6 Şubat 2021 Cumartesi

Göğün altında ne varsa, sımsıkı bir taşlama

Bazı yazarların kitapları hakkında yazı yazmak zordur. Çünkü bu kitapların özelliklerinden biri çok katmanlı oluşuysa, öbürü de anlatılmaktan, hakkında konuşulmaktan ziyade okunmaya uygun oluşudur. Ancak biraz konusundan biraz da dil ve üslûbundan bahsedip yazılar sonlandırılır genelde.

Ayhan Koç benim için bu tür yazarlardan biri. Sırlıçeşme (2017) adlı romanıyla Everest İlk Roman Ödülü’nü kazandıktan sonra İthaki Yayınları’ndan Kara Havadisler Kervanı (2018) adlı öykü kitabını yayımlamıştı. Şimdi tekrar romana dönüş yapan yazar, yine İthaki Yayınları’ndan neşredilen Cümle Göğün Mavisi isimli kitabıyla okur karşısına çıktı. Sırlıçeşme kitabını bir türlü bulup okuyamamıştım ancak Kara Havadisler Kervanı benim en çok sevdiğim öykü kitaplarından biri olmuştu. Kitabın verdiği lezzeti hâlâ duyumsuyorum; çünkü öykü gibi öykü kitabıydı gerçekten. Yine postmodern tekniklerin bolca kullanıldığı, büyülügerçekçilik ve realist anlatım arasında gidip gelen bir kitaptı ancak ‘insanın beynini yakmaktansa’ okura edebî lezzet veren kitaplardandı. Okuru sadece hayal âleminde gezdirmiyor, gerçek dünyanın kapısına da bırakıyordu. Toplumsal gerçekler, politik dünya, edebiyat dünyası vb. sağlam bir şekilde hicvedilmişti ve ironik anlatımın neredeyse zirvelerine çıkmıştı yazar. Fakat tüm bunlara rağmen Kara Havadisler Kervanı kitabına siyasi bir nitelik yakıştıramıyorduk. Cümle Göğün Mavisi bu yönden biraz ayrılıyor bir önceki kitabından. Zaten biri öykü biri roman, elbette farklı olacak diyenler olsa da yazarın hikâyesini kurduğu temel her iki kitapta da bence çok değişmiyor. Bunun üzerine inşa edilen binada farklılıklar görülüyor. Ana konunun, başkahraman Fevzi Durukan’ın karısı tarafından aldatıldığı gerçeğiyle yüzleşmesi olduğunu söyleyebiliriz fakat ben bu kitaba ‘postmodern tekniklerin kullanıldığı bir siyasi roman’ yakıştırması da yapıyorum. Hayır, sadece politik hicvin bol olmasından değil, romanda bu atmosferden hiç çıkılmamasından dolayı.

Birkaç cümleyle de olsa kitabın kurgusundan ve konusundan bahsetmek istiyorum. Eskinin yazarı şimdinin gazetecisi Fevzi Durukan ve arkadaşı, hükümete dek uzanan bir yolsuzluk dosyasını gazetelerinde yayımlamış ve ortalık karışmıştır. Fevzi Durukan aynı zamanda karısının (Meral) kendisini en yakın arkadaşlarından biriyle aldattığını öğrenmiş ve ne yapacağını düşünür haldedir. Üç günlük bir zaman diliminde (cuma-cumartesi-pazar) kronolojik olarak devam eden roman geriye dönüşlerle ilerler. Fevzi Durukan bir taraftan her an tutuklanma endişesiyle yaşar, bir taraftan da karısına bir şeyler belli etmemeye ve ne şekilde davranacağını çözmeye çalışır. Yukarıda da dediğim gibi, bu romanı bir yönden siyasi bir roman olarak adlandırabiliriz ancak ana konu yine de Fevzi Durukan’ın ailevi problemidir. Kendisi de bu durumun farkındadır. Tutuklanma, gözaltı, tutuklanacaklarını bile bile yaptıkları haber hep bu aldatılma olayından dolayıdır: “Tıraş olurken, gelen mesajları okurken, midesini susturmak için bir dilim ekmeğe margarin-reçel sürerken ne yaptığının farkında birine benziyorsa da aldatıldığını öğrendiği gün düştüğü sorulardan mürekkep, sadece onun görebildiği bir okyanusta kulaç atıyor.

Kitapta postmodern bir anlatım ve kurgu olduğunu söylemiştim. Sağcı desen sağcı değil, solcu desen solcu değil, komünist değil, milliyetçi değil Fevzi Durukan, bir taraftan normal hayatını devam ettirirken bir taraftan da içindeki karanlık bir karakterle uğraşır. Onunla dertleşir veya olayları onun ağzından dinler. Bu ses kendisinin bir alter ego olmadığını, sadece bir iç ses olduğunu söyler. Dışarıdan bakıldığında kendi kendine konuşuyor görünen Bay F. aslında içindeki id’le çarpışıyordur. Aynı zamanda yaşadıklarını yeni bir roman olarak kurgulayan Fevzi Durukan, roman içinde roman yazmaya çalışır. Bu tür bir üstkurmacayı yazar Ayhan Koç, Kara Havadisler Kervanı kitabının son öyküsünde denemişti. Şimdi de bunu bir romanda uygulamaya çalışmış. Yani Fevzi Durukan, hem bir taraftan hayatını devam ettirmeye çalışıyor bir taraftan da okuduğumuz kısımları romana dönüştürmekle meşgul oluyor. Diğer taraftan da içindeki ilkel güdüyle, ilkel insanla uğraşıyor. Kitabın normal seyri dışındaki kısımlar küçük fontla yazıldığı için okur nezdinde bir karışıklık söz konusu değil. Yani bir Ses ve Öfke’yi okuyormuş gibi kafası bulanmıyor okurun. Net, berrak bir postmodern anlatım, postmodern bir kurgu. Oldukça başarılı.

Kitap hakkında bir eleştirim var fakat yazar Ayhan Koç bu eleştirinin de önünü almış, Fevzi Durukan’ın yazmayı düşündüğü kitabı arkadaşına anlattığı bölümde: “Konuyu beğendim. Kuşkusuz dönem eleştirisi bekleyen bazı okurlar tatmin olmayacak; tahminim o ki kimi eleştirmenler kitapta gönderme ve motif kalabalığı olduğunu söyleyecek falan filan feşmekân ama zaten anladığım kadarıyla senin amacın sonuca bağlanan bir şey değil. Bir kesit… O yüzden kim ne der, boş ver. Yaz bunu.

Evet, gerçekten de Ayhan Koç, ‘yolsuzluk dosyası yayınlayıp tutuklanmayı bekleyen gazeteciler’ üzerinden Türkiye’nin özellikle son yirmi yılını adeta hiciv bombardımanına tutuyor. Buna siyasilerin gerçek hayattaki söylemleri de dâhil oluyor, sosyal medyadaki trol ordusunun kullandığı argo dil de. Bu konu zaten bunları kaldırır ama bu süreçteki bütün olumsuz olayları romana koymalıyım havası biraz çiğ kalmış (KHK’lılar, mülteci problemi, basın özgürlüğü problemi, muhafazakârlaşma vb.). Daha az ve vurucu şeyler seçilebilirdi. Göndermeler o kadar net ki yazarın sadece isim vermediği kalmış. Hatta bazı yerlerde bu siyasilerin konumları da veriliyor. Yani Türk siyaseti hakkında hiç ilgisi olmayanlar bile kim kimdir net bir şekilde anlayabiliyor. Ama kitaptaki karakterin dediği gibi, Fevzi Durukan’ın yani Ayhan Koç’un da amacı bu. Tabiî bu ironi ve hicivden sadece siyasi hükümet değil, muhalefet de payını alıyor. Bu açıdan baktığımızda ne sağcı ne solcu ne komünist ne milliyetçi olan Fevzi Durukan’ın (belki de Ayhan Koç’un) objektif olma çabası da dikkate değer (hatta bir yerde Yılmaz Özdil’e bir taşlama var ki oldukça başarılı).

Kitabın en mizahî yerlerinden biri yazarın günümüz edebiyat dünyasına attığı salvolardı. Bunu Kara Havadisler Kervanı’nda da görmüştük. Ayhan Koç’un günümüz edebiyatının gerçek edebî esere değil para kazandıracak kâğıt israfı kitaplara verilen önemle bir derdi var. Kitaptan arka kapakta, didaktizme ya da mesaj verme kaygısına düşmeyen bir roman şeklinde bahsediliyor ama bolca mesaj kaygısı taşıyan yerler var. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Günümüz edebiyat dünyasının hâli ortada. Birinin bu eleştiriyi yapması gerekiyordu eserinde. Ayhan Koç da bunu iyi bir şekilde eritmiş kurgusunun içinde.

Kısa bir eleştirimi dile getirmeliyim. Kitapta birçok teknik denenmiş, bu da kitaba hareketlilik kazandırmış fakat başrolde hep Fevzi Durukan’ın olduğunu görüyoruz. Sadece bir iki yerde, Fevzi’nin eşi Meral’in güncesinden onun bakışını görebiliyoruz. Burada artı olan şu: Meral’in güncesiyle Fevzi’nin başrol olduğu bölümler tamamen farklı bir dille oluşturulmuş. Yani romanda en önemli şeylerden biri olan karaktere göre dil kullanımını yazar burada çok iyi başarmış. Meral’in güncesi olarak yazılan yerlerin başlığını görmeseydik bile kimin konuştuğunu anlayabilirdik. Eksi olarak bu durumların azlığını gösterebilirim. Kitapta yeterince ana karakter var fakat özel bölüm ayrılan çok az. Ayhan Koç bunları artırsaydı kitap daha hareketli olacaktı.

Bir de Fevzi Durukan’ın davranışlarının temelinde yatan şeylerin başında eşiyle ilişkisi geliyor ancak geçmişten gelen ailevi problemlerin de etkisi hiç az değil. Bu bölümler de daha yoğun işlenebilirdi diye düşünüyorum. Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Sırlıçeşme’yi dışarıda tutarsak, Ayhan Koç’un bir önceki kitabı Kara Havadisler Kervanı’nı bir derece daha çok sevmiştim. Birçok öykü içerdiği için yazarın yaratıcılığının sınırları daha genişti. Her öyküde başka başka konuları o güzel anlatımıyla anlatmıştı. Fakat bu romanı da nitelik olarak oldukça iyi. Birçok tekniği aynı konu içinde sırıtmadan kullanması ise takdire şayan. İyi bir yazar Ayhan Koç. Özgün ve dili de çok iyi kullanabilen bir yazar. Cümle Göğün Mavisi, Türk Edebiyatı’nda iyi romanlar safında kendine yer bulacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Günlük hayatın gölgesinde içimize dönmek

“Sır, başkasına anlatılamayacak olanı senin ancak bir başkası olduğunda anlamaya başlamandı.”

Leyla İpekçi ile pandemi döneminin başında Üsküdar’da tanışmak nasip oldu, bu vesileyle ilk kitabı Maya’yı okudum ve çok etkilendim. Başkası Olduğun Yer hakkındaki fikirlerime geçmeden önce, bir yazarın gözlerine bakmış olmanın, o yazarın kitabını okurken hissedeceklerimiz ve anlayacaklarımız üzerinde mühim bir tesiri olduğunu söylemek isterim.

Duyguyu, duygu yüklü metinleri okumayı çok seven birisi olarak, Leyla İpekçi’nin nahif bir üslupla yazmış olduğu bu romanı da çok sevdim. İlahi ve kahraman bakış açısıyla yazılmış, anlatımında durumlara odaklanılmış bir eserdi. Romanın tasavvufi yönü açısından değerlendirmek gerekirse, hâllere odaklı bir metin olduğu söylenebilir.

Kitap, adını roman boyunca öğrenmediğimiz kahramanın dünyayı o anki duyuşunun tasviriyle başlıyor. Birkaç sayfa çevirdikten sonra yazarın, kahramanın babaannesinin vefatı üzerinden ölümü anlatmaya çalıştığını anlıyoruz. Kitabın sezdirmelerle ilerliyor oluşu, okura farklı bakış açıları sunuyor. Yazar, kitaptaki tasavvufi temelli anlatısını kendi bakış açısından ele alıp, aynı zamanda okur için açık kapılar bırakmış. Ancak hangi açıdan bakılırsa bakılsın, temel ide, hep aynı. Örneğin iki kişi bir binaya farklı açılardan bakıyordur ancak baktıkları bina aynıdır, sadece biri ön cephesine, diğeri arka cephesine bakıyordur, bunun gibi.

Kitabın başkahramanı olan kadın, etrafında gördüğü her şeyde Hakk tecellisi arayan, oldukça sorgulamacı, kitabın atmosferine bakılırsa mahzun bir karakter. Oldukça kuşbakışı anlatılmış bir mutfak sahnesinde, kahramanın Erhan adında biriyle evli olduğunu öğreniyoruz. Böylelikle genel anlamda tasavvufi temelli bu esere, kadınsı bir duygusallık da ekleniyor. Kitapta temel bir teslimiyet öğretisiyle birlikte, gündelik hayatta insanoğlunun ne kadar boş bir sebepler zincirinin, ama ve çünkülerin peşine takıldığını görüyoruz. Hasılı, kitabı okurken kendi hayatımızda sorun haline getirdiğimiz meselelerin özünde ne kadar boş olduğunu görüp, böylelikle kendi yaşantımızı da sorgulamaya başlıyoruz. Gerçekten de ölümlü bir dünyada, bunca koşturmaca ve tûl-i emel neden?

“Kanat kalıntıları ile uçmaktır payıma düşen
Avareler, şahinler, spekülatörler, gevezeler!
Uzatın ellerinizi bana, oklarınızı dürüstçe saplayın!
Ne yediyseniz saatlerin mirasından,
Ne içtiyseniz saadetlerin testisinden
Soytarı gerek size ermişten ziyade
Ve ağlayan mâhkumlar gibi kalmak çukurlarda.”


Gündelik hayatımızdaki beyhude işlerimizin yanı sıra, dünyadaki acılara da dokunuyor kitabında Leyla İpekçi. İnsanlar birbirini neden öldürüyor, sokakta kimliği hala bulunamamış cesetlerin sayısı neden artıyor? Bunca hırs neden? Dünya hiçbirimize kalmayacak oysa ki. Kendi yaşantımızı sorgularken, kendimize bencillik derecesinde odaklanıp, dünyadaki acıları görmeyişimizi de hatırlıyoruz Başkası Olduğun Yer sayesinde.

Başkası Olduğun Yer, okurken dikkat gerektiren bir kitap. Dikkatli okuduğunuzda her satırın oldukça etkileyici olduğunu fark ediyorsunuz. Kitabın anlatımına alıştıktan sonra, su gibi akıp giden bir metne dönüşüyor okuduğunuz satırlar. Anlatının bazı kısımlarına, kahramanın duaları da ekleniyor:

Ya Rabbi!
Konuşmak istemiyorum.
İstemiyorum izzet tacımı kaptırmak.
Bir şeyler beklemek ondan bundan.
Oyalanmak.


Uzun süre olay odaklı kurguları okuduğumuzda, biraz durulup içimize dönmek isteyebiliriz. İşte öyle zamanlarda okunması çok keyifli bir eser olacaktır Başkası Olduğun Yer. Kitabı okumak isteyen herkese güzel okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

3 Şubat 2021 Çarşamba

Muhatap arar şair kendine

Yağız Gönüler, Kırılınca Klarnet ve Minnet Eylemem'den sonra okuyucusunu Profil Kitap vesilesi ile Freud’un Göremediği Rüya ile selamlıyor. Hayatını şiirle şiirini de hayatla karan, dünyayı hayra yormanın peşinde, hayatın iki yakasını şiirle kavramaya çalışan bir dil işçisi Yağız Gönüler. İnsan denen sır küpünü çatlatmaya; yekten tecime sergi olmuş çivisi çıkmış dünyanın derdine ortak aramaya devam ediyor bu kitabında yer verdiği şiirlerle. Yağız Gönüler, daha çok nereden geldik nereye gidiyoruz sorusuyla başına bela açmış bir şair. Bu sorunun peşinde düşe kalka, el yordamıyla, şaşkınlıklar ve hayal kırıklıklarıyla ama hep umutla cevaplar arıyor. “Topraktan” gelip “Toprağa” uzanan ortak maceramızın içinde her bir hayatın gölgesi bir başkasının üzerine düşüyorsa şair biraz da bunun izini sürüyor; gölgelerin dostluğu adına konuşuyor.

Şiir sofrasında göresidiğin bir dost yüzünü görüyorsun Yağız Gönüler’in şiirlerinde. Bittiği yerden başlayan aslında başlarken bitmeye yakınlaşan bir yerden, “Herkesin son dediği / yerden geliyorum” diye hatırlatıyor ortak hikâyemizi.

Hayra yorulacak bir rüya mı şu hayat? Ekmeğin, suyun, sabahın, akşamın, diline dolanan şarkının, ciğerine işleyen türkünün yakıcı üslubuyla “elinde kırılmış kumanda” yla insan neye muktedir şu dünyada? Yorgun akşamüstlerine benzemiyor mu hayat, her gün tazelense de gün. Belki de ondan: “Erkek anaları dünyaya dalgın bakar / işte bundan otuzlarımın çıtı çıkmıyor.

Şiddeti muhtelif depremlerden incinen, hayatın her sarsıntısına katlanarak yorulan; şüphenin, endişenin uyanık tuttuğu bir bilinçle ekmek, şiir ve türkü ile hayret kapılarında gezen Yağız Gönüler, hayatın bağışlanamaz taraflarına işaret ediyor: “Bir simitçi her zaman endişelidir / çünkü zaman en çabuk onu bağışlamaz.

Şairin Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Yunus Emre ile kurduğu ünsiyetten Jung da nasipleniyor sanki hiç yadırgamadan. Psikolojimiz, yaralarımız ve üstümüze basılan tuzlar onu da bağlıyor hiç umulmadık yerlerinden. Şairin önce dizlerine çöken bir ağırlık sonra dizelerinde çağıldıyor. Cevaplarında kendini izhar ediyor insan. Cevaplarıyla cerahatini boşaltabiliyor, öyle ya: “İnsan aslında cevaplarının toplamıdır.

Şaşırıp kalmak bize artık ne kadar uzak” diyorsa şair yolda susamışlara yahut yasak sulara kanmışlara “Haydi, durma!” diyor: “kaybettiğin o hayret için biraz daha gayret.

Oğluma Ömer dedim dünya aynı dünya / her gün yeni bir put diken kim” derken okunuyor endişesi bir babanın sözünden. Yüzünden düşen bin parça değil mi zaten herkesin şu ara. Değil mi ki: “İnsanın hakikati olmuş bir ev, bir araba.

Bu toprakların diye söze başlayanların ezberinde kaç türkü var ola? Yed-i emini sayılacaksa türküler memleketin, muhannete minnetin ne anlamı var? Mademki: “bazı borçları yalnız türküler ödeyebilir.

Uzak, nedir?” diye soran şairi herkes hatırlar. Kendisinin ücrasında yaşayanlar en çok. Yakından bahsi açıyor Yağız Gönüler, yakınını çağırarak yapıyor bunu. Hep kıyısında dolaştığımız çocukluğun bilincimizin tersini düz yapan etkisinden söz açıyor: “yakınlara küstün yakınlara küsme / uzaklar her zaman gerçek değildir / dünyaya küs dünyanın haberi olmasın / unutma hep çocukluğun kenarındasın.

Adı Yağız olanın kaderi atla elbet birleşir. At sırtı görmedi bizim nesil biliyorum ama rüyamız at sırtından inmedi hiç.

Büyük resmi görene madalya takmıyorlar. Ama herkes ona müşteri, kime ne diyesin? “Büyük resmi hiç görmesem de olur canım” dese de şair elbet yalandır diye bakmazlar ona bu kesin.

Hayatın zor dönemeçleri, ağır yükleri vardır. İmtihanın büyüğü insanın kendi iddiasındandır. Kitabın başından, ortasından ve sonundan mesulüz ancak “kitabın en ağır yeridir ortası / her şey apaçıktır orada.

Yağız Gönüler, emeğin duyarını kasmaz. Onun ne kasılmasına ne de büzülmesine gönlü razı olur. Resmi veriler itimat ister kendine ancak şair buna hemencecik kanmaz: “emek can veriyor ey resmî veriler / madende şantiyede asansör boşluğunda.

İğneyi kendine ne kadar batırdınsa, ele çuvaldız o kadar. Kendinden söz et denince başlayan sahte senfoni Taptuk’un kapusuna varamaz bir türlü. Şair, bunu da yazar tahtaya; Kant, Hegel ve Heidegger bakakalır: “Yunus Emre’yi de okuyamadın anca Kant ve Hegel / ben öyle varlığın öyle zamanın ve Heidegger.

Dünya, bir gölgeliktir o da pek vefasızdır. Üzerinden yaratılmış olmanın şaşkınlığını atamayana şair denir hem: “Yaşam fazlasıyla şaşırmaktır, doyamıyorum”. Koşan yorulmaz, durgun suda üreyip durur mikrop. Boş vermenin en güzel yolu kuşku yok yürümektir: “dinlenirsek yoruluruz biz boşver yürüyelim.

Şairin görüp de Freud’un hiç göremediği rüya nasıl bir rüyadır gerisin geri toprağa varınca anlayacağız sanırım. Bilincin ne altında ne üstünde bir teselli var. Buzdağının üstünden ne fayda gördük altından umalım. Arifin tarife muhtaçlığı yoktur lakin arar şair yine de bir çift kulak kendine.

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Kutsalın iyileştirici gücüne inanmak: Jung

İnsanı tanımaya, onun davranışlarını ve düşüncelerini açıklamaya, duygularının arka planında nelerin yatabileceğini ortaya koymaya adanmış her ömür sıra dışıdır. Jung, insanla ilgilenirken onu sadece bir beden, akıl, zihin sahibi olarak görmeyi kendince kabul etmedi, bunu çok yetersiz buldu. Bu yüzden zamanın tüm kalıplarını yıkmak ve dışlanmak pahasına insanın her şeyden önce bir ruh sahibi olduğuna işaret etti. Hemen hemen tüm çalışmalarında ruh ön plana çıktı. Böylece yaklaşımları sebebiyle bilim çevrelerinin sert tepkilerine maruz kaldı ve hatta uzun bir dönem bilim insanı olarak görülmedi. O, hayal dünyasına gömülüp çoğu zaman buhranlara kapılan ve fantastik yönü ağır bastığı için söyledikleri üzerinde çok fazla düşünülmemesi gereken biriydi kimilerine göre. Oysa ufuk açıcı arketip kuramı ve kolektif bilinçdışı tezi günümüze ışık tutmaya, birçok bilim insanına ve sanatçıya ilham vermeyi sürdürüyor.

Taşlarını Freud'un dizdiği psikanaliz yolundan ayrılan Jung'un din ile felsefe arasında kurduğu güzergâh, bilhassa bugünün insanı için çok şey söylüyor. Zira bugünün insanı, kendinden kopmuş bir hâlde yaşıyor. Bu kopuş; insanın bir ruha sahip olduğunu unutması, tabiattan uzaklaşması, tüketime hapsolması ve geleneğe dair hiçbir merak duymayışıyla varlığın anlam kazanması bahsinde bir krize neden oluyor. Jung, çalışmalarında psişenin üzerinde durarak aslında bu krizi çok önceden görmüştü ve insanı yorumlarken bilincin, bilinç dışının, zihnin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünmüştü. Bu anlamda Platonculuktan etkilenmiş, gölge kavramı üzerine özellikle eğilmiştir. İnsan denen varlık sadece cismiyle değerlendirilemez çünkü o aslında gölgeden ibarettir Platonculuğa göre. Jung için gölge, insanın karanlık tarafını temsil eder. Onunla birlikte yürür, ona şekil verir ve aslında insan olma zenginliğinin tüm malzemesi işte o karanlık tarafta yer alır. Çünkü insan en 'ilkel' yanlarını gizlemeye çalışır, farkında olmadan o özellikleri bir gölge hâline getirir. Asla kaçamayacağını ise hiç fark edemez.

Jung, tıpkı Hermann Hesse gibi benim en çok ilgilendiğim isimlerden. Çünkü onların çabalarında yalnızca insan davranışları ve duyguları değil, uzaklardan, hem de çok uzaklardan gelen bir ses var. O ses bize çok tanıdık, çok kalbi. Hesse'nin sadece Demian romanına baktığımızda bile onun Jung'dan ne kadar etkilendiğini görebiliriz. Bu etkileniş, varlığın dairevi bir hareket içinde yer almasından -hermetik çember- insanın içindeki iyi ve kötü tarafı bir bütün hâlinde temsil eden Abraxas'a, sözcüklerin çoğu zaman hakiki duyguları ve düşünceleri gizleyen birer maske oluşundan doğayla kurulan güçlü bir ilişkinin hakikati fısıldamasına dek sürer. "Hepimiz Bütün'ün ölçülemeyecek kadar küçük parçalarıyız. İsyan etmek saçma; kendimizi yüce akışa bırakmalıyız" der Hesse. "Tüm düşüncelerimin güneşin etrafındaki gezegenler gibi Tanrı'nın etrafında döndüğünü ve karşı konulmaz bir şekilde O'na çekildiğini hissediyorum" der Jung. Kutsalın gücü, berrak zihinleri ele geçirmekte hiç zorlanmaz. Onlar zaten teslim olmuşlardır, buna bir anlam vermişlerdir fakat izah etmekte güçlük çekerler. Bunu yaparken de tarih boyunca olduğu gibi dışlanırlar, duyulmazlar. Nihayet bu durum da bize tasavvuftaki "Bilen söylemez, söyleyen bilmez" sözünü hatırlatır.

Runik Kitap'tan çok titiz çevirilerle çok güzel kitaplar çıkıyor peş peşe. Özellikle bu "Nasıl Okumalıyız?" dizisine dikkat etmeli. Freud'un ve Jung'un yanı sıra, Lacan, Heidegger, Nietzsche, Shakespeare, Kierkegaard ve daha bir çok efsaneyi daha iyi anlayabilmek için yol boyunca ışık tutan kitaplar yer alıyor bu dizide. Söz buraya gelmişken, dilimize birçok kitabı çevrilmiş 'zehir zihin'lerden Simon Critchley'nin bu dizinin editörü olduğunu da söylemek isterim. Öte yandan bu dizideki kitapların çağa uyak uydurma gayretiyle ortaya serpiştirilen "adım adım" ya da "yeni başlayanlar için" kitaplarından olmadığını da belirteyim. Dizinin amacı gayet açık: irdelenen kişinin kullandığı kavramlara yeni bir gözle bakmak, yaşadığımız çağ itibariyle onun çalışmalarını daha anlamlı bir yere koymak ve önceliğimizi hangi eserine vermemiz gerektiği konusunda bir kılavuza sahip olmak.

"Jung'u Nasıl Okumalıyız?", her şeyden önce çok iyi bir çeviriyle hazırlanmış. Ersun Çıplak'ı tebrik etmemiz gerek. Neticede Jung gibi anlaşılması pek kolay olmayan isimlerin bir de çevirisine katlanmak, bunu başarıyla yerine getirmek, takdire şayan bir emek. Peki kitapta Jung'un hangi kavramları ve düşünceleri yeniden yorumlanıyor? Rüyalar, simgeler, ikinci benlik, mit, bilinç, yaşamın evreleri, insanlardaki ve uluslardaki karanlık taraf, toplumsal cinsiyet, arketip, nevrozlar, terapiler, bireyleşme, ruhsal iyileşme, seküler toplumlarda ruhun karşı karşıya olduğu tehlikeler, 'şimdi'den geleceğe yönelik bir tasarım.

"Jung yalnızca insanın kişiliğiyle ilgili yeni bilgilere ulaşmaya çalışmıyordu, aynı zamanda genellikle bilginin bir kenara bırakıldığı bir bilgelik düzeyine ulaşma sorumluluğu duyuyordu" diyor David Tacey. Bu sorumlulukla beraber Jung hep şu soruların peşinden gitti: Sonsuzla ilişki hâlinde miyiz? Duyu ötesi güçler bedenimizi, zihnimizi ve davranışlarımızı etkiliyor mu? Anlam, varoluşun bir sonucu mudur yoksa insan mı anlamı bulur? Tanılar gerçek midir yoksa onları insan mı icat etmiştir? Sınırların ötesindeki gerçekliğe ulaşmak mümkün mü? Freud'un id, ego, süperego modeli insan ruhunu ne kadar izah edebiliyor? Kişilik üzerinde insanın geçmişi mi daha etkili yoksa şimdiden sonrası mı? Bu sorular, çağdaşlarının nezdinde garip birer meraktan ibaret olan, bilim dışı sorulardı. Oysa Tacey'nin de belirttiği gibi bu sorular, kadim sorulardır. Felsefenin sorularıdır. Hakikati arayan insanların sorularıdır. Ne zaman ki Jung'un eserlerinde bu sorular belirgin bir yer kaplamaya başlar, artık Freud'un halefi olmadığını da ortaya koymuş olur. Zaten Freud da başlarda memnuniyetle karşıladığı Jung'u, bu psişe odaklı soruların peşinden gitmesi, onun bazı tezlerini hiçe sayması ve kendi bildiğini okur hâle gelmesi sebebiyle dışlar. Hatta kendi talebelerinin de onu dışlamasını ister. İşin magazin boyutu bir kenara bırakılırsa, Tacey'nin "Birçok yönden Jung, ideal bir soyut biçimler (görünmez metafizik yapılar) alanının varlığını öne süren Platon'un entelektüel torunudur. Freud ise, dünyayı akıl ve mantık yoluyla anlamaya çalışan Aristoteles'in varisidir." sözleri, ayrılığı açıklama noktasında önemli. Basit bir hayal kırıklığı değil bu ayrılık elbette. İki insanın, birbirlerine besledikleri 'entelektüel beklenti'yi sıfırlayan ve dolayısıyla bir bilim içinde farklı yolları kuran, o bilimi zenginleştiren bir ayrılık. Jung, Freud'un muhakkak ruhsal bir açlık yaşayacağını düşünür. Freud ise Jung'un 'dini saplantılar'dan kurtulacağını düşünür. Her iki beklenti de bir sonuç vermez. Herkes, kendi beklentisi doğrultusunda ilerler.

Jung, özellikle altmışlı yaşlarından sonra batının içinde bulunduğu anlam ve hakikat açmazının üzerine fazlasıyla eğilmiştir. Nitekim, Hristiyanlığın -protestan geleneğin değil de daha zengin ve simgesel olduğunu düşündüğü Roma katolikliğinin- yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Başka bir bakış açısıyla, yaşamın merkezinde konumlanan bir inanç ağı, batıyı iyileştirecekti ona göre. Bu düşünceler eşliğinde yazdıkları sebebiyle bazı önemli Katolikleri sadık topluluğa geri döndürdüğü için Papa XII. Pius'tan iltifat bile görmüştü. Jung'a göre insanların içine doğdukları inançla iyileşebileceğini düşünüyordu ve bu yüzden doğu ya da farklı kültürlerdeki ezoterik, mistik yaklaşımlardan ziyade evvele insanların kendi geleneklerine dönmeleri gerektiğini söylüyordu.

Freud'un Oidipus kompleksini ve cinselliği merkeze alan rüya yorumculuğu, Jung'ta bambaşka bir seyir izler. Jung'a göre rüyalar, büyük karanlıkta insanların gerçek rehberidir. "Dinin ışığı, güneşin parlak ve ışığı olarak tasavvur edilebilirse, rüyaların ve sezgilerin ışığı da yıldızlı gök kubbe olarak tasvir edilebilir" ona göre. Bir Cizvit papazının rüyaları 'batıl inanç' olarak değerlendirip, kilisenin lütfunun her zaman daha üstün olması gerektiğini ifade edişine şöyle karşılık vermiştir: "Haklısın, senin rüyalara ihtiyacın yok. Ama ben lütufta bulunamam, buna hakkım yok, bağışlayamam da; sadece insanların rüyalarını dinleyebilirim. Ben bir ilkelim; sense uygar bir insansın. Ben aziz olamam, sadece çok ilkel olabilirim, hatta bir adım daha öteye geçip batıl inançlara çok önem verebilirim."

Kendisine Tanrı'ya inancına dair soru sorulduğunda "inanmaya, imana karşı bir ilgim yok; sadece biliyorum" demiştir Jung. Onun bildiği, kutsalın yegane iyileştirici güç olduğudur. Bu kutsalın elbette bir kaynağı vardır ve o kaynak bütün insanlık için bitmeyecek, tükenmeyecek, dayanılacak tek güçtür: "Cennet bizim için fizikçilerin kozmik uzayı hâline geldi ve tanrısal gök kubbe, bir zamanlar var olmuş şeylerin berrak anısına dönüştü. Ama kalp parlıyor ve varlığımızın kökünü sinsi bir huzursuzluk kemiriyor. Bana öyle geliyor ki, dinsel yaşamdan uzaklaşmayla eş zamanlı olarak nevrozlar da gözle görülür şekilde artıyor. İnkar edilemez şekilde huzursuz, sinirlerimizi geren, kafamızı karıştıran ve görüşümüzü bulanıklaştıran bir dönemde yaşıyoruz."

21. yüzyılda Jung'un nasıl okunması gerektiğine, onun kavramlarının yaşamımızda hangi karşılıkları bulabileceğine ve anlam-hakikat-insan krizinde Jung'un konumuna dair güçlü bir öz kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Şubat 2021 Pazartesi

Kadere şerh düşülmüş bir arzuhâl

Ruhları bedenlere pay eden Tanrı, birbirimize cümlelerden kapılar açma fırsatı vermese halimiz nice olurdu!”. Böyle sesleniyor eserinin başındaki arzuhâlinde yazar. Sayfaların arasında sakladığı gerek kendinden gerek gözlemlerinden, belki okuduğu kitaplar biraz gezdiği şehirlerden heybesine doldurduğu ne varsa okurun gözüne sokmadan ama yine de “göz açık penceredir, hayata bakan” hakikatinin farkında olarak sözü yormadan sunuyor. Gözden gönle akacak olan ve her biri iç dünyasının farklı bir nüvesini oluşturan bu yaprak demetini; bir tadil-i erkan, belli bir usul takip ederek sunduğu için bizler, her bir hikayenin kahramanıyla göğüs göğse kalıyoruz çoğu zaman. Derdiyle dertlendiğimiz arkadaş aradan çekilip hikaye nihayete erdiğinde ise başımız ellerimiz arasında, damarlarımıza kadar işleyen bu vuzuha hayret ediyoruz. Ne zaman başladık, ne zaman ortaladık ve anlatıcıyla nasıl bu kadar ünsiyet kurabildik; tam olarak ayırdına varamıyoruz. Her biri bir dertleşme faslından ibaret olan bu öyküler, yumuşatalım diye muhatabımızın bize göğsünü açması şeklinde seyrediyor biraz da. Göğüs bir cephe gibidir çünkü, yıllar sayısız savaşın kalıntısını oraya bırakıp umarsızca çekip giderler. Geriye yeni birkaç savaş ve artık tepeleri gözükmeye başlamış ölümün dağı kalır nihayet. Böyle müşterek bir zeminde, bu kadar müşahhas bir ilişki kurulmuşken kahramanları yüz üstü bırakıp çekip gitmek mümkün olabilir mi? Biz de yazarın bizi biraraya getirdiği at yarışçısı Abdullah, hükümdar Behram, her geçen kış kürküne daha bir sarılan Oblomov, Üsküdar-Beşiktaş vapur hattında kendi dünyasına dalmış sarı benizli Wittgenstein okuru ve hatta ses kaydından nasihatlerini dinlediğimiz; artık ölümün kapısına varmış olan ulu bilge Tolstoy ile imzaladığımız mutabakat metnine sadık kalıyor ve onları asla yarı yolda bırakmıyoruz.

Kitaptaki öyküler, hem yirmi dört kare kuramına sadık her biri birbirinden bağımsız birer sahne hem de hepsinin bir araya gelerek oluşturduğu bütünlüklü bir festival filmi tarzında arz-ı endam ediyor. Peş peşe seyreden olaylardan müteşekkil bir aksiyon örgüsünden ziyade hayata dair küçük bir detaydan ilham alarak kendi içinde derinleşen ve bizatihi öyle olduğu için de yükte hafif pahada ağır bir lezzete dönüşen durum öykülerini okuyoruz. Sadece onları mı, yazarın cömertçe sunduğu günlük rutinlerini, her gün yürüdüğü yolları, geçtiği sokakları, yirmi yıldır hiç sektirmeden uğradığı çorbacı ve mürettebatını, yokuşta akıttığı teri ve inişte hızlanan adımlarını da birebir takip edebiliyoruz. Pazar günleri uyandığı yerden salona geçerken terennüm edilemez bir boşluğu teneffüs ediyor; ilhamdan, öğreticilikten, hüzünden, maneviyattan, aşktan ve hatta yalnızlıktan arındırılmış o “çile yolu”nu beraber geçiyor ve apansız bir şekilde dünyaya başıboş atılmış olduğumuz gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Yazar o vakitlerde elinde demli çay bardağıyla İcadiye sırtlarından Üsküdar sahile bakarken bizler dalgın bir surette “Bu kaçıncı Pazar, üstümüzden silindir gibi geçen?” diye düşünüyoruz. Bazen bir gece metrosuna sızıyoruz; yolcular sanki bu, onların son seferleriymiş de kaderlerine boyun eğmişler gibi ya gözlerini kısarak dışarda bir yerlere ya da gözlerini indirerek içlerinde bir yere bakıyorlar. Her iki bakış da dünyanın mülklerinden soğutuyor bizleri. Yol boyunca ağırlaşan bir soru sırtımızdan soğuk bir ürperti gibi geçiyor: Dünya, şu içine çekilerek susan yorgunlara ait bir yer midir yoksa gündüzün telaşı içinde savrulan kahkaha çiçeklerine mi? Zannedildiği gibi gece midir tekinsiz olan yoksa gündüz mü? Yazarın bir iddiası oluyor konuya dair: “Karanlıkta herşey aslına rücu eder; kurt kurtluğuna, korkak korkaklığına. Oysa gündüz hepimizin bir parçasını inşa ettiği devasa bir tiyatro sahnesidir. Sıkça o sahneye çıkar, oyunumuzu oynar sonra da aşağıya ineriz. Karanlık, herkesin kendine, kendi evine, ruhuna, suretine döndüğü alışıldık bir göç yurdudur. Suratlar düşer, bedenin her bir uzvu yorgunluk yüzünden sarkmaya başlar, konuşmaların tadı değişir, temkin elden bırakılır. Dolayısıyla en sahici, en gerçek, en kıymetli vakitlerdir bunlar.

Buğdayların biçilip taşındığı, birlikte hasat edilmiş tarlalara bakarken o yaz mevsiminden önünde açılan bir boşluk kesitini tarif ettiği yerde kalp atışlarımız hızlanmaya başlıyor. Evet o boşluğun giderek büyüyeceğini, yıllar geçse de asla eksilmeyeceğini hissediyoruz. Çünkü kaderin silgisi, hafızanın bazı sayfalarına hiçbir zaman dokunmaz. Nitekim öyle de oluyor. Bu bir ayrılık anıdır, adını anmadan onlarca kez mektup yazılacak olanla verilen son fotoğraf karesidir. İnsan, belleğine yapışıp kalmış bir fotoğrafa sürekli geri dönünce, başlangıçta hiç önemsemediği bazı detaylar öne çıkmaya başlar. “Ben mesela, bir ayrılık duruşmasına benzeyen o saatlerde ne giyindiğini, ne söylediğini, kalkıp gitmek için hangi bahanenin kalbine sığındığını çoktan unuttum. Hafızamda, yan yana oturmuş iki kişinin birbirinden gözlerini kaçırmak için baktığı bir boşluk kaldı. Yıllar da bıraktığın mirası büyütmekte pek cömert davrandı doğrusu. Her yaz sonu bir öncekinin boşluğuna bir sonrakini ekleyerek beni buraya kadar getirdi işte. Kendimi şair Li Po’nun haline ağıtlar yakan sınır bekçisine çok benzetiyorum artık: O sevimli bahar, kana susamış bir güze döndü…” Ayrılık sahnesinin kader silsilesine ve külli bir kader anlayışına evrildiği o satırlarda yazara bütünüyle katılmış olarak buluyoruz kendimizi: “Bana öyle geliyor ki tek bir aşk ve tek bir ayrılık var ve bütün kuşaklar kendilerinin sanarak girdikleri bu geçici evin her iki kapısından da hep alacaklı olarak uğurlanıyor. Bu ev, kaderdir.

Kitabın ismini aldığı “usta”yla da tanışma fırsatı buluyoruz ilerleyen sayfalarda. Bu; yazarın yirmi yıldır müdavimi olduğu esnaf lokantasının hem sahibi hem de şefi olan altmış beş yaşlarında irfan sahibi bir eski dosttur. O gün, biraz tedirgin, biraz endişeli; belli ki bir derdi var ancak teklifsizce gelip açılacak bir konu da değil; nihayet yolu açmak yine yazara düşüyor. Yanından birkaç kere göz ucuyla bakarak gelip geçen ustaya, sohbete hazır olduğuna dair bir girizgah yapıyor: “Usta, yirmi senedir şu koridorda tezgahla kasa arasında mekik dokuyorsun. Ama bakıyorum ki hiç bıkkınlık yok üzerinde . Fırsat olsa yarın yeni bir lokanta açar, orayı da burası gibi yirmi yıl saat gibi işletirsin. İkimiz de aynı Anadolu’dan çıkıp geldik; aynı yalanlardan, tarla kavgalarından, kız kaçırmalardan, renkli fistanlardan, tenha camilerden. Ama kaderimiz hiç de aynı değil: Ben burada yırtık bir isyan bayrağı gibi sallanıp dururken sen maşallah, burçlara sancak açmış nefer gibisin.” Usta, bu girizgahın ne anlama geldiğini iyi biliyor, müellifinin niyetini, önünde geri dönülmesi mümkün olmayan seferi ve kendisine tanınan sürenin giderek azaldığını…

Bundan sonrası ve aslında olup biten ne varsa okura emanet ediliyor. Sadece olaylar, filler ve failleri değil günler, mevsimler, şehirler, bahçeler, kuşlar, ağaçlar, eşya ve eşyayla kurulan her türden ilişki de çevirdiğimiz sayfalarda üstümüze dökülen birer huzme oluyor. En baştaki mukaddimesinde belirttiği gibi Ali Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor'da; kendimiz de dahil pek çok tanıdık bulabileceğimizi ifade ediyor. Öyle de oluyor; nitekim her şey, arzuhâlcinin resmettiği dünya günlerinin içinde olup bitiyor…

Hacer Yeğin
twitter.com/YeginHacer

31 Ocak 2021 Pazar

Ne varsa kendi özümüzde ve geçmişimizde var

"Aziz dost! Sen tek bir kişi değilsin, sen bir alemsin. Ey insan-I kamil! O senin muazzam varlığın belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce alem o denize gark olup gitmiştir."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle yüzyıllardır insanı tanımanın ve anlamanın peşindeyiz. Ben de insanı biraz daha tanıyabilmek, psikolojiye biraz daha vakıf olabilmek için yakın zamanda Engin Geçtan’ın İnsan Olmak adlı kitabını okudum. Kitapta insan davranışlarının altında yatan nedenler ve farklı psikoloji ekollerinin insanı değerlendirme biçimleri yer alıyordu. Yazar, içimizde iyi ve yapıcı özelliklerle kötü ve yıkıcı özelliklerin bir arada bulunduğunu ifade ediyordu. Sevgi ve kabulün olduğu bir ortamda büyüyen kişilerde iyi ve yapıcı özelliklerin öne çıkacağına inanıyordu. Ne var ki insan psikolojisine dair birçok bilgi edindiğim bu kitabı bitirdiğimde bir şeyin eksikliğini hissetmiştim içimde. İnsanı anlamaya ve anlatmaya yönelik yazılmış bir kitapta onu yaratandan hiç söz edilmemesinin eksikliğini. Değil mi ki türlü halleri, davranışları olan insan kendi kendine var olmamıştı. Onun her halinden haberdar olan, iyiye ve hakikate yönelmesini arzulayan bir yaratıcısı vardı.

Bu kitabın ardından okumaya başladığım Dokuz Yüz Katlı İnsan adlı kitap ise adeta hissettiğim bu eksikliği kapatmak için yazılmıştı. Yazarı Mustafa Merter uzun yıllar yurt dışında yaşamış, kendi deyimiyle gençliğinde hippicilere özenmiş, tüm edindiği psikoloji ilmine rağmen defalarca depresyona girmiş, meditasyon gibi yöntemlerle ruhunu yüceltmeye çalışmış ancak aradığı huzuru yıllar sonra ülkesine dönüp İslam’ı yaşamakta ve tasavvufta bulmuştu.

Kitaptan söz edecek olursak ilk sayfalarda bilinçdışının keşfinin tarihçesi, Freud, Jung, Maslow gibi farklı psikiyatristlerin düşünceleri ve kullandıkları yöntemler ayrıntılarıyla karşımıza çıkıyor. Psikoloji tarihine hakim olmayan biri buraları kavramakta zorlanacaktır. Ben bu kısımları birkaç kez art arda okuyup kısa notlar alarak ilerledim.- Kitabın ilerleyen sayfalarında bilinç halleri üzerinde durulduğunu görüyoruz. Günlük alışılmış bilinç durumundan ve bunun dışına çıkmak için kullanılan meditasyon, sarhoşluk, hipnoz, uyku gibi farklı bilinç durumlarından söz ediliyor. Tüm bunların ötesinde C. Tart tarafından araştırılan Değişik Bilinç Halleri’nin aslında bizde yüzyıllar önce ortaya konmuş tasavvuftaki “hâl” kavramını yansıttığı tespiti kıymetli. Benötesi psikolojisinin tasavvufla ne kadar örtüştüğünü de görüyoruz. Ama bunları keşf edenler uzak Doğu mistisizminin etkisinde kalmalarına rağmen tasavvuftaki nefs anlayışını bilmeden ortaya bir şeyler koymuş ve bir noktadan sonrasına geçememişlerdir. Bu tespitten sonra kitap ağırlıklı olarak tasavvufi bilgiler eşliğinde ilerliyor. Kuran’dan ve Mevlânâ'dan yapılan alıntılarla insanın, şu dokuz yüz katlı ruhu olan insanın ulaşabileceği mertebelerden söz ederek hayat yolculuğuna ışık tutuyor. Kitap boyunca bizle sohbet eden, kendi hayat tecrübelerini anlatan, İslam’la hayatını güzelleştiren, tasavvufla yaşamın anlamını keşf eden bir Mustafa ağabey sanki bizle sohbet ediyor. Bize yaratıcısının insanı ne için yarattığını anlamadan kat edilen psikoloji yolculuğunun ne kadar eksik ve yetersiz olduğunu, insanın çıkabileceği, ruhunu yüceltebileceği daha birçok basamak olduğunu hatırlatıyor.

Şöyle ki esasen insanın yaşadığı tüm zorluklar bir üst kata çıkabilmesi, kendini tanıyabilmesi içindir. Bu üst kat kavramı yani nefs mertebeleri kitapta bir gökdelen benzetmesiyle somutlaştırılıyor. Gökdelenin en alt katındaki karanlık odada kendini eğlenmeye veren, anlık hazlar peşinde koşup bir süre sonra iyice bunalan insanlar var. Bir üst katta parayı her şeyin önüne koyan, aklı fikri maddiyatta olan insanları görüyoruz. Onun üstünde dış görünüşe takılmış, estetik peşinde, kendini farklı gösterme derdinde olan insanlar yer alıyor. Bir üst katında ailesiyle ilgilenen, vaktini çoluk çocuğuyla geçiren bir insan görüyoruz. Onun üstünde ise bir aydınlık kaplıyor etrafı. O katta hastalara bakan, yetim başı okşayan bir insan var. Bir üst katta ışık daha da artıyor, kendisini ibadete vermiş, ağzı dualı bir zat görüyoruz. En son katta ise artık sadece ışık (nur) var, insan o ışığa karışmış ve artık ayrı bir varlık olarak görünmez olmuş. Ve bu katlarda olan kişiler aslında aynı kişi. Hepimiz bu katlar arasında gezinebiliriz. En alt katta hapis kalmak da mümkün, üst katlara çıkıp ışığa karışmak da. Batı psikolojisi maalesef bu katların varlığından habersizdir.

Yazar kitabında özetlediği tüm ekollerden sonra Batı psikolojisi ekollerini eleştirmeye ve eksik bulduğu yanlarına ışık tutmaya çalışıyor. Ona göre bu psikoloji bilimini inşa edenler; narsist ve hedonist insanların ortaya çıkmasını kolaylaştırmış, insanı vermek yerine daima almaya teşvik ederek adeta insanlığın çöküşünü hızlandırmışlardır. Bütün insanlar üst katlara hasret olmasına rağmen ona gidecek olan yolu bilmemektedir. Psikologlar insanı bir üst kata çıkarmak yerine içinde bulunduğu katı süslemeye yönlendirmektedir. Böylece insanlar kendini mutlu etme peşinde gittikçe bencilleşmektedir. Bu bencilleşmeyle insan sadece kendine zarar vermiyor, küresel boyutta ekolojik bir kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Oysa gerçek özgürlük için yükselmek gerekiyor, yükselmek ise vermekle, en az kendin kadar bir başkasını düşünebilmekle, sendekini paylaşmakla başlıyor.

Psikoloji alanında çok ilerlememize rağmen insanların neden tekrar eden depresyonlara, kaygıyla ilgili hastalıklara duçar olduğu sorusunu akla getiren kitap bu soruya verdiği tatmin edici cevaplarla benim başucu kitaplarım arasında yerini aldı. Bir kez daha görmüş oldum ki geçmişimiz, büyüklerimiz, verdikleri eserler, dikkat çekmek istedikleri noktalar çok kıymetli. Böyle bir geleneğin içerisinde, hak dine gönül vermiş zatların ardından var olmak da öyle. “Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler / O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” dizelerinde Fuzûlî’nin dikkat çektiği gafillerden olmayıp kendi değerlerimize sahip çıkarak önce onları özümseyebilmek ne kadar da önemli. Yeni çağ manevi arayışlarının çokça arttığı şu günlerde inancımızın, özümüzün, gerçek huzuru bulan büyüklerimizin kıymetini bilenlerden olmak ümidiyle…

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

30 Ocak 2021 Cumartesi

Tatlı gelen acılar

Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.

Taze, demli bir çayın insanın dilinin ortasında bıraktığı tatlı bir acılık vardır ya hani, işte bazı kitaplar da dimağımızda öyle bir iz bırakıyor. Suzan Defter, benim için öyle bir kitap oldu. İnsan gönlünün kaybettiklerini kabullenemeyişi, geçmişte yaşayışı, ezilmişlik duygusu, unutmak ve unutulmak, bazen unutamamak.. Ayrılığın insan dimağında yarattığı tartışılmaz acı.. İnsan ve insana mahsus halleri, muazzam bir şekilde kaleme almış Ayfer Tunç.

Suzan Defter’de, vuslatla bitmemiş acıklı bir aşk hikayesi, gözlerimizin dolmasına sebep olacak melankolik bir üslupla anlatılmış. Kitap, iki farklı kişiye ait günlükler üzerinden ilerliyor. Kitabın sol sayfaları, Ekmel Bey’in günlüğünden, sağ sayfaları ise Derya’nın günlüğünden oluşuyor. Günlüklerde, esasen Ekmel ve Derya’nın mazileri ve bu mazilerin zihnî ve kalbî olarak bugüne etkisi hikaye ediliyor. Kitaba ince işlenmiş bir yalnızlık ve anlaşılmama duygusu hakim. Ekmel’in sırf eve gelen giden olsun diye evini satılığa çıkarması, kuşkusuz kitabın en etkileyici olaylarından biri. Keza Derya ve Ekmel’in yolları bu satılık ev ilanı sayesinde kesişiyor. İnsanın yalnızlığa, kendini ifade edememeye tahammül etmesinin ne kadar güç olduğunu kurguya muazzam bir şekilde yedirerek okura sunmuş Ayfer Tunç.

Kitapta günlüklerini okuduğumuz Ekmel ve Derya karakterlerinin birbirine benzeyen geçmişleri olduğu dikkat çekiyor. Derya’nın annesi, babası tarafından aldatılmış bir kadın, Ekmel’in babası ise annesi tarafından sevilmemiş. İki karakterin de hayatlarında bir sevgi eksikliği görülüyor. Genellikle kız çocuklarının kadın olarak annelerini ve erkek çocuklarının erkek olarak babalarını kendilerine idol seçtikleri görülür. Suzan Defter’de cinsiyet olarak bu iki karakterin de, hayatlarında rol model aldığı şahıslardan yaralı olduğunu söylemek mümkün. Ekmel ve Derya’nın birbirini anlamasında, benzer geçmişlerden geliyor olmaları oldukça etkili oluyor. Kitaba adını veren Suzan karakteri ise, Derya’nın abisinin, onu on beş yıl boyunca bekleyen sevgilisi. Derya, Suzan’ı abisinden daha çok sahipleniyor. Suzan’ın abisini sevişinde gerçek olan, aradığı sevgiyi görmesi, Suzan’a olan bakışının önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu sebeple de Ekmel’e kendini Suzan adıyla tanıtıyor.

Suzan ile Derya’nın abisi arasında geçen, oldukça dramatik ve üzücü bir aşk. Derya’nın abisi, 12 Eylül olaylarına karışmış ve polis tarafından aranan birisi olduğundan Suzan’ın annesi kızı için endişeleniyor. Ancak Suzan, aşkından vazgeçmiyor. Sevgilisiyle mektuplaşmaya devam ediyor. Bu sırada Derya ile görüşüyor. Bir süre sonra, Derya’ya gelen mektuplar tek tük de olsa devam ederken, Suzan’a gelen mektupların ardı kesiliyor. Derya’nın abisi, Suzan’ın aşkı karşısında çaresiz düşüyor, eziliyor ve bu aşkı kaldıramıyor. Ancak bu aşk hikayesinde kucağında bir kucak dolusu korla kalan bir tek Suzan olmuyor. Derya da abisinin acıklı aşkından nasibini alıyor, yıllar sonra yeğenleri bile olmasına rağmen Suzan’ın hatırasını içinden atamıyor.

Ama bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.
İyi ya boş değildi kucağım.
Ama yandınız, kül oldunuz.
Ama vardım, kül bunun kanıtı.

Suzan Defter’de aşkı, aşkın izlerini, gerçek aşkın, sonunda vuslat olmasa bile unutulmadığını, acının nasıl tatlı olabildiğini okuyacaksınız. İnsanın, öldürücü görülen bütün acılara rağmen nasıl yine de yaşayabildiğini.. Suzan Defter’i okuyacak olan herkesin, bu güzel kitabı keyifle okumasını diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc