12 Şubat 2024 Pazartesi

Kaderine uygun bir kılıf bulmak

Sırlar insanın kamburunu inşa eden tuğlalardır. Bu tuğlalar, büyük şehirlerde daha yavaş duvar örerken küçük yerlerde bir ivedilik hâkimdir. Komşulardan gizlenenler, akrabaların bilmemesi gerekenler, çekirdek aile içinde odadan odaya, kalpten kalbe kaldırılanlar nihayetinde insanın kendine bile söyleyemedikleri şeyler. Fatma Nur Kaptanoğlu’nun üçüncü kitabı Ateşten Atlamak, arka kapak yazısında böyle bir sırrın varlığından bahseder. Okur merakla bu sırrın peşine düştüğündeyse iki uzun öykü ile karşılaşır. Bu sır ilk öykü olan Ateşten Atlamak'ta daha aşikârken ikinci öyküdeki “Daha Uygun Bir Kader"de gizli saklıdır.

Kitabın ilk yarısını oluşturan Ateşten Atlamak'ta Sonya ve kendi adını hiç zikretmeyen başkarakterimizle tanışıyoruz. Başkarakterimizin annesiyle denizden taş topladığı bir sahneyle açılıyor öykü. Burada dikkat çeken ilk unsur, taş toplarken annenin kızına dua etmesini söylemesine rağmen kızının içinden şarkı söylemesi. Anne gelenek ve din noktasında hassasiyetlere sahip; ancak bu hassasiyetin kitabî değil de geleneksel bir zeminden beslendiği geçiyor okura.

Taş toplarken elinden on üçüncü taşı düşüren karakterimiz, bir uğursuzlukla mı karşılaşacak acaba diye sormadan edemiyor insan. Öykünün ilerledikçe isimsiz karakterimizin Sonya ile duygusal bir yakınlık kurduğunu görüyoruz. Okurun dikkatini çeken sır, bu yakınlaşmanın katmanlarından biri. Bu sır esasında annenin de bildiği ancak bilmezden geldiği bir konu.

Öykü boyunca başkarakterimizin annesiyle ilişkisi dikkat çekiyor. Küçük yerlerde çocukları iyi okullar okuyan, iyi işlerde çalışan ebeveynlerin övgü tokmağıyla, buldukları ilk kişinin yanında çaldıkları davullardan bahsediyor Kaptanoğlu. Çocuklarını överek belki de kendi gelemedikleri yerlere gelmiş hissi yaşıyordur bu anne babalar kim bilir. Bu tutumdan rahatsız olan ancak elinden bir şey gelmeyen karakterimizin iç sesini de epey yakından işitiyoruz.

Hıdırellez ritüelleri ekseninde şekillenen öykü başkarakterin ateşten atlamasıyla o küçük sırrını ifşaya hazırlandığı hissi veriyor okura. Kim bilir yan komşunun kulağına çalınmıştır bile belki bu sır ve tüm mahalle duyar. Peki, böyle olsa ne olurdu diye soruyor okur, muhtemelen aile yaşadığı o küçük şehirden onları kimsenin tanımadığı başka bir şehre giderdi. Böylece Sonya ile başkarakterimiz belki de birlikte olabilirdi.

Daha Uygun Bir Kader” adlı ikinci öykünün ana karakterinin ismi bilinse de bu okura kahramanı ilk öykünün isimsiz karakterinden daha çok tanıma fırsatı vermiyor. Abaven ve babası arasında öykü boyunca süren bir gerilim var. Hatta Abaven babasının ölmesini isteyen bir evlat olarak karşımızda. Annesinin babasını neden çektiğine anlam veremeyerek ondan boşanmasını istiyor. Burada coğrafya eksenli bir baba eleştirisi olduğu muhakkak. Çünkü babalar, özellikle taşranın bunaltan havasının baskın olduğu yerlerde tam da Abaven’in babası gibiler. Kaptanoğlu ile yapılan bir söyleşiden öğrendiğime göre Abaven “sığınak, sığınılan yer” anlamına gelen Ermenice bir kelimeymiş. Abaven otuz yaşında ve hâlâ üniversiteyi bitirememiş… Bu durum da babası ile olan gerginliğinin ana sebebi gibi dursa da tipik bir oedipus kompleksi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü annesine karşı daha sahiplenici bir tavır içinde. Ancak burada yine kasabadaki kadınların her şeye rağmen kocalarına katlandıkları ve boşanmak gibi bir fikri akıllarında geçiremedikleri gerçeğiyle de karşılaşıyoruz.

Öykünün dikkat çeken diğer karakteri ise Linda. Abaven’in zamanlı zamansız çalan kilise çanına merakı sonucu tanıştığı, evinde ağırlandığı Linda. İki karakterin ortak noktası ise babaları. Linda’nın babası onu çok küçük yaşta terk etmiştir, yani vardır ama yoktur da aynı zamanda, tıpkı Abaven’in babası gibi.

Abaven kendi güvenli alanından başını en fazla Linda’nın evine kadar çıkarabiliyor. Yani ateşten atlamaya cesaret edemiyor ve mümkün bir kaderin içine sığınıyor. Bu tutumunda kız kardeşini kaybetmiş olmasının payı da büyük, çünkü insan kardeşini kaybetmişse ve başka bir kardeşe de sahip değilse Abaven gibi, anne babasını bırakıp bir yere gidemez. Her ne kadar öykünün başında şehirden anne babasını ziyarete gelen Abaven ile karşılaşsak da öykünün sonuna geldiğimizde kendi kabuğunu kıramayan bir Abaven bekliyor bizi.

Her iki öyküyü de kendi hayatının iplerini eline almak açısından okuduğumuzda Ateşten Atlamak'ın başkarakteri bu cesareti naif bir biçimde de olsa gösterirken, Abaven’in kaderine saplanıp kalan bir karakter olduğu hissi yoğun. Çünkü varlığını yokluk çamuruna gömen babaların çocukları hayatta her zaman bir iç sıkıntısının gölgesi olarak gezer. Linda bir gölge, Abaven de öyle. Gölgeler neşet ettikleri asılları her zaman huzursuz ederler. Abaven’in babasının huzursuzluğunun asıl kaynağı budur belki, Linda’nın babasının onu terk ettikten sonra hiç aramaması gibi.

Her iki öyküde de babanın gölgesinin düştüğü yerlerde diş izleri var. Küçük yerlerin bir kaderi olarak babalara dışarıdan susulur ama insanın içi hep konuşur. O iç bir çetele tutar. Bu çeteledeki diş izlerini hiçbir merhem iyileştirmez. Hatta öyledir ki insan çocukken bu acıyla ağlamayı becerir ama büyüdükçe, kalbimizdeki tüm ısırıklar saklanması gereken birer sırdır, görenlerin bile inkâr ettiği…

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

En çok kendinin farkında olmaya çalışmak

Herkes zaman zaman hayatının muhasebesini yapar. Kişi ne kadar kaçınırsa kaçınsın başına bir “musibet” isabet eder ve muhasebe kaçınılmaz olur. Ancak hiçbir muhasebe “nihai” ve “mutlak” bir netice vermez. Sonuçta zamanla ve mekânla sınırlı bir hayatımız ve idrakimiz var. Öldükten sonra hakkımızda yapılan “toplamlar” ömrümüz bitmiş bile olsa hakkımızda yapılacak hesaplaşmalar yapıldığı dönemlere ve muhasebe yapan kişilere ait birer ara toplamdan ibarettir. Neticede “insanoğlu”nun bütün hesaplamaları ve hesaplaşmaları ara toplamdır. Neyse bu başka ve uzun bir konu zaten.

Bugünkü Ara Toplam, Ahmet Mümtaz Taylan ile Irmak Zileli’nin gerçekleştirdiği nehir söyleşi kitabı. Ahmet Mümtaz Taylan hakkında müstakil bir yazı kaleme alıyor olsaydım başlığı “Farkındalık Maratoncusu” olurdu. Zira Ara Toplam'dan okuduğum kadarıyla Taylan, kendisini “farkındalığını” korumak ve geliştirmek için “uzun soluklu” bir mesaiye vakfetmiş. Evet, bir yüz metreci de olabilirdi Taylan. Bu da saygı değer bir tercih olurdu elbette. Ancak o zaman dikkati, farkındalığı başka türlü gelişirdi. Başka bir insan olurdu.

Seni anlatan şey söylediklerin değil, en çok yaptıkların” diyen Taylan, farkındalık maratonu esnasında en çok kendisinin farkında olmaya çalışmış ve en çok kendisini eleştirmiş. Adım adım kendini inşa etmiş. Onun farkındalık maratonunu gelin bir de kendi cümlelerinden okuyalım:

Yani çiçek yapmak da asfalt döşemek de delik delmek de hepsi bugün yaptığım işle ilgilidir. Yani rejiyle, oyunculukla, yazmakla, yazmaya çalışmakla ilgilidir; birebir ilgilidir. Dinamit deliği delmenin oyunculuğa faydası vardır.

Kitabın ilerleyen sayfalarında Taylan’ın dinamit deliği delme ile eskrim sporu arasında kurduğu bir benzerlik de var ki buraya alıntılarsam aynı tadı yakalayamayacağım kanaatindeyim. Kitaba müracaat etmekte fayda var.

Hatırladığım kadarıyla İsmet Özel, iyi bir şairle iyi bir marangozun muhabbet etmesi halinde iyi bir şairle kötü bir şairin konuşmasından daha anlamlı bir sonuca ulaşabileceğini, bu sohbetten iki tarafın da çok faydalanabileceğini söylemişti.

Ahmet Mümtaz Taylan bu anekdotun neresinde duruyor peki? Tabii ki “iyi bir aktör” tarafında. Mesleğini, sanatını ciddiye alan, onu en iyi şekilde yapmak için gayret gösteren ve yeteneğinden ziyade gayretini anlamlı bulan Taylan, aktörlüğünün hakkını vermek için zihninde sık sık ara toplam almış. O ara toplamların hasılasının büyük kısmını onun oyunculuk performansında görüyoruz. Hasılanın yazıyla en ifade edilebilir kısmı ise Ara Toplam'da kitaplaşmış.

Yine de ne yalan söyleyeyim, kitabın içindekiler sayfalarından ara başlıklarını okuyunca biraz tedirgin de olmadım diyemem. “Bir Yaşam Refleksi olarak Farkındalık”, “Eleştiriyi Karşılamak”, “Yapmak İstediğin İşi, Olmak İstediğin İnsanı Seçmek”, “Kendinle Barışık Bir Hayat”, “Aslolan Vicdanı Temiz Tutmak”, "Öğrenmek Ama Nasıl?”, “Yeteneğini Keşfetmek ve Geliştirmek Nasıl Mümkün Olur?” “Konfor Alanından Çıkmak” gibi başlıkları art arda görünce bir kişisel gelişim kitabını mı okumak üzereyim tedirginliği kapladı benliğimi.

Ancak sayfalar ilerledikçe kitabın bir kişisel gelişim gurusunun önü arkası sorgulanınca geriye ileri tutar yanı kalmayan satırlarıyla alakası olmadığını görerek rahatladım. Taylan kitabını şu sözlerle nihayetlendiriyor: “Ben bütün bunları zaman içerisinde öğrendikçe unutmamaya çalışarak ve her gün ertesi gün bir daha hiç çalışmayacakmış gibi çalışarak yürütmeye çalıştım. Bu benim yordamım.” Kitabı standart piyasa işi bir kişisel gelişim kitabından farklı kılan tam olarak bu. Özellikle de “Bu benim yordamım.” cümlesi. Yaşanarak, çalışarak, okuyarak, düşünerek geliştirilen ve içselleştirilen bir yordam Taylan’ın yaptığı. O bu yordamı kimseye dayatmıyor, kestirme ve kolay bir yöntem önermiyor. Ara Toplam kendini iyi hisset, evrene pozitif mesaj gönder tadında mesajları kopyalayıp yapıştıran bir kitap değil.

Ara Toplam'da Taylan’ın hayatında yer eden insanlarla tanışıyoruz. Mesela “ustam” dediği tiyatro sanatçısı Yücel Erten. Ancak bu noktada bir ihtarda bulunmam lazım. Kitapta yer alan insanların anlatılma sebebi onları okurun merakını yüksek tutacak birer magazin sosu olarak kullanmak değil. Dolayısıyla kitaptan arkadaşlarla kahve içerken tatlı tatlı dedikodusunu edebilecek materyal devşiremiyoruz.

Mesela Yücel Erten’den bahsederken nehir söyleşi, tiyatroda usta-çırak ilişkisinden, insan ustasını nasıl seçer sorusuna; oradan da “çırak ustasını eleştirebilir mi?”ye akıyor. Taylan, büyük laflar, hayatında karşılığı olmayan sözler etmiyor. Esasen burada bahsettiğim “büyük laflar” zinciri kolayca üretilebilir bir şeydir ve kolayca ve hatta keyifle de tüketilebilir. Ancak ne yazan için ne de okuyan için netice hiç de besleyici olmaz.

Kitabın sonunda yer alan “Sevdiklerim” listesi de okurun dikkatine yeni filmler, kitaplar ekleyecek yahut zaten bildiği kitapları, filmleri tekrar ve yeni bir bakışla seyretmeye sevk edecek nitelikte. Her ne kadar bir tarih kitabı olmasa da yakın tarihin Ahmet Mümtaz Taylan’ın hayatında bıraktığı izleri takip edebileceğimiz bir kitapla karşı karşıyayız. Ara Toplam'da yer alan ve yer almayan her detay, bir şekilde okuru olan bitene farklı bir açıdan bakma isteği uyandırıyor. “İnsanın Yurdu Neresidir?” sorusuna Ahmet Mümtaz Taylan’dan çok farklı bir cevap verseniz bile onun verdiği cevabın da sizin kendi ara toplamınıza bir katkısı olacağını düşünüyorum.

Ara Toplam'ı emsal nehir söyleşi kitaplarından ayıran temel unsur, kitapta rolü soru sormakla sınırlı bir kişi ile cevap vermek için orada bulunan bir başka kişinin koordineli monoloğunun olmaması. Günümüz Türk edebiyatının dikkat çeken yazarlarından Irmak Zileli ile Ahmet Mümtaz Taylan’ın gerçek bir diyaloğundan oluşuyor Ara Toplam. Hikâye anlatmanın farklı yordamlarının temsilcileri diyebiliriz onlar için. Diyalog neymiş, nehir söyleşi nasıl yapılırmış gibi sorulara sağlam bir cevap veriyor Ara Toplam.

Ara Toplam okurunu kendi ara toplamını yapmaya davet eden bir kitap.

Sırf bu davetin hatırına bile okunabilir.

Suavi Kemal Yazgıç

6 Şubat 2024 Salı

Entelektüelin değeri ve vazgeçilmezliği

İnsan, kimi zaman da çok okumaktan yazamıyor. Bu defa bana öyle oldu en azından; üst üste okuduğum kitapların yoğunluğu altında ezilmekten yazmaya geçemedim. Yeterince sindirip düşünemediğim için yazma hissi oluşmadı. Buna rağmen zorlamalı ve yazmalıydım belki de ama içimdeki sese kulak vererek bekledim.

Yeterince demlenmeden yazmak yürümeden koşmak gibi; nefesinizin nereye kadar yeteceğini hiç bilemeyeceğiniz, dahası hedefe ulaşma ihtimalinizin genellikle çok düşük olduğu, aradığınız keyfi alamadığınız, zararlı bir yorgunluk olma ihtimali yüksek. Demlenmek için bir ömür bekleyip -Knut Hamsun gibi mesela- tek satır yazamayan yazarlar olduğunu bilmek yazamadığımız zamanlar için bir teselli midir, yoksa ıstırap kaynağı mı bu da ayrı bir soru olarak dursun.

Son bir iki aylık süreçte, geçen yoğun sükûnet döneminden sonra dönüp okuduklarıma baktım ve hangisinin en çok demlendiğini anlamaya çalıştım. İçlerinde, yazıya da başlığını veren, Malezyalı siyasetçi ve sosyolog Seyid Hüseyin Alatas’ın kitabı Entelektüeller ve Aptallar (Babil Kitap) öne çıktı. Belki de zaten üzerine sıkça kafa yorduğum bir konusu olduğu içindir, ya da yazdıkları onda daha fazla demlenmiş olduğundandır, bilemiyorum; su hazırdı demini çabuk aldı! Oysa, Cemil Meriç’ten Rimbaud’a uzanan çok geniş bir yelpazede epeyce okumuştum. Belli ki okuduğumuz kitapları sadece biz seçmiyoruz!

Seyid Hüseyin’in, benzer düşünür, alim ya da siyasetçilerden en önemli farkı Doğuyu da Batıyı da eşit derecede ve derinlikli bir biçimde biliyor olması. Bu durum, hem kendi toplumunu sert ve rahat eleştirmesine, kişisel bir hesaplaşmaya girişebilmesine hem de Batı’ya yönelik hamasi ve yüzeysel öfkelerle saldırmaksızın düşünsel bir hesaplaşma gücü gösterebilmesine imkan veriyor. Bunun tersi de oldukça geçerli bir şekilde, hem Batı’ya en sert eleştirileri ve hücumları getirebiliyor hem de kendi toplumunu ve bütün bir Şark’ı olabilecek en güçlü ve doğru yerden savunabiliyor.

Kendisini Türk okuruna çok kolay sevdirebilecek bir yazar dolayısıyla, hemen her dönem yakıcı şekilde ihtiyacını duyduğumuz ama her nedense en zor bulduğumuz türden kalemlerden. Okumaya başlar başlamaz, bu bizim de hikayemiz hissi ilk sayfadan itibaren sizi sardığı için bir süre sonra yabancı bir yazar okuduğunuz hissini kaybediyorsunuz. Temel meselesi de çok ama çok tanıdık: “Biz niye böyleyiz?”.

Kitabın benim açımdan önemi, bugünlerde Türkiye için de hiç olmadığı kadar değer kaybına uğradığı bir dönemde, gerçek anlamda entelektüelin değerini ve toplumlar açısından vazgeçilmezliğini güçlü şekilde hatırlatıyor olması. Aynı şekilde, entelektüelsiz bir toplumun kaba siyasetçiler elinde nasıl çocuksu ve aşırı duygulara savrularak gerçeklik kaybına uğrayacağını ve “aptallaşacağını” iyi anlatıyor.

Alatas’a göre, insan topluluğunun olduğu her yerde entelektüel de hep olmuştur çünkü bu bir gerekliliktir: “Entelektüellerin işlevi, düşünce alanında…liderlik sağlamaktır. Toplumun sorunlarını açıklayan ve çözüm bulmaya çalışanlar entelektüellerdir; fikir üretir ve bunları toplumun diğer üyelerine yayarlar. Bu faktör, büyücü-hekimlerin, şamanların veya rahiplerin entelektüellerin rolünü üstlendiği basit toplumlarda bile geçerlidir.” (s.32).

Entelektüellerin toplumla bağ kurabilmesi ve söz konusu işlevini yerine getirebilmesi için bir entelektüel kültürün -köklü bir geleneğin ya da- olması, entelektüeller arasında birbirini besleyen, eleştiren, karşı çıkan ya da destekleyen hakiki bir güçlü ilişkiye dayalı bir topluluk bilinci olmalıdır.

Entelektüel, fikri olarak toplumla yıldızı barışmasa da tek başına ya da yalnız değildir. Kendisi gibi düşünmese de birliktelik hissi duyduğu bir entelektüel grubun parçasıdır ve bu durum her görüşten insanla kurulan bir düşünsel dayanışma ilişkisi olduğu için onu aynı zamanda toplumun uzağına düşmekten alıkoyar. Entelektüel, toplumuyla organik bir ilişki içindedir: “Gerçek bir entelektüel, çevresiyle organik bir ilişki içinde bağlamsal düşünür.” (s.106). Kara kaplı kitaplar, “evrensel doğrular”, değişmez tutumlar değil bağlamlardır önemli ve daha gerçek olan! Entelektüeller topluluğu “entelijansiya” demek de değildir.

Alatas’a göre entelijansiya, “Yüksek örgün ve modern eğitimden geçmiş olanları, uzmanları ve profesyonelleri” içine alır (s.33). Oysa entelektüel, uzman ya da profesyonel demek değildir. Entelektüel -Edward Said’den de bildiğimiz gibi- “uzmanlar tarafından ele alınmayan ve alınamayan sorunlar”la ilgilenir (s.34). “Entelektüel faaliyet alanı, herhangi bir disiplin tarafından belirlenen sınırları takip etmez.” (s.34).

Entelektüelin ayırdedici vasfı, neyi nasıl düşünürse düşünsün hep bir felsefi ruhla bunu yapmasıdır. Bu nedenle, herhangi bir ideolojiye kesin bir bağlılığı söz konusu değildir. Sorgulamaların kendisini nereye götüreceğini baştan bilmemektedir. Dogmalarla ve inanç temelli düşüncelerle başı derttedir ve bu bir inanca bağlı olmadığı için değil düşünceyle inancın birbirinden ayrı doğası nedeniyledir. Her alanda -ve hatta her insanda- entelektüel ilgiyi doğuran şey işte bu felsefi ruhtur (Ne yazık ki siyasetçilerden sonra az bulunan bir başka grup da din adamlarıdır ve Alatas tam da bu nedenle istisnai bir figür olarak Cemalettin Afgani’yi istisnai ve önemli bir isim olarak kaydeder.)

Böylesi bir felsefi ruhtan ve entelektüel ilgiden yoksun din adamları, siyasetçiler, bürokratlar, uzmanlar ve hatta yazarlar, amaçladıklarının tam aksine bir biçimde kitleleri yoldan çıkarırlar çünkü sorgulama bittiğinde aslında yol da biter ve kimse nereye gideceğini bilemediği için insanlar, sanılanın aksine birbirine güçlü şekilde tutunan sıkı gruplar değil başıboş yığınlar haline gelirler. O andan itibaren hep bir yol göstericiye sıkıca tutunma ihtiyacı yakıcı hale gelir ama felsefi ruh ve entelektüel ilgiye sahip olmayan “yol göstericiler”in kılavuzluğu hemen her zaman kendi hırslarından ve menfaat arzularından beslenir. Toplum, kendisinden ve benliğinden hiç olmadığı kadar uzaklaşır. Dönüp kendini aradığında tanınmayacak halde, küçük tanıdık parçalarla birleştirmeye çalıştığı bir siluetle karşılaşır.

Dolayısıyladır ki iyi işleyen bir entelektüeller grubu özellikle Batı düşüncesi karşısında gücünü yitirmiş toplumlar açısından hayati derecede önemlidir: “İşleyen bir entelektüel grubu olmayan toplumlar, belirli bir bilinç düzeyinden ve hayati sorunlara ilişkin kavrayıştan mahrumdur.” (s.34). Bu nedenledir ki bu tür toplumlar şu dört şeyden yoksun demektir: “(1) sorunların ortaya konması; (2) sorunların tanımlanması; (3) sorunların analizi; (4) sorunların çözümü.” (s.42).

Bu tür yerlerde en az sorulan ve sorulsa da hiçbir zaman gerçekliğe dayalı olarak cevaplandırılamayan soru, “neden” sorusudur. Bu soru diğer soru kalıpları içinde eritilerek soruluyormuş gibi yapılır ama kendi başına ayrı ve güçlü şekilde sorulmaz ya da cevaplanmaz. Oysa bir entelektüelin esas sorusu budur. İşin aslı, düşünenle düşünmeyeni, entelektüelle aptalı ayıran da bu sorudur. Aptallar asla neden sorusuyla ilgilenmezler. Daha çok “kim kiminle nerede ne zaman” soruları ilgilerini çeker!

Aptallık, doğuştan getirilen biyolojik, zihinsel bir eksiklik ya da gerilik demek değildir. O daha çok hayat karşısındaki çaresizliğin zamanla baş edilemez boyutlara ulaşmasıyla geliştirilen bir konfor halinden zevk almaya çalışmakla oluşan bir boş vermişlik halidir.

Aptallar, düşünme yetisinden değil düşünme iradesinden yoksundurlar ve düşünme faaliyetinin olası sonuçlarından tedirgin olmaktadırlar. Rahatlarının kaçmasından dehşete kapılırlar ama gelin görün ki aptallar için hayat, hep bir çaresizlik hali olmaya devam eder. Büyük otoriteler, büyük güçler, büyük insanlar vardır onların hayatında ve bunlara tutunarak hayatta kalma çabası aptalların en belirgin özellikleridir. Her şeyleri ithaldir. Her şeyin dışarıdan alınabilir olduğuna inanarak kendi varlıklarını inkar etmek bir noktadan sonra artık zorunluluktur. Yakıcı bir güce düşkünlükle zayıflık aynı anda yaşandığından içsel çelişkilerin üstesinden gelmek için en etkili yol daha fazla aptalca davranmaktır. Bu insanlar, kendi başlarına kaldıklarında derin bir korku duygusu onları herkesten çok sosyal ve herkesten çok “koşturan” haline getirebilir!

Alatas’ın moderniteyi bütün toplumlar için ulaşılması gereken zorunlu bir amaç gibi sorgusuz sualsiz kabulüne ve başka birçok görüşüne pek çok itirazım olsa da entelektüellerin toplumlar için yerini ve değerini bizatihi kendi ülkesinden canlı örneklerle gösteriyor olması önemli. Tabii, bunca aptallığın ortasında böylesi kitapların olması da!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Multidisipliner bir Avrupa tarihi analizi

Zaman zaman Avrupa tarihi dersleri veren bir akademisyen olarak yaşadığım en büyük sorunlardan biri Avrupa’nın tarihinin siyasi olaylardan müteşekkil olduğu vehmine neden olan metinlere mecbur kalmak. Zira bu durumda meselelere kronolojik bir sıra ya da olaylar silsilesi olarak bakmak tek boyutlu tarihî karakterler üzerinden sonuçlara varmayı kaçınılmaz kılar. Kıldı da. Krallar, komutanlar, devletler… Tarihî örgüyü bunun üzerine inşa etmek aksak bir dizge yaratır. Bugün başta tarih lisans/üstü eğitimi olmak üzere nerede ise Tanzimat’tan beridir süregelen Avrupalılaşma gayretinin anlaşılamamasında bu bakış çok etkilidir. Zira hemen her düzenleme, mevcut duruma odaklı bir benzeme çabasına odaklanınca Avrupa için sürecin entelektüel/kültürel boyutu yok sayıldı. Yani hemen her kırılmanın Avrupa’da yarattığı değişim, dönüşüm ve dahi gelişmelerin kontrol edilebilir ya da programlı eylemler olmadığı; her siyasi-askerî yeni dönemin artalanında bir entelektüel sürecin doğal ya da sentetik olarak var olduğu/edildiği gerçeği görmezden gelindi. Bunun her zaman bilinçli bir tercih olduğunu söylemek mümkün değil elbette. Lakin konuya dair bağlantıların da doğru kurulamadığı aşikâr.

Tüm bu arıza sonunda parça parça dönem metinleri okumalarının Avrupa’yı ve gelişimini anlamak konusunda önemli mesafeler katettirdiğini söylemek mümkünse de bir bütün olarak güçlü bir giriş metni eksikliği her daim hissedilegelmişti. Hal böyle olunca François Chaubet’nin kısacık ama derin metni Avrupa’nın Entelektüel Tarihi (İletişim Yayınları, 1. baskı, 2021) sadra şifa bir kurtarıcı olarak karşımıza çıktı. Z. Hazal Louze’nin çevirisi eserin aslı yayımlandıktan nerede ise hemen sonra Türkiye’de yayımlandı ve bir sene sonra da ikinci baskısı geldi. Çalışmanın ciddi bir ihtiyaca cevap verdiği açıktı zaten.

Chaubet bu rafine metnin daha girişinde yaşlı kıtaya dair çok önemli bir arayışı, odağı dile getirir: Öteki’nin varlığı. Lakin devamında da bu arayışın temelinin, bir meraktan öte rekabet hissi ile beslendiğini de oldukça objektif bir şekilde tespit eder. Avrupalı devletler özellikle 19. yüzyıl ve devamında güçlü bir üstünlük yarışındadır. Böyle olunca da başını Almanların ve Fransızların çektiği fikir adaları, Avrupa için yeni enerji kaynakları olarak kendini gösterir. Chaubet’ye göre burada Avrupa’ya dair göz ardı edilmemesi gereken durum, benzerliklerin aynîlik olarak görülmediği bir diyalektik düzendir. Bu önemli tespit şüphesiz ki Avrupa entelektüelliğinin en değerli noktasıdır.

Chaubet eserini dört bölüme ayırırken bilindik bir anlatı metodu kullanmaz. Aktörlerini çeşitli vesileler ile Avrupa’da fikir dünyasının banilerinden seçerek bunları bir süreklilik ve dolaşım ağı içerisinde analiz eder. Gerekçe ve sonuçlarını sunar. Uluslaşma etkilerini kabul ederken hudut aşırılık dediği, başta sürgünler olmak üzere birçok gözden kaçan hareketliliği dile getirir. Ki bu bakış açısı 19. yüzyıl için olmasa da 20. yüzyılın birçok tanıdık yüzünü hatırımıza getirir (Zweig, Canetti vd.). Gelmeyenleri de zaten o zikreder (Starobinski gibi).

Chaubet bizde çok fazla dikkate alınmayan bu hareketliliğe/dolaşıma seyahatleri de dahil eder ve bazı istatistikler sunar. Ancak bunu da bir abartıya ya da tek sebepliliğe esir etmeden ve içeriden eleştirel bir metot ile sunar. Örneğin seyahatleri başka entelektüel dallar için önemserken 1879-1939 yılları arasında Sorbonne’da çalışan edebiyatçıların sadece yüzde 17,6’sının seyahat etmesini de eleştirir. Şüphesiz bu analiz görünenin ötesinde bir neden-sonuç ilişkisini inşa etmek açısından çok değerlidir. Dolayısı ile metodik bir yol da açar Chaubet. Kendi entelektüel tarihimiz açısından ciddi bir bakış açısı önerisi olarak okunmalıdır.

Chaubet Avrupa’nın baskın kültür alanları ve çekim merkezleri üzerinden bir hiyerarşik kültür düzeninden bahseder eserinde. Bunun, Avrupa için ne denli mühim bir nokta olduğunu isimler ve olaylar üzerinden izaha kalkışır. Tatmin edici sonuçlara da varır. Eserin bu yönü, onu bir ders kitabı haline de getirir. Çünkü artık netleşen ilişkiler ağı siyasete müdahil bir entelektüel birikimi de peyda ettirir. Aktörler değişmiştir. Tarihin konusu olan kahramanlar artık edebiyatın, sosyolojinin ve başka bir sürü sosyal bilimin de konusudur. Avrupa’yı anlamak bu birikimi anlamaktan geçer, açıktır.

Eserin üçüncü bölümü ve aslında ikinci yarısı görece daha tanıdık bir üslup ile ideolojik düşünceye, bu manada da siyasi tarihe kayar. Böylece dördüncü bölümde verilen ve bugün etkisi devam eden kapitalizm, sosyal devrim ya da Marksizm/post-Marksizm kavramları 19. yüzyıldan bugüne gelen bir süreçte sunulur.

Chaubet metodik olarak bir dolaşım imgesi kullanır Avrupa’yı anlamak ve anlatmak yolunda. Yeni olmayan ama gözden uzak alan aktörleri akla getirir. Gezginler, bilim insanları, sürgün sanatçılar Avrupa entelektüelliğinin asıl banileridir. Bu banilerin karşılıklı ilişkileri ve kıtanın geçirdiği dönüşümlerin siyasi düzeninin ardında yatan kültürel birikim, sadece akademik fayda açısından değil, ilgilisi için de büyük fırsat. Ayrıca Chaubet’nin önümüze koyduğu hudut ve ulusaşırılık kavramları, sınır olgusunun yeniden değerlendirilmesine de büyük katkı sağlayacak nitelikte. Hem iyi bir okuma deneyimi hem de multidisipliner bir Avrupa tarihi analizi için Avrupa’nın Entelektüel Tarihi ciddi bir fırsat gibi duruyor.

4 Şubat 2024 Pazar

Yediden yetmişe, kalbe açılan pencere

Bu memleketin evlatları ekseriyetle ta içerden, en derinden yaralıdır. Kimi fark etmez, kimi fark etse de üstüne basıp geçmeye çalışır, ama mutlaka tökezletir yaralar. Fazla dramatize etmek doğru değil çünkü büyütür de. Üstelik yürekteki çocuğu saklı tutarak büyütür. Bazen şımarık bazen bilmiş, bazen sessiz bazen de coşkulu olmamızda o çocuğun payı yok mu? Bizi temelde yönlendirenin daima o çocuk olduğunu söylerdi rahmetli Doğan Cüceloğlu. Kendini çalışmayı sevenlerin gördüğü ve bildiği hakikat bu. 

Çocuk, Köstebek, Tilki ve At evvela bizim okumamız gereken bir kitap. Yaşanacak farkındalıklardan sonra herkes kendi yaşam tecrübesine göre eşine, dostuna, çocuğuna anlatabilir kitabı. Daha doğrusu yerini bulan veya hâlâ konacak dalını arayan duygularını. İngiliz illüstratör ve yazar Charlie Mackesy, kitabın kahramanlarından biri olan atın dilinden "Aslında herkes el yordamıyla ilerliyor" diyor. Oldukça sade ve gerçek bir ifade. Dünyanın her yerinde de böyle. Giderek akıl merkezli olmamız yönünde bir dayatmayla yaşıyoruz. Bizden beklenen daima hızlı olmak, bir şeyler elde etmek ve bu uğurda gerekiyorsa birilerini ezmek, yenmek. Şöyle yazmıştım X'te: Sevginin, merhametin, şefkatin insan hayatındaki yeri malum. Ama ne hikmetse -çağın bir gereğiymiş gibi- sevgi, merhamet ve şefkat insanda bir karşılık bulamıyor sanki. Bunun daha çok edebiyatı yapılıyor. Hayvanlarda öyle değil. Sessizliğinden anlıyor sıkıntını, gözünden anlıyor neşeni. Seninle yol yürüyor. O önde sen arkada üstelik. Bu zamanda zor olan insan. Belki de tüm zamanlarda olduğu gibi.

Kırktan fazla dile çevrilmiş, pek çok uluslararası ödül kazanmış Çocuk, Köstebek, Tilki ve At; doğadan, karanlıktan ve zor durumlardan nasıl faydalanılması gerektiğine dair de sıra dışı bir çalışma. Yedi yaşındaki bir çocuk da, yaşam yolunda epey tecrübe kazanmış bir yetişkin ya da ihtiyar da çok şey alabilir kitaptan. İfadeler her ne kadar yumuşak, hatta tüy gibi hafif görünse de bizi yüzleşmemiz gereken meselelerle bir araya getiriyor aslında. Bunun için yazıldığı da ayan beyan ortada. Kitaptaki çizimlerin dünyanın birçok şehrindeki hastane ve okul duvarlarına, trafik ışıklarına, kafe ve kitapçı vitrinlerine asıldığı belirtilmiş yazarın internet sitesinde. Sahiden de insan bazı sayfaları ya cebinde taşımak ya da odasının, belki ofisinin görünür bir yerine asmak istiyor.

İçimizdeki Çocuk kitabında Cüceloğlu, "Yetişkin çocuğun içinde kendinin de bilmediği doldurulamayacak bir boşluk vardır. Bu boşluk kendini şöyle belirtir: Kişi mutsuzdur ve mutsuzluğunun kaynağını dışarıda bir nesne, olay ya da kişide arar." diye yazmıştı. Bugün kendimizi kusursuz bulduğumuz, suçu hep başkasından aradığımız, bizden başka herkesi sorumsuz gördüğümüz bir duygu dünyasına hapsolmuşken, elbette bir şeylere en başından başlamak zor. Ama bir yerinden başlamazsak işler daha da içinden çıkılmaz bir hâl alacak. Hakikat taşrada arandığı müddetçe bir zaman kaybıdır. Hakikat insanın kalbinden başlayan ve kalbine dönen, dairevi bir süreçtir. Bu kendinden kendine seyir, kişi eğer gayretinde ve mücadelesinde aşk ile şevk ile hareket ediyorsa, muhakkak netice verir. Kişi kendi kalbini keşfettikçe duyguları geri gelir. Üzeri örtülmüş her güzellik açığa çıkar. Tüm bu hadiseler sonrasında ruhun cevheri de mutlaka yüzünü gösterecektir.

Şimdi, kendiniz ya da sevdiğiniz biri için en anlamlı hediyelerden biri olabilecek bu kitaptan birkaç alıntıyla yazıyı bitirmek isterim.

"Başarı ne sence, diye sordu çocuk. Sevmek, dedi köstebek."

"Sence en büyük zaman kaybı nedir? Kendini başkalarıyla karşılaştırmak, dedi köstebek."

"Tanıdığım yaşlı köstebeklerin çoğu, keşke korkularımızı daha az dinleseydik, hayallerimize daha çok kulak verseydik diyor."

"Sahip olduğumuz en büyük özgürlüklerden biri, olaylara nasıl tepki verdiğimiz."

"Çok tuhaf değil mi? Sadece dışımızı görebiliyoruz, oysa hemen her şey içimizde oluyor."

"Genellikle en zor kendini affediyorsun."

"Bence herkes yuvasına dönmeye çalışıyor, o kadar, dedi köstebek."

"Söylediğin en cesurca şey neydi, diye sordu çocuk. Yardım et, dedi at."

"Yardım istemek, pes etmek demek değildir, dedi at. Pes etmeyi reddetmek demektir."

Yağız Gönüler

2 Şubat 2024 Cuma

Eksiklerinizi şiirle tamamlayın

Serap Kadıoğlu’nun ilk kitabı Eylül Biraz, 2018 yılında çıkmış ve iyi kanaat ve düşüncelerimi dile getirmiştim. İlk kitaplarla ilgili yazmak hiç kolay değil, zira ikincisini ve beklemek gerekir. Yine de kumaşın bir parçasından elbisenin bütünü ile ilgili karar vermek ya da fikir yürütmek değerlendirme yapacak kişinin elini kuvvetlendirmektedir. 

Bunu ilk kitapta da söylemiştim şimdi de söylüyorum: Serap Kadıoğlu yeni durum, olay, olgu ve kelimelerle tanıştıkça şiirini geliştirip renklendirebilen bir şair. Kadıoğlu’nun altı sene sonra çıkan yeni kitabı Eksik Gamze'yi henüz matbaaya gitmeden okuyabilmiş biri olarak söyleyecek olursam, Serap Kadıoğlu okuyucusuna eksik olanın da gizemi olduğu duygusunu bir gamze metaforuyla aktarabilmiştir. Edebiyat metinleri metinde yer alan kadar yer almayanın da incelikli bileşimiyle oluşur. Gamzenin olması gerektiği yerde olabilmesi için olmaması gereken yerlerden çekilmesi yüzü ve bakışı sempatiye yakınlaştırır.

Eksik Gamze kitabı sırasıyla “Sehl-i Mümteni Yaşayanlar İçin”, “Sevmeye Besmele’den Başlayanlar İçin” ve “Valizini Açmadan Gitmek İsteyenler İçin” olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Madem öyle, kitabın ismine uyalım ve kitabın şiir yüzündeki gamzeleri yoklama yapan öğretmen edasıyla saymaya başlayalım. Kitapla aynı adlı şiirde bakın şairimiz ne söylüyor:

“güzelleşir neyse ki yıllar sonra
öldürür sandığımız nice kahır
yâdımızda kalan kreşendo sevda
yanağımızda eksik bir gamze gibi ağır
gönlümüz yazdadır ama şiir kış biraz
bazı şeyler şiir olsun diye yarım kalır.”

Kreşendo bir müzik eserinde seslerin daha da ve güçlenerek artacağını, güçleneceğini belirten harekete verilen ad. Eksik ve yarım kalış dünyanın asli karakteridir. Dünya yeryüzünün en anlayışlı varlığı olan insanla bile eksik ve yarım konuşur. Aslında bu nakisadan bir güzellik devşirmiştir şair. Yüzde her yön ve her taraf gamze olsaydı nasıl yüzün bütünlüğü bozulursa kusursuzlukla inşa edilen güzellikten de sanat heyecanı neşet etmez.

Şu dizelerde de eksikliğin tablosunu çizdiği dünyaya işaret var:

anlar mıyım neden/ yıllar sonra/ babasız büyüyen kızlar/ en çok oğullarına aşık olurlar"

Ya şu dizelerdeki eksikliği artırılmış imgesel dünyaya ne demeli?

yüreğimde çağlayanlar sana akarken/ kâbus olsa dilerdim lâl olduğum kuyu/ anlatsam suya geçermiş gibi

Kuyu” ve “lal” kelimeleri derinlemesine ifadeyi çoğaltıp derinleştiren verili dilin kıskacından okyanusa açılan dilsizliğe işaret olsa gerektir. Sözün acıkışı kuyunun derinliğince sessizliğe yaklaşır. Şair dili çağlayan değil kuyudur. Aynı duyuş biçimini şairin şu dizelerinde de görmek mümkün:

şimdi/ güz kurusu geceler kaldı sabahlara/ avaz avaz susmayı öğendik.

Susmanın dili kelimeler ötesi eksiklikten kendini anlamlandırma imkânı bulur. İnsan tek başına yola çıktığında eksikliğin duyuşsak zenginliğini keşfeder:

yürümek yetmiyormuş sevince/ yol olmalı insan gidince

Yürüyenle yürünen birleşince eksiklik tamam olur ve tahayyül sınırlarına dayanır insan. İnsanın yol olması ancak yoldan çıkmakla mümkün olabilir. Kuşkusuz bu yolun sırtından inmekle başarılabilecek bir şeydir.

Bu arada, yürürken dilime takılan dizeleri de anmadan geçmeyeyim:

dağılmasın sesinle içimde büyüyen nar

her kapının ardında yarım kalmış hikayeler

kederine sustukça kadere iman gibi” 

çevgânda düşen ata benzer hayat” 

yuvasını ararken göğe çarpan bir kuştum

hangi suya vardıysan vahada bir seraptı

sanki tenha yüzünün denize kıyısı var” 

Dünya o bizim yaşamak için arkasından koştuğumuz güzelliğinden firar edeli yıllar oldu. Aslında peşinden koştuğumuz dünya kısa süreliğine bir kenara bıraktığımız göğü dönünce yerinde bulamadığımız boşluğun adıdır. Serap Kadıoğlu bunu bütün kitabın sözcü şiiri sayılabilecek bir şiirle, “eksik gök” ile hülasa ediyor. Eksiklerinizi şiirle tamamlayın diyor. Haydi öyleyse akşama kalmadan yola çıkalım. Bize tahsis edilen günün kullanım süresi dolabilir.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Roma imparatorlarının son günleri

Klasik çağ üzerine çalışmalarıyla tanınan Amsterdam Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Profesörü Fik Meijer’in 2001’de Kaizers Sterven Niet in Bed adıyla Amsterdam’da yayınlanan kitabı İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Ana Bilim Dalı’nda görev yapan Doç. Dr. Gürkan Ergin tarafından İngilizceden Türkçeye çevrildi. İlk Türkçe tercümesi 2006 yılında Homer Yayınları tarafından İmparatorlar Yataklarında Ölmez adıyla çıkan eser, bu defa Kronik Kitap etiketiyle okuyucuyla buluştu.

Roma tahtına oturan imparatorların ölümleriyle ilgili yazılmış birinci el kaynaklar ve daha geri planda kalan edebi eserlerden istifade edilerek kaleme alınan kitapta M.Ö. 44’te öldürülen Iulius Caesar’dan M.S. 476’da tahttan feragat eden Romulus Augustulus’a kadar tahta geçmiş seksen yedi Roma imparatorunun yaşam öyküleri ve ölüm hadiseleri konu ediliyor. Kitapta açıkça gözlemlenebildiği gibi imparatorları ölüme götüren sebepler aynı zamanda onların yaşamlarına dair ipuçları sunmaktadır.

Yazar kitabın giriş bölümünde M.Ö. 44’ten M.S. 476’ya yaklaşık beş yüz yıl boyunca hüküm sürmüş Roma imparatorlarının son günlerini ele aldığını şu satırlarla anlatıyor:

Her ne kadar Roma İmparatorluğu M.Ö. 27’de Octavianus Augustus ile resmen ilân edilmişse de ben öyküyü Julies Caesar’ın M.Ö. 44’ten önce ölümüyle başlayacağım. Ömür boyu diktatör olarak Caesar, imparatorluk sisteminin temellerini atmıştı. Roma ordusunda subaylığa yükselmiş bir Germen olan Odovacar tarafından M.S. 476’da tahttan indirilen Romulus Augustulus ile kitap sona erer. Doğunun imparatorları 476’dan sonra tahtta kaldılar, ama onları buraya almadım. Zira, söz konusu tarihten itibaren merkezi Roma ve İtalya olan bir Roma İmparatorluğu’ndan söz etmek mümkün değildir.

Dünya tarihine baktığımızda Roma İmparatorlarından daha fazla güce ve toprağa sahip olmuş lider çok azdır. İmparatorluk döneminin ilk iki yüzyılı içinde Roma İmparatorları batıda İngiltere’den doğuda Fırat’a, güneyde Sahra Çölü’nden kuzeyde Ren ve Tuna nehirlerine kadar geniş topraklarda hüküm sürüyorlardı. Kartaca ve Helenistik dünyanın kralları, Orta ve Batı Avrupa’daki germen kavimleri Romalıların durdurulamayacağını anlamıştı. Roma imparatorları vergileri topluyor, savaş ve barış kararları alıyorlardı. Birçok imparatorun gücünün kaynağı muazzam servetleri, orduların güçlü desteği ve her isteklerini yapmaya hevesli destekçileriydi.

İmparatorluk devrinin ilk iki yüzyılında kendilerine fazla güvenen birkaçı dışında çoğu imparator uzun yıllar tahtta kalmış ve hayatları sakin bir şekilde sona ermişti.

Üçüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu ilk iki yüzyılın gölgesinden ibaretti. İmparator ve senato arasındaki iş birliği yerini anarşi ve kişisel çıkarlara bırakmıştı. Artık imparatorlar senatodan çıkmıyor bunun yerine ordunun kademelerinden yükselerek komutan olanlar tahta oturuyordu. Ordu arkalarında olduğu sürece de tahtta kalabiliyorlardı.

Üçüncü yüzyılın sonu ve dördüncü yüzyıl başlarında Diocletianus ve Constantinus imparatorluğun çöküşe doğru gidişine durdurmayı başarsalar da Roma ilk iki yüzyıldaki istikrarına kavuşamadı ve imparatorlar da hayatlarından emin olamadılar. İmparatorluk ne kadar kötü durumdaysa tahtta olan en güçlü adamın mevkii de o derecede saldırıya açıktı.

Roma imparatorları her ne kadar dünya hâkimiyetine talip olabilecek kudrete sahip olsalar da tahttan indirilme tehlikesi her an kapıda bekliyordu. Bu bakımdan imparatorlarının pek azı doğal sebeplerden ölmüştür. Ölümle cesurca yüzleşen imparatorlar olduğu gibi yaklaşan felaketlerle başa çıkamayanlar da olmuştur. İmparatorların ölüm nedenleri arasında suikast, zehirlenme, intihar etme ve savaşta öldürülme sıralanabilir. Publius Septimius Geta annesinin kucağında hançerlenmiş, Çılgın Caligula tiyatrodan çıkarken, Caracalla ihtiyacını giderirken suikasta uğramıştı. Caesar en yakınında bulunanlar tarafından yirmi üç kez hançerlenerek öldürülmüş Otho ise bir et kancasına takılarak Tiber Nehri’ne atılmıştı.

Fik Meijer akıcı ve anlaşılır bir üslupla imparatorların kişisel tarihlerini anlatırken, aynı zamanda Roma İmparatorluğu’ndaki siyasi entrikaları ve dramları çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Roma’da imparator olmanın, tehlikelere ve tahtı ele geçirmek için birbiri ardına ortaya çıkan aç gözlü rakiplere rağmen çekiciliğini tarih boyunca nasıl koruduğunu ortaya koyuyor. Bununla birlikte yazar kitabında imparatorların ölümleri hakkında daha fazla ayrıntı öğrenmek isteyen okuyucular için her bir yaşam öyküsünün sonuna en önemli kaynakları da eklediği görülüyor.

Roma İmparatorlarının son günlerini antik tarihçilerin kaleme aldıkları eserlerden hareketle anlatan kitapta ayrıca imparatorlarının soy ağaçları ve haritalar yer alıyor. İmparatorlarının yaşamları boyunca elde tutmaya çalıştıkları iktidarları, güç mücadelesi ve ölümlerini konu edinen kitap, Roma tarihine dair geniş ve sıra dışı bir perspektif sunuyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus