8 Haziran 2021 Salı

Babadan oğula miras bir ömür

"1. Geçmiş, hiçbir zaman unutulmuş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir.
2. Sen yaşamadığın için ben de tam olarak yaşamayacağım.
3. Söylenmemiş her şey sonrakilere aktarılır."

- Mark Wolynn, Seninle Başlamadı

Aziz Bey HadisesiBir gece Zeki’nin meyhanesinde acıklı bir hadise oldu.” diye başlıyor. Zeki’nin iç hesaplaşmalarından, bu acıklı hadiseye şahit olanların durdukları yerden giriş yapılıyor konuya. Sonunu bildiğimiz romanda anlatıcı bir flashback yapıyor ve olayın olduğu geceye nasıl gelindiği adım adım işleniyor.

Birbiriyle anlaşamayan bir baba-oğul ikilisi ile başlanıyor önce. “İki mağrur cambaz aynı ip üzerinde yürümeye kalktığından hep kavgalıydı babasıyla.” diyerek tarif ediyor anlatıcı bu ilişkiyi. Bu çalkantılı baba-oğul ilişkisi Aziz Bey’i, genç yaşta sevgilisi olan bir kadının, Maryam’ın peşinden Beyrut’a kaçmaya zorluyor ancak Beyrut’ta da umduğunu bulamayan, parası tükenen Aziz Bey, hayatta kalmak için son çare dedesinden kalma tambura sığınıyor. Vakit gelip de memlekete geri döndüğündeyse hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamıyor. Öte yandan Beyrut öncesinde kendisi nasılsa Beyrut’tan döndüğünde de değişmiyor. Gelip geçici hevesler, birkaç günlük kadınlar, durmadan değişen işler derken yapabileceği tek şeyin tambur çalmak olduğunu anlıyor ve bir ömür bu meşk üzere yaşamaya devam ediyor.

Yalnız çaldığı saz, onun ruhunu inceltmeye, karakterini nazik bir hale getirmeye yetmiyor. Aynı dik başlı, buyurgan Aziz Bey. Evleniyor da ancak bir çıkar ilişkisi üzerine. Yalnız kalma korkusu, sevilme ve ilgi ihtiyacı gibi duygularla kalkıştığı bu evlilikte hiçbir zaman verici rol üstlenmiyor. Karısının gözleri önünde hayal kırıklıklarıyla dolu bir ömrün sonuna geldiğini fark ettiğindeyse çok geç oluyor. Karısı Vuslat’la olan ilişkisine yıllar sonra baktığındaysa, babasının annesine olan davranışını görüyor kendi içinde: “Ömrünü yanlışlarının doğru olduğunu iddia etmekle, olmadığı bir adam olabilmek için kendi halinde bir kadını ezmekle tükenmiş bir adamın devamı, zavallı bir kopyasıydı.

Aziz Bey, başarılı bir tamburi, bu yeteneği de dedesinden kalma. Genç yaşta dede vefat edince, babası tarafından da kimseye hayır diyemeyen, silik bir karakter olarak tanımlanınca tambur evin eski bir köşesinde saklanıyor, Aziz Bey de evin içinde türlü oyunlar oynarken karşılaşıyor bu yaylı sazla. Bir anlamda kurgunun içinde de hayatını defalarca kere kurtarıyor tamburu.

Anlatıda tamburun çok kilit olduğunu düşündüğüm metaforik bir anlamı da var. Aziz Bey, çok eleştirdiği ve asla öyle biri olmak istemediği babası gibi olmuş bir karakter. Hâlbuki onun bir de kendisi gibi başarılı tamburi bir dedesi var hikâyede. “Aziz Bey ise, dedesiyle babasının karışımı bir adamdı. Hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim dedik, başı dik.” Bu ince ruh, sadece meşk ederken dilinden dökülen şarkılarda can buluyor, sıra eşine geldiğinde evin içinde gördüğü babasının gelecekteki adımlarını takip ediyordu. Çalıştığı meyhanelerde, gazinolarda kurduğu ilişkilerde bu ince ruhtan eser olmuyordu. Oysa başından sonuna, belki tamburu reddederek dedesini de reddettiğini düşünen babası gibi değil de, eline tamburunu aldığı dedesi gibi bir insan olsaydı, kendi özüyle daha uyumlu bir hayat sürebilecek, “Aziz Bey Hadisesi” acıklı bir olay olmaktan çıkıverecekti. Oysa o, tamburu eline, çalarken söylediği şarkıları diline alıyor ama o sazın yarattığı titreşimlerin etkisi kalbinin, ruhunun, karakterinin kapısına kadar gelemiyor pek de. Zaten Aziz Bey, bu vehim hadisenin içine düşmeden hemen önce bir aydınlanma anı yaşıyor ve anlatıcı, Aziz Bey’in konuyla ilgili düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

Hiç farkına varmadan babası olmuştu. Kalbini karısına açmayan, evinin dışındaki hayatı evinin içindekinden daha önemli bulan, evdeki yürek sızılarını anlamayan, anlasa da umursamayan, çehresi daima asık, sesi daima gür ve azarlamaya hazır babası.

Konsolun aynasında yüzünü gördü. Aynı açık alın, sert hatlar, keskin bakışlar. Elini saçlarına götürdü, kolunun hareketinden aynaya yansıyan yine babasıydı. Geriye doğru taranmış, gümüşsü saçlarına dokunan parmaklar da onundu. Bir zamanlar yüzüne kapıyı çarpıp terk ettiği adam içine girmiş, orada sessizce ve yıllarca yaşamıştı.


Kısacık, seksen sekiz sayfalık bir roman Aziz Bey Hadisesi. Belki de uzun bir öykü demek daha doğru olabilir. Ancak Tunç isteseydi, bu kitap şu anki halinden çok daha uzun olabilirdi. Okuyucuya böyle kısa bir metin aracılığıyla sunduğu her bir karakter aslında öyle çok şey barındırıyor ki içlerinde, olaylar öyle sürükleyici ve çeşitli ki bu malzemeyle Ayfer Tunç gibi usta bir kalem kalın bir kitap da meydana getirebilirdi. Tabi kitap bu haliyle de çok başarılı. Anlatılmak istenen her ne idiyse, kısacık bu kitapta hiçbir açığa yer bırakmaksızın işlenmiş. Ayrıca her bölümde tamburun eşlik ettiği şarkılar da yer alıyor ve okuyucuyu nefis bir dinletiye de davet ediyor.

Eskiden filme çekilmiş, nadiren de olsa mutlu sonla bitmeyen Yeşilçam filmlerinden birinin senaryosunu okumak gibi Aziz Bey Hadisesi’ni okumak. Haliyle bir yandan görsel bir şölenle, son derece gerçekçi betimlemelerle süslenen, diğer yandan Ayfer Tunç’un her zamanki olağanüstü dil ustalığıyla zenginleşen bir metin var okuyucunun karşısında. Ancak metnin daha iyi bir yanı var ki o da psikolojik kuramlardan en ufak bir şekilde söz etmeden, bir aile dizilimi hikayesini okuyucuya öykü yapısına yaslanarak anlatması. Dolayısıyla, bir film senaryosu tadı vermesinin ötesinde son derece gerçekçi ve gündelik hayatımızda karşılaşabileceğimiz olaylar ve karakterlerle kurgulanmış bir anlatı bu.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

5 Haziran 2021 Cumartesi

Fatih'in İstanbul'a ördüğü kültür ağı ve Bellini

"Gül hazîn, sümbül perîşan, bâğ-ı zârın şevki yok
Dertnâk olmuş hezârın nağmenkârın şevki yok.
"
- Recâizâde Mahmud Ekrem (Bayatî Şarkı)

Nurettin Topçu'nun Büyük Fetih kitabı, İstanbul'un fethini fizikî manada değil ruh boyutlarında değerlendiren bir büyük eserdir. Her devirde yeniden okunduğunda kıymeti daha iyi anlaşılan bu kitapta Topçu'nun konuyla ilgili seçilen makaleleri ve konferans konuşmaları bir aradadır. 1956'da yaptığı İki Fetih serlevhâlı konuşmasında Topçu, Fatih'in önce bize bir şehir hediye ettiğini, ardından o şehre kültür ve medeniyet elbisesi giydirdiğini, içine eklenen ruhla birlikte İstanbul'un Anadolu'nun beyni hâline geldiğini söyler. Bu muhteşem birikim çağdan çağa genişleyip kuvvetleneceğine, tam tersi bir istikamet çizerek kirlenmiş, paslanmış ve tozlanmıştır ona göre. Bunca kir neticesinde "Biz bu şehri zevksizlik, duygusuzluk âbidesi hâline getirdik. Bugün şehirciliğin katledildiği şehir İstanbul'dur." der ve şu çağrıyı yapar: "İtiraf edelim! Hiç olmazsa şu hakikati insanca söylemekten çekinmeyelim: Fatih'in zaferi aldatılmıştır! Fatih'in eseri ihmal edilmiş, istismar edilmiştir. Biz bugün İstanbul'da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz."

Nusret Polat'ın Fatih ve Bellini'sini okumaya başladığımda tarih 28 Mayıs 2021 idi. Ertesi gün, yani İstanbul'un fethinin yıldönümünde kitabı bitirdim. Kitabı okumam için bu tarihleri uygun gören kader, Topçu'nun Büyük Fetih'ini de yeniden okumama imkân sağladı. Böylece ortaya hazin bir sonuç çıktı. Biz hâlâ hamaset ipinin ucundan tutmuş gidiyoruz. Fatih'i seviyoruz ama Mehmed'i bilmiyoruz. Mehmed'in düşlerine, tutkularına ve onun sadece İstanbul'a değil bu toprakların düşünce haritasına neler çizdiğini önemsemiyoruz. İstanbul'un tahribatı, yaşanılmaz bir şehir hâline dönüşmesi işin görünen tarafı. Kaybedilen tarihin ne olduğuna hiç değilse biraz merak duymalıydı insanlar. İşte Nusret Polat'ın kitabı anlamda oldukça iştah açıcı. Fatih'ten evvel Mehmed'i görebilmeye imkân sunarken sanat tarihine meraklı okuyucuları da cezbedeceği açık. En son, Rachel Corbett'in Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in hikâyesini anlattığı Hayatını Değiştirmelisin adlı kitabı okurken bu kadar lezzet almıştım.

Nusret Polat, bu harika çalışmasında bir sanat âşığı Fatih ile onun en sevilen portresini yapan büyük sanatçı Gentile Bellini'yi bir araya getiriyor. Hatırlarsınız, bu iki isim yakın zamanda yine bir araya gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, National Gallery’nin “Daimi sergilenen sanat eserleri” arasında yer alan Fatih Sultan Mehmet’in orijinal bir portresini satın almıştı. Bellini'nin 1480'te resmettiği bu portre, Fatih’in başka bir kişi ile resmedilen tek portresi olma özelliğine sahip. Polat, kitabında bu diğer kişinin -büyük bir çoğunluk Cem Sultan olduğu konusunda hemfikir- kim olduğunu da sorguluyor, söylemeden geçmeyeyim: "Kendisini 'iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah'ın gölgesi, iki ufukta Allah'ın gözdesi, yer ve su küresinin hükümdarı' diyerek 'kutsallaştıran' bir padişahın, oğlu Cem Sultan da dahil, hiç kimseyle bu resimde olduğu gibi kendisini eşit bir düzlemde konumlandırması düşünülemez. Öyleyse bu resmin Fatih'in şahsıyla doğrudan bir ilişkisinin olması pek mümkün değildir. Resmin sanatçısı, Fatih'in figürü ile karşısındaki meçhul kişi için hayali bir 'amicizia' (dostluk bağı) ortamı yaratmış gibi görünmektedir. Dolayısıyla resim İstanbul'da değil, İtalya'da yapılmış olmalıdır."

Kitabın ilk sayfalarında Fatih'in İstanbul’u fethetmesinin akabinde çevresine aldığı düşünce ve sanat insanları karşısında hayrete düşmemek mümkün değil. Birçok yabancı dile hakim olan Büyük Türk, hiç şüphe yok ki okumayı da çok seviyordu. Teoloji, felsefe, savaş tarihi kitaplarını özellikle çevirttiriyor, farklı düşünce ekollerini temsil eden kimseleri tartıştırıyor, esas fütuhatı kendi zihninde yapıyordu. Özellikle devlet yönetimine hakim olan Köprülüleri devre dışı bırakıp çoğu devşirme ve yabancı kökenli kimselerden kurduğu yönetim ağıyla, Roma İmparatoru olmasının da hakkını veriyordu. Ona bu unvanı yakıştıran batılılar ve Hıristiyanlığa davet eden Papa elbette haklıydı. Fatih klasik bir hükümdar değil, sıra dışı bir imparatordu. Daima geçmek istediği İskender'le birlikte dünya tarihinin en önemli insanlarından biri oldu. Elbette gurur duyacağız. Bu bizim hakkımız. Ama bu tip karakterlerin yeryüzüne belki bir defa geleceğini de bilip, kuru bir hamasetle meseleye yaklaşmayacağız.

Fatih; Hıristiyanlığa davet edilen, adına madalyonlar yaptırılan, figür ihtiva eden her tür sanata hayranlık duyan ve dolayısıyla tasvir yasağına uymayan, kütüphanesindeki kitaplara bakılacak olursa batı kültürüne ve antik Yunan'a ciddi ilgi duyan -elli eser bugüne intikal etmiş, kırk ikisi Yunanca-, çocukluk defterine bakılacak olursa resim sanatına merak duyan bir Osmanlı sultanı. İstanbul'u fethetmesiyle Müslüman Türklerin baş tacı. Peki, kitaptaki mühim soruyu buraya da taşırsak, Bellini'nin geldiği İstanbul, "Tam bir Türk-İslam" şehri miydi? Polat, bu cevaba ulaşmak için Turgut Cansever kapısına da uğrayıp İslam şehrinin temel vasıflarıyla o zamanki İstanbul'un arasında bir alaka arıyor haklı olarak. Cansever'in Türk-İslam şehri için Fatih devrini değil, II. Bayezid devrini milat aldığını da hatırlatıyor. Diğer yandan, içinde Müslümanların, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Slavların ve Latinlerin olduğu bir yapıyı, kültürü, Fatih isteseydi tamamen Müslüman nüfusla da donatabilirdi. Bunun yerine imparatorluğun yasal tebaası görülen ve fetihten sonra kırlara yerleşen Rumları yeniden şehre yerleştirmeye girişmesi de mühim bir mesele. Ayasofya'nın yanına bir minare eklenmesi, Fatih Camii'ni şehrin en yüksek tepesine inşa ettirmesi, Eyüp semtini kurması; ciddi birer İslamileşme hareketi. Halil İnalcık tam bu noktada şehre "İslambol" adını verenin de Fatih olduğunu hatırlatır. Polat'ın önerisi ise şöyle: "Kendisini emperyal bir güç ve kişilik olarak gören Fatih'in öncelikli amacı, elbette Türk ve İslami unsurların da dahil olduğu bir imparatorluk şehri yaratmaktı. Bu da kaçınılmaz olarak farklı kültürel unsurların bir araya getirilmesini gerektiriyordu. Eyüp semtinden bakınca İstanbul elbette bir İslam şehridir, ama Topkapı Sarayı'nın çok-kültürlü dünyasından, şehrin Ortodoks, Yahudi, Katolik vb. sakinlerinin penceresinden bakınca şehri tanımlarken başka kavramlara başvurmak gerekir."

Beşir Ayvazoğlu, "Fatih, Bellini ve Rönesans" adlı makalesinde bir meseleye dikkat çeker. Osmanlı kaynakları Bellini'den ve Fatih'in sarayında görevli olan diğer İtalyan ressamlardan, heykeltıraşlardan, bronz dökümcülerinden hiç söz etmez. Bunun ötesi, bu sanatçılar tarafından yapılmış hiçbir eser de İstanbul'da muhafaza edilmez. Bu durum, Fatih'e ulema ile beraber önemli bir kesimin duyduğu öfkedeki dereceyi de ortaya koyuyor. Fatih, Venedik'in prestij sahibi sanatçılarından biri olan Bellini'yi davet ederek aslında bir ateş yakmak istemişti. Bu ateş, elbette bir kültür ateşiydi. Beslenmediği ve II. Bayezid dönemiyle beraber söndürülmesi neticesinde ortada bir şey kalmadı. Polat'ın yorumunu okuyalım: "Suçu sadece Bayezid'e fatura etmek yanlıştır. Onun babasının tavrını sürdürmediği doğrudur, fakat kültürel biçimlerin kişilerin çabalarıyla değil, kolektif tutumlarla oluştuğunu unutmamak gerekir. Burada asıl belirleyici olan ulemanın zihniyet dünyasıdır, ki o da 16. yüzyılın başından itibaren daha da baskın hale gelen Sünni İslam'ın egemen olduğu bir toplumsal yapı üzerinde yükselir."

Fatih ve Bellini; bir sultanın entelektüel şahsiyetini, onun evvela kendi etrafında oluşturduğu sanatçı çevresi vasıtasıyla imparatorluğa yaymak istediği ruhu, pek lezzetli biçimde anlatıyor. O ruhun adı kültürdür ve bu tip cesur, sorgulayan çalışmalara epey ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Zira İstanbul'un hâli ortadadır. O hâlin adı da ruhsuzluktur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Mağripte bir Medine: Fes

Fıkıh, Hikmet ve İrfan’ın mücessem halleridir içinde yaşadığımız şehirler. İslam’ın nazarî bağlamının amelî bağlamda ete kemiğe bürünmesidir. Başka deyişle sâlih amellerimizin en müşahhas göstergeleridir şehirlerimiz. Turgut Cansever’in deyişiyle İslam cennetleri… Cennetten geldiği ve yine oraya gideceği bilincini hiç yitirmeyen insanın, dünyayı imar ederken ve şehirlerini kurarken fıtrî olarak bellediği ve cenneti unutmamak için onu hatırlama ameliyesi olarak kurduğu yapılar bir başka bakış açısıyla… İnsanın mekân tuttuğu, dinin mekân bulduğu yerler…

Modern şehir telakkisinin dışına çıkamayan ve şehri batılı anlamda bir “uygarlaşma, modernleşme, ilerleme” göstergesi olarak niteleyen tasavvurun dışına çıkmadan bizim şehrimizi anlamak biraz zor. Bizim aksimize şehir üzerinden cenneti bu dünyada kurmaya çalışan ve bunu bütün insanlara dayatan Batı tecrübesi, şehirlerin de ötesinde “Tanrılığı” kendi uhdesine alarak tüm insanlığı cennetine sokmayı dayatır. Modernleşme dediğimiz biraz da budur. Sadece zihinsel olarak insanın değil, zamanın, mekânın, varlığın ve dünyanın de sekülerleşmesi…

Özellikle son iki yüz yıldır bu kırılmayı ve travmayı anlayabilmek, hissedebilmek ve görebilmek biraz zor. Bizim açımızdan yaşanan hafızasızlık ve dilsizlik, tarihi ortadan kaldırma ameliyesi olarak bizlere sadece tarih değil nostalji yapacağımız bir geçmiş bırakır. Ancak 200 yıllık bu modern görüntü ve perdeye rağmen, geleneğimizle ilgili birtakım izler ve göstergelerden yola çıkarak başka türlü inanmanın, bilmenin, bakmanın, görmenin ve yaşamanın mümkün olduğunu da hissediyor ve hatırlıyoruz.

Titus Burckhardt’ın Fes: İslam Şehri kitabı bu minvalde çok önemli. Bize sırf bir hatırlatmanın ve geçmişin ötesinde bir tarihimizin, geleneğimizin ve hafızamızın olduğu uyarısını yapıyor. Sadece bir şehrin tarihini değil aynı zamanda bir şehir üzerinden bir düşünce tarihini anlatıyor kitap. İbn Arabi’nin kitabıyla başlayan yolculuk bir bakıma bir kitabın nasıl şehre dönüştüğünü, İslam’ın bir dünya görüşü olarak Fes üzerinden nasıl şehirleştiğini, sanat, mimarî, fıkıh, hikmet ve irfan ekseninde nasıl bir hayat nizamı ve dünya tasavvuruna dönüştüğünü anlatıyor.

Kitap Turan Koç’un harika giriş yazısı ile bir anlamda geleneğin, fıkıh, hikmet ve irfan üzerinden modern zamanlara bir cevap verme imkanını da tartışır. Bu anlamda sadece geleneği anlamak bile pek çok şeyi değiştirir. Evrimci tarih anlayışı ve modern psikanaliz üzerine kurulu zaman ve mekân anlayışının yol açtığı modern Batı telakkisi ve bilhassa modern sanatın insanı bertaraf eden tutumlarının aksine özü güzellik olan kutsal sanat hem derûni hem de zâhirî bir gerçekliğe sahiptir. Çünkü sanat geleneğin, mananın ifadesidir. Bu da ancak hikmet ve irfanla anlaşılabilir.

Bu anlamda Fes şehri bir mekân olarak İslam’ın gelenek ekseninde İslam inancının ve bunun tabii sonucu olarak da İslam sanatının tecessüm ettiği şehirdir. Fes sadece İslâmî şehircilik anlayışının değil insânî şehircilik anlayışının da bir prototipidir. Şehri kuru bir mekân olmaktan çıkaran elbette ki insandır. Bu anlamda Burckhardt Fes üzerinden şehri yaşanılır kılan fıkıh, hikmet ve irfan bağlamını bilhassa Miras Bilgi ve Altın Zincir bölümlerinde öylesine güzel işler ki tıpkı vahyin Yesrib’i Medine yapmasından mülhem ilmin ve âlimin bir mekânı nasıl Fes haline getirdiğini anlatır.

Titus Burcthardt (İbrahim İzzeddin- 1908-1984), 1930’larda şahit olduğu ve yaşadığı Fes’ten adım adım geçmişe gider ve yeniden bugüne gelir. Dolayısıyla yaptığı bugünü geçmişe taşımak olmadığı gibi geçmişi de bugüne taşımak değildir. O geçmişi tarih/hafıza/zemin yaparak bir tarihsel tecrübenin, bir inanma biçiminin zamanda ve mekânda nasıl mücessem hale geldiğinden yola çıkarak bugün hem bize dayatılan modern şehir telakkisine nasıl dahil olmayacağımızı hem de kendi şehirlerimizi yeniden nasıl kurabileceğimizin imkanlarını tartışır. Yine Turan Koç’un giriş yazısında belirttiği gibi o geleneksel sanat formlarının fizik ötesine ilişkin îmâ ve işaretlerini anlamanın, insanı ve hayatı anlamanın çok önemli bir yolu olduğuna inanıyor ve böyle bir işin, en iyi bir şekilde geleneksel inanç ve davranışların hala geçerli olduğu bir ortamda yaşayan insanlarla temas kurmakla başarılabileceği kanaatini taşıyordu.

Fes kitabı İslam’ın özel olarak Fes’te genel olarak Endülüs’te nasıl tatmin edici ve tutarlı bir hayat nizamı ve dünya tasavvuru ortaya koyduğunu anlatırken; Şeriat (Fıkıh), Hikmet (Kelam) ve İrfan (Tasavvuf)’ın insan ve toplum hayatında hakkıyla uygulandığında bir yaşama biçimine yol açacağını ve bunun şehir olarak tezahürünü de zorunlu bir sonuç olarak görür. Bu anlamda zaman zamandır, mekân mekandır. İnsan hafızası olan bir varlık olarak dili ile bugüne aklı ile yarına konuşur. Bu durum insanın tevhid ilkesi çerçevesinde dünü, bugünü ve yarını yekpareleştirdiği gibi dünyayı bir mekân kılma olarak sâlih amelin merkezi kılar. Bu durumda zaman da mutlaklaştırılamaz. İnsan bir yer sahibi olarak varlığının bilincindedir.

Oysa Batılı anlamda civitas; bir insanın kendisini evinde bile yabancı hissettiği, cennet vaadine rağmen sadece bir tüketim köleliği yaşadığı mekanlar. Hatta mekansızlık… Bu anlamda Batılı şehirler mekansızlığın, görünmezliğin göstergesi. İnsanın kendisini “evinde” hissetmesini sağlayan, yerleşik ve ölçülebilir bir kozmosun gerçekleştirildiği statik bir dünya görüşünün ifadesi olan mekânın maketleştiği, matematikleştiği ve otomatlaştığı görüntüler. İnsanı devre dışı bırakan makineler ve mekanikleşme ve makineleşen şehirler.

İslam şehirlerinde ölüm bile hayatın parçasıdır ve içindedir. Bu nedenle şehrin geçiciliği en üst sanat ifadesi bile olsa bir dem unutulmaz. Mezarlar bu anlamda cenneti hatırlatır biçimde şehrin en güzel en canlı yerindedir. Mezarlar nasıl insanın ölümlü olduğunu gösterirse, şehirde karşılaştığımız geçmişten kalan birtakım yapıların harabeleri de dünyanın, şehrin ve mekânın ölümlü olduğunun göstergesidir. İbrahim İzzeddin’in de hissettirdiği gibi hayat ve ölüm, din ve dünya, varlık ve yokluk ancak tevhid ilkesi ile anlaşılabilir. Tevhid ilkesi insanı her daim müteâl olanla hemhal olma bilinci ile diri tutar.

İbrahim İzzeddin’in belirttiği gibi hem İslam evi hem de İslam şehri aslında sadece kendi ile sınırlı bir dünya değil, aynı zamanda şark efsanelerinde sembolik olarak tasvir edildiği gibi dört yönü ile gökyüzünü kubbe edinmiş ve derininde de pınarın olduğu kristal haline gelmiş bir alemdir. Kendi içine dönük ve aynı zamanda en yüce olana açık bir ev ve şehir telakkisi… Sokaklardan değil bahçelerden soluk alan evler…

İslam şehrinin beslendiği müteâl bağlamın her an farkında olan Burckhardt şehrin, evin veya genel anlamda mimarinin en ince detayında bile bir anlamın nasıl tahakkuk ettiğini, bir inancın ve inanma biçiminin nasıl tezahür ettiğini eşsiz tasavvuru ile kemer üzerinden şöyle anlatır: “Sonsuz ve sıradan bir mekân sadece kemer ile bu güzelliğe ulaşabilir. At nalı şeklindeki kemer, mekânı merkez yapar; yukarıya doğru sivrilen üst kısmı tıpkı bir mum alevi gibi arzulanan yönü verir ve bazen kemeri kuşatan dörtgen kenar ve genişleyen bölme ile binanın küpü arasındaki dengeyi oluşturur. Böylece bir eser tüm insani niteliklerden arındırılmıştır ve bu nedenle de huzur ve sükûnet halinde olan bir ruhu tatmin eder; içeriği hiçbir şekilde tüketilemeyen kutsal bir formül ya da avlunun havuzundan yükselen su fıskiyesine yansıyan, insana canlılık veren manzara gibidir. Çünkü böyle katı bir mimari de su olukları ve avlunun bir bölümünde ağaçların, çiçekli bitkilerin serbestçe büyüyebilmeleri asıldır, böylece avlu serin bir vaha haline gelir.

Şehri ruhuyla anlatmak kolay değil gerçekten. Çünkü bunun için şehri ruhuyla görmek gerekir. Bu anlamda Burckhardt bir ruh/gönül yolculuğu, hafıza yolculuğu yaptığı için görür. Tasvirlerinin çok iyi olması küllî bir tasavvura sahip olduğu içindir. Resim yapar, fotoğraf çeker gibi içinde yaşadığı bugünkü Fes’ten geçmişe doğru tasvirler yapar. Ancak bunu yaparken de temsili mutlaklaştırmaz. Çünkü sanatta gerçek suretler olmaz. Dolayısıyla her şey bir tecelli ve tezahürdür. Onun derdi güzelliğin insan hayatındaki tezahürleridir.

İbn Haldun üzerinden bir bedâvetin/ümmiliğin hadarat olduğunun hikayesidir anlatılan bir başka açıdan. Umran’ın hikayesi… Bir bakıma modern zorunluluğa karşı bir bedevilik/ümmilik teklifi… Çünkü modern tasavvura karşı ümmî olunmadan yeni bir bakma, görme, inanma ve yaşama biçiminin olması neredeyse imkânsız…

Turan Koç’un sunuş yazısı, Ömer Faruk Altıntaş’ın telif gibi diyebileceğim çevirisi ve AlBaraka Yayınları’nın “kitap böyle basılır” denilebilecek baskısı ile gerçekten anlamın tahakkuk ettiği bir kitap olmuş Fes İslam Şehri…

Dursun Çiçek
twitter.com/dursun_cicek_dc
* Bu yazı daha evvel Cins dergisinin 68. sayısında neşredilmiştir.

Yetersiz uyku nelere sebep oluyor?

“Belki çocukluktan kalan küçücük bir hikâyenin
Ardından gitmek içindir uykular.
Belki yaşanmamış yaşanacak onca hayal peşinden
Koşmak içindir bütün masallar.”

Sağlıklı yaşamak, iyi bir beden-zihin yapısına sahip olmak konuları hepimizin dikkatini çekiyor. Bunun çeşitli sebepleri var: Hasta olmak istemiyoruz. Yaşlanmak istemiyoruz. Sağlıklı yaşama dair binbir çeşit liste ve öneri bulmak mümkün. Bu çeşitliliğe rağmen kadim geleneklerde de Batı tıbbının önerilerinde de mutlaka yer alan madde iyi bir uyku uyumak.

Kaliteli bir uyku, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımız için çok önemli. Şehirlerde, gürültü kirliliği ve ışığa maruz kalarak uyuduğumuz için uyku kalitemiz giderek daha da düşüyor. Bu etmenlere bir de hava kirliliği ve kronik stres eklenince, uykunun kalitesini bırakın, doğru düzgün uyumak bile bir başarı hikâyesine dönüşebiliyor.

Peki ne yapacağız? Hepimiz dağ evlerine taşınamayacağımıza ya da hava kirliliği birden azalmayacağına göre, sıkıştığımız ya da keyfini çıkarmaya çalıştığımız bu şehir hayatında uykumuza ve kendimize iyi gelecek şeyler bulmamız gerekiyor. Siz de uykunuzun kalitesi ile ilgili benzer endişeler ve çözüm arayışları içindeyseniz “Uykunun Şifalı Gücü” kitabı tam size göre.

Firdevs Çağlar çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Uykunun Şifalı Gücü, uykumuzun neden bölündüğüne ve bunu nasıl düzeltebileceğimize odaklanan on altı bölümden oluşuyor. Kitabın yazarı Chris Winter, dünyaca tanınan, önemli bir uyku tıbbı uzmanı. Kitabın arka kapak yazısındaki şu kısmı gördüğümde, yazara olan güvenim ve kitaba dair heyecanım biraz daha arttı: “Dr. Winter, 10 binden fazla insanın gece rahat uyumasını sağlamış uluslararası bir uyku uzmanı. Sayısız sporcu onun yöntemlerini uyguluyor. Winter, optimal uykunun ne olduğunu yeniden tanımlıyor ve ihtiyacınız olan temiz bir gece uykusunu size kazandırıyor.” Aynı zamanda eğitimli bir nörolog da olan Winter, iyi bir uykunun vücudun her bir parçasına büyük etkisi olduğunu söylüyor.

Biz uyurken, beynin bedende biriken atıkları atmak ile ilgilenen kısmı olan Glimfatik Sistem, %60 daha üretken. Bu ne demek? Bol toksinli şehir hayatları sebebiyle bedenimizde birçok toksin ve atık birikiyor. Artık toprakla bağlantılı, her an ona ulaşabileceğimiz hayatlar da yaşamadığımız için enerjetik yükümüzü de bu atıklar arasına ekliyoruz. Bu toksinli hayata bir de az ve/veya kesintili uyku eşlik ederse, fark edeceğimiz ya da etmeyeceğimiz şekilde bedende toksin biriktirmeye başlıyoruz ve zaman ilerledikçe bu toksinler, çeşitli hastalıklar yaşamamıza ortam sağlıyor.

Yetersiz uyumak başka nelere sebep oluyor?” diye merak edince, ortaya insanı gerçekten endişelendirebilecek maddeler çıkıyor:

Araştırmalar gösteriyor ki yetersiz uyuyan kişilerde kilo almaya eğilim artıyor.
Yetersiz uyumak dolaşım sistemine ve kalp sağlığına zarar verebilir.
Verimsiz uyumak ruh sağlığını ciddi ölçüde etkiler
Bağışıklık sistemi ile kaliteli bir uyku arasında sıkı bağlar vardır.

Peki ne yapacağız?

İyi bir uyku uyumamıza engel olarak faktörleri belirleyecek ve uykumuzu, mümkün olan en kaliteli haline getirmeye çalışacağız. Kitapta hem uykunuzu bölen faktörler hem de bunları nasıl aşabileceğinize dair birçok araştırma, örnek ve yöntem var. Bence en önemli kısım, uykunuzla aranıza giren kara kedinin ne olduğunu tespit etmek. Bunu tespit ettikten sonrasında da iş size düşüyor tabii.

Yazar, kitabın sonunda önemli bir hatırlatma yapıyor. Uyku sorunları bir anda oluşmadı, mucizevi şekilde bir anda kaybolmalarını da beklememek gerekiyor: “Biraz kilolu ve kondisyonsuzsanız kaslı bir vücut yapmak zaman alır. İtalyanca konuşmayı öğrenmek zaman alır. Harika hiçbir şey çabuk olmuyor ve korkarım uyku da bunlardan farklı değil.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel Uplifers'ta yayınlanmıştır.

1 Haziran 2021 Salı

Abdülhamid’in yalnızlığı, çaresizliği, tahttan indirilişi

Piyes, elbette izlektir, izlenmek için yazılmıştır, izlenmek için kurgulanmıştır. Tabii çoğunlukla evde olduğumuz şu günlerde tiyatroya gitmek, seyretmek mümkün olmuyor. Ama metnini okumak bile bazen tiyatro hakkında fikir sahibi olabilmek için kafi olabilir. Normalde tiyatro metni okumak gibi bir adetim olmasa da, aşinalığımın az olması dönem başında beni Türk Tiyatrosu dersini seçmeye teşvik etti. İşte bu epik-trajik piyesi de bu ders vesilesiyle etraflıca inceleme fırsatı buldum.

Piyes, bir devletin yıkılış sürecine tanıklık edip, kan dökmeden, siyaset ile devletini kurtarmak için elinden geleni yapsa da, kaçınılmaz yıkıma engel olamayan bir padişahın son dönemini anlatıyor. Bu padişah, piyese ismini de veren Abdülhamid Han. Piyeste olay genel itibariyle şöyle ilerler; Abdülhamid Han, Filistin’de yurt edinecek toprak isteyen Yahudilere istediklerini vermez, bir büyükelçinin Beyoğlu Kulübü’nde girdiği kumar borcunu padişah olarak kendi eliyle öder, çeşitli siyasal sebepler ile tatil ettiği Mebuslar Meclisi’nin açılışında bir mebusun hakaretâmiz sözlerini dinler, siyaset son derece hararetli bir şekilde ilerlerken fiziki bir kargaşa da çıkmaktadır. Mabeyn Müşiri, Abdülhamid Han’dan Hassa Ordusu’nu harekete geçirerek akınları durdurmak için izin istemektedir. Abdülhamid Han kan dökmemeye yemin etmiştir ve buna izin vermez. Piyesin sonunda Abdülhamid Han’ın hastalanıp yatağa düştüğü anlaşılır, devletinin yıkılmasına engel olamamıştır. Padişahın duaları ve “Allah” nidasıyla perde kapanır. Oyuna genel itibariyle trajik bir hava hakimdir, yer yer epik unsurlar da görülür.

Siz bilirsiniz ki ben ömrümde ve bütün sultanlığımda hiçbir kere heyecan ve telaşa kapılmadım. Ne, başımın üstünde üç tonluk avize, ne zelzeleden binalar iskambil kağıdı gibi yıkılırken, ne bomba patlayınca at ölüleri havada uçuşurken.. Ama bugün, Allah bana, Boğaziçi’nde yaldızlı bir zindan olarak tahsis ettikleri şu sarayda, garptan şarka dört bin, şimalden cenuba bir devletin çöküş kıvılcımlarını, toz dumanını seyrettiriyor. Şu pencerelere gittiğim zaman her taraf günlük güneşlik görünse de, ben yine kan, ateş, yıkıntı ve heyelan görüyorum!..

Metnin türünü, başından sonuna çaresiz ve hüzünlü atmosfer belirlemektir. Dramatik yapıda aksiyon ise, dışarıdan gelen süngü, çarpışan tüfek ve galeyan sesleriyle sağlanıyor. Kendi gözlemime göre, metnin başkarakterlerini Abdülhamid Han, Şeyhülislam, Musahip ve Mabeyn Müşiri, yan karakterlerini ise Osmanlı Yahudisi, Haremağası ve Çavuş oluşturuyor.

Piyeste siyasi ideolojiler oldukça keskin işlenmesine rağmen, kurgunun kalitesi bu keskinliği bastırmaktadır. Piyeste ele alınan temel konu, Abdülhamid’in devlet başındaki yalnızlığı, çaresizliği ve tahttan indirilişi olmuştur.

Necip Fazıl’ı bir çoğumuz şair olarak tanıyoruz. Ancak bir tiyatro yazarı olarak da Türk edebiyatındaki yerinin oldukça mühim olduğu kanısındayım. Tiyatroya merakı olan ya da aşinalık kazanmak isteyenler varsa, pek çok piyes metniyle birlikte Abdülhamid Han trajedi alanında güzel bir örnek olabilir. Okuyacak olan herkese, keyifli okumalar, izleyecek olanlara da iyi seyirler diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

30 Mayıs 2021 Pazar

Güzel olanın görevi yaratıcının adaletini hatırlatmaktır

Nehri Geçerken, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak, Kalbin Akletmesi, Yeni Politik Kültürün Dünyasında ve şimdi de Zaman Dışı Konuşmalar. Hem içeriğiyle tamamen bağlantılı hem de bu çağın hastalıklarına işaret eden isimlerin özenle seçildiği besbelli. Abdurrahman Arslan işte tam da bu yüzden çok kıymetliler arasında bir kıymetli.

Zaman Dışı Konuşmalar, Mayıs 2018 itibariyle Beyan Yayınları tarafından neşredildi. Asım Öz'ün önemli noktalara temas ettiği giriş yazısından sonra birbirinden hassas ve üzerinde daima düşünülmesi elzem olan konulara ayrılan bölümlere, söyleşi formunda akıp giden bir kitap. Abdurrahman Arslan şu konulara, daha önce benzeri görülmemiş yaklaşımlarda bulunuyor ve yeni pencereler açıyor okuyucunun ufkunda: Ahlak, İslâm Ahlakı, Hicret, Hac, Medine Vesikası, Mezhepler, Medeniyet, Siyaset, Sanat, Estetik, Müzik, Sevgi ve Aşk. Özellikle medeniyet ve sonrası, bir sosyolog olarak Arslan'dan en çok yorum beklememiz gereken konuları oluşturuyor kanaatimce. Sanılmasın ki diğer konular hakkında konuşsun istemiyorum ya da istenmiyor, o zaten ahlakı dışarıda tutarak asla yorum yapmıyor. Hicretin, haccın ve Medine vesikasının günümüzde nasıl ve nerede görüldüğüne gerektiğinde sert ifadelerle yanıt veriyor. Hemen kitabın başında, son sayfaya kadar neyi savunduğunu apaçık ortaya koyuyor zaten: "Neyi ahlak çerçevesinde tartıştığımıza bakmamız lazım. Mesela dünyanın büyük çoğunluğunun fakirlik içinde yaşaması bir ahlaksızlıktır."

Söyleşi kitaplarının rutinliğine nazaran soruların neredeyse hiç yer kaplamadığı, sanki cevaplardan birer makale inşa edildiği bir kitap gibi ilerliyor Zaman Dışı Konuşmalar. Bu sebeple benzerlerinin aksine altını çize çize, not ala ala ve yorulmadan okumak mümkün. Kitabın hazırlanışında bu konuya titizlikle yaklaşılmış gibi. Soruların akışı kesmesinin ve sürekli farklı konulara geçiş yapılmasının önüne geçilmiş böylece. Kapağa ise tek kelimeyle hayran kaldım. Umarım Beyan Yayınları'ndaki diğer Abdurrahman Arslan kitapları da bu forma kavuşur. Zira kendisinin fotoğrafım gözüksün, değişik renklerle dikkatler çekilsin gibi 'dertleri' olmadığına inancım tam. Bu bembeyaz kapak, kitabın içindeki eleştirilerin hem çok uzağında hem de çok yakınında bir umudu temsil ediyor sanki.

Abdurrahman Arslan işe ahlakın tanımını yaparak başlıyor. Ahlakla etik birbirine karıştırılmış durumdadır. Etiğin kökeninde toplum vardır, bu yüzden mesleki etik, cinsel etik gibi kavramlar söz konusudur. Toplum bu etikleri değiştirebilir. Dolayısıyla etik 'şartlara uygun' olarak sürekli gözden geçirebilir. Ahlak ise insanın evidir, insan varlığını ahlak denen o evde sürdürür, sürdürebilir. Ahlak bir kurallar bütünü değil, insan varlığını sürdürebilme imkânıdır. Halk etme, yaratma kökünden gelir. Ahlakın değerlerini veriler değil, vahiy oluşturur. "Nasıl yaşamalıyım ya da ne yaparsam doğru davranmış olurum, sorusuna verilmiş bir cevaptır ahlak" der Arslan ve şu uyarıyı da yapar: "Unutmayalım ki insanın temel ihtiyaçlarından her insanın kendisini ve diğer insanların birbirine karşı sorumlu olduğu ya da sorumluluk duygusuyla yaşadığı bir durumdan buraya geldik. Temel ihtiyaçların karşılanmadığı bir toplumda fazla ahlakçı olma hakkımız yok."

Arslan'ın kanaatine göre İslâm ahlakı çerçevesinde anlamın kaynağı insan aklı olamaz, toplum da olamaz. Biz Müslümanlar için anlamın kaynağı vahiydir. Anlam aranacaksa vahiyde aranmalıdır evvela. Güzellik, iyilik, doğruluk ve adalet İslâm'da içkindir. İslâm adaleti ahlakla içkindir. İslâm açısından bir şey iyiyse aynı zamanda güzeldir, doğrudur ve adildir. Bütün bunlar birbirinden ayrıştırılması mümkün olmayan şeylerdir: "Bugün bizim hayatımızda güzel olarak, iyi olarak ve doğru olarak kabul ettiklerimiz bizim hakikatimizden kopuk şeylerdir. Bunu bütünüyle günümüzün sanat anlayışında bulmamız mümkün. Sanat İslâm'ın hakikat telakkisinden kopuk bir şekilde tanımlandığı için Müslümanların bugün sanat peşinde koşarken, aslında kendi hakikatlerinden kopuk bir sanat anlayışını, sanat olarak içselleştirip yapmakta olduklarını görüyoruz."

Hicretin neden gerçekleştiği ve nelere vesile olduğu konusunda çarpıcı fikirler ortaya koyuyor Arslan. Bu fikirler yeni okumalar yapmak için gayet sağlıklı bir itici güç oluşturuyor. Mesela kent meselesi hicret dahilinde düşünüldüğünde neler söylenebilir? Bir kentin olabilmesi için önce toplumun hafızasının olması gerekir. Bu hafıza kentin kuruluşunda çok hassas bir rol oynar. Ancak her şeyden önce din, kurucudur. Arslan'a göre medeniyeti kuran tek şey dindir. Her medeniyet din eksenlidir ve özünü dinden alır. Deforme olmuş olsa da sekülerleşse de din, medeniyeti inşa eder. Buradan İstanbul'un değişim sürecine baktığımızda dışarıdan gelenlerin değil bizzat içeride yer alanların şehrin dönüşümüne imkân tanıdığını söylenebilir. Ahşap evlerini terk edip Pangaltı ve Osmanbey gibi semtlerde apartmanlara geçenler dışarıdan gelenler değil, ömürlerini İstanbul'da geçirmiş olanlardır. Zira Boğaz'daki kâşaneler de Osmanlı imtiyaz sınıfının Batı'dan kopya ettiği yapılardır. Bugün tarihi dediğimiz yapılar bizim şehir anlayışımızın birer mahsulü değildir.

Alimlerden talebelere dek hicret edilmesini öğütleyen kaynak bize yeni bakış açılarını kazandırmayı, yeni fikirler bulabilmeyi, yeni değerler keşfedebilmeyi sağlar esasında: "Hicret eden insanın zihni berraktır, işin başında ne yaptığını biliyor. Fakat günümüzün nüfus hareketleriyle kente dolan insanın tam tersine zihni alabildiğine karmaşıktır, orada bir berraklık yoktur. Bunun bugün bütün ülkelerde devam ettiğini düşünüyorum. Kendine yabancılaşma, uzaklık, aymazlık, saygısızlık ve aldırmazlığa eşlik eden bir gürültü var. Bununla birlikte bunlar için kestirme bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. İnsanlık bir kriz içinde, sorgulama ve dayanışma olmadan bu krizden çıkmak mümkün değil."

Zamanın ruhuna uymak çağdaş dindarların, muhafazakarların ve hatta tasavvufla meşgul kimselerin bile gerçeği olmuş durumda. Dünya malına, unvanına talip olmak revaçta. Ölüm korkusu ve hatta günah korkusu sebebiyle psikiyatri kliniklerinde haplara muhtaç vaziyette yaşayan nice insanımız var. Hayatın kendisini panteona çevirdiğimizi söylüyor Arslan. Bundan hac ibadeti de payına düşeni alıyor maalesef: "Çok sevdiği dünyayı da kendisi ile beraber götüren insanın Kâbe'ye yaptığı ziyaret -Allahû âlem- günümüzde Hacer'ül Esved'i her zamankinden daha fazla kararmak zorunda bırakmaktadır."

Medeniyet kelimesini Müslümanların bu kadar sık kullanmasına anlam veremeyen Arslan için bu kavram dinden bağımsız bir sosyal var oluşu ifade ediyor. Özgür şehir, sivil toplum gibi başka kavramları da hayatımıza katan medeniyet, projelendirilmiş bir hayattan ibaret. Projelendirilmiş bir hayat ise asla Müslümanca yaşanamaz çünkü böyle bir hayatta Tanrı hesaba katılmaz. Böylece "inşallah" demeyecek ve demeyi unutacak insan da şüphe yok ki kendisine paranoyadan paranoyalar seçecek (Murat Menteş'in Seksapel Seksen Papel şiirine de bir selam gönderelim bu vesileyle).

Kitabın son sayfaları, güzellik nazariyesi ve modern dönemde sanatın amacına dair önemli meseleler barındırıyor. Abdurrahman Arslan'a göre günümüzün sanat anlayışı daha çok taklide dayanıyor. Bu durum özellikle sanat ürünü ortaya koyma çabasındaki Müslümanlarda İslâmi sanat gibi çok absürt bir ortamı kuruyor, bu ortam da taklitten ileriye gitmeyen ürünlerin modaya dönüşmesine fırsat tanıyor. Ev dekorasyonundan şahsi aksesuarlarımıza kadar her yerde gördüğümüz harfler bunun küçük bir örneği: "Soyut bir resmin içine 'Elif' ya da 'Mim' harflerini yerleştirdiğinizde o İslâm'a ait bir sanat eseri olmaz; yani bu harfler onu İslâmî kılmaz. Bu sadece ilkellik, görgüsüzlük ve taklit olur."

Modern muhayyilenin sanatı bağımsız bir alan, hakikat arayıcısı ve özgürleştirici olarak değerlendirmiş olması bizde de geniş çapta yankısını buluyor. Batı düşüncesine göre sanat; aydınlatan, bilgilendiren ve dolayısıyla anlam kaynağı olan bir yerde bulunuyor. Oysa bizim telakkimizde sanatın böyle bir anlamı yoktur: "Müslümanın hakikati arama gibi bir niyet ve çabası hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz da, zira İslâm'da hakikat aranarak bulunacak bir şey değildir, tersine hakikat Müslümana verilmiştir. Müslüman da bu verili hakikatten hareketle dünyayı anlamlandırır. İkinci husus da bizim için anlam kaynağı dindir, bunun haricinde bir anlam kaynağı kabul edemeyiz. Bu yüzden sanat eseri bize ait anlamı bizim ahlak ve ilkelerimize göre yansıttığında belki sanat eseri sayılabilir. Ama bizzat kendi başına bir anlam kaynağı olma iddiasında bulunamaz... Bizim sanat telakkimizde "güzel" olanın görevi, insana yaratmanın güzelliğini ve onda içkin olan yaratıcının adaletini hatırlatmaktır."

Zaman Dışı Konuşmalar, zamana uymayı umursamayan ve daima hesap zamanını hatırlatan bir bilincin, aynı dertleri yüklenmeye hazır gönüllere hitabı olarak okunabilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Mayıs 2021 Pazartesi

Peygamber'in tevazuundan bahsediyorlar ama her şeyi "büyük" düşünüyorlar

Kitap Dergisi, Bilgi Hikmet, Gelecek, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Rıhle, Özgün Düşünce, Bilge Adamlar, Nida ve Umran dergilerinde yayımlanan yazılarını ve mülakatlarını göz önüne alırsak, Abdurrahman Arslan için mütedeyyin (muhafazakâr değil) camianın en esaslı düşünürlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Sosyoloji ihtisası yapmış olan Arslan'ın ağırlıklı olarak çalışma alanlarını sosyal teori, modernlik, devlet, iktidar, akıl, sekülarizm, postmodernizm ve İslâm dünyasındaki dönüşüm süreçleri oluşturuyor. 2000 yılında İletişim Yayınları'ndan neşredilen Modern Dünyada Müslümanlar kitabı Ekim 2017'te 9. baskısını yapmıştı. Bu durum kitabın hâlâ kuvvetini koruduğunu gösteriyor ki söz konusu alanlarda çalışmalar yapan kimseler için el'an istifade edilmesi 'zorunlu' görülebilecek eserlerden biridir. Diğeri için de İsmet Özel'in Üç Mesele’sini söylemek elzemdir...

Okuyucu için güzel bir gelişme olarak Beyan Yayınları 2016 biterken Abdurrahman Arslan'ın üç kitabını neşretti: Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak ve Nehri Geçerken. Kitapların hepsi Arslan'ın mülakatlarından oluşuyor. Okuyucunun ilgili düşünce çemberi etrafında rahatça gezebilmesi için bu tip mülakat kitapları çok 'kullanışlı' olabiliyor. Öte yandan mevzuların derinliğine inebilmek ve yeni okumalar yapabilmek için de mülakatlar oldukça zengin. Son 200 yıllık hayatımızda İslâmcılık, muhafazakârlık, dönüşüm, modernleşme gibi kavramların görünmeyen taraflarını görmek ve üzerine farklı düşünceler geliştirmek için Abdurrahman Arslan'ın cevapları üzerinden yeni yollar keşfedilebilir. Sözü daha fazla uzatmadan, Asım Öz'ün hazırladığı ve Ekim 2016'ta neşrolunan Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm'den söz açalım.

278 sayfalık kitap, söyleşiler ve soruşturmalar olarak iki bölüme ayrılıyor. Abdurrahman Arslan, söyleşilerinde yaşadığımız zihinsel travmaları, 28 Şubat ve sonrasını, İslâm'ın bir cemaat dini olduğunu, Kemalizm’in tıkanması karşısında dindarların tuttuğu safı, dinin devletleşmesini, Ortadoğu’daki zalimlikle beraber Arap Baharı ve demokrasiyi, kapitalizm neticesinde hali pürmelalimizi, medrese geleneğinin yeniden ihya edilmesi ihtiyacını, özgürlük ve hak arayışlarındaki çıkmazları, Müslümanların adaleti dillendirmesi gerektiğini, modernliği, kenti ve mahremiyeti yorumluyor.

Evvela "medeniyet" kelimesinin tam karşısında duran bir adam olarak tanımlayabiliriz Abdurrahman Arslan'ı. Medeniyet'ten bahsedildiği an İslâm'dan çıkıldığını, medeniyetin İslâmî bir terim olamayacağını, modernlik dediğimiz mefhumla medeniyet arasındaki ilişkinin zihinlerimizde ve bilgimizde bir kırılma yaşattığını şöyle ifade ediyor: "İslâm'ın medeniyet şeklinde kavramsallaştırılamayacağına inanmaktayım. Başka bir ifadeyle, modern düşüncenin kavramsallaştırdığı 'medeniyet' sözcüğünün muhtevasının İslâm tarafından kabulü mümkün değildir. Buna çoğu kimsenin itiraz edeceğini biliyorum. Zira burada unutulmaması gereken önemli bir nokta bulunmakta; 'medeniyet'in karşıtı 'barbarlık' olarak tanımlandığından, medeniyet kavramına getirilecek herhangi bir eleştiri, barbarlığın lehine olarak anlaşılmaktadır. Mesele medeniyet ve barbarlık gibi iki kutuplu bir düzleme oturtulmuş olduğundan zihinler bu çemberin dışına çıkmakta zorlanmaktadır. Bir kere medeniyet kavramı her şeyden önce ve fazlasıyla Batı merkezli bir muhtevaya sahip değer yüklü bir kavramsallaştırmadır. Üstelik kendi muhtevası içinde Batılı insanın kendi dinî/kültürel/tarihsel tecrübesiyle doldurulmuştur. Kavram kendi içinde barbarlıktan kurtuluşu içeren bir anlayış taşımaktadır. Dolayısı ile kavram öncelikle 'ilerleme' düşüncesi üzerine inşa edilmiştir. Hâlbuki İslâm cahiliyeden bir kurtuluş olma özelliği taşır, barbarlıktan değil."

Türkiye'nin gerçek ve güçlü bir sola, sosyal demokrasiye ihtiyacı olduğunu vurguluyor yazar. CHP'nin işinin bittiğini, dönüştürmenin dahi mümkün olmadığını söylüyor. Adaletin hem dilimizde sık sık yer almasını hem de iktidarla beraber topluma da hatırlatılması gerektiğini, bunu yapacak partilere ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Müslümanların adalet kavramını ne topluma ne de iktidara hatırlatmamasının büyük bir ayıbımız olduğunu yazarken de meseleyi şöyle açıyor: "Müslümanların karmaşık süreçlerde edindikleri yeni zihin dünyasının, İslâm'ın kurmak istediği zihin dünyasından ciddi şekilde bir ayrılmaya ve kopuşa işaret ettiğini düşünüyorum. Biz, Müslümanlar dünyaya gerektiği kadar Müslümanca bakamıyoruz. Çünkü Müslüman olmakla dünyaya Müslümanca bakmak arasında fark vardır. Bu bilinç halinin düzeltilmesi gerekir. Günümüz dünyasında haramlar yaklaştırılıp helaller uzaklaştırılmıştır. Böyle bir durumda Müslümanların değerlerinin iç dünyaları çoraklaşmaktadır. Bu özgürlük, birçok şeyin mahiyetini başkalaştırıyor. Tabir caizse çoğu şeyin anlam dünyası farklılaşıyor. Bundan dolayı her şey anlamını yitiriyor."

Evlerimizin birer yuva olmaktan çıkıp konutlara dönüşmesiyle birlikte ailenin birçok özelliğini yitirdiğini, burada bilhassa Müslüman annelere büyük bir iş düştüğünü söylüyor Abdurrahman Arslan. Aliya İzzetbegoviç'in "Babam da dindardı, namaz kılıyordu fakat ben dindarlığımı annemden aldım" sözünü hatırlatarak; sabah namazına kalktığında çocuklarını da namaza kaldıran, evde harama ve helale keskin çizgilerle dikkat eden, çocuklarına İslâm'ı aktaran bir tip olarak Müslüman anneyi tarif ediyor. "Erkek bence her zaman ailenin misafiridir, kadının misafiridir. Kadının rahminde erkek misafirdir, yatağında misafirdir ve evinde misafirdir. Ev kadına aittir." diyerek Müslüman kadınların çocuklarını tam bir Müslüman gibi yetiştirmede üstün role sahip olduklarının üzerinde duruyor.

Müslümanların bir an evvel devlet kavramı üzerine eğilmelerinin topluma sıhhat kazandıracağını ilginç örneklerle anlatan Arslan, "Hem Foucault'yu hem de Marksist bazı kaynakları okumalarında fayda var" diyerek, devletin son dönemde aile üzerinde ciddi bir baskı kurmasının, aileye müdahale etmesinin çok büyük bir tehlike olduğunu belirtiyor: "Devlet ilk defa dindar insan yetiştirme adına doğrudan doğruya aileye müdahale ediyor. Uzun zamandan beri devlet aileye din adına, dindarlık adına müdahale etmektedir. Ben hiçbir şekilde bunu kabul etmiyorum. Kimin ailesi olursa olsun, Müslüman olsun olmasın aileye devletin müdahalesi kabul edilir bir şey değil. Çünkü İslâm bunu kabul etmiyor. Bunu bilmekte fayda var. Dindarlık bizim hoşumuza gidebilir ama Müslüman ailenin görevi dindar çocuk yetiştirmektir, devletin değil."

Üniversitelerde okuyup mimar ve mühendis diye ortada gezen fakat başkalarının yaptığı planları olduğu gibi taklit eden, sonra da "Müslüman mimar" unvanıyla geçinenlerin, toplumda ciddi zihin kaymalarına sebep verdiğini uzun uzadıya anlatan Abdurrahman Arslan, Müslüman şehri diye bir şeyin artık kalmadığını, Müslümanların dahi artık balkonlu apartmanlara koştuğunu beyan ediyor.

Şehir üzerinde düşünülmemesinin yanında her yapının bir felsefesinin olduğunun unutulmasının da özellikle ileride Müslüman gençler için büyük toplumsal, ruhsal sorunlara yol açacağını anlatıyor. Bu kısım oldukça önemli, okuyalım: "Mahremiyet bir değerdir. Kız ve erkek çocuklarını aynı odada yatıramamanın getirdiği şeyler vardır. Kapitalizm bütün bunları hiçe sayarak kenti kuruyor. Şu anda bu işimize geliyor. Niye derseniz, şu anda ekonomiyi canlı tutan nedir? Konut sektörüdür. Yağmalanan bir yerle karşı karşıyayız, görmüyor musunuz? Yirmi yıl önce rastlamadığımız gökdelenlerle doldu ülke. Niye insanlar bina ile zinanın çok olduğu kıyamet üzerine hadisler okuyorlar? Bu bir kader midir? Kaderse eğer, Müslümanların elinde tecellî etmemeliydi. Gökdelen dikmek gerçekten de İslâm'a uygun bir şey değildi. Ama kanaatime göre, Müslüman zihin rahatsızdır. Peygamber'in tevazuundan bahsediyorlar ama her şeyi ‘büyük’ düşünüyorlar. Türkiye'de ne kadar görkemli bir şey tasarlarsanız, bunu marifet sayıyorsunuz. Zaten Türkiye'de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakâr kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır."

Büyük şairin "Be hey Yunus sana söyleme derler / ya ben öleyim mi söylemeyince" dizelerini hatırlatan bir tavrı, duruşu ve üslubu var Abdurrahman Arslan'ın. Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm'ün sayfaları boyunca hiçbir soruya kaçak göçek cevap vermediği gibi esasen 'tam yerine rast gelen' ifadeleriyle, kendisiyle aynı fikre sahip okuyucuların yüreğine su serpiyor. Günümüzde Müslüman camiayı böylesine Müslümanca eleştiren şahsiyetlerin azlığıdır belki de bizim zihnimizdeki ölü olma hâli. Üstelik ölmeden evvel ölme değil bizimkisi, bariz yaşarken ölme.

Bozulan, bozulmuş zihniyetlerin yaşattıklarını yazarın dilinden dinlemeye devam edelim: "Bugün bütün sarsıntılar içinde kendine göre şekil bulmuş Müslüman zihniyetinden artık korkuyorum. Bence bu zihniyet başta İslâm'ı sonra da Müslümanları tehdit ediyor. Çünkü bu zihin yaşadığı sarsıntının farkında değil. Ciddi şekilde İslâm'dan kopmuş, İslâmî kaygıları ertelemiş bir zihindir. Eğer bu böyle olmasaydı insanlar ahlakî kaygıları öne çıkartır, belki de TOKİ gibi gökdelenler yapmayı düşünmezdi. Ben bu zihniyetten korkuyorum. Bu zihniyet Anadolu'da hiç toprak ihtiyacı olmadığı hâlde gökdelen dikiyor. Ya da Suudi Arabistan'da ya da Malezya'da... Bu genelde yaşadığımız bir sıkıntıdır. Ondan dolayı da ne derseniz deyin, 'Batı karşısındaki aşağılık duygusu' deyin, 'büyüklük duygusu' deyin, bu İslâm dünyasında genel bir hastalıktır bence. Ben hicap duyarım, Kâbe'nin üstüne çıkacak bir ev nasıl olabilir? Orada nasıl bir devremülk alabilirim? Bu, hayâya, edebe her şeye aykırıdır."

İslâm adına önce İslâm'ı sonra da Müslümanları tehdit eden fakat bunun hiç de farkında olunmayan zihniyetin özellikle camilerde Diyanet’in hutbelerini dinletmekten, camilere güvenlik görevlileri sokmaktan, özellikle büyük camileri belirli gruplara, cemaatlere yakın olan imamları atamaktan ve hatta en önemlisi olarak cami yapmaktan vazgeçmesi gerekiyor Arslan'a göre. "İslâm'da camiyi devlet yapmaz; cemaat yapar, korur, bakar, geliştirir" anlayışının fıkha dayandığını ve asırlarca böyle sürdüğünü, ne zaman ki cemaatin gücü yetmez ise devletin o zaman baston görevi görebileceğini anlıyoruz soruların cevaplarından. "Caminin giderlerini kim ödeyecek?" sorusuna verdiği cevap ise oldukça basit ve nettir: "Cemaat, biz, hepimiz."

Bugün bir Müslüman, Sultanahmet Camii'ne girerken turist muamelesi görmekten hicap duymuyorsa vicdanını biraz yoklamalı, belki de Müslüman duruşunu gözden geçirmelidir hiç şüphesiz. Bu, yavaş yavaş camileri 'ibadet yeri' olmaktan, tefekkür yeri olmaktan da çıkarıyor. "İstanbul'un iki dindar semti vardı: Üsküdar ve Fatih. 40 senedir Fatih'te kalıyorum, bitirdiler buranın iç dünyasını" diyor Abdurrahman Arslan. Sahiden, iç dünyası yaşayan bir semt kaldı mı İstanbul'da? Yoksa iç dünyayı terk edip başka dünyaları taklit etmek de birer 'ihtiyaç' mıydı?

Abdurrahman Arslan'ın bazı mülakatlarında gençlere tavsiyeleri de var. Namaz kılmalarını, ahlaklı davranmalarını istiyor: "Müslüman olmanın bir bedeli var. Müslüman olmak her zaman para kazanmak, iyi bir mevki elde etmek, hayat standardını yükseltmek değildir. Müslümanlar İslâm'ı böyle anladılar. Son 30-40 yıl içinde Müslümanların anladığı bu. Müslüman olmak bugün risktir. Bu riski göze almalıyız. Risk derken eğer harama dikkat ediyorsanız, o zaman demek ki helalden az pay alacaksınız. O anlamda diyorum risktir. Bu çok güzel bir risktir. Avantajsız risktir. Sizi haramdan ve öbür dünyadaki cehennemden korur. Bundan daha güzel bir avantaj olabilir mi? Ama siz bugün diyebilir misiniz uygunsuzluğun, hırsızlığın olmadığı bir belediye var?"

İdareye ve halka ayrı ayrı eleştirileri var yazarın. Düşüncelerinde İslâmî kaygılarını üstün tutuyor. Bakış açısının temelinde Müslümanca yaşamak ve olana bitene Müslümanca bakmak, bakabilmek var. Bunun için gencinden yaşlısına herkesin bir bilince sahip olmasına, estetik ve ahlâkî değerleri gözetmesine imkân tanınmasını istiyor. Bu nasıl olabilir? Vicdan sahibi olan bir insanın, bu vicdandan ayrı nefes bile almaması gerektiğini bilerek. Okuyalım: "Müslümanların bir kısmı, yüzde yirmisini tenzih ederek söylüyorum, utanmayı unuttu. Bir yerde ihale kapayım falan. Köylü olarak, fakirlikte mi yaşayacağız? Evet. İnsanların temel ihtiyaçları vardır. Cemaat olsaydık, evi olmayan birine ev temin edebilirdik. Ama yardımlaşma yok. Gittik banka kredileri aldık. İnsanların temel ihtiyaçları tamamlandıktan sonra Müslümanca iyi davranma hakkımız vardır. Bir adam çocuğuna ekmek götüremiyorsa ‘hırsızlık yapma’ diyemezsin. Eğer götürüyorsa da yakasına yapışmalısın. İnsanlar gidip derviş gibi yaşasın demiyorum ama Müslümanların bu kadar dünya malı peşinde koşmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Bunun bir ölçüsünün olması lâzım."

Kitabın ikinci bölümünü dolduran soruşturmalarında ise tercümeler, yayın dünyası, yoksulluk, yardım ve Müslümanlık, muhafazakârlık ve İslamcılık gibi konular yer alıyor. Özellikle "İslâmcılık nefsi müdafaadır" başlıklı soruşturma oldukça önemli. İslâmcılığı 1960'lara kadar ve 1960'lardan sonra olarak iki devire ayırıyor Abdurrahman Arslan. İlk devirde İslâmcılığa âlimler liderlik ederken ikincide mühendisler liderlik saflarını 'sıkıca' tutuyorlar ona göre. İlk devirde rantçılığın r'si bile yokken ikinci devirde rant, proje, ihale başı çekiyor. Dolayısıyla artık gerçek bir İslâmcılıktan bahsetmek de mümkün olmuyor. Abdurrahman Arslan'ın özellikle ikinci devir hakkındaki kritik yorumları şöyle: "Kanaatime göre İslâmcılığı müthiş şekilde cazip hâle getiren, fakat aynı zamanda da onun en büyük zaafını teşkil eden şey, siyasete en ön sırada yer vermesidir. Yani iktidara yaptığı sürekli vurgu ve taleptir. Öncelik anlamında başlangıçta İslâmcılığın böyle bir meselesi olduğu söylenemez. İslâmcılığı kısmen de olsa tanımlamaya, ama aynı zamanda da onda ciddi şekilde hedef sapmasına sebep olan bir hususun kanaatime göre en önemli sebebi hilafetin ilgası olmuştur. Hilafetin kaldırılmasıyla beraber kendilerini açıkta kalmış hisseden Müslümanlar için bu defa devlet ve siyaset öncelikli mesele halini almıştır. İslâm inanç olarak da, hayat tarzı olarak da, siyaset olarak da kendi kabının haricindeki başka bir kaba sığmaz."

Kitabın ismi, tüm içerikle olduğu kadar yaşadığımız son 200 yılın da özeti gibi. Bir sualle bitirmek isterim: Kıblemizi kaybedince mi dönüştük yoksa dönüşünce mi kıblemizi kaybettik?

Allah'tan hakkımızda her zaman hayırlı olanı vermesini temenni ederim.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf