Müzmin Susuzluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müzmin Susuzluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2024 Pazartesi

Eski Bursa’ya, çocukluğa, geçmişe Susuzluk

Nerelisin?” sorusu hayatımda hiçbir zaman makul bir zemine oturmadı. Ne takside, ne iş görüşmesinde, ne arkadaş ortamında bu sorunun muhatabı olmak istemedim ama oldum. İnsanımız seviyordu hitap ettiği kişinin nereli olduğunu bilmeyi. Elbette herkesin kendince bir planı vardı alacağı cevapla ilgili. Konyalıya başka, Edirneliye başka, İzmirliye ya da Karslıya başka cevaplar verilebiliyordu. Bir yakınlık kurulacaksa, burçlardan değil memleketlerden başlamayı seviyordu insanımız.

Çocukluğum boyunca Bursa’ya sık sık gittim. Hem akrabalarımın bir kısmının orada olması hem de daha sonra kuracağım ünsiyet nedeniyle Bursa, içimde giderek büyüyen bir mekanı ve zamanı temsil etti. Özellikle de babamın beni Yenişehir’de doğduğu evin önüne götürmesiyle. Zaten yazları, Kumsaz’da, dedemin yazlığında zaman geçiriyordum. Deniziyle, havasıyla, ahşap evleriyle, esnafıyla, insanıyla, Bursa bir hatıralar yumağıydı içimde. Babamın doğduğu evi görmemle beraber Bursa bağdaş kurarak oturdu göğsüme. Zaman zaman gitmek, bir süre kalmak, üzerine okumak ve düşünüp yazmak istediğim bir memlekete dönüştü. Bendeniz yine birçok akrabam gibi doğma büyüme Fatih, Kocamustafapaşalı’ydım. Babam, her ne kadar Bursa’da doğmuş olsa da kökenimizin Edirne’ye, oradan da Balkanlara uzandığını, Bursa’ya çok takılıp kalmamam gerektiğini söylüyordu. Ama o işler pek öyle olmuyor bildiğiniz gibi. Bir şehir, sizde karşılık bulduğu her şeyiyle “memleketiniz” olabiliyor. İlginçtir, yıllar sonra Turgut Cansever’den okumuştum Bursa’yla Kocamustafapaşa’nın birbirine ne kadar benzer yerler olduğunu. Okumuştum ama hissetmemiş miydim? Hem de nasıl. Kocamustafapaşa’nın sokaklarıyla Bursa’nın sokakları, insanları, avluları, türbeleri, çeşmeleri arasında müthiş benzerlikler vardı. Bana da bunları doya doya yaşamak, bunlardan coşkuyla beslenmek kalıyordu. Hakkını vermeye çalışıyorum, hem de büyük bir zevkle.

Halil Ziya Doğruöz’un Müzmin Susuzluk kitabını almam için iki sebep yetti: Biri, kitabın çok güzel olan adı. İkincisi de XIX. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olması. Güzel kitap isimlerine vurgun, Tanpınar’a tutkun biri olarak bu incecik romandan neler alabileceğim konusunda heyecanla biyografi kısmına geçtim. Yazarın Bursalı olduğunu görünce “tamam” dedim, hemen çayı demledim, önümde takribi bir saatte okunabilecek keyifli bir kitap olduğunu anlamıştım zira. Sona bırakmadan şimdiden söyleyeyim, çok lezzetli bir okuma sundu Müzmin Susuzluk. Okur, “Keşke biraz daha uzun olsaydı” der ama tadı damakta bırakmak da yazar için farklı bir büyüdür. Böylece okur, o yazarın adını zihnine kazır. Diğer kitaplarının çıkmasını bekler. Tek handikap: ilk okuduğu kitabın lezzetini arar hep, hiçbir zaman o lezzeti yakalayamayacağını bilse de.

Müzmin Susuzluk’da anlatıcı, bizi geçmişle şimdinin arasındaki hatıralar yumağına davet ediyor. Hiç sıkıştırmadan, çok fazla şehir nostaljisi yapmadan ama güzel zamanları ve güzel insanları yâd ederek, yani güzelin hakkını arayarak yapıyor bunu. Çocukluk yıllarımızda babaannelerimizden ve dedelerimizden duyduğumuz adab-ı muaşeret kaideleri, şehrin kendine has ve başka bir şehirde rastlanmayan özellikleri, insanlarının birbirleriyle kurdukları muhabbette neleri gözetip hangi noktalarda hassasiyet gösterdikleri, metnin içine süzülmüş. Birkaç misal:

Eski Bursa beyzadelerinin dışarı şapkasız çıktıkları görülmüş şey değilmiş. Bunu söylemeyi asla ihmal etmez. ‘Muhitinin adamı ol’ der. Eski Bursa’dan kim kalmış, hepi topu bir avuç insanmışız. Babaannemden bir cümleyi tekrarlayıp durdu başımda. ‘Giyinmek, adabımuaşeretin bir parçasıdır.’ Durup bir süre seyre dalar beni. Artık nereden duyduysa, kıyafetlerimizle karşılanıp şahsiyetlerimizle uğurlandığımızı söyler son olarak.

Bizim ‘eski Bursa’ dediğimiz muhitler, Emirsultan, Yeşil, Setbaşı, Heykel ve çevresi, Kayhan, İpekçilik, Maksem, Şehreküstü, Altıparmak, Çarşamba, Çekirge, Tophane, Muradiye ve Alacahırka semtlerinden ibaret. Tüm bu semtlerin ortak noktası, yani eski Bursa’nın ortak noktası yokuşları: Tırman tırman bitmeyen yokuşları.

Telefonum çaldı. Su arıtma cihazı satan bir kız böldü hikâyemizi… Yarım saat kadar tuttum pazarlamacı kızı telefonda. Alacağımdan değil, bir daha aramasın diye yaptım bunu. Kapatırken de ‘Bursa’da su çeşmeden içilir,’ dedim.

Ortak geçmiş nedeniyle, yazarın okurla arasındaki yaş yakınlığı da önem kazanıyor. Halil Ziya Doğruöz, benden 7 yaş küçük. Böylece özlediğim ve sevdiğim Bursa’nın zihnimde, kalbimde kalan parçalarını tamamlamak, hiç değilse birbirine yaklaştırmak için bir imkân doğuyor. Mesela 99 depreminden sonra akrabalarımızdan işittiğimiz ve şahitleri de olan bir ‘menkıbe’ güm diye çıkıveriyor karşıma bunca yıl aradan sonra:

99 depreminde Emir Sultan Hazretleri’nin sandukasını kaldırıp kabrinden çıktığını ve Emir Sultan Camii’nin şadırvanında abdest alıp Bursa’nın yıkılmaması için dua ettiğini gören bir adamdan söz edilir. Kimine göre kalp krizinden ölmüştür bu adam, kimine göreyse dili tutulmuş ve o gün bugündür tek kelime edememektedir.

Bursa’nın bazı muhitlerinde hayat tam ortadan ikiye ayrılır. Yani en azından eskiden öyleydi. Tophane çok başkaydı, Çekirge veya Heykel çok başka. Keza Altıparmak Caddesi çok başkaydı, Emirsultan bambaşka. Elbette konumları itibariyle birbirlerinden ayrılıyordu bu semtler. İçlerindeki saklı duran ve ancak meraklısına açılan manevi iklimi, insanlara da sirayet etmişti. Bursalılar, dünyaya belki aynı evin içinden bakıyorlardı ama pencereleri, balkonları farklıydı. Bu farklılığı anlamak için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Erenlerin Bağından kitabına, Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri’ne ve elbette Tanpınar’ın Beş Şehir’ine bakmak kafidir. Bu ‘yaşayan’ ve her okunduğunda insanı hâlden hâlde geçiren, mazinin tozlu sayfalarını yeniden pirüpak eden kitaplar, bir şehri nasıl yaşamamız, hatırlamamız gerektiğine dair de benzersiz rehberler hiç şüphesiz. Süheyl Ünver’in 1962 tarihli “Fatih’in Annesi, Muradiye, Bursa” resmine bakarken Yakup Kadri’nin şu satırlarını okumak, insana benzersiz bir idrak kazandırıyor: “Uhrevi sukunetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek isteyenler Bursa’da Muradiye Türbesi’ne gitsinler! Ölüm yalnız burada korkunç değildir. Mukaddes kitapların vaat ettiği cennet bize yalnız burada mümkün görünüyor. Burada her dakika bir meleğin kanadı gibidir. Başımızın üstünden hayatın bütün hümmalarını, gusselerini, şüphe ve endişelerini silen yumuşak ve nem-nak bir tüy temasıyle geçer. Ey bi-karar(kararsız) gönül, dakikalara ‘dur!’ diyebileceğimiz yer burasıdır. Zira buranın eşiğini aştıktan sonra bize saatlerin, bize günlerin, bize yarının, bize öbür günün lüzumu kalmıyor. Bu dakikaların her birinde ebediyetin derin ve lâyetegayyer çeşnisini tadıyoruz. Artık hiçbir zevkin daha fazlasını istemiyoruz, burada zevklerin en cavedanisine eriyoruz.

Hazır yolumuz Muradiye’ye varmışken, yazarın tüm çevresi ve tarihiyle hatırladığı Muradiye’yi de nakletmemiz gerekiyor burada:

Gerçi o ıssızlıktan, o mahzunluktan da geriye pek bir şey kalmadı. Külliye restore edildi çünkü. Hep o Muhteşem Yüzyıl dizisi yüzünden. Kimsenin bilip uğramadığı yer ziyaretçi akınına uğradı. Mustafa’nın hikâyesini öğrendi insanlar. Ama Cem Sultan ve burada yatan daha nice mağlubun hikâyesini bilmezler hâlen. Bir mağluplar kabristanıdır Muradiye Türbesi. Tanpınar’ın ‘Sabrın acı meyvesi,’ Yakup Kadri’nin ‘Dakikalarca dur diyebileceğimiz yer burasıdır,’ dediği yerdir…

Buraya kadar kitabın büyüsünü acaba olduğu gibi aktardım mı diye endişeye kapıldım. Zira bu 72 sayfalık romanı bir solukta okuyacağınız için her detayını anlatmak, hem yazarın emeğine hem de Bursa’ya, bilhassa ‘Eski Bursa’ya saygısızlık olur. Müzmin Susuzluk’un sayfalarının çevirirken size Tanpınar da eşlik edecek. Bazen bir şiiriyle, bazen Bursa’ya dair anlattıklarıyla, bazen de roman kahramanlarıyla. Kendinizi bir süre yalnız hissetmeyeceksiniz. Kitap bittiğinde yeniden yalnızlığınızla baş başa kaldığınızda Bursa’yı, çocukluğunuzu, geçmişi yâd edişin o tatlı hüznü çökecek yüreğinize. Kah tebessüm edeceksiniz zamanın acımasızlığı karşısında, kah gözleriniz dolacak dünya hayatını tamamlayan yakınlarınızı hatırladığınızda. Ama gülecek, neşelenecek ve safa da bulacaksınız bu üslubu, ahengi, iklimi güzel kitapla.

Müzmin Susuzluk, Tanpınar’ın “Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?” sorusuna bir cevap olarak da okunabilir aslında. Niçin mi? Çünkü geçmişi yaşıyoruz ve bir kenarda bırakmıyoruz. Geleceğe de o tecrübeyle, o hatıralarla, o yaralarla ve neşelerle bakıyoruz, bakmaya çalışıyoruz. Kitaplar, yazarlar, karakterler, resimler ve müzikler bu yüzden bizim yoldaşlarımız. Bilhassa geriye kalan fazla yakınımız, gidecek fazla evimiz kalmadıysa…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf