23 Ocak 2024 Salı

Bir şiir tercümesinin uzun hikâyesi

Türkçe tercümesi bir Rus olan Madam Gülnar (Olga de Lebedev) tarafından yapılan ve son okumasıyla birlikte takdimi edebiyatımızın efendi babası Ahmet Mithat Efendi tarafından gerçekleştirilen İblis kitabını tanıtmak arzusundayım.

Lermontov, Türk okurların yakından tanıdığı biri isim. Zamanımızın (Bir) Kahramanı başlıklı romanı ondan fazla yayınevinin klasikler serisi içerisinde yayınlanıyor. Halbuki Lermontov, romanından ziyade Rus ve dünya edebiyatında şiirleriyle (Özgürlüğün Son Oğlu - Poemalar, YKY, 2014) tanınan, romantik akımın en önemli temsilcilerinden. Yazımıza konu edindiğimiz İblis romanı da haddizatında Lermontov tarafından manzûme olarak yazılmış. Ancak bu manzûmenin ilk Türkçe tercümesini yapan Madam Gülnar, metni roman tarzında aktarmayı seçmiş. İblis, Cennet’ten kovulan Şeytan’ın yeryüzündeki avare dolaşmaları esnasında Kafkas dağlarında karşısına çıkan bir Gürcü güzeline âşık olmasını ve onu elde edebilmek için insanların hayatına sabırla ve ısrarla nasıl müdahale ettiğini anlatıyor.

Tam da burada, Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan metni bizim için önemli kılan hususa değinmemiz gerekiyor: Mütercime. Manzûmenin mütercimi Madam Gülnar; Türkçe dâhil 8-9 dil bilen, Fransız eşiyle birlikte Kazan’da yaşayan bir Rus olmasına rağmen, Türk kültürüne duyduğu muhabbet ve İstanbul’da edindiği seçkin dostları sayesinde Rusçadan Türkçeye ve Türkçeden Rusçaya tercümeler yapan ilginç bir kişilik. Madam Gülnar’ı her iki dile tercümeler yapmaya teşvik eden ise edebiyatımızın yazı makinası Ahmed Mithat Efendi.

Sultan II. Abdülhamid tarafından Stockholm’de düzenlenecek VIII. Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’ne Devlet-i Aliye’yi temsilen gönderilen Ahmed Mithat Efendi, Madam Gülnar ile trende tanışır ve hem Türkçeye hem de Türk kültürüne hâkim bu kadına hayranlık duyar. Kongre münasebetiyle başlayan yol arkadaşlığı tam dört hafta sürecek bir Avrupa seyahatine dönüşür. Ahmed Mithat Efendi, ilk kez çıktığı Avrupa yolunda kendisine mihmandarlık yapabilecek emin bir yol arkadaşı edinmenin rahatlığı içinde Avrupa sathında görmesi gereken en önemli yerleri ziyaret eder.

Madam Gülnar, bu seyahatten bir yıl sonra 13 Ekim 1890 tarihinde İstanbul’a gelir ve kendisini geniş bir hayran kitlesinin içinde bulur. Zira Ahmed Mithat Efendi, Avrupa dönüşünde intibalarını Avrupa’da Bir Cevelan (Dergâh Yay., 2015) başlığıyla yayımlamış ve Madam Gülnar’dan o kadar çok bahsetmiştir ki bazı araştırmacılar metni adeta bir “Gülnarnâme” olarak değerlendirmişlerdir. Ahmed Mithat Efendi, manevî kızı olarak gördüğü ve çok sevdiği Fatma Aliye Hanım’la (Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı) tanıştırdığı Madam Gülnar’a “Tercüman-ı Hakikat” gazetesinin sayfalarını açar. Madam Gülnar, önce Rus şiirinin en büyük ismi Puşkin’den tercümeler yapar ve dünya edebiyatıyla Fransızca metinler üzerinden buluşan Türk okuru Rus edebiyatıyla tanıştırır. Bu sırada, Türkçeden de Rus diline tercümeler yapmayı ihmal etmez.

Ahmed Müthat Efendi’nin Hayal ve Hakikat, Beliyat-ı Mudhike ve Cellat kitaplarını Dergâh Yayınları için hazırlayan Semih Doğan, Madam Gülnar’ın önce 1891 yılının Mart ve Nisan aylarında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayınladığı ve aynı yıl kitap olarak da basılan İblis tercümesini bugünkü okurların rahatlıkla anlayabileceği bir şekilde hazırlamış.

Kadir Yılmaz
twitter.com/_KadirYilmaz_84

22 Ocak 2024 Pazartesi

Eski Bursa’ya, çocukluğa, geçmişe Susuzluk

Nerelisin?” sorusu hayatımda hiçbir zaman makul bir zemine oturmadı. Ne takside, ne iş görüşmesinde, ne arkadaş ortamında bu sorunun muhatabı olmak istemedim ama oldum. İnsanımız seviyordu hitap ettiği kişinin nereli olduğunu bilmeyi. Elbette herkesin kendince bir planı vardı alacağı cevapla ilgili. Konyalıya başka, Edirneliye başka, İzmirliye ya da Karslıya başka cevaplar verilebiliyordu. Bir yakınlık kurulacaksa, burçlardan değil memleketlerden başlamayı seviyordu insanımız.

Çocukluğum boyunca Bursa’ya sık sık gittim. Hem akrabalarımın bir kısmının orada olması hem de daha sonra kuracağım ünsiyet nedeniyle Bursa, içimde giderek büyüyen bir mekanı ve zamanı temsil etti. Özellikle de babamın beni Yenişehir’de doğduğu evin önüne götürmesiyle. Zaten yazları, Kumsaz’da, dedemin yazlığında zaman geçiriyordum. Deniziyle, havasıyla, ahşap evleriyle, esnafıyla, insanıyla, Bursa bir hatıralar yumağıydı içimde. Babamın doğduğu evi görmemle beraber Bursa bağdaş kurarak oturdu göğsüme. Zaman zaman gitmek, bir süre kalmak, üzerine okumak ve düşünüp yazmak istediğim bir memlekete dönüştü. Bendeniz yine birçok akrabam gibi doğma büyüme Fatih, Kocamustafapaşalı’ydım. Babam, her ne kadar Bursa’da doğmuş olsa da kökenimizin Edirne’ye, oradan da Balkanlara uzandığını, Bursa’ya çok takılıp kalmamam gerektiğini söylüyordu. Ama o işler pek öyle olmuyor bildiğiniz gibi. Bir şehir, sizde karşılık bulduğu her şeyiyle “memleketiniz” olabiliyor. İlginçtir, yıllar sonra Turgut Cansever’den okumuştum Bursa’yla Kocamustafapaşa’nın birbirine ne kadar benzer yerler olduğunu. Okumuştum ama hissetmemiş miydim? Hem de nasıl. Kocamustafapaşa’nın sokaklarıyla Bursa’nın sokakları, insanları, avluları, türbeleri, çeşmeleri arasında müthiş benzerlikler vardı. Bana da bunları doya doya yaşamak, bunlardan coşkuyla beslenmek kalıyordu. Hakkını vermeye çalışıyorum, hem de büyük bir zevkle.

Halil Ziya Doğruöz’un Müzmin Susuzluk kitabını almam için iki sebep yetti: Biri, kitabın çok güzel olan adı. İkincisi de XIX. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olması. Güzel kitap isimlerine vurgun, Tanpınar’a tutkun biri olarak bu incecik romandan neler alabileceğim konusunda heyecanla biyografi kısmına geçtim. Yazarın Bursalı olduğunu görünce “tamam” dedim, hemen çayı demledim, önümde takribi bir saatte okunabilecek keyifli bir kitap olduğunu anlamıştım zira. Sona bırakmadan şimdiden söyleyeyim, çok lezzetli bir okuma sundu Müzmin Susuzluk. Okur, “Keşke biraz daha uzun olsaydı” der ama tadı damakta bırakmak da yazar için farklı bir büyüdür. Böylece okur, o yazarın adını zihnine kazır. Diğer kitaplarının çıkmasını bekler. Tek handikap: ilk okuduğu kitabın lezzetini arar hep, hiçbir zaman o lezzeti yakalayamayacağını bilse de.

Müzmin Susuzluk’da anlatıcı, bizi geçmişle şimdinin arasındaki hatıralar yumağına davet ediyor. Hiç sıkıştırmadan, çok fazla şehir nostaljisi yapmadan ama güzel zamanları ve güzel insanları yâd ederek, yani güzelin hakkını arayarak yapıyor bunu. Çocukluk yıllarımızda babaannelerimizden ve dedelerimizden duyduğumuz adab-ı muaşeret kaideleri, şehrin kendine has ve başka bir şehirde rastlanmayan özellikleri, insanlarının birbirleriyle kurdukları muhabbette neleri gözetip hangi noktalarda hassasiyet gösterdikleri, metnin içine süzülmüş. Birkaç misal:

Eski Bursa beyzadelerinin dışarı şapkasız çıktıkları görülmüş şey değilmiş. Bunu söylemeyi asla ihmal etmez. ‘Muhitinin adamı ol’ der. Eski Bursa’dan kim kalmış, hepi topu bir avuç insanmışız. Babaannemden bir cümleyi tekrarlayıp durdu başımda. ‘Giyinmek, adabımuaşeretin bir parçasıdır.’ Durup bir süre seyre dalar beni. Artık nereden duyduysa, kıyafetlerimizle karşılanıp şahsiyetlerimizle uğurlandığımızı söyler son olarak.

Bizim ‘eski Bursa’ dediğimiz muhitler, Emirsultan, Yeşil, Setbaşı, Heykel ve çevresi, Kayhan, İpekçilik, Maksem, Şehreküstü, Altıparmak, Çarşamba, Çekirge, Tophane, Muradiye ve Alacahırka semtlerinden ibaret. Tüm bu semtlerin ortak noktası, yani eski Bursa’nın ortak noktası yokuşları: Tırman tırman bitmeyen yokuşları.

Telefonum çaldı. Su arıtma cihazı satan bir kız böldü hikâyemizi… Yarım saat kadar tuttum pazarlamacı kızı telefonda. Alacağımdan değil, bir daha aramasın diye yaptım bunu. Kapatırken de ‘Bursa’da su çeşmeden içilir,’ dedim.

Ortak geçmiş nedeniyle, yazarın okurla arasındaki yaş yakınlığı da önem kazanıyor. Halil Ziya Doğruöz, benden 7 yaş küçük. Böylece özlediğim ve sevdiğim Bursa’nın zihnimde, kalbimde kalan parçalarını tamamlamak, hiç değilse birbirine yaklaştırmak için bir imkân doğuyor. Mesela 99 depreminden sonra akrabalarımızdan işittiğimiz ve şahitleri de olan bir ‘menkıbe’ güm diye çıkıveriyor karşıma bunca yıl aradan sonra:

99 depreminde Emir Sultan Hazretleri’nin sandukasını kaldırıp kabrinden çıktığını ve Emir Sultan Camii’nin şadırvanında abdest alıp Bursa’nın yıkılmaması için dua ettiğini gören bir adamdan söz edilir. Kimine göre kalp krizinden ölmüştür bu adam, kimine göreyse dili tutulmuş ve o gün bugündür tek kelime edememektedir.

Bursa’nın bazı muhitlerinde hayat tam ortadan ikiye ayrılır. Yani en azından eskiden öyleydi. Tophane çok başkaydı, Çekirge veya Heykel çok başka. Keza Altıparmak Caddesi çok başkaydı, Emirsultan bambaşka. Elbette konumları itibariyle birbirlerinden ayrılıyordu bu semtler. İçlerindeki saklı duran ve ancak meraklısına açılan manevi iklimi, insanlara da sirayet etmişti. Bursalılar, dünyaya belki aynı evin içinden bakıyorlardı ama pencereleri, balkonları farklıydı. Bu farklılığı anlamak için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Erenlerin Bağından kitabına, Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri’ne ve elbette Tanpınar’ın Beş Şehir’ine bakmak kafidir. Bu ‘yaşayan’ ve her okunduğunda insanı hâlden hâlde geçiren, mazinin tozlu sayfalarını yeniden pirüpak eden kitaplar, bir şehri nasıl yaşamamız, hatırlamamız gerektiğine dair de benzersiz rehberler hiç şüphesiz. Süheyl Ünver’in 1962 tarihli “Fatih’in Annesi, Muradiye, Bursa” resmine bakarken Yakup Kadri’nin şu satırlarını okumak, insana benzersiz bir idrak kazandırıyor: “Uhrevi sukunetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek isteyenler Bursa’da Muradiye Türbesi’ne gitsinler! Ölüm yalnız burada korkunç değildir. Mukaddes kitapların vaat ettiği cennet bize yalnız burada mümkün görünüyor. Burada her dakika bir meleğin kanadı gibidir. Başımızın üstünden hayatın bütün hümmalarını, gusselerini, şüphe ve endişelerini silen yumuşak ve nem-nak bir tüy temasıyle geçer. Ey bi-karar(kararsız) gönül, dakikalara ‘dur!’ diyebileceğimiz yer burasıdır. Zira buranın eşiğini aştıktan sonra bize saatlerin, bize günlerin, bize yarının, bize öbür günün lüzumu kalmıyor. Bu dakikaların her birinde ebediyetin derin ve lâyetegayyer çeşnisini tadıyoruz. Artık hiçbir zevkin daha fazlasını istemiyoruz, burada zevklerin en cavedanisine eriyoruz.

Hazır yolumuz Muradiye’ye varmışken, yazarın tüm çevresi ve tarihiyle hatırladığı Muradiye’yi de nakletmemiz gerekiyor burada:

Gerçi o ıssızlıktan, o mahzunluktan da geriye pek bir şey kalmadı. Külliye restore edildi çünkü. Hep o Muhteşem Yüzyıl dizisi yüzünden. Kimsenin bilip uğramadığı yer ziyaretçi akınına uğradı. Mustafa’nın hikâyesini öğrendi insanlar. Ama Cem Sultan ve burada yatan daha nice mağlubun hikâyesini bilmezler hâlen. Bir mağluplar kabristanıdır Muradiye Türbesi. Tanpınar’ın ‘Sabrın acı meyvesi,’ Yakup Kadri’nin ‘Dakikalarca dur diyebileceğimiz yer burasıdır,’ dediği yerdir…

Buraya kadar kitabın büyüsünü acaba olduğu gibi aktardım mı diye endişeye kapıldım. Zira bu 72 sayfalık romanı bir solukta okuyacağınız için her detayını anlatmak, hem yazarın emeğine hem de Bursa’ya, bilhassa ‘Eski Bursa’ya saygısızlık olur. Müzmin Susuzluk’un sayfalarının çevirirken size Tanpınar da eşlik edecek. Bazen bir şiiriyle, bazen Bursa’ya dair anlattıklarıyla, bazen de roman kahramanlarıyla. Kendinizi bir süre yalnız hissetmeyeceksiniz. Kitap bittiğinde yeniden yalnızlığınızla baş başa kaldığınızda Bursa’yı, çocukluğunuzu, geçmişi yâd edişin o tatlı hüznü çökecek yüreğinize. Kah tebessüm edeceksiniz zamanın acımasızlığı karşısında, kah gözleriniz dolacak dünya hayatını tamamlayan yakınlarınızı hatırladığınızda. Ama gülecek, neşelenecek ve safa da bulacaksınız bu üslubu, ahengi, iklimi güzel kitapla.

Müzmin Susuzluk, Tanpınar’ın “Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?” sorusuna bir cevap olarak da okunabilir aslında. Niçin mi? Çünkü geçmişi yaşıyoruz ve bir kenarda bırakmıyoruz. Geleceğe de o tecrübeyle, o hatıralarla, o yaralarla ve neşelerle bakıyoruz, bakmaya çalışıyoruz. Kitaplar, yazarlar, karakterler, resimler ve müzikler bu yüzden bizim yoldaşlarımız. Bilhassa geriye kalan fazla yakınımız, gidecek fazla evimiz kalmadıysa…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ocak 2024 Pazar

Ağacın öğüdünü en iyi alan elbette ki şairlerdir

Bir ağaç kadar bile bu dünyaya ait değiliz. Ağaç durur, insan yürür. Ağaç göğe doğru, insan yere doğru büyür. Ağaç büyüdükçe olgunlaşır, bilgeleşir; insan büyüdükçe yaşlanır, küçülür ve yokluğa doğru yaklaşır. Bir ağaçtan alacağımız şeyler sadece meyvesi ya da gölgesi değil elbet, ağacın öğüdünü de iyi dinleyip iyi almak icap eder. Ağacın dilini en iyi çözüp öğüdünü en iyi alan elbette ki şairlerdir. Ağaçla konuştukları zaman Pir Sultan Abdal gibi konuşurlar:

Öt benim sarı tamburam/ Senin aslın ağaçtandır/ Ağaç dersem gönüllenme/ Kırmızı gül ağaçtandır.” “Ağaçtır Kâbe eşiği/ Cihanı tuttu ışığı/ Hasan Hüseyin Beşiği/ O da yine ağaçtandır.

Şairin ağaçta gördüğünü ağaç da şairde görüyordur zahir. Ne vakit ormanlarda dolaşsam ağacın balta yemiş bir tarafından gözler açıldığına görüp susarım. O ağaçta o gözü benim tahayyül ve tasavvurumun nazik fırçası açmış olamaz. Çünkü ne vakit gitsem o göz orada kapanmaksızın durmaktadır. Hayalin göz kapakları kapanır, fakat bir ağacınki kapanmaz. İsmail Karakurt ağacın göğe doğru uzanan izini süren şairlerden. Birçok kere ağaçlarla arasındaki sohbete kulak kesilmişimdir. “Cağaloğlu’nda Tek Mimoza” şiirinin doğuşu böyledir. Bu mimoza ağacını kim kesmişse kesmiş tekliğine halel getirmişti. Kaç kez nöbetini tutmuştu kim bilir İsmail bu ağacın. Sonunda dayanamayıp şöyle demişti:

eski yokuşta söze durmuş bir Karacaoğlan düşü/ ağzımızdan yutuyorken biz sevinçlerin geçmişini/çiçek açmışsın yine hazdan kıyamet cengi/ herkes uçarak gidiyor ölüme yanı başından.

İsmail Karakurt şiiri kenardan seyredilerek anlaşılabilecek bir şiir değil. Kapalılığı ona yaklaşma biçimine göre değişiyor. Pek çok dizede kendine özgü somutlamalara rastlamamız hiç şaşırtıcı değil. Aceleci okur onun şiirini soyut ve kapalı zanneder. Hâlbuki soyut olanı somuta tahvil ederken meydana gelen ışıltıyı farklı yorumlamaktan kaynaklı bir yaklaşımdır bu. Mesela “koskoca yılları çözmüşsün rüzgâra” derken de “sevgilim/sarı öğlenim” diye sevgi sözcüklerini fısıldarken de hep görünmeyeni görünür, dokunulmayanı dokunulur kılmaktır maksudu. “Sarı Öğlen” de şairin zaman ayarıyla ilgili bir imgedir. Aynı şiirsel dokunuşu şairin Mustafa Ruhi Şirin Bey’e ithaf ettiği “Zeytin Ağaçlarının Şarkısı” şiirinde de görüyoruz. Hacıosman Atatürk Kent Ormanı’nda İspanya’dan Türkiye’ye sanki yürüyerek gelmiş gibi yorgun ama vakur, ziyaretçilerini ayakta karşılayan bin yıllık zeytin ağacıdır bu. Birçok şair gibi İsmail Karakurt da bu zeytin ağacının altında şiirler okumuştur. Bu ağacın köklerinde okunan şiirin ölümsüzlük suyu varmış gibidir. Bakın şair bin yıllık zeytin ağacının gölgesine yaslanıp ne söylüyor?

pencerenin evvelindeyken/konuşuyor benimle/ gökyüzünün yeşiliyle/tanrı.

Çoğumuz pastoral şiiri ya Faruk Nafiz Çamlıbel ile ya da Kemalettin Kamu ile tanımışızdır. Sosyal gerçeklik denilen cereyan edebiyatı tesir altına almadan evvel çiçeğin de böceğin de bir edebiyatının olabilmesi kadar doğal bir şey yoktu. Doğa ne kadar doğalsa o da o kadar doğaldı. Necip Fazıl bile pastoral olanın hecesinden geçse de doğasını yok saymamıştır. Takvimdeki Deniz, Şehirlerin Dışından gibi şiirlerde bunu yakından görmek mümkündür. Faruk Nafiz Çamlıbel “Çoban Çeşmesi”, “Han Duvarları” gibi şiirleriyle pastoral şiiri taşra eksenli, kır kökenli anlatmakta son derece başarılı olmuştur. Necip Fazıl bu pastoral edayı hem muhteva hem de şekil olarak kentleştirmiştir. Ahmet Muhip Dıranas, Kar ve Ağrı şiirleriyle daha birçok şiirinde bu şekil ve forma uygun değişime eşlik etmiştir. İsmail Karakurt’un tabiat eksenli yazdığı şiir pastoral şiirdeki şekil ve öz değişiminin son evresi sayılabilir. Modern Pastoral diye bir tabir bunu karşılamaya yeter mi bilmiyorum. Şu dizelerden cesaret alarak moderni pastoralin üstüne yasladığımı söylemeliyim:

belki de en çok kadındır yazlar/ sigarasını içen bir adamı dumanından ölürken/ öpendir/ kaplan zambağı toplar gibi öper öyle kadınlar/erkekleri.” (Yazlar Boyunca Sen-s. 51-52)

Bir de şu dizeler var altını incitmeden çizdiğim: “gün ışığı artık çiçeği çuhadan/ pili bitmiş radyolar cızırdıyor/ toprağın yüzü çizik yollarda” (Güzleri Eğiriyorum-s. 68) “her şey demirle başladı/demirle bitiyor” (Ben Sessiz Olacağım-s. 71)

Bu şiirler tabiattan kopuk ağaçlar arasına gizlenmiş insanlık hallerine dair çok şeyler anlatıyor. Bu anlatış kadim bir anlatının devamı gibi. Farkında olmadan geçip giden yıllar, ömürler değil sadece ağaçlar, çiçekler ve dallara konan kuşlar da öyle. Bunu çok sonra fark ediyor insan. Eşya ve nesnelerin hakimiyet ve tahakkümünden kurtulduktan sonra anlıyor. İsmail Karakurt gibi nesneyle savaşıp onu yorduktan sonra tabiatın asli yüzü kendini gösteriyor. Demek ki çok şey varmış yaşarken yaşamadığımız, yürürken yürümediğimiz ve anlarken anlamadığımız. Öyleyse bırakalım konuşsun şair:

demek Üsküdar deniz kokuyor
martılar zambak taklası atıyor havada
demek sokağın kedileri şen
serçelerin ne işi var dallarda

demek oğlanların kalbi lodosa yakalanmış
demek babasız kızlar çirkin
affın ve pişmanlığın içinden
eve geç gelenlerin adı lili

(Demek Koşuğu-s. 76)

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Padişahların ölümü, tahta çıkışları ve cenaze törenleri

Osmanlı tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Fransa’nın önde gelen Osmanlı tarihçileri Nicolas Vatin ve Gilles Veinstein’in kaleme aldığı 2003 yılında Fransa’nın meşhur yayınevi Fayard tarafından Le Sérail ébranlé adıyla yayımlanan eser yirmi yıl sonra nihayet Türk okurlarıyla buluştu.

Kitapta Osmanlı sultanlarının ölümleri, tahta çıkışları ve hal’ edilmelerine dair gelenek ve uygulamalar özellikle devrin kronikleri tetkik edilerek titizlikle inceleniyor. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin vefatından, reformlar çağını başlatan II. Mahmud’un 1808’de tahta çıkışına kadarki yaklaşık beş asır boyunca hüküm süren 32 padişahın vefatları, tahttan indirilmeleri ve cüluslarını eserde ele alıyor.

Aslında Osmanlı sultanlarının ölümleri, cenaze ve cülus merasimleri bugünkü Türkçe okurların ilk defa karşılaştıkları konular değil. Bu hususta akla gelen ilk akademik araştırma Zeynep Tarım Ertuğ’un doktora tezidir. Ertuğ’un bu çalışması, XVI. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Cülus ve Cenaze Törenleri (1999) adıyla Kültür Bakanlığı tarafından kitap olarak da yayımlanmıştı. Ayrıca Ali Akyıldız’ın Kral Öldü Yaşasın Kral: Osmanlı’da Cülus, Veraset ve Meşruiyet (Timaş, 2021) isimli eseri ise özellikle arşiv belgelerinden hareketle hazırlanan ve yakın zamanda neşredilen konu ile ilgili önemli kitaplardan olduğu hatırlanacaktır.

Bununla birlikte, Fransız Türkologlar tarafından kaleme alınan Sarsılan Saray her şeyden önce dışarıdan bir gözle padişahların ölüm ve tahta çıkış merasimlerine yoğunlaşması bakımından farklı bir konumda durmaktadır. Osmanlı kronikleri üzerinden yapılan bu ayrıntılı çalışma, bir kez daha bu kaynakların tarihçilere ne kadar önemli bilgiler sunabileceğini ortaya koymaktadır.

Osmanlı tarihinde bir hükümdardan diğer hükümdara geçişin çeşitli aşamalarını teşkil eden hükümdarın ölümü, şehzadenin tahta çıkışı ya da tahttan indirilişi, siyasi ve ailevi kriz, cülus, biat ve cenaze merasimleri her zaman önemli hadiseler olmuştur. Osmanlı kronikleri, seyahatnameler ve arşiv belgeleri saltanat değişimlerinin ortaya çıkardığı krizleri tasvir eden bilgilerle doludur.

Nicolas Vatin ve Gilles Veinstein hadiseleri kronolojik olarak ele almaktansa kendi içerisinde tutarlı bölümlere ayrılarak daha çok kronik ve seyahatnamelerden hareketle olayları incelemektedir. Kitapta incelenen dönem genel olarak ikiye ayrılıyor: İlk dönem, XIV. ve XVI. yüzyıllar arasındaki gelişmelere yoğunlaşırken ikinci dönem XVII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki uygulamaları kapsıyor.

Yazarlar Sarsılan Saray’ı anlatırken inceledikleri Aşıkpaşazade, Enverî, Naimâ, Neşrî, Peçevî, Selanikî, Silahtar Fındıklılı Mehmed Ağa, Es’ad Efendi gibi devrin önde gelen Osmanlı vakanüvislerinin kaleme aldıkları kroniklere müracaat ederek buralarda geçen; sultanların ölümü, cülus ve tahttan çekilmelerine dair pek çok bahsi kitapta okuyucuya aynen aktarılıyor.

Padişah tahttan indirildikten sonra artık büyük bir önem teşkil etmediğinden vakanüvisler ölümü üzerinde pek de durmazlardı. Buna karşılık tahtta öldüğü takdirde bu nizam-ı alemi ilgilendiren bir mesele olduğundan günlerce süren cenaze merasimi etraflıca anlatılırdı. Savaş meydanında şehit edilen ilk ve tek Osmanlı padişahı Sultan I. Murad’ın vefatı (1389) bu ölümler arasında istisnai bir yere sahipti. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da Zigetvar Seferi sırasında ölmesi üzerine, vefat haberinin saklanma çabaları, başkent İstanbul’a kadar günlerce süren dönüş yolcuğu ve burada gerçekleştirilen görkemli cenaze merasimi Selaniki Tarihi’nde uzun uzun anlatılmıştır.

Kitapta padişahların ölümleri ve hemen akabinde yaşananlar hakkında yeterli miktarda örnek incelenmektedir. Söz konusu esere konu olan otuz iki Osmanlı padişahından yirmisi tahtta iken vefat etmiş ve ölüm hadisesi vakanüvisler tarafından etraflı bir şekilde betimlenmiş olduğunu ifade edersek konuyla ilgili ne kadar çok kaynak/malzeme birikmiş olabileceğini tahmin etmek kolaylaşacaktır.

Öte yandan, Osmanlı’da saltanat değişimi padişahın vefatıyla olduğu gibi tahttan feragati ya da tahttan indirilmesiyle de vuku bulmuştur. Bu durumda vakanüvislerin sabık padişah hakkında kayda geçirmeye değer görecekleri pek bir şey kalmamakta, zaman zaman öldüklerine dair kısa notlar aktarmakla yetinmektedir.

Eserin sonunda Osmanlı hükümdarlarının kronolojik listesi, çalışmada istifade edilen kronikler ve müellifleri hakkında kısa bilgiler içeren dizin, Osmanlı padişahlarının kronolojik listesi ve soy ağacı, kitabın okunmasını kolaylaştırmak adına bazı Osmanlı terimlerinin açıklamasını içeren bir sözlük, İstanbul’un ve Topkapı Sarayı’nın planı yer alıyor.

Osmanlı padişahlarının ölümü, tahta çıkışları ve cenaze törenleri üzerinde edebi bir ustalıkla duran kitap, aynı zamanda konu hakkında etraflı bir bakış sunan anlatımı ve tahlilleriyle hem tarihçilere hem de konuya meraklı genel okuyucuya hitap etmesiyle dikkat çekiyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

15 Ocak 2024 Pazartesi

Mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmez

Elizabeth Farrelly’nin yakın zamanda YKY’den yeni baskısı çıkan kitabını okuyorum: Mutluluğun Sakıncaları. İlk olarak Şubat 2015’te yayımlanmış ve her nasılsa gözden kaçırmışım.

Ankara’nın Kızılay meydanında, Sıhhıye tarafındaki yaya geçidinde hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan kırmızı ışıklarda beklerken çoğu kez yaptığım gibi beklemektense yanı başındaki YKY kitap satış yerine girip yeni gelenlere göz atmalarım yeterli gelmemiş demek ki (Buradan Kızılay meydanındaki yayalar için zaten dünyanın en uzun kırmızı ışık bekleme sürelerinin uzatılması gibi bir anlam çıkmaz umarım, çok şey borçlu olsak da!)

Hele ki bu başlıkta ve kırmızı kapaklı bir kitabı nasıl atlamışım hiç bilemiyorum (Uzun süre kırmızı ışığa bakmaktan dolayı renge karşıt bir tutum oluşturmamın bir sonucudur belki de!) Oysa bu tür başlıklar her zaman ilgimi çeker çünkü bana, öylesine kabul edip düşünmeksizin yaşadığımız hayatlarımıza dair kuvvetli bir eleştiri getireceğini vadeder. Sık sık dışımıza çıkıp kendimize bakma ihtiyacı duyuyorum.

Başka hiçbir şey için değil, sadece yaşamak için yaşamanın kaçınılmaz olarak getirdiği yorgunluğu mutlu olmaya çalışarak atmak gibi bir açmazın içinde bocalayan sayısız insan tanıyorum ve bu gibi kitapları biraz da hep birlikte bu büyük boşluktan çıkış için okuyorum.

Ve çoğu kez yaptığım gibi kitabın başlığı söylemek istediklerimi yeterince anlatıyorsa ayrıca bir başlık koymuyorum ama eğer okurken kitabın başlığının önüne geçen ve üzerinde uzun uzun düşünmeme neden olan ifadelere rastlarsam onu başlığa taşımayı tercih ediyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda başlığı değiştirmemeyi baştan kafama koymuştum ama okudukça kararımdan vazgeçmemek için epeyce çaba harcamak zorunda kaldım. Ne çok başlık var kitapta, ne çok düşünülmesi ve hayatlarımızı sigaya çekme fırsatı vermesi gereken konu…; “Hayata katılma korkusu” gibi, “zırvalamanın manası” gibi, “insan sanatını giydirme sanatı olarak mimari” gibi her biri ayrı bir yazı konusu başlıklar not ettim şimdilik.

Kitap, içine düştüğümüz konfor bataklığından, teknolojiye fazlaca abanmaktan ve hakikiliğini yitirdikçe paraya tahvil edilebilir hale gelen yaşamlardaki hakikat yokluğunun yerini anlan yapay anlamlardan söz ediyor. Böyle bakınca sayısız benzer kitaptan biri gibi gelebilir ama öyle değil çünkü ele aldığı konular aynı olsa da söyledikleri yeniden düşünülmüşlük hissini hiç kaybetmiyor. Akıcı dil fark etmeden derinleştiriyor.

Büyük amaçlardan uzaklaşmakla ağırlıklarından belli ölçüde kurtulan ve özgürleşen insanların bu kez amaçsızlıktan anlam çıkarmaya çalışmak gibi bir boşlukta özgürlükleriyle savrulmamaya çalışma çabalarından bahsediyor. Yoksunlukla değer arasındaki ilişkiyi kurmamızı sağlıyor. Varlığın yokluktan daha büyük bir yoksunluk yaratabileceğini anlamamızı sağlıyor; “Bir zamanlar, umarsızca ihtiyaç duyulan bir hasat ya da başarılı bir av, tam da az bulunur olması nedeniyle, derin bir anlam (aynı zamanda, minnet dolu bir tevazu) ifade ediyorken, bugün ifrata alışmış olmamız bizi çaresizce eksikliğini duyduğumuz anlamdan yoksun bırakıyor.” (s.13).

Kitap, hayatımızı daha basit ama daha anlamlı; daha ucuz ama daha hakiki yaşayabilecemizi düşündürüyor. Hakikiliğin içinde, zevkin ve tatmin olmanın çok az yer tuttuğuna işaret ediyor ki bu bana son derece önemli geliyor. “Çok keyifli bir hayat yaşamak” zannedildiği kadar keyifli olmayabiliri düşünüyorsunuz: “Arzu her zaman tatmin edilmeye gerek duymaz. Tatmin çoğu kez bize umduğumuzdan daha az ve daha kısa süreli bir haz verir. Haz ise, elde edildiğinde bile, mutluluk getirmez. Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.” (s.19).

Günümüz insanı arzularını tatmin etmenin ötesini istiyor. Diğer bir deyişle, arzudan muaf olmak gibi bir tanrısallığın peşinde gibi gözüküyor ve tam da bu yüzden bu çağın belirleyici özelliği olarak narsisizm öne çıkıyor. Farrelly’nin atıf yaptığı (s.21), Christopher Lasch’nin, The Culture of Narcissism adlı kitabında, modern çağın belirleyici özelliğinin narsisizm ve onun da aslında bir tür “istekten muaf olma isteği” olduğunu belirtmesi boşuna değil. Çünkü, “Bu durumda, arzularımızı tatmin etmekle yetinmeyip, doyum noktasının ötesinde bile bu arzuları sürdürmekteki ısrarlı tutumumuz, arzudan muaf olma yönündeki narsisistik itkiyle açıklanabilir mi?” (s.21).

Elbette açıklanabilir. Bu imkânsız istek giderek daha doyumsuz bir insan doğuruyor. Amaca yaklaştıkça uzaklaşıyoruz; “Bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeyler mutluluk vermiyor; buna rağmen, genç bir aşık gibi, sırf bu yüzden bu şeyleri daha da fazla istiyoruz.” (s.35). Çok gerilerde bıraktığımız bir zamanların geleneksel yaşamının her yerine gizlenmiş halde bizi saran nihai anlamı aramaktansa onu arama ihtiyacımızı ortadan kaldırmak gibi insan-üstü bir işe soyunmuş vaziyetteyiz. Tam da bu yüzden, arzu etmemek üzerine kurulu bir hayatı yaşarken en küçük hazlarımızdan bile taviz veremiyor, her şeyden zevk almaya çalışırken hiçbir şeyden keyif almıyoruz. Bir süre sonra bu imkânsız amaca varamayacağımızı badireli de olsa anladığımızda geriye acı bir çaresizlik ve boşuna yaşanmışlık hissi kalıyor. Aralardaki bütün boşlukları ise gündelik alışkanlıklarımız ve konfor kaynaklarımız dolduruyor.

Bu andan itibaren konfor için başvurduğumuz kaynaklar kolayca bir tarafa bırakabileceğimiz araçlar olmaktan çıkarak onsuz yapamayacağımız, bağımlı bir amaca dönüşüyor. Hayat bizim için değil biz hayat için varmışız hissiyle, yaşanmaya değer olup olmadığından çok yeterince yaşayıp yaşamadığımız sorusunu sorar hale geliyoruz.

İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz. Ancak bu sayede mutlu olduğumuzu hissedebiliyoruz. Mutluluğumuz diğer insanların sahip olamadıklarından beslenen bir maraz olarak iç dünyamızı yok ediyor ve bizi garip bir çelişkiyle bizim yerimizde olmak isteyen insanlara bağımlı kılıyor; onları görmek ve bir arada olmak istemiyoruz ama onlarsız da yapamıyoruz. Hep etrafta ve bizim yerimizde olmak istesinler ama asla bizimle olmasınlar istiyoruz. Kendimizi buna mecbur hissediyoruz, gözlerden uzak kalmak için duyduğumuz yakıcı arzunun derinlerde tam tersini içerdiğini biliyoruz. Haz kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor ve onu duymak kendiliğinden olmaktan çıkarak yorucu bir hayat uğraşına dönüşüyor.

Özel hayatımızla kamusal hayatımız keskin bir biçimde birbirinden ayrılsın istiyoruz. Her türlü kirli işi dışarıda bırakıp steril evlerimize dönebiliyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşanan ne varsa ayırmayı ve kopuk halde yaşamayı özlüyoruz. Ölümle yaşam, sanatla hayat, özelle kamusalı ayırıyoruz. Eskiden “hakikati dile getirmek amacıyla söylenen bir yalan olan” (s.94) sanat şimdilerde yalanı hakiki hale getirmek gibi bir işlev üstleniyor bu yüzden. Dürüstlük giderek görüntü tek geçerlilik haline geliyor. Dürüst görünmek dürüst olmaktan önemli addediliyor. İçsellik ile dışsallık arasında hiç olmadığı kadar geniş bir mesafe oluşuyor ve modern insan bu bölünmenin ortasında, arada kalmışlığın sancısıyla yaşamak zorunluluğundan hazlarına tutunarak çıkmaya çalışıyor. Pek tabii ki böylesi bir hayat hazlarla dolu bir acılık taşıyor.

Özetle, mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmediği gibi mutsuzluklarımızı açığa çıkardığından, eskisinden de kötü yapıyor. Nihai anlamı bulamama gündelik hayatın küçük amaçlarından devşirdiğimiz küçük anlamları da yok ederek her şeyi bize indirgiyor ve hayat bizden ibaret hale geldikçe elimizden kayıp gidiyor. Kırmızı ışıkta uzun beklemekten başlamak üzere mutlu olmanın sakıncaları saymakla bitmiyor!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

11 Ocak 2024 Perşembe

Çözümlenmemiş bir Oedipus kompleksi

Bitimsiz varlık aleminde üç tür hayat olduğuna inanıyoruz; ahiret hayatı, kabir hayatı ve dünya hayatı. Ahiret hayatı sonsuzluktur gözümüzde, kabir hayatı bir hassas bir denge, dünya hayatı ise en kısa olanı, bilimsel araştırmalara göre ortalama 65-80 yıl arası. İnanıyoruz ki dünya hayatında yaptığımız iyi kötü ne varsa ahiret hayatımızın belirleyicisi olacaktır ve yine inanıyoruz ki dünya ahiretin tarlasıdır. Bu tarla üzerinde doğup ölüyoruz, sevdiklerimizi bu toprağa gömüp yeni acılar yeşertiyoruz içimizde, ama sonra unutuyoruz bir an, öleceğimizi ve ölmüş olanlarımızı. “Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti ömrüm” hayıflanmalarını hep taze tutuyoruz rafta, zamanı geldiğinde çıkarıp gururla tüketiyoruz.

Ahiret tarlasında yaşadığımızı bilip mutfak fayanslarını komple değiştirmek için kredi çekiyoruz, borç ödüyoruz, o fayansları 35 sene sonra göremeyeceğimizi unutuyoruz.

Tüm bu unutulanlar hafızanın mavi sularında yüzeye çıkınca bir pişmanlık yaşıyoruz, şu an olduğu gibi ve bu dünyadan sessizce geçip gitmeye çabalıyoruz. İyi bir dolma kalemimiz, hafif bir çadırımız, ilk baskı Ergin Günçe kitaplarımız ve muhannete muhtaç olmayışımız bizi bu dünya yolculuğunda mutlu ediyor, fazlasına talip değiliz. Bu koca tarlada çabalıyoruz, kendi yöntemlerimizle, kendi hapishanelerimizde fakat görüyoruz ki bu yöntemle kapılardan geçemiyoruz, boynumuzu eğmemizi istiyorlar. Reddediyoruz. Kapılardan geçmek için boynumuzu eğmeyi reddedeceğiz.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabı da bu hapishanelerden birine çeviriyor başımızı. İlk baskısı 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılan kitabın ana karakteri Cemil ve onun pek sevgili eşi Nazlı. Arka kapak yazısında ‘’Aşk üzerine küçük bir roman’’ diye bir tanıtım cümlesi kurulmuş. Tam anlamıyla facia, bu cümlenin yazarın bilgisi dahilinde kullanılmış olma ihtimali bile okuyucuyu huzursuz etmeye yetiyor. Birincisi kitap bir aşk romanı değil (bu niyetle okuyacak olanlara duyurulur), ikinci olarak da roman bahsedildiği gibi küçük değil (umut ediyoruz ki bu metne imza atan kişi, romanın sayfalarını sayıp böyle bir çıkarımda bulunmamıştır) zira 166 sayfalık bu kitabın manası hacminden çok daha büyük, umarız yayınevi bu garipliği fark eder ya da popüler kültürün gerekliliğine uyarak böyle anlamı çürük ama sırtı parlak reklam cümleleri kurmaya devam eder.

Romanın ana karakteri Cemil kolay kolay akıllardan çıkmayacak bir tip, bunu sahip olduğu çok farklı kişilik özellikleri veya enteresan yaşam tarzına değil sade ve takıntılı bir adam olmasına borçlu. Kitabın başlarında Cemil’in Türk Edebiyatı’nda hangi karakterle akraba olduğu sorulsa ilk olarak Bay C. ikinci olarak da Hayri İrdal derdim, nitekim ilerleyen sayfalarda Barış Bıçakçı şöyle diyor: ‘’… en azından o an için ne istediğini biliyordu: Bir Yusuf Atılgan kahramanı olmak istiyordu’’.

Cemil sıradan bir adam, on iki yıl boyunca inşaat mühendisliği yaptıktan sonra bir kitap çalışması için işten ayrılıyor ve üniversitede tanışıp evlendiği Nazlı ile Ankara toplu konutlarda 1+1 evlerinde sakin bir hayat sürmeye başlıyor. Bitirdiği kitap projesini İstanbul’da bir yayınevine teslim eden kahramanımız için artık o cehennemin kapısı açılıyor: Beklemek.

Doktor Nazlı her sabah işe giderken Cemil de o gün yapacağı işleri kuruyor zihninde; kahvaltı sofrasının toparlanması, temizlik, günlük okumalar, bozulan saatin saatçiye götürülmesi ve yüzlerce kez dinlenilen albümlerin tekrar başa sarılması.

Kitap, insanın köşeye sıkışmış ruh halini, çıkmazlarını, hastalıklarını, ölümlerini ve gündelik dertlerini temiz bir dille okuyucuya aktarıyor. Temiz bir dil kısmı oldukça önemli, süslü cümlelerden, uzun betimlemelerden, can sıkıcı kelime kalabalıklarından oldukça uzak. Derdini en kısa yoldan etkileyici bir şekilde söyleyip okuyucuya bu basitlik üzerinden düşünme fırsatı sunuyor. Barış Bıçakçı’nın kullandığı bu temiz dilin kendisinin şairlik geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorum, zira Bıçakçı’nın, Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile 1994 ve 1997 yıllarında iki şiir kitabı yayınladıklarını biliyoruz. Şairliğin az kelime ile çok şey söyleme becerisi yazarın romanına da sirayet etmiş gibi duruyor.

Parmağıyla işaret etmeden bize birçok yaşamsal krizi gösterebiliyor Bıçakçı bu romanında ve bunu büyük bir sakinlikle beceriyor. Toplu konutlarda yaşayan insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkileri mesela, site sakinleri sadece ortaya çıkan problemler neticesinde birbirlerinin kapılarını çalıyorlar. Kitap boyunca akıtan bir banyo konusu var (Zeki Demirkubuz’un kapanmayan kapılarını akla getiriyor) ve komşuluk ilişkileri, komşu ziyaretleri bu bağlamda gerçekleşiyor. Toplu konuttaki dairelerin banyoları alt kata sürekli su sızdırıyor ve bu durum tüm dairelerde böyle, problemin kaynağını bulmak güç, en iyisi yazar bu akıtan banyo konusuyla bizlere ne söylemiş olabilir deyip kenara çekilelim.

Psikanalitik pencereden Cemil’e bakacak olursak karşımızda psikolojik rahatsızlıkları olan birini göreceğiz. 6 yaşında annesini kaybeden Cemil, yirmili yaşlarda gergin, mutsuz, otuzlarında dünyadan kaçıp eşine sığınan, kırklarında ise takıntılar üzerine kurulu bir hayat yaşayan biri. Cemil’in annesini 6 yaşında kaybetmesi ve babasının bu kayıp sonrası hayata karşı verdiği tepki kahramanımızın karakterini oluşturuyor. Freud’un psikoseksüel dönemlerinde 6 yaş latent döneme denk gelmektedir. Bu dönemde çocuklarda Oedipus karmaşasını çözmesi ve cinsel kimlik rollerinin tam manasıyla oturması beklenir, yaşanabilecek sıkıntılar ise gelişim dönemini sekteye uğratıp ileride sıkıntılar doğuracaktır. Karşı cinsle kurulan simbiyotik ilişkiler, sahip olunan yaşam enerjisini yeterli kullanamama, içsel kontrolde aşırılık, kişilik gelişiminin tam manasıyla oluşmaması ve obsesif bir karakter oluşumu gibi problemler görülür.

Kitabın 13. bölümünde kahramanımız Cemil ölen babasının eşyalarına sarılmış ağlamaklı bir haldeyken içeri Nazlı girer ve Cemil o an kendini Nazlı’yla beraber yatakta hayal eder. Vaktiyle çözümlenemeyen bir ödipal karmaşa bu fikir uçuşmalarına neden olan yegane şeydir. Cemil’in kendini o an Nazlı’yla yatakta düşünmesi içgüdüsel olarak babadan kaçıp (katarsis korkusu sebebiyle) anneye (yani anne yerine koyduğu Nazlı’ya) yönelme çabasıdır. Belki de Cemil bu davranışıyla hiç yaşamamış olmayı ve ait olduğu yere dönmeyi istemektedir.

Latent dönemde almış olduğu yara Cemil’i içedönük ve obsesif bir kişi haline getirmiştir. Maddi ve manevi anlamda sığındığı eşi Nazlı ve iki-üç arkadaşı dışında sosyal bir hayatı olmayan kahramanımız kapalı ve sınırlı bir adam. Kendi çizgileri ve yaşama alanı dışına çıkmak onu tedirgin ediyor, kitaptan şöyle bir örnek verelim bu durum için: ‘’Kitabı açıp ayaküstü bir şiir okudu. Şiir çok güzeldi. İçinde hemen eve dönme isteği uyandı. Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu: Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi’’.

Aynı zamanda obsesyonları da olan bir kişi Cemil. Ankara’da yaşanan su probleminden sonra barajlardaki doluluk oranını yetkili bir ağızdan duymak için haftalarca sular idaresini arayacak bir şekilde hem de. Ya da duvara sabitlenmiş mutfak dolabının fazla yük neticesiyle üzerlerine düşecek olma ihtimaliyle kendisini fazlasıyla tedirgin edebiliyor. Cemil’in bu derece yüksek kaygıya sahip olması babasıyla geçirdiği annesiz günlerin bir eseri gibi duruyor, çocuklukta açılan yaralar ne yazık ki ilerleyen yıllarda kabuk bağlamıyor.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi, merakı insan olanlar için keyifli ve derin olmasına rağmen dikkatli bakılırsa dibi görünen bir deniz gibi, edinip okumakta fayda var.

Kitapta yüzümüzü gülümseten güzelliklerden biri de Barış Bıçakçı’nın vaktiyle yayınlanan Sultan Makamı dizisine gönderdiği selam oldu. Yazımızı kitabın bu bölümünden bir alıntıyla bitirelim: ‘’Cemil saat iki gibi öğle yemeğini yerken televizyonu açtı. Eski dizileri gündüz kuşağında tekrar gösteriyorlardı. Yıllar önce yayımlanan Sultan Makamı dizisinin ilk bölümlerinden birine rastlayınca sevinçle seyretti. Dizi o kadar hoşuna gitti ki, birden kitabının yayımlanmasını çok istedi. Hayat, Cemil’in davet edildiği bir şölendi evet ama Cemil eli boş geldiği için huzursuzdu, şölenin tadını çıkaramıyordu. Yayınevini aramayı düşündü, vazgeçti.’’

Vazgeçtik.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

"İlim kendin bilmektir"

“Kendini bil, aynaya bakıp kim olduğumu keşfetmem talebi değil, kendi üzerime çalışmak suretiyle kim olacaksam olmam talebidir.”

İnsan iki kere doğar. İlki takvim günüyle kayda alınan doğumdur. İkincisiyse kendini bilmeye başladığı ilk andan itibaren ölüme kadar süren bir süreçtir. Varoluşun farkına varmak, uzun, sancılı ve çetrefilli bir doğumun başlangıcıdır. Ve aslında bu ilk fark edişten itibaren insan kendiyle de her an yeniden tanışır. Varoluşun temel sorusuna cevap aramakla başlar süreç; “Hayatın anlamı ne?” Kendine bir anlam inşa ederken insan kaybolur. Çünkü her buluş, kaybedişten sonra gelir. Kayboluşların çizdiği rota insanı kendilik sürecinde büyütür, olgunlaştırır. Takıldığı her çelme insanın bakışını kendine çevirmesine sebep olur. Zira “Bütün yolculuklar içimizedir.

Kendi Özünü Bil, modern çağda insanın kendisiyle yeniden tanışmak için bir yoldaş niteliğinde. Oldum demek şüphesiz hamlıktır. Kitap o hamlığın nasıl pişmesi gerektiğine dair naif yollar seriyor okuyucuya. Herkesin anlatan taraf olmak istediği, kimsenin bir diğerini duymaya isteği ve niyeti olmayan bir zamanda, insanı dinleyen bir kitap diye nitelendirmekle ancak hakkını verebilirim diye düşünüyorum. Soru cevap şeklinde hazırlanan kitap, insanın karanlıkta kalan, yüzleşmekten korktuğu ve dolayısıyla kendi olmaktan da uzaklaştığı her konuda bir terapi odası yargısızlığıyla yapıyor bu yoldaşlığı. “Olmak cesareti” hangi yollardan geçer, insan kendisini nasıl tanır, kendini bilmek ne demek gibi soruların yanı sıra, “Ben hayatın/hayatımın neresindeyim?” sorusuyla da yüzleştiriyor.

İnsan bildiğini tanır, tanıdığını sever. Kendini bilme serüveni, kendini tanımakla başlar. Ve “Kendimizi tanıdıkça aslında kendimizi ne kadar az tanıdığımızın farkına varırız.” Başta söylemiştik; bu ölüme uzanan bir yolculuk. Kendiyle tanışan insan, kendini olduğu gibi, doğrusuyla yanlışıyla kabul edip, eksikleriyle, zaaflarıyla, hisleriyle, fikirleriyle kendini sevmeye adım atmış olur. Kendini sevebilen insan, dinginleşir ve olgunlaşır. “Kendini bilecek insanın evvel emirde kendisine dürüst olması lazımdır.” İnsan kendi karanlığına bakmak istemez. Fakat asıl giz, o karanlıkta saklıdır. Kişinin görmezden geldiği kendisidir aslında. Ve aslında hiç kaçamayacağı, eninde sonunda yakalanacağı kişi de aynadaki aksinden başkası değildir. “Yanmayı göze almayan bilemez.” Yüzleşmekten kaçan kişi, kendi hayatının figüranı olmaya da mahkûm kalacaktır şüphesiz.

Kendimizin farkında olmakla başkaları üzerindeki etkimizin de farkına varır ve katı düşüncelerimizi askıya alabiliriz. Bir şeyleri başka açıdan görmeye niyet ettiğimizde, o kesinlik arzusu söner ve dünya büyük bir genişlik halinde önümüze açılır.” Kişi dünyaya iç aleminden bakar. Gördüğü, kendi içini bildiği kadardır. Kendisinin farkında olan kişi, yargılamaktan çok anlamaya çalışır. Suçlamaktan ziyade empati kurar. Muhatabını görmek istediği şekilde değil, olduğu gibi görür. Risk alır ve bağ kurar. Evet risklidir bağ kurmak. Çünkü “Sevmek, incinmeyi göze almaktır.” Büyümek de aslında bu incinmelerle kendini tanımak ve yeniden inşa edebilmekte gizli. Düştüğü, incindiği, kırıldığı yerden yara alan insanın çok daha güçlü bir kendilik algısı oluşur. “Işık yaradan sızar.” Netice olarak; “Büyümek her zaman ve her yerde, çok kesin cevaplara sahip olmamakla kaim.” Kendini bilen insanın sanıyorum ki en büyük özelliği iddiasız oluşudur. “Hayatta her şey mümkün” esnekliğini yakalamış kişi, olan biteni sineye çeken kişi değildir. Hayatın getirdiklerine hazır kişidir.

Bazen öyle bir şey olur ki, hayata olan bağlılığımız, inancımız, umudumuz derin bir yara alır. O güne kadar bildiğimizi sandıklarımız yerle bir olmuştur. Ve ortada ne yapacağını bilemeyen bir “ben” kalmıştır. “Yeni şeyler öğrenmek için bazen bildik ezberleri unutmak icap eder.” Bir anda cahil kalışın yarası kalbimizi zorlasa da o eski beni öldürüp yeni bir ben inşa etmenin yolu bildiğini unutmaktan geçer. Süreci kendine acımaya bırakmadan, tekamülün eşiklerinden olan yası geçirip taze bir gerçeklik inşa etmek gereklidir. Kitapta da alıntı yapılan yazar Marianne Williamson’ın da dediği gibi; “En derin korkumuz yetersiz olmamız değildir, en derin korkumuz, ölçülemeyecek kadar güçlü olmamızdır. Bizi en çok korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır. Kendimize soruyoruz, ben kimim ki parlak, muhteşem, yetenekli olacağım? Sen kim değilsin ki öyle olmayasın?

Kendi içinde sağlam bir benlik oluşturamamış, iç huzurunu yakalayamamış kişi nereye giderse gitsin mutmain olamayacaktır. Huzur, olmuş olana razı olmaktan geçer. Geçmişin ve geleceğin eksilerini ve artılarını olduğu gibi kabul etmek, geçmiş ve gelecekle kavga etmeden ana odaklanmak, etki alanında elinden geleni yaptıktan sonra geri çekilmeyi bilmek, bahsettiğimiz iç huzurunu yakalamanın en önemli adımıdır. Olanı takmamak yahut hissizleşmek değil kastedilen elbette. “Yaşamda bizi sarsan, dünyamızı altüst eden olaylara onların faillerinden bağımsız bakabilmeyi başardığımızda, bizi şahsi yolumuzdan değil, yolumuza çevirdiklerini görebileceğiz.” Olana razı olmak, tepkisiz kalmak değil, hisleri yok saymadan devam edebilmektir. Farkındalığı artan kişinin huzursuzlukları da huzura dönüşür. “İnsan kendi uçurumlarına bakarken zorlanabilir, başı dönebilir ancak kendi derinliklerini de ancak böyle fark eder.

İnsan kendini bulmak için önce kaybetmelidir.” Yokluğu bilinmeyen şeyin varlığının da bir kıymeti harbiyesi olmaz. İnsan ancak kendi değerini fark ettiğinde bir başkasına da değer verebilir. Bütün yollar içimizden ve kendimizle olan ilişkimizin dinamiklerinden geçer. Kendini tanımak için de başkasıyla iletişim kurmak şarttır. İnsan muhatabı tarafından bilinmek ister. “Ben” olmanın yolu muhataplarımızla kurduğumuz ilişkilerde gizlidir. Zira; “İnsan sonsuz bir yankıdır. Ötekinin varlığı benim varlığımın teminatıdır.

Fikren ve hissen insanı menfi manada yoran ve doyuran bir eser. Her iyileşme yüzleşmeyledir. İnsanı kendiyle yüzleştiren bu kitap okudum bitti denilecek gibi değil de zaman zaman bir büyüğe danışır gibi ele alıp istifade edilebilecek bir anlatıma sahip. Son sayfadan kendiliğimizi deneyimleyebileceğimiz bir soruyla bitirelim; “Eğer hayatınız yakından tanıdığınız birinin hayatı olsaydı onunla yoldaşlık etmekten memnun olur muydunuz?"

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde