Johann Hari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Johann Hari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2024 Pazar

Dikkat süremiz neden bu kadar kısaldı?

Artık ortalama dikkat süresi beş dakika. Bunun sebebi bizi kalabalıklar içinde yalnızlaştıran, tatminsizliğimizi körükleyen sosyal medya algoritmaları ve sorumsuz reklam içerik sağlayıcıları. Peki ne yapabiliriz?

Önce interneti icat ettik, dedik ki bak, bu sayede bütün dünya daha da birbirine bağlanacak mesafeler ortadan kalkacak. Yetmedi cep telefonu da olsun, sevdiklerimiz bize her an ulaşabilsinler daha da yakın olalım dedik. Peki öyle mi oldu sahi? Daha mı yakınlaştık?

Modern yaşam, teknolojinin hızla gelişimi ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, insanların birbirleriyle daha fazla bağlantı kurabilecekleri bir döneme işaret etse de, paradoksal bir şekilde, birçok insan şimdi kendini daha da yalnız hissediyor. Bu durum, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için daha da belirgindir. İnsan bağ kurmak üzere yaratılmış bir varlıktır. Zaten bütün bu Instagram, sosyal medya vesaire de bu istekten nemalanmak isteyenlerin, en masum ve temel ihtiyacımızı evirip çevirerek ürün haline getirmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. Şu elimizdeki akıllı telefonlar da bunun son seviyesidir. Ancak bizi birbirimize bağlamak yerine, şu andan ve hayattan kopartan, tüm kontrolcü eğilimlerin rüyası bir oyuncak haline gelmiştir ve bence insanlığa son yüzyılda atılan en büyük kazıktır. Dikkatimizi öylesine çalar ki artık insanlar kitap okuyamaz ve hiçbir şeye beş dakikadan fazla konsantre olamaz hale gelmişlerdir. Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabında “Bir sihirbazın görevi insanların odak noktalarıyla oynamayı öğrenmektir, insanların odak noktasını kontrol edebilen bir sihirbaz, istediği her şeyi yapabilir.” diye bir cümle dikkatimi çekmişti. İşte o sihirbaz tüm sosyal medya ve bundan ekmek yiyen Google gibi büyük reklam sağlayıcı platformlardır. Sihirbazın değneği de cep telefonudur.

İnsan bağ kurmak ister dedik. Yani bir ünsiyet varlığıdır. Ünsiyet bir insanın Yaradan’la, evrenle ve kendi iç dünyasıyla derin bir bağ kurması ve bu bağlantıyı içsel bir yakınlık, samimiyet ve anlayışla yaşaması anlamına gelir. Hayatımızdaki insanlar da bu bağı kurmamız gerekenler arasında başı çekmektedir. Bu ünsiyet hali bize derin bir manevi huzur, aşk ve halinden memnun olma duygusu yaşatır. Bu sebepten dolayı da kapitalist mantalite tarafından hiç sevilmez. Halinden, kendinden memnun, iç huzuru yaşayan bir insan, ne internetten yirminci çift ayakkabı almayı umursar, ne de kredi çekip ev eşyalarını yenilemeyi. İç huzur kârlı değildir, onlara huzursuz, tatminsiz ve erişilemeyecek bir mutluluk hayali peşinde koşan, sürekli tüketen insan gereklidir. Bunun için insanların kendini kalabalıklar içinde yalnız ve güvensiz hissetmesi, aradıkları tatmin ve güven hissini eşyada araması kapitalizm için elzemdir. Yine Çalınan Dikkat kitabında sihirbaz Tristan şöyle der: “Sihirbazların işlerini yapabilmeleri için senin güçlü yanlarını bilmeleri gerekmiyor, zaaflarını bilmeleri yeterli. İnsanlar zaaflarını biliyor olsalardı sihirbazlık diye bir şey olmazdı.” Artık çok iyi biliyoruz ki onlar bizim zaaflarımızı bizden çok daha iyi biliyorlar.

Peki nedir çözüm? Çözüm bir an önce şu cep telefonlarını bir kenara bırakmak mı? Bunu yapabileceğimiz eşiği geçtik bence. Arada bir yapılan dijital detoksların da yeterli olmadığı kanıtlanmış durumda. Aklıma gelen tek çözüm, kendi küçük kabilemizi oluşturmaya başlamaktır. Yani başa dönmektir. Yalnızlığımızı, karşılanamamış bağ kurma isteğimizi karşılayan insanlara yatırım yapmaya başlamak ve onları bir araya toplamaktır.

Bu kazanılması çok zor bir savaş. Tüm yükün bize yani bireylere yüklenmesi de haksızlık, global bir farkındalıkla buna karşı eyleme geçmek gerekiyor. Ama biz hiç olmazsa bir nebze farkındalık kazanmaya çalışabiliriz, belki bir uygulamayı telefondan silip kendimize biraz alan açarız. Belki de, Kuzey Kore ile ilgili bir haber okumaya başlayıp da kendinizi kedi videoları seyrederken bulduğumuzda, kabilemizde olmasını istediğimiz bir arkadaşımıza telefon açıp onunla buluşmayı deneyebiliriz. Biraz gayret, bolca ünsiyet.

Alper Tanca
alper@tanca.net

26 Haziran 2019 Çarşamba

Kopuk bağları tamir etmek ve hayata yeniden sarılmak

"Bir çöküntü başlar yaşamanda 
Her şeyin değersizleştiği an."
- Behçet Necatigil, Ölü Çizgi

"Peki kişi üzüntüsünün öyküsünü anlatmıyorsa? Aksine öyküsü onu anlatıyorsa?"
- Stephen Grosz, İncelenen Hayatlar

Bir vaka düşünelim. Ruh durumunuzda pek 'hayırlı gelişmeler' olmadığını düşünüyorsunuz ve biraz google'a biraz da çevrenize danışarak işi 'uzman'ına götürmeye karar veriyorsunuz. Yani bir 'hastalığı kabul' söz konusu, güzel. Siz hastasınız ama işin uzmanları çok uzun bir zaman önce size hasta demeyi literatürden kaldırmışlar, siz bir danışansınız artık. Neler olup bittiğini anlamadığınız için bir uzmanın karşısına geçecek, gerekirse filmlerdeki gibi uzanacak ve bol bol konuşacaksınız. Bazen de konuşmanıza gerek kalmayacak. Su bardağını tutuş şeklinizden, ayakkabı bağacıklarınızın vaziyetinden, bacak hareketlerinizden, yüzünüzün aldığı şekillerden ortaya çıkacak her şey. Danışanınız sizi her şartta dinleyecek. Hayatta en çok ihtiyacınız olan şeyi yapacak: başkası tarafından ve 'gerçekten' dinleneceksiniz.

Sayısız netice çıkabilir seanslardan ama özellikle üç netice, bahse konu kitapla da bağ kurabilmemiz için çok önemli. İlk netice, uzmanın ofisinden çıkarsınız ve yola adımınızı atar atmaz "ya bunlar benim vesveselerim, kafamın içinde işte, hallederiz zamanla, geçer..." gibi yorumlar olur. Yani işin tamamen kafanızın içinde ve tamamen ruhsal olduğunu düşünürsünüz. İkinci netice, "şu zamana kadar hiçbir şey yoktu, demek ki beynimde bir arıza oluştu ve bana sürekli farklı hissettiriyor" gibi ilkine benzer derecede tehlikeli bir hâle bürünürsünüz. Burada aynı zamanda beyninizin içinden "ilaç! ilaç! ilaç!" çığlıkları da yükselebilir... Gelelim üçüncü ve en önemli neticeye. Bu netice, sizin yapacağınız bir yorumdan çok işin uzmanının hayatınızı yeniden sizinle buluşturacağı (kopan bağları tamir edeceği) bir dönemin başlangıcıdır: Depresyon kafanın içinde olup bitenlerden çok hayatında ne olup bittiğiyle ilgili bir hastalık. Onu tetikleyen şeylere bak: kaygı, huzursuzluk, öfke, baskı, endişe. Peki bunlar nerelerde olur? Evde, okulda, ofiste, ailede, çevrede, mahallede, şehirde, ülkede. Kısacası beyninin dışında kalan her yerde ama beyninin de maruz kaldığı yerlerde.

Gazeteci-yazar Johann Hari'nin geçtiğimiz dönemde bağımlılık üzerine yaptığı TED konuşmasından (bağlantı) hatırlayanlar olabilir. Aslında bu konuşmasında Hari'nin bağ kurma, bağımlı olma ve bağlanma gibi meselelere ne kadar kafayı taktığı hemen anlaşılıyor. Nitekim Mayıs 2019'da Barış Engin Aksoy'un harikulade çevirisi ve Metis Yayınları'nın alıştığımız titizliğiyle bu meselelere meraklı olan okurlara çok kritik bir kitap "merhaba!" dedi. Bu merhaba, şimdilerde aynı tür kitaplarda sıkça görülen merhaba'lardan çok daha farklı. Tamamen gerçek hikâyelerden oluşan, o hikâyelerin peşine düşmesine vesile olan bilim insanlarından alınan işaretlerin aktarıldığı, bağların kopmasına neden olan şeylerle birlikte tamirin nasıl mümkün olabileceğinin anlatıldığı, komple 'iyileştirici' bir kitap Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler. Beni en çok etkileyen, meslekî anlamda bu işi yapmayan biri tarafından çok ciddi emeklerle ve dünyayı dolaşarak yazılmış olması. Evet bazı 'işleri' iş olarak görmeyip, insanın insana umut olabileceği meselesi dünyanın her yerinde yankı buluyor. Bu hem meraklı hem de okur olarak fevkalade memnuniyet verici.

Hari, bugün de çok konuşulan ve gittikçe de daha çok konuşulan kopuklukları dokuz neden olarak sıralamış: Anlamlı çalışmadan, diğer insanlardan, anlamlı değerlerden, çocukluk travmasından, statü ve saygıdan, doğal dünyadan, umutlu/güvenli bir gelecekten kopuk olmak sekiz neden. Dokuzuncu neden ise genlerin ve beyindeki değişimlerin gerçek payını içeriyor. Esasında yumruğu da bu bölüm vuruyor: "Yaşadığınız acının kökenini beyninizi parçalarına ayırarak anlayamazsınız. Bunun için televizyonunuzun ya da beyninizin aldığı sinyallere bakmanız gerekir. Depresyon ve kaygı "dokularda psikolojik sorunlardan önce gelen gerçek bir arıza bulunduğu için beyinde büyüyen bir tümör gibi değil," diyor Marc Lewis. "Öyle bir şey yok. Bunlar -dış dünyanın sebep olduğu sıkıntı ile beynin içindeki değişimler- el ele gidiyor.". Yaptığı ilk ve tek yemin töreni konuşmasında John F. Kennedy şöyle demişti: "Kendinize ülkem benim için ne yapabilir diye değil, ben ülkem için ne yapabilirim diye sorun.". Marc depresyonun kökenlerini ve bunların beyinle ilişkilerini son yirmi-otuz yılda bize öğretilenden daha isabetli bir şekilde düşünebilmek için, psikolog W. M. Mace'in yıllar önce JFK'den esinle söylediği bir şeyi bilmenin faydalı olacağını söylüyor: "Kendinize kafamın içinde ne var diye değil, kafam neyin içinde diye sorun."

İnsanların yaşamlarındaki bağlardaki kopuklukları fark edebilmeleri için her ne yaşıyorlarsa yaşasınlar bağlantıda kalmaları, yani sinyal alabilir vaziyette olmaları gerekiyor. Oysa ilaçlar hem bağlantıda kalma olasılığını hem de sinyal alabilecek zihin dinginliğini hırpalıyorlar. Hissedilmesi gerekenler hissedilmiyor, verilmesi gereken tepkiler verilmiyor. Özellikle bizim ülkemizde 'ağır kafa hapı' kullananlar için hep 'ölü gibi' tabiri kullanılır; eylemsiz, hissiz, tepkisiz. Zaten bir sürü bağ kopmuş ki o hâle gelinmiş, bir de hayatla olan bağ fiziksel ve ruhsal olarak ilaçlar vasıtasıyla koparıldığında iyileşme için ne beklenecek? Hari'nin sunduğu çözümler içinde bu anlamda en önemlisi insanlarla bağ kurmak. Topluma karışmak. Yanlış anlaşılmasın, sürüye değil topluma. Bir başkasının hikâyesine ortak olmaya, bir başkasının hayatıyla kendinden çıkmaya. Şu paragraflara çok dikkat: "En banal, en basmakalıp klişelerimizden birini düşünmeye başladım: Sen ol. Kendin ol. Birbirimize habire bunu söylüyoruz. Bununla ilgili memler paylaşıyoruz. Kafası karışık, canı sıkkın insanları cesaretlendirmek için bunu söylüyoruz. Şampuan şişelerimiz bile bize bunu söylüyor - çünkü sen buna değersin. Oysa bana depresyondan çıkmak istiyorsan sen olmamayı öğretiyorlardı. Kendin olma. Ne kadar değerli olduğuna saplanıp kalma. Bu kadar berbat hissetmenin bir sebebi sürekli kendini düşünmek zaten. Sen olma. Biz ol. Grubun parçası ol. Grubu buna değer hâle getir. Mutluluğun gerçek yolunun ego duvarlarımızı yıkmaktan, kendini başkalarının hikâyelerine bırakmaktan, onların hikâyelerinin seninkilere karışmasına izin vermekten, kimliğini birleştirmek, senin zaten hiçbir zaman sen -yalnız, kahraman, üzgün- olmadığını fark etmekten geçtiğini söylüyorlardı bana. Hayır, sen sen olma. Etrafındaki herkesle bağ kur, bağlantı içinde ol. Bütünün parçası ol. Kalabalığa hitap eden adam olmaya çalışma. Kalabalık olmaya çalış."

Milenyumun devasa bir yalan olduğu ortaya çıktığında 'sistemler' derhal devreye girmiş ve insanları oyalayacak, hatta hayatlarını koca bir illüzyona çevirecek yepyeni 'şeyler' üretmişlerdi. Bu şeylerin kronolojik bir listesi yapılacak olsa, son sırada büyük harflerle sosyal medya yazardı hiç şüphesiz. Yaşamadığımız o konforlu ve huzurlu hayatımızla Instagram'dayız. Çilesi çekilmemiş sahte bilgeliğimizle Twitter'dayız. Görünme ve onaylanma isteğimizle Facebook'tayız. Doğadan kopuşla birlikte sosyalleşme de farklı bir alana kaymış durumda. Bu alan komple dijital, bütünüyle çöplük. Hikâye denen mekanizma hepimizle dalga geçer gibi bizden bir anı istiyor ve bu anıyı yirmi dört saat içinde çöplüğüne gönderiyor. Zygmunt Bauman'ın tabiriyle "Iskarta Hayatlar" yaşamaya çoktan alıştık gibi görünüyor. Hari'nin sunduğu çözümler arasında bir sosyalleşme reçetesi bulunuyor. Doğal ortamla meşgul olmak konusunda Lisa'nın peşine düşüyor Hari. Onunla geçirdiği zamanın neticesinde şu öğüdü kulağına küpe ediyor: "Şehir içinde ufak bir çalılık alan bile olsa doğal ortamla meşgul olmanın farklı bir tarafı var... Toprakla yeniden bağlantı kuruyor, ufak tefek şeyleri fark ediyordum. Uçakların ve trafiğin sesini duymaz oluyorsun, aslında ne kadar ufak, ne kadar önemsiz olduğunu hissediyorsun. Orada sadece ben yoktum. Gökyüzü vardı. Güneş vardı... Mesele sadece ben değildim. Mesela sadece benim adaletsizliklerle mücadelem değildi. Burada daha büyük bir resim vardı ve benim yeniden o resmin parçası olmam gerekiyordu. Bahçedeki kaldırımda oturmuş ellerimi çiçek tarhına sokmuşken böyle hissediyordum."

Yine sosyalleşme bahsi için Bromley-by-Bow Merkezi'ne gidiyor Hari. Burada bir doktor olarak 'bilgi sahibi kişi' gibi davranmanın eğitimini alan Sam'le buluşuyor. Ondan duydukları, bir rahatsızlığı fark etmenin, onu anlatmanın ve sahiden dinleniyor olmanın önemini ortaya koyuyor: "Doktora düşen en önemli görev hastayı dinlemek. Bilhassa depreyon ve kaygı söz konusu olduğunda insanlara "Neyiniz var?" yerine "Sizin için önemli olan ne?" diye sormayı öğrendiğini söylüyor Sam. Bir çözüm bulmak istiyorsanız, depresyon veya kaygı yaşayan insanın hayatında neyin eksik olduğunu dinlemeniz ve o eksik olan şeye ulaşmalarına yardımcı olmanız gerekiyor."

Yeniden bağ kurmak üzerine Hari tarafından sunulan yedi çözüm (yahut başka türlü antidepresanlar) diğer insanlarla bağ kurmak ve sosyalleşme reçetesiyle başlıyor. Devamında anlamlı bir işle uğraşmak, anlamlı değerlerle yaşamak, duygu paylaşımından doğan sevinç ve kendine bağımlılığı aşmak, çocukluk travmasını kabul etmek ve aşmak, geleceği geri kazanmak şeklinde devam ediyor. Bir boşluğu doldurmak üzere yaşayan insanların anlamdan kopuk olduğunu, onların sadece bir şeylere sahip olmak (iyi bir kartvizit, lüks bir araba, konforlu bir ev) peşinde koşuşturduklarını söylüyor. Bu koşuşturmanın, insanların gerçekten anlam bulabilecekleri ve bağ kurabilecekleri şeylerle olan mesafeyi gittikçe açtığını, özellikle de ara sıra tatmin olan ve bazı hazlar yaşayan insanların içlerinin boşaldığını anlatıyor. Çünkü bunların hiçbiri kalıcı değil, değerli değil. Hepsi geçici ve insanın içiyle hiçbir irtibatı yok. Bir boşluğu doldurmak için sürekli başka boşluklarda salınan insan bir zaman geldiğinde malum sonla ve şu acımasız ama haklı sorularla karşılaşıyor: Ben ne yapıyorum? Yaptığım işle bağlantım ne? İçinde bulunduğum çevreye nasıl bir katkım var? Kendimi değersiz hissetmemin sebebi ne? Netice: Benim hayatımın bir anlamı yok!

Depresyon, vücudun verdiği bir tepki. Şuraya dikkat: "Depresyonun yaygın belirtilerinden biri 'gerçeklik kaybı' denilen şeydir. Yaptığınız hiçbir şeyin sahici ya da gerçek olmadığını hissetmeye başlamak.".Tıpkı Hari'nin kitabı yazma hikâyesinin başında anlattığı gibi, "duy beni!" diyor vücut. Bu acının, bu kederin, huzursuzluğun, endişenin bir kaynağı var. Kaygılı olmanın bir sebebi var. Şu mesajı iyi dinle, bu mesaj senin hayatını değiştirecek ve yeniden bağ kurmanı, hatta eskisinden daha sağlıklı olmanı sağlayacak. Dinle, duy! Hopkins Psychedelic Research'te gerçekleştirilen deneylerin yürütücüsü William A. Richards (Bill) şöyle diyor: "Depresyon bir nevi sınırlanmış bilinçtir. İnsanların kim olduklarını, neler yapabileceklerini unuttuklarını, takılıp kaldıklarını görebiliyorsun. Depresyonda olan pek çok insanın gözü çektiği acıdan, aldığı darbelerden, hissettiği hınçtan, yaşadığı başarısızlıklardan başka bir şey görmüyor. Mavi göğü, sarı yaprakları görmüyorlar."

Hari'nin özellikle ev, aile ve mahalle üzerine düşüncelerini çok değerli buldum. Ona göre insanların günler ilerledikçe kendilerini daha fazla yalnız hissetmelerinin altında, onların daima birlikte olmalarını sağlayan aile, mahalle gibi yapıların darmadağın olması yatıyor. "Kabilelerimizi dağıttık" diyor ve hepimizin "Acaba kendi başımıza yaşayabilecek miyiz?" sorusunun peşine düşen bir deneye kalkıştığını, sonucun aslında en başından belli olduğunu söylüyor: "Bizden önce insanlar için ev topluluk demekti - etrafımızdaki insanların oluşturduğu sıkı ağ, bir kabile. Bu kaybolmuş durumda. Ev hissimiz öylesine zayıfladı ki artık aidiyet ihtiyacımızı karşılamıyor. O yüzden evimizdeyken bile ev özlemi çekiyoruz."

Kaybolan Bağlar, hayatında hep bir şeylerin yarım olduğunu hissedenlere, her olumsuzlukta kendisini ya da çevresini suçlamaya hazır olanlara, yapıp ettiklerinde anlam ve değer eksikliği yaşayanlara, geleceğe dair sürekli plan yapan ve dolayısıyla kaygıyla yaşayanlara çok önemli şeyler söylüyor. O bezginliklerin, sancıların, uykusuzlukların ya da uyuşuklukların altında yatanı bulup çıkarmayı, o çıkanlarla yeniden bağ kurmak gerektiğini hatırlatıyor: "Bulantınıza ihtiyacınız var. Çektiğiniz acıya ihtiyacınız var. Bir mesaj bu, bu mesajı dinlemeniz gerekiyor. Kaynağını görmemizin tek yolu o acıyı dinlemekten geçiyor - ancak o zaman, gerçek nedenlerini görebildiğimizde o acının üstesinden gelebileceğiz."

Not: Hari, kitabı yazmasına vesile olan sebeplerden bahsederken iki kitabın üzerinde özellikle duruyor. İlki Joanna Moncrieff'in İlaçla Tedavi Efsanesi. İkincisi Stephen Grosz'un İncelenen Hayatlar'ı. İlgilerinize...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf