’in Boynundaki İp", "Acuze’nin Rüyası", "Adam Asmaca", "Doğum Lekesi”, “Bütün Günahlar Hayata Karışırken İşlenir”, “Huş Ağacının Gözleri”… Bu öykü başlıkları baştan beri süregelen öykülerin dışarıya taşan parçaları gibi. Bir öyküdeki bir isim veya söz bir başka öykünün başlığı haline gelmiş. Birbiriyle geçişlilik arz eden öyküler de diyebiliriz buna.

Zihnime düştüğüm notları şöyle sıralayabilirim: Kelime seçimi, dil titizliği, zengin çağrışım, sembolik anlatım, gerçeküstü tasvir, öykü karakterlerinin dayanışması, derin kurgu, masal tadı, şiirsellik, cesur anlatı vb...

Ben okudum, çok düşündüm. Ben düşündüm, tekrar tekrar okudum. Sevgili okur, sen de düşün, sen de oku!

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Her tecrübe bir yolculuktur, bir gün eve dönülen

Zanib Mian’ın kaleme aldığı Planet Ömer, sevenlerinin ilgiyle takip ettiği, maceraları merakla beklenen bir kahraman oldu bile. Serinin dördüncü kitabı Planet Ömer: Okulun Yeni Kahramanı, Gülce Çocuk tarafından okuyucuyla buluştu. Gerçekten evrensel bir anlatıcı olan Mian’ın kurguladığı hikâyedeki sonraki sahneleri hep merak ediyorsunuz. Kitap; Ömer’in ‘her zaman bir planım vardır’, ‘insanlara yardım etmek çok hoşuma gider’, ‘bazı durumlarda en kötü şeyleri yapabiliyorum’, ‘genelde kendi kendimi soktuğum güç durumların içinden çıkabiliyorum, yani en sonunda’ ikaz cümleleriyle başlıyor. Bu tümceler, aslında kahramanımızın karakterinin yansımaları. Ömer’e; Charlie, Daniel, Mr. McLeary, Ellie, Sarah, Jayden, Adam eşlik ediyor.

Macera okulun kapılarıyla açılıyor, bir sınıfta başlıyor. Öğrencilik yıllarından bilinir, hemen herkes az biraz kuralların dışına çıkmıştır. Yazar, tam da burada genç okurlara, doğru ve açık sözlülüğün erdemini, okulda ve sosyal alanlara kurallara uygun yaşamanın gerekliliğini, arkadaşlık ilişkilerinin önemini, fedakarlığın değerini çocukların anlayacağı, onların idrak edebileceği bir üslupla anlatıyor. Ayrıca bunu yaparken de çok ciddi meseleleri çocukların yaşına ve diline uygun bir mizah anlayışıyla gerçekleştiriyor.

Beklenmedik hadiselerden sonra yaşananlar kahramanımızı kendini ifade etmesini biraz zorlaştırıyor. Kitabın ağzıyla söylersek şöyle bir akış söz konusu: “Öğretmenlerimin hepsi, benim sürekli bir çocuğa dönüştüğümü düşünüyordu. Öğretmenler odasındaki konuşmaları hayal edebiliyordum: Hayali öğretmen 1: Şu Ömer’e neler oluyor bugünlerde böyle? Hayali öğretmen 2: Ondan hiç beklenilmeyecek hareketler yapıyor. Hayali öğretmen 3: Bana sorarsanız tam bir sorun mıknatısı.

Ömer’in başına gelenleri ailesiyle paylaşması da çok güzel bir alışkanlık. Farkındalıkla alakalı ne yapması gerektiğini soran Ömer’le annesi arasında geçen şu diyalog çok incelikli olmuş: “Annem bir süre düşündükten sonra, ‘Sana bulutlara bakmanı söylediğim zamanları hatırlıyor musun?’ dedi. ‘Birkaç dakika boyunca o pamuk şeker gibi bulutları, rüzgârın bu bulutları hareket ettirişini seyrederek kendimizi kaybetmiştik. Bulutlar bile bu kadar harika görünüyorken Allah’ın ne kadar görkemli olabileceğini düşünmüştük. İşte bu, bir ânıdır. Böyle anlarda her şey eriyip gider ve biz, yalnızca o an baktığımız şeyde olup bitenleri düşünürüz. O ânın farkına varabilmek için gözlerimizi kullanırız. Daha da farkında olabilmek için diğer duyularımızı da kullanırız ya da nefesimizi fark edip, hava akciğerlerimize girip çıkarken nefeslerimizi sayabiliriz.

Özetle Kyan Cheng’in çizgileriyle şekillenen sayfalarda sınıf içi bir olayda Ömer’in nasıl bir kahramana dönüştüğünü okuyoruz. O zaman biz de yazarın ithafıyla yazıyı sonlandıralım: "Yaşamın iniş çıkışları boyunca içlerindeki iyiliği koruyabilen tüm çocuklara…"

Sevim Şentürk

8 Mart 2024 Cuma

İbnü’l-Arabî'nin düşünce sistemine dair sohbetler

Ahmed Yüksel Özemre ile Son Sohbet, Necmettin Şahinler’in son kitabı. Kitap önemini, Ahmed Yüksel Özemre’nin vefatından önce irfan hazinesinden biz okurlara ve sevenlerine son kez ikramda bulunmasından kazanıyor.

Özemre fenni başarılarının yanında irfani boyutuyla gönüllerde taht kurmuş bir isim. Hacim olarak ince olmasına rağmen barındırdığı konu bakımından oldukça zengin bir eser. Özemre hasta yatağındayken dahi kendisine lütfedilmiş ilmi paylaşmanın derdinde. Ayrıca Özemre’ye dair de birçok bilgi birinci ağızdan okurlarla buluşturuluyor. Çevirdiği eserleri anlatırken bizi evrensel bir düşünme sistemine yönlendiriyor.

Özemre’nin sohbetlerini bir ders hüviyetine sokan ise sohbet esnasında İbn’ül Arabi’nin düşünce sisteminin irdelenmesi oluyor. Özemre, Şeyhül Ekber’in düşünce dünyasında yer alan kavramları tek tek ele alıyor ve sohbet formunda olduğu için sıkmadan, ayrıntılara boğmadan, ağır terimlere başvurmadan herkesin anlayabileceği bir dille izah ediyor.

Örneğin bir yerde Necmettin Şahinler “Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?” şeklinde bir soru yöneltiyor. Özemre böylesine zor bir soruyu, herkesin anlayabileceği bir dilde şu şekilde yanıtlıyor:

Evladım, Rabb özel bir İsim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, İsimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâli kalmayan Hakk’dır. Rabb, özel bir İsim ve Sıfat aracılığıyla tayyün etmiş olan Hakk’ın özel bir vechesi olması hasebiyle bir sübûta hâizdir. Buradan da Rabb ile insan arasında çok hususi bir ilişki ortaya çıkmaktadır. O da şu ki insan, ne zaman Allah’a dua ve niyaz etse daima Rabb’ine yönelmek zorundadır. Rahatsız bir insan, Allah’a muğlak ve genel bir tarzda değil fakat Şâfî’nin sabit suretine dua eder. Aynı şekilde İlahi Rahmet’i talep eden bir günahkâr da Gafûr’a yalvarır. Bir şey elde etmek isteyen de Mu’tî ismine niyaz eder. Görülüyor ki bu veya diğer benzer İsimlerin her biri aracılığıyla çağırılan ve tazarrûda bulunulan Allah, özel bir sebeple yalvaran şahsın Rabb’idir. Aynı zamanda Rabb, kendisine yalvaran kimsenin ihtiyaç duyduğu şeyi kendisi aracılığıyla elde ettiği özel bir sıfat ile kayıtlandırılmış olan Zat’tır. Şu halde Rabb, bütün İlahi İsimlerden, Allah’a münacatta bulunduğu zaman insanı harekete geçiren mûcib için en uygun olan İsimdir. İşte bu sebepten ötürüdür ki, Kuran’daki Peygamber dualarına baktığımızda onların çoğunun “Rabb’im” hitabı ile başladığını görmekteyiz. Bu noktadan baktığımızda Rububiyet/Rabb’lık her bir ferdin Allah ile olan gerçek şahsi münasebetine delalet etmektedir.

Şimdi burayı biraz açabiliriz. Gördüğümüz gibi Özemre, bir paragraflık diyalogda dahi bir makale konusu sunmakta okurlara. İbn’ül Arabi düşüncesinde her şey bir mertebeye sahiptir. Rabb’lık da bir mertebedir. Her yaratılan ruh, bir İsmin hükmü altına girmiştir. Hükmü altına girdiği İsim, o yaratılanın Rabbi’dir. Rabb, terbiye eden ve himaye eden anlamlarına gelmektedir. Yani kişinin hükmü altına girdiği İsim, Rabbi olarak onu hem himaye eder hem de terbiye eder. Terbiye, kemalat içindir. Her kul, İsmi doğrultusunda kemal noktasına ilerler. Kafir de olsa bu böyledir. O da küfürde kemale erecektir. Ancak Özemre’nin söylediklerinde şu nokta yanlış anlaşılmamalı: Kişi dua ederken, Rabbim diye dua ettiğinde dua örneğin Şafi ismine ulaşır. Şafi ismi aracılığıyla şifa gelir. Yoksa kişi kendi kafasına göre bir Esma üzerinden belli sayılarda veya düzende istekte bulunamaz. Onun için mürşit izni gerekir. Ama hasta olduğunda dua ederken elbette “Sen Şafi olansın” minvalinde cümleler kurabilir. Özemre işin hakikat boyutunu ele almaktadır. Söyledikleri zahiri boyut değil, mana boyutudur.

Eser gerçekten de İbn’ül Arabi’nin düşünce sistemini anlamak için giriş mahiyeti niteliği taşımakta. Kavramları özümsemek için iyi bir rehber hüviyetinde. Sohbet formunda zuhura gelmesi de anlaşılırlığı daha da kolaylaştırmakta. Ayrıca bir arifin dizinin dibinde oturmuş da sohbetine nail olmuş hissi vermede. Bu kıymetli eserin her okuyucu için bol istifade sunacağını düşünüyorum.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

5 Mart 2024 Salı

Hafızanın kıyısında bir yazar: Kazuo Ishiguro

Kazuo Ishiguro 1954’te Japonya’nın Nagasaki şehrinde doğmuş, ailesinin işi gereği beş yaşında İngiltere’ye taşınmış ve otuzlu yaşlarının ortalarına kadar ülkesini görmemiştir. Ishiguro’yu anlatmaya tam da buradan başlamak önemlidir: çünkü Japon anne babadan olmasına rağmen kendisini gerçek bir İngiliz olarak tanımlar ve romanlarını da İngiliz edebiyatının içinde konumlandırır. İşte bu yüzden Ishiguro’yu Japon edebiyatı çerçevesinde değil, İngiliz edebiyatı geleneklerine göre değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Kazuo Ishiguro; Günden Kalanlar, Öksüzlüğümüz, Uzak Tepeler, Beni Asla Bırakma ve Gömülü Dev gibi uluslararası ün sahibi romanların yazarıdır.

Romanları defalarca uluslararası platformlarda ödüllere aday gösterilmiş, ikinci romanı Değişen Dünyada Bir Sanatçı ile Whitbread ödülünü, üçüncü romanı Günden Kalanlar ile de Man Booker ödülünü alarak yazarlık kariyerini yıldızlarla süslemiştir.

Ishiguro’nun postkolonyal döneme ait birçok yazarın yaşadığı aidiyet sorununu yaşadığını söyleyemeyiz. Romanlarında göç, toprak acısı, vatan hasreti gibi temalar işlemez. O zaten hep evindeymiş gibi yaşadığı İngiltere’yi yazar. Buna rağmen asimilasyona da uğramamıştır. Son dönem röportajlarında kendini "Ben aslında bir karışımım" diye tanımlaması bunun en güzel kanıtıdır. Milan Kundera, Gabriel Garcia Marquez ve Salman Rushdie gibi kendi dilinden vazgeçip İngilizce yazmayı tercih eden yazarlarla aynı kulvarda gösterilebilir.

İlk romanı Uzak Tepeler ve ikinci romanı Değişen Dünyada Bir Sanatçı’da Japonya’yı anlatır. İngiliz halkı, onlara Japonya’yı anlattığı için yazara müteşekkir olur ve onu çok severler. Oysa Ishiguro her iki romanını da yazarken Japonya’ya hiç gitmediğini ve kendi hayalindeki Japonya’yı yazdığını söyleyerek okurlarını şaşırtır. Japon kültürünü ve edebiyatını çok az bildiğini inkâr etmez ve mahlas kullanarak yazsaydı kimsenin ona Japon yazar demeyeceğini iddia eder. “Yetiştiğim çevredeki kitapçılarda Japonya’ya ait hiçbir şey yoktu, ben de her İngiliz çocuğunun okuduğu çocuk kitaplarıyla büyüdüm.” der. Evde sadece Japonca konuşan anne ve babasından dinlediği bir ülke besler hayalinde. 27 yaşındayken bir gün bu hayalin kaybolmaya başladığını fark eder ve o gün yazmaya karar verir. Kenzaburo Oe’yle yaptığı bir röportajda “Ben hayalimdeki Japonya’yı korumak için roman yazdım, İngiltere’de geçirdiğim yıllar boyunca hayalimde besleyip büyüttüğüm bir vatan vardı, ben de onu kaybetmemek için roman yazdım.” der.

Ishiguro için Dostoyevski bir edebiyat tanrısıdır. Charles Dickens, Jane Austen, Charlotte Bronte okuyarak büyümüş; daha sonra Kent Üniversitesi’nde aldığı ‘Yaratıcı yazarlık’ dersleriyle yazarlığa giriş yapmış ve üçüncü romanı Günden Kalanlar’dan sonra artık uluslararası ün kazanmıştır.

Peki Kazuo Ishiguro romanlarının en belirgin özellikleri nelerdir?

1). Ishiguro neredeyse tüm roman ve hikâyelerini birinci tekil şahıs kullanarak yazar. Yani anlatıcı genelde karakterin kendisidir. Bu da bize ilk başta romanı ‘dürüst’ bir ağızdan okuyormuşuz hissi verse de Ishiguro romanlarının gidişatını bozmayı sever ve karakterlerinin ağzından şuna benzer cümleler duyabiliriz ‘O kadar yıl geçmiş ki tam ne olduğunu hatırlayamıyorum’ ya da ‘Tam bu kelimeleri mi kullanmıştım hatırlayamıyorum.’ İşte anlatıcıdan şüphe duymaya başladığımız anda roman renklenir, çiçeklenir.

2). Ishiguro’nun neredeyse tüm kitaplarındaki karakterler geçmiş travmalarını atlatmaya çalışırlar. Bu çoğu zaman bir savaş travması, politik kaosun ortasında kalmışlık veya aileden birinin kaybıdır. Geçmişine kenetlenmiş karakterler, politik ideoloji veya yaşanamamış aşklar sonrası gelen pişmanlıklar Ishiguro’nun temel temalarındandır.

3). Hafıza (memory) Ishiguro’nun nerdeyse her romanında karşımıza çıkan en belirgin temasıdır. Bazı romanlarında kişisel hafıza olarak, bazılarında ise toplumsal, kültürel ve kolektif hafıza olarak karşımıza tüm heybetiyle dikiliverir. Günden Kalanlar’da bir baş uşağın hafızası, Değişen Dünyada Bir Sanatçı’da savaş sonrası emekli olmuş ressam Ono’nun hafızası, Gömülü Dev’de savaşı unutmaya çalışan bir toplumun hafızası, Beni Asla Bırakma’da bastırılmaya çalışılmış hafıza, Avunamayanlar’da hiçbir şey hatırlamayan piyanist Ryder, Uzak Tepeler’de Etsuko’nun Nagasaki yıllarına dair hatırlamaya çalıştıkları yazarın hafıza temasını her kitabında kullandığının kanıtıdır. Neredeyse tüm romanlarda şu sorulara cevap arar: Hafıza ile nasıl başa çıkılır? Toplumsal hafızayı kim kontrol ediyor ve kim harekete geçiriyor? Kolektif hafıza kendini nasıl yeniden üretiyor?

Belleksizliği tercih eden bir topluma atıf olan Gömülü Dev kitabında Ishiguro adeta devleşir.

4). Ishiguro romanlarının neredeyse tamamı sessiz ve sakin romanlardır. Eleştirmenler onun için "Ishiguro, Beckett ve Kafka seviyesinde okunmalıdır" der; zira onun romanlarında yer, mekan ve zaman çok da önem taşımaz. Tıpkı Kafka’nın Dava’sının herhangi bir coğrafyaya uyarlanabileceği ya da Orwell’in evrenselliği gibidir onun romanları. "İlk iki romanımda kendi Japonya’mı yazdım" der; daha sonra üçüncü romanında aynı temayı alır, bu kez İngiltere’ye monte eder; çünkü ona göre savaşın ve hafızanın yeri, zamanı veya çağı yoktur.

5). Metafor kullanımı yazarı devleştiren bir başka özelliğidir. Kendi de neredeyse her röportajında "Benim romanlarımdaki metaforları dikkatli okuyun" der. Metaforları çözümlediğimizde romanları katman katman derinleşir.

Kazuo Ishiguro’nun her bir romanı onun yazarlık kariyerinde bir yapıtaşı olmuştur elbet. Şimdi gelin bir adım öne çıkmış romanlarını daha yakından inceleyelim


Günden Kalanlar
Ishiguro bu kitabında Nazi partisine yakınlığıyla bilinen bir İngiliz lordunun malikânesinde baş uşak olarak çalışan Bay Stevens’ın lorduna hizmet etmek uğruna heba olmuş hayatını anlatır. Lord’un ölümünden sonra malikâneyi satın alan Amerikalı Bay Farraday, baş uşağının İngiltere kırlarında dört günlük bir tatile çıkmasını önerir. Seyahat boyunca bize baş uşağın hafızası eşlik eder ve biz gündelik işlerle ertelediğimiz ve ucunu kaçırdığımız hayatı, saklayıp bastırdığımız duyguların pişmanlıklara dönüşmesini ve buruk bir aşk hikâyesini okuruz. Baş uşak Bay Stevens kararlarını başkalarına aldıran, köleci sisteme boyun eğen, hiçbir politik görüşü olmayan, soğuk ve donuk biridir. Öyle ki; aşağıda lordunun misafirlerine hizmet verirken ‘Üst katta babanız öldü.’ dediklerinde ‘Öyle mi?’ diyerek işine devam edecek kadar ruhsuzdur. Malikâne savaş öncesi devlet zirvelerinden önemli kişileri misafir eder, müttefikler belirlenmekte ve İkinci Dünya Savaşı’nın çanları çalmaktadır. Baş uşak Stevens’ı Anthony Hopkins’in canlandırdığı başarılı bir de film uyarlaması vardır.

Gömülü Dev
Kazuo Ishiguro’nun, Tolkien’in ve Ursula Le Guin’in sınırlarına girdiği düşünüldüğü için okurları tarafından eleştirilmiş fantastik romanıdır. Hayali yaratıkların ve ejderhaların olduğu bu roman Saxonların Almanya’dan Britanya’ya gelişini anlatır. Kral Arthur henüz ölmüştür. Ortaçağ İngiliz yazınının ünlü şövalyesi Gawain ise kitabın bir karakteri olarak karşımıza çıkar. Axl ve karısı Beatrice kayıp oğullarını ararken biz de amneziye uğramış, belleğini yitirmiş bir toplumu okuruz. Onlar savaşı unutup barışa tutunmaya çalıştıkça biz de kendimize şu soruyu sorarız: Burası aslında Kuzey İrlanda, Ruanda, Bosna Hersek ya da savaş sonrası Japonya’sı hatta Nazi dönemi Almanya’sı olabilir miydi?

Beni Asla Bırakma
Ishiguro’nun "Tür nedir ki? Neden beni bir türe hapsetmek istiyorlar?" diyerek yazdığı bu bilimkurgu romanında ise başrolde bu kez insanlık için yetiştirilmiş klonlar vardır. Hailsham okulunda ‘daha sonra parçalara ayrılmak üzere üretilen’ Kathy, Ruth ve Tommy isimli üç klonun aralarındaki aşk üçgeni anlatılır. Kitabın başında bir ütopya gibi gösterilen şeylerin ilerleyen sayfalarda bir ‘distopya’ ya dönüştüğünü izlediğimiz bu romanda hayatın iplerini eline alma, kaderci yaklaşım, öz-irade, umut ve yüzleşme gibi temalar kullanılır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

4 Mart 2024 Pazartesi

Her şey eskir, sadece anılar ve hatıralar taze kalır

Sakine Akça, o üç evlat sahibi bir diş hekimi. 2005 yılında Elveda Ankara adıyla bir anı kitabı yayımlanmış. Anı deyip geçmemek lazım, her anıda yazan kadar o yazıya konu olanların da anıları vardır. Sakine Hanım’ın ömür yürüyüşüne işaret taşları bırakmak için yazdığı o kadar belli ki… Ne kadar kitabında yer vermemiş olsa da başka kitapları da var. Yakın zamanda fırından yeni çıkmış gibi dumanı üstünde bir kitabı daha çıktı Sakine Hanım’ın. Sağ olsun, zahmet etmiş, çıkan yeni kitabını bana da göndermiş. Bu seferki kitap Delioba isimli bir Nehir Söyleşi. Aslında nehir yerine dağ deseniz de yanlış olmaz. Kitap, geçtiğimiz pandemi sürecinde yazarımızın Beybes Mahallesi’ndeki bahçelerinde akşamları eşi Süleyman Bey (Op. Dr. Süleyman Akça) ile yaptığı uzun sohbetlerden oluşuyor. Nehir söyleşinin soru ve cevapları dünden bugüne akarak hatıra denizine dökülüyor. Boşuna söylememiş şair “Hatırada kalan şey değişmez ki zamanla” diye. Her şey değişir ve eskir, sadece anılar ve hatıralar ilk günkü gibi taze kalır. Hatta hatıraların anlatıldıkça demlenen ve tazelenen bir tarafı bile vardır. Delioba söyleşilerinde dikkatli bir okur, bu tazelenme ve yenilenmeyi görmekte zorlanmayacaktır.

Söyleşinin ilk bölümü Süleyman Bey’in doğmadan evvelki köydeki yaşamla ilgili. Köy insanları hayvanları doyurmak için saman yetmediğinden eldivensiz diken toplarlar ya da civar köylerde patates karşılığında saman alırlarmış. Ot samanı diye bir şey varmış. Sonra geven diye, efek diye, dürme diye, çiçekli yonca diye, pür diye bir şeyler varmış. Çöp biriktirme sistemi ile birlikte gelen hak hukuk gözetme ve helalleşme kültürü de önemli bir bahis. Anadolu yayla kültürünü bilmeden ne böyle incelikli sorular sorulabilir ne de böylesine esaslı ve detaylı cevaplar. Altı yedi tane yayladan bahsediyor Süleyman Bey. Çocukluk böyle bir şey, yaylada iken köy özlenir, köyde iken yayla. Yayladan benim gibi uzaklara düşenlere kala kala Çiğdem balta, şipleme, tirki, okka tas ve dilmence kalıyor. Oba günlerini okurken en çok şiplemenin lezzetini merak ediyorum. Muhtemelen bu kelime, damağımda denenmemiş gizli bir tat olarak öyle kalacaktır.

Hazır yayladan söz açmışken şu belenlere de uğramadan geçmeyelim. İki tane belen varmış yaylada. Biri “Yelli Belen”, bu sivri bir tepenin başıdır. Yüksek ve rüzgârlı olduğu için bu adı almıştır. İkincisi ise “Köy Beleni” denilen dik yamaçlı küçük tepelerdir. Davar sağma zamanı sabahleyin genç kızlar evin yanında toplanıp tentene örerlerken bir yandan da türkü mırıldanırmış. Belli ki tentene bir nakış türü, üçbüllü dedikleri ise şu bizim uğur böceğimiz. Konya’nın köylü kızları hangi türküleri mırıldanır diye aklımdan geçmedi değil. Onu da öğrenmiş olduk: “Çaya iner ağlarım / Gülü deste bağlarım / Birini kendim için / Birini yâre yolladım”.

Süleyman Bey’in çocuklukta yitme hadiselerini okurken öyle üç kez değil, ama bir kez daha dört-beş yaşında iken bir düğünde uyuya kalıp uyandığımda hiç kimseyi karşımda göremeyince duyduğum korku ve yalnızlık duygusunun ardından uzun uzun ağlayıp gözyaşı döktüğüm an geldi aklıma. Şimdi yaşadığım hayata bakıyorum da her günümün kayıp olduğu ne kadar belli.

Bazı şeylerin sorulunca söylenen sınıfına dâhil olduğuna artık iyice inanmaya başladım. Çığır kelimesinin anlamını yoksa ben başka türlü nasıl öğrenecektim? Çığır kelimesi meğerse keçilerin beslenmesi için ağıldan lâdin ağaçlarının olduğu yere kadar açılan yola verilen isimmiş. Bunu öğrendiğimde gerçek anlamda hiç çığır açmadığımı anlamış oldum.

Delioba kitabında en merak ettiğim bölümlerden biri de “Hadim’de çocuk olmak” başlığıyla verilen yöresel ve geleneksel çocuk oyunlarıydı. Bu oyunlar eminim benim gibi birçoğunuzun içindeki çocuğu uyandıracağı gibi çocuk oyunlarını da harekete geçirecektir. İşte bu oyunlar: Kazık oyunu, çivileme, kayma, oba kapısı ile kayma, sopacı-davacı oyunu, çelik çomak oyunu, bez top, söğütten düdük-borazan yapma, çamur araba, tel çember çevirme, don simit, kale oyunu, kâğıttan uçurtma ve kuş imalatı, mazı oyunu (misket), fırlangaç, mınık, gıncırlak, mendil kapmaca… Bu oyunların büyük kısmı benim çocukluğumun oyunu. Eksiği var, fazlası yok. “Reis, topuz, davacı” oyunu “sopacı-davacı” diye değişmiş sadece.

Delioba kitabını bir dağı tırmanır gibi değil, daha çok bir yaylayı dolaşır gibi bazen de bir dağdan aşağıya iner gibi okudum. Yoksa ben nereden bilecektim Tıkır Hüseyin’i, geleneksel ihtiyaçlardan gazı, tuzu ve bezi, Yörük Ebe’yi, Habip Amca’yı, Musluk mevkiini, Alanya’nın Gevne Yaylası’nı, Osman ve Ezel öğretmeni, altmış ihtilalini ajanstan dinlemeyi, Şakir Amca’yı ve kızı Hülya’yı, Hâdimî Hazretleri’ni, Abdül Ezel Paşa’yı, İhsan Toprak Hoca’yı ve Sarayönü Çeşmelisebil’den Sami Ceran’ı...

Bir ömrü gezmek diye bir şey var ve bir ömre tanıklık diye bir şey… Her ikisini de Delioba kitabında buluyoruz. Nehir söyleşisi, 220. sayfada sona eriyor ama şükür ki nehir akışını sürdürüyor...

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_