Ayhan Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayhan Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2021 Cumartesi

Göğün altında ne varsa, sımsıkı bir taşlama

Bazı yazarların kitapları hakkında yazı yazmak zordur. Çünkü bu kitapların özelliklerinden biri çok katmanlı oluşuysa, öbürü de anlatılmaktan, hakkında konuşulmaktan ziyade okunmaya uygun oluşudur. Ancak biraz konusundan biraz da dil ve üslûbundan bahsedip yazılar sonlandırılır genelde.

Ayhan Koç benim için bu tür yazarlardan biri. Sırlıçeşme (2017) adlı romanıyla Everest İlk Roman Ödülü’nü kazandıktan sonra İthaki Yayınları’ndan Kara Havadisler Kervanı (2018) adlı öykü kitabını yayımlamıştı. Şimdi tekrar romana dönüş yapan yazar, yine İthaki Yayınları’ndan neşredilen Cümle Göğün Mavisi isimli kitabıyla okur karşısına çıktı. Sırlıçeşme kitabını bir türlü bulup okuyamamıştım ancak Kara Havadisler Kervanı benim en çok sevdiğim öykü kitaplarından biri olmuştu. Kitabın verdiği lezzeti hâlâ duyumsuyorum; çünkü öykü gibi öykü kitabıydı gerçekten. Yine postmodern tekniklerin bolca kullanıldığı, büyülügerçekçilik ve realist anlatım arasında gidip gelen bir kitaptı ancak ‘insanın beynini yakmaktansa’ okura edebî lezzet veren kitaplardandı. Okuru sadece hayal âleminde gezdirmiyor, gerçek dünyanın kapısına da bırakıyordu. Toplumsal gerçekler, politik dünya, edebiyat dünyası vb. sağlam bir şekilde hicvedilmişti ve ironik anlatımın neredeyse zirvelerine çıkmıştı yazar. Fakat tüm bunlara rağmen Kara Havadisler Kervanı kitabına siyasi bir nitelik yakıştıramıyorduk. Cümle Göğün Mavisi bu yönden biraz ayrılıyor bir önceki kitabından. Zaten biri öykü biri roman, elbette farklı olacak diyenler olsa da yazarın hikâyesini kurduğu temel her iki kitapta da bence çok değişmiyor. Bunun üzerine inşa edilen binada farklılıklar görülüyor. Ana konunun, başkahraman Fevzi Durukan’ın karısı tarafından aldatıldığı gerçeğiyle yüzleşmesi olduğunu söyleyebiliriz fakat ben bu kitaba ‘postmodern tekniklerin kullanıldığı bir siyasi roman’ yakıştırması da yapıyorum. Hayır, sadece politik hicvin bol olmasından değil, romanda bu atmosferden hiç çıkılmamasından dolayı.

Birkaç cümleyle de olsa kitabın kurgusundan ve konusundan bahsetmek istiyorum. Eskinin yazarı şimdinin gazetecisi Fevzi Durukan ve arkadaşı, hükümete dek uzanan bir yolsuzluk dosyasını gazetelerinde yayımlamış ve ortalık karışmıştır. Fevzi Durukan aynı zamanda karısının (Meral) kendisini en yakın arkadaşlarından biriyle aldattığını öğrenmiş ve ne yapacağını düşünür haldedir. Üç günlük bir zaman diliminde (cuma-cumartesi-pazar) kronolojik olarak devam eden roman geriye dönüşlerle ilerler. Fevzi Durukan bir taraftan her an tutuklanma endişesiyle yaşar, bir taraftan da karısına bir şeyler belli etmemeye ve ne şekilde davranacağını çözmeye çalışır. Yukarıda da dediğim gibi, bu romanı bir yönden siyasi bir roman olarak adlandırabiliriz ancak ana konu yine de Fevzi Durukan’ın ailevi problemidir. Kendisi de bu durumun farkındadır. Tutuklanma, gözaltı, tutuklanacaklarını bile bile yaptıkları haber hep bu aldatılma olayından dolayıdır: “Tıraş olurken, gelen mesajları okurken, midesini susturmak için bir dilim ekmeğe margarin-reçel sürerken ne yaptığının farkında birine benziyorsa da aldatıldığını öğrendiği gün düştüğü sorulardan mürekkep, sadece onun görebildiği bir okyanusta kulaç atıyor.

Kitapta postmodern bir anlatım ve kurgu olduğunu söylemiştim. Sağcı desen sağcı değil, solcu desen solcu değil, komünist değil, milliyetçi değil Fevzi Durukan, bir taraftan normal hayatını devam ettirirken bir taraftan da içindeki karanlık bir karakterle uğraşır. Onunla dertleşir veya olayları onun ağzından dinler. Bu ses kendisinin bir alter ego olmadığını, sadece bir iç ses olduğunu söyler. Dışarıdan bakıldığında kendi kendine konuşuyor görünen Bay F. aslında içindeki id’le çarpışıyordur. Aynı zamanda yaşadıklarını yeni bir roman olarak kurgulayan Fevzi Durukan, roman içinde roman yazmaya çalışır. Bu tür bir üstkurmacayı yazar Ayhan Koç, Kara Havadisler Kervanı kitabının son öyküsünde denemişti. Şimdi de bunu bir romanda uygulamaya çalışmış. Yani Fevzi Durukan, hem bir taraftan hayatını devam ettirmeye çalışıyor bir taraftan da okuduğumuz kısımları romana dönüştürmekle meşgul oluyor. Diğer taraftan da içindeki ilkel güdüyle, ilkel insanla uğraşıyor. Kitabın normal seyri dışındaki kısımlar küçük fontla yazıldığı için okur nezdinde bir karışıklık söz konusu değil. Yani bir Ses ve Öfke’yi okuyormuş gibi kafası bulanmıyor okurun. Net, berrak bir postmodern anlatım, postmodern bir kurgu. Oldukça başarılı.

Kitap hakkında bir eleştirim var fakat yazar Ayhan Koç bu eleştirinin de önünü almış, Fevzi Durukan’ın yazmayı düşündüğü kitabı arkadaşına anlattığı bölümde: “Konuyu beğendim. Kuşkusuz dönem eleştirisi bekleyen bazı okurlar tatmin olmayacak; tahminim o ki kimi eleştirmenler kitapta gönderme ve motif kalabalığı olduğunu söyleyecek falan filan feşmekân ama zaten anladığım kadarıyla senin amacın sonuca bağlanan bir şey değil. Bir kesit… O yüzden kim ne der, boş ver. Yaz bunu.

Evet, gerçekten de Ayhan Koç, ‘yolsuzluk dosyası yayınlayıp tutuklanmayı bekleyen gazeteciler’ üzerinden Türkiye’nin özellikle son yirmi yılını adeta hiciv bombardımanına tutuyor. Buna siyasilerin gerçek hayattaki söylemleri de dâhil oluyor, sosyal medyadaki trol ordusunun kullandığı argo dil de. Bu konu zaten bunları kaldırır ama bu süreçteki bütün olumsuz olayları romana koymalıyım havası biraz çiğ kalmış (KHK’lılar, mülteci problemi, basın özgürlüğü problemi, muhafazakârlaşma vb.). Daha az ve vurucu şeyler seçilebilirdi. Göndermeler o kadar net ki yazarın sadece isim vermediği kalmış. Hatta bazı yerlerde bu siyasilerin konumları da veriliyor. Yani Türk siyaseti hakkında hiç ilgisi olmayanlar bile kim kimdir net bir şekilde anlayabiliyor. Ama kitaptaki karakterin dediği gibi, Fevzi Durukan’ın yani Ayhan Koç’un da amacı bu. Tabiî bu ironi ve hicivden sadece siyasi hükümet değil, muhalefet de payını alıyor. Bu açıdan baktığımızda ne sağcı ne solcu ne komünist ne milliyetçi olan Fevzi Durukan’ın (belki de Ayhan Koç’un) objektif olma çabası da dikkate değer (hatta bir yerde Yılmaz Özdil’e bir taşlama var ki oldukça başarılı).

Kitabın en mizahî yerlerinden biri yazarın günümüz edebiyat dünyasına attığı salvolardı. Bunu Kara Havadisler Kervanı’nda da görmüştük. Ayhan Koç’un günümüz edebiyatının gerçek edebî esere değil para kazandıracak kâğıt israfı kitaplara verilen önemle bir derdi var. Kitaptan arka kapakta, didaktizme ya da mesaj verme kaygısına düşmeyen bir roman şeklinde bahsediliyor ama bolca mesaj kaygısı taşıyan yerler var. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Günümüz edebiyat dünyasının hâli ortada. Birinin bu eleştiriyi yapması gerekiyordu eserinde. Ayhan Koç da bunu iyi bir şekilde eritmiş kurgusunun içinde.

Kısa bir eleştirimi dile getirmeliyim. Kitapta birçok teknik denenmiş, bu da kitaba hareketlilik kazandırmış fakat başrolde hep Fevzi Durukan’ın olduğunu görüyoruz. Sadece bir iki yerde, Fevzi’nin eşi Meral’in güncesinden onun bakışını görebiliyoruz. Burada artı olan şu: Meral’in güncesiyle Fevzi’nin başrol olduğu bölümler tamamen farklı bir dille oluşturulmuş. Yani romanda en önemli şeylerden biri olan karaktere göre dil kullanımını yazar burada çok iyi başarmış. Meral’in güncesi olarak yazılan yerlerin başlığını görmeseydik bile kimin konuştuğunu anlayabilirdik. Eksi olarak bu durumların azlığını gösterebilirim. Kitapta yeterince ana karakter var fakat özel bölüm ayrılan çok az. Ayhan Koç bunları artırsaydı kitap daha hareketli olacaktı.

Bir de Fevzi Durukan’ın davranışlarının temelinde yatan şeylerin başında eşiyle ilişkisi geliyor ancak geçmişten gelen ailevi problemlerin de etkisi hiç az değil. Bu bölümler de daha yoğun işlenebilirdi diye düşünüyorum. Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Sırlıçeşme’yi dışarıda tutarsak, Ayhan Koç’un bir önceki kitabı Kara Havadisler Kervanı’nı bir derece daha çok sevmiştim. Birçok öykü içerdiği için yazarın yaratıcılığının sınırları daha genişti. Her öyküde başka başka konuları o güzel anlatımıyla anlatmıştı. Fakat bu romanı da nitelik olarak oldukça iyi. Birçok tekniği aynı konu içinde sırıtmadan kullanması ise takdire şayan. İyi bir yazar Ayhan Koç. Özgün ve dili de çok iyi kullanabilen bir yazar. Cümle Göğün Mavisi, Türk Edebiyatı’nda iyi romanlar safında kendine yer bulacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Temmuz 2019 Salı

Sıra dışının bastığı sıradan toprak

Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında, bir kitabın asıl değerinin konusunun önemine değil, önemsiz olanı ele almasına, en küçük ayrıntıya hâkim olmasına bağlı olduğunu söyler. Bu söz bir bakıma, sıradan hayatları sıra dışı biçimde anlatmayı ustalıkla gerçekleştirmenin ne kadar önemli olduğunu da savunur. Kara Havadisler Kervanı’nı okuduğumda aklıma ilk olarak bu söz geldi. Çünkü Ayhan Koç, sıradan insanların hayatlarını, hayatlarının belirli dönemlerini, karakterlerinin yaşadıklarını okura ustalıkla yansıtmış kitabında.

Hiciv yeteneği, keskin bir zekânın en net göstergelerinden biridir. Hicivde ölçüyü kaçırmak işi lakaytlığa götürebilecekken, bunu tam kıvamında yapabilmek her yazarın hatta birçok büyük yazarın yapabileceği bir şey değildir. Ayrı bir yetenektir. Ayhan Koç’un kitabını tek bir cümleyle tanımlamak gerekirse, hiciv yeteneğinin ustalıkla kullanıldığı realist ve fantastik öyküler içeren bir kitap, diyebilirim. Hatta diyebilirim ki, son dönem öykücü ve romancılarda hicvetmenin bu kadar iyi kotarıldığı çok az kitap okudum.

Hiciv deyince hemen arkasından ironiyi de getirmek gerekir. Salt hiciv ağızda kekremsi bir tat bırakır ama ironik anlatımla birlikte çıta oldukça yükselir. Kitabın ilk öyküsü 222.Daire, ikinci öyküsü Muskacı Edhem Efendi ve altıncı öyküsü Eşref Kitabevi, hem entelektüel dünyanın yazarlarına hem de okurlarına mizahı da bolca kullanarak sağlam bir eleştiri getiriyor. Aynı zamanda ilk öykü olan 222.Daire, politik mizahın ve hicvin de önemli bir örneğini sunuyor okurlara. Var olmayan yazar Enver Naci Uslu’nun putlaştırılma şekli ve sebebi, çağının çok ilerisinde entelektüel bir hayat süren fakat yaşadığı 1700’lü yılların Konstantiniyye’sinde kendine bir matbaacı bulamayan ve yazarlıktan muskacılığa geçip geçimini buradan sağlayan Edhem Efendi, kitabı çıkacağı için hiç okumadığı kitaplıkların önünde poz veren yazarlar ustalıkla hicvediliyor bu öykülerde. Bu üç öykünün önemli bir özelliği sadece kişilerle sınırlı kalmayıp toplumsal eleştiriler de sunabilmesi. İlme karşı dogmatizmin, çalışmaya karşı tembelliğin, toplumun bazı hassas duygularını sömürerek para kazanmanın hem sosyolojik hem de bireysel eleştirisini başarılı bir şekilde yapıyor Ayhan Koç: “…Nasılını açıklamamış ama bir şekilde padişahın illetine çare olmuş Edhem Efendi. Karşılığında keselerce altın ve on dönüm arazi kazanmış. Adı önce dervişe sonra muskacıya çıkmış, nerede illetli nerede bedbaht var, kapısına üşüşmüş. Ben anlamam büyücülükten, müneccimlikten diye çok dil dökmüş, çok yırtınmış ama beyhude, kimseyi inandıramamış. Zamanla alışmış da hani alın teri dökmeden akçe kazanmaya. Öyle değil mi ya, bir yerde günde on saat it gibi çalışmak var, bir yerde rüyamda baldızımı gördüm abdestim bozulur mu diye soran avanağın kesesinden kolayca sikke almak var.

On iki öykü içeriyor kitap. Metinlerarasılık, tarihsel göndermeler, pastiş veya alegorik noktalar bulunuyor ama yazar bunu bir röportajında dediği gibi, öykünün zeminine yaymayı başarmış. Bu yüzden öyküyü okuyan kişi, tüm bunları fark etmese bile gayet güzel ve başarılı kurgulanmış bir öykü okumuş oluyor. Örneğin Nisyan adlı öyküde “Raison D’etat”ın ne olduğu bilinmese bile, öyküden alınacak edebî tatta bir azalma olmuyor. Bir polis memurunun kısa süreli hikâyesi olarak okunabiliyor öykü. Veya Rüzgârla Kayanın Ezgisi adlı öyküdeki tarihsel ve politik göndermeler oldukça net olsa da bu konular hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir okur, bir gerilim öyküsü okuyormuş gibi bir tat duyabilir.

Yazarın en çok hiciv ve mizahi anlatımını öne çıkarmıştım ancak bunun her öyküde uygulandığını söyleyemeyiz. Hiciv genelde hep olsa da mizahi anlatımı bazı öykülerinde terk etmiş yazar. Örneğin Tiranlık adlı öyküsü, bireyin toplumsal baskı karşısındaki durumunu, intihar kavramı üzerinden ele alıyor ve hicvi bolca görsek de mizahi bir şey bulamıyoruz bu öyküde. Hatta trajik bir hava hâkim öyküye. Hayatta tadacağı her zevki tatmış, kariyer sahibi, başarıyı yaşamış Pürşen’in, intihar etmeye karar verip bunu ailesine ve sevdiklerine açıklaması, onları bir şokla karşı karşıya bırakmak istememesi üzerine kurulu öykü. Ancak daha sonra işin içine akıl hastaneleri, sosyal medya örgütlenmeleri, ailevi birçok problem giriyor ve öykü inanılmayacak yerlere varıyor. En sonunda da trajik bir şekilde sonlanıyor. Yazarın eleştirmek istediği, ‘baskı’ ise öykünün merkezinde duruyor:

‘Bana ait bu bedenin sona ermesi sizi niye bu kadar ilgilendiriyor hanımefendi?’ diye sordu Pürşen.
‘Bedeniniz sadece size ait değil Pürşen Hanım.’
‘Kime ait?’
‘Elbette öncelikle size…’
‘Yok hayır, ben diğerlerini merak ediyorum. Başka kime aitmiş bedenim?’ Kadın abes bir soruyla muhatapmışçasına ‘Yapmayın artık,’ diye yakındı. ‘Kanunlara, devlete, topluma, ailenize, sevdiklerinize.’
‘Anayasada kendimi öldürmemi yasaklayan hiçbir madde görmedim ben. Siz gördünüz mü?’
‘Bazı maddeler yazılmaz Pürşen Hanım, onları vurgulamaya gerek yoktur. Doğduysak yaşamamız gerekir.’

Kitabın kapağına bakan biri, bu kitabın fantastik ve olağanüstü ögeler içeren, sembolik bir anlatımın tercih edildiği bir öykü kitabı sanabilir. İlk bakışta ben de böyle sanmıştım fakat okudukça böyle olmadığını anladım. Ancak yine de kitapta bu kapağa uygun, hatta kapak resmini bu tür bir öyküden alan hikâye var: 8 Mart Olayı. Değişik bir öykü bu. Dünyada denizkızlarının bir anda ortaya çıkışı ve bundan sonra yaşananları konu ediniyor. İnsanın kendinden olmayana nasıl canice davranabildiğine dikkat çekmek istiyor ve bunu başarıyor. Hem de kendinden olmayanı yok etme arzusunun hangi boyutlara erişebileceğini öyküye yansıtıyor yazar. Olağanüstü ögelerin öyküde bulunması, öyküden gerçekliği götürmüyor. Kitabı okuyanlar için kesinlikle ayrı bir yerde duracak bir öykü olduğunu düşünüyorum. Güzellikle vahşetin ve insanların caniliğinin nerede durduğunu işleyen, fantastik ögelerle bezeli son derece realist bir öykü. Son zamanlarda okuduğum en iyi öykülerden diyebilirim. Aynı zamanda okura, oturup kendini sorgulatmayı da sağlıyor.

Bu yazıda bahsi geçen öykülerden başka kitapta, Haşim Bey’in Gizli Dünyası, Gece Yarısı Ekspresi, Nursel Hanım Kimi Bekliyor, Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu ve Sarı Pançolu Kız adlı öyküler de yer alıyor. Kitabın bütün öyküleri zaten başta isimleriyle okuru kendisine çağırıyor ve isminden vaat ettiği şeyi de okura geri veriyor.

Son öykü olan Sarı Pançolu Kız’a da kısaca değinip yazıyı sonlandıralım. Bu öykü, diğer öykülerden biçim olarak farklılıklar gösteriyor. Kara Havadisler Kervanı, yani mezkûr kitabın ve Sarı Pançolu Kız adlı öykünün yazılış sürecini anlatıyor. Yani öykü kendi içinde nasıl yazıldığını açıklıyor. Aynı zamanda, öykü kahramanının öyküden kaçtıktan sonra bu kitabın yazarıyla olan ilişkisini de konu ediniyor. Sürreal bir anlatım mevcut yani öyküde:

…Yarım saat sonra kendimi Beyoğlu Emniyet Müdürlüğünde, öyküsünden kaçan yaramaz karakteri terbiye etmeye çalışan davasında haklı masum bir yazar olduğuma inanmamakta kararlı tipsiz bir polisin ebleh ifadesine maruz kalırken bulmuştum… Onu ben yaratmıştım ve tek yaptığım gerçek ile kurmaca arasında yaşanan bu akıl almaz anomaliyi sonlandırmaya çalışmaktı.

Yazar aynı zamanda kendi yazım tarzını, kendini eleştirecek şekilde değerlendiriyor. Bu kitaptaki diğer öykülere ve karakterlerine atıflarda bulunuyor. Tam, kitaba nokta konulacak bir öykü olmuş. Ayhan Koç tüm bunları Sarı Pançolu Kız öyküsünde gerçekleştirirken didaktik bir havaya bürünmüyor ve öykünün okunurluğunu azaltacak herhangi bir biçimi kullanmıyor.

Çok başarılı bir kitap Kara Havadisler Kervanı; fakat eleştirilmeyecek yönleri de yok değil. En çok dikkatimi çekeni söylemek istiyorum. Bazı öykülerde, özellikle Muskacı Edhem Efendi ve Tiranlık’ta öykünün akışına herhangi bir katkı sağlamayan pasajlar yer alıyor. Bunların çok uzun olduğunu veya öykünün akışını kestiğini söyleyemem fakat hikâyeye de herhangi bir katkı sağlamıyor. Konuyla alakasız bir okumaya neden olduğu için öykünün vermek istediğine az da olsa zarar veriyor. Bu bir roman olsaydı bu durumu kaldırırdı ancak öykü vurucu olmak zorundandır. Bu durum en çok adını söylediğim iki öykü için geçerli. Diğer on öyküde bu tür bir şeye dikkat çekici oranda rastlamadım.

Akıcı ve yalın bir dili, anlatımı ve sade bir üslûbu var Ayhan Koç’un. Aynı zamanda ödüllü bir yazar kendisi. İlk romanı Sırlıçeşme’yle, Everest İlk Roman Ödülü’nü almıştı. Ödüle niye lâyık görüldüğünü de kanıtlar niteliğinde bir öykü kitabı bu. Yani tek seferlik bir şey olmadığını gösterdi yazar, bu başarının. Son zamanlarda edebiyatımızda görünen, kişinin bireysel buhranlarının ve depresyonlarının konu edildiği, hiçbir şeye dokunmayan öyküler okumaktansa Ayhan Koç’un kitabına dikkat kesilmek lâzım. Öykü dünyamıza ilaç gibi geldi Kara Havadisler Kervanı.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10