Kara Havadisler Kervanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kara Havadisler Kervanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2019 Salı

Sıra dışının bastığı sıradan toprak

Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında, bir kitabın asıl değerinin konusunun önemine değil, önemsiz olanı ele almasına, en küçük ayrıntıya hâkim olmasına bağlı olduğunu söyler. Bu söz bir bakıma, sıradan hayatları sıra dışı biçimde anlatmayı ustalıkla gerçekleştirmenin ne kadar önemli olduğunu da savunur. Kara Havadisler Kervanı’nı okuduğumda aklıma ilk olarak bu söz geldi. Çünkü Ayhan Koç, sıradan insanların hayatlarını, hayatlarının belirli dönemlerini, karakterlerinin yaşadıklarını okura ustalıkla yansıtmış kitabında.

Hiciv yeteneği, keskin bir zekânın en net göstergelerinden biridir. Hicivde ölçüyü kaçırmak işi lakaytlığa götürebilecekken, bunu tam kıvamında yapabilmek her yazarın hatta birçok büyük yazarın yapabileceği bir şey değildir. Ayrı bir yetenektir. Ayhan Koç’un kitabını tek bir cümleyle tanımlamak gerekirse, hiciv yeteneğinin ustalıkla kullanıldığı realist ve fantastik öyküler içeren bir kitap, diyebilirim. Hatta diyebilirim ki, son dönem öykücü ve romancılarda hicvetmenin bu kadar iyi kotarıldığı çok az kitap okudum.

Hiciv deyince hemen arkasından ironiyi de getirmek gerekir. Salt hiciv ağızda kekremsi bir tat bırakır ama ironik anlatımla birlikte çıta oldukça yükselir. Kitabın ilk öyküsü 222.Daire, ikinci öyküsü Muskacı Edhem Efendi ve altıncı öyküsü Eşref Kitabevi, hem entelektüel dünyanın yazarlarına hem de okurlarına mizahı da bolca kullanarak sağlam bir eleştiri getiriyor. Aynı zamanda ilk öykü olan 222.Daire, politik mizahın ve hicvin de önemli bir örneğini sunuyor okurlara. Var olmayan yazar Enver Naci Uslu’nun putlaştırılma şekli ve sebebi, çağının çok ilerisinde entelektüel bir hayat süren fakat yaşadığı 1700’lü yılların Konstantiniyye’sinde kendine bir matbaacı bulamayan ve yazarlıktan muskacılığa geçip geçimini buradan sağlayan Edhem Efendi, kitabı çıkacağı için hiç okumadığı kitaplıkların önünde poz veren yazarlar ustalıkla hicvediliyor bu öykülerde. Bu üç öykünün önemli bir özelliği sadece kişilerle sınırlı kalmayıp toplumsal eleştiriler de sunabilmesi. İlme karşı dogmatizmin, çalışmaya karşı tembelliğin, toplumun bazı hassas duygularını sömürerek para kazanmanın hem sosyolojik hem de bireysel eleştirisini başarılı bir şekilde yapıyor Ayhan Koç: “…Nasılını açıklamamış ama bir şekilde padişahın illetine çare olmuş Edhem Efendi. Karşılığında keselerce altın ve on dönüm arazi kazanmış. Adı önce dervişe sonra muskacıya çıkmış, nerede illetli nerede bedbaht var, kapısına üşüşmüş. Ben anlamam büyücülükten, müneccimlikten diye çok dil dökmüş, çok yırtınmış ama beyhude, kimseyi inandıramamış. Zamanla alışmış da hani alın teri dökmeden akçe kazanmaya. Öyle değil mi ya, bir yerde günde on saat it gibi çalışmak var, bir yerde rüyamda baldızımı gördüm abdestim bozulur mu diye soran avanağın kesesinden kolayca sikke almak var.

On iki öykü içeriyor kitap. Metinlerarasılık, tarihsel göndermeler, pastiş veya alegorik noktalar bulunuyor ama yazar bunu bir röportajında dediği gibi, öykünün zeminine yaymayı başarmış. Bu yüzden öyküyü okuyan kişi, tüm bunları fark etmese bile gayet güzel ve başarılı kurgulanmış bir öykü okumuş oluyor. Örneğin Nisyan adlı öyküde “Raison D’etat”ın ne olduğu bilinmese bile, öyküden alınacak edebî tatta bir azalma olmuyor. Bir polis memurunun kısa süreli hikâyesi olarak okunabiliyor öykü. Veya Rüzgârla Kayanın Ezgisi adlı öyküdeki tarihsel ve politik göndermeler oldukça net olsa da bu konular hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir okur, bir gerilim öyküsü okuyormuş gibi bir tat duyabilir.

Yazarın en çok hiciv ve mizahi anlatımını öne çıkarmıştım ancak bunun her öyküde uygulandığını söyleyemeyiz. Hiciv genelde hep olsa da mizahi anlatımı bazı öykülerinde terk etmiş yazar. Örneğin Tiranlık adlı öyküsü, bireyin toplumsal baskı karşısındaki durumunu, intihar kavramı üzerinden ele alıyor ve hicvi bolca görsek de mizahi bir şey bulamıyoruz bu öyküde. Hatta trajik bir hava hâkim öyküye. Hayatta tadacağı her zevki tatmış, kariyer sahibi, başarıyı yaşamış Pürşen’in, intihar etmeye karar verip bunu ailesine ve sevdiklerine açıklaması, onları bir şokla karşı karşıya bırakmak istememesi üzerine kurulu öykü. Ancak daha sonra işin içine akıl hastaneleri, sosyal medya örgütlenmeleri, ailevi birçok problem giriyor ve öykü inanılmayacak yerlere varıyor. En sonunda da trajik bir şekilde sonlanıyor. Yazarın eleştirmek istediği, ‘baskı’ ise öykünün merkezinde duruyor:

‘Bana ait bu bedenin sona ermesi sizi niye bu kadar ilgilendiriyor hanımefendi?’ diye sordu Pürşen.
‘Bedeniniz sadece size ait değil Pürşen Hanım.’
‘Kime ait?’
‘Elbette öncelikle size…’
‘Yok hayır, ben diğerlerini merak ediyorum. Başka kime aitmiş bedenim?’ Kadın abes bir soruyla muhatapmışçasına ‘Yapmayın artık,’ diye yakındı. ‘Kanunlara, devlete, topluma, ailenize, sevdiklerinize.’
‘Anayasada kendimi öldürmemi yasaklayan hiçbir madde görmedim ben. Siz gördünüz mü?’
‘Bazı maddeler yazılmaz Pürşen Hanım, onları vurgulamaya gerek yoktur. Doğduysak yaşamamız gerekir.’

Kitabın kapağına bakan biri, bu kitabın fantastik ve olağanüstü ögeler içeren, sembolik bir anlatımın tercih edildiği bir öykü kitabı sanabilir. İlk bakışta ben de böyle sanmıştım fakat okudukça böyle olmadığını anladım. Ancak yine de kitapta bu kapağa uygun, hatta kapak resmini bu tür bir öyküden alan hikâye var: 8 Mart Olayı. Değişik bir öykü bu. Dünyada denizkızlarının bir anda ortaya çıkışı ve bundan sonra yaşananları konu ediniyor. İnsanın kendinden olmayana nasıl canice davranabildiğine dikkat çekmek istiyor ve bunu başarıyor. Hem de kendinden olmayanı yok etme arzusunun hangi boyutlara erişebileceğini öyküye yansıtıyor yazar. Olağanüstü ögelerin öyküde bulunması, öyküden gerçekliği götürmüyor. Kitabı okuyanlar için kesinlikle ayrı bir yerde duracak bir öykü olduğunu düşünüyorum. Güzellikle vahşetin ve insanların caniliğinin nerede durduğunu işleyen, fantastik ögelerle bezeli son derece realist bir öykü. Son zamanlarda okuduğum en iyi öykülerden diyebilirim. Aynı zamanda okura, oturup kendini sorgulatmayı da sağlıyor.

Bu yazıda bahsi geçen öykülerden başka kitapta, Haşim Bey’in Gizli Dünyası, Gece Yarısı Ekspresi, Nursel Hanım Kimi Bekliyor, Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu ve Sarı Pançolu Kız adlı öyküler de yer alıyor. Kitabın bütün öyküleri zaten başta isimleriyle okuru kendisine çağırıyor ve isminden vaat ettiği şeyi de okura geri veriyor.

Son öykü olan Sarı Pançolu Kız’a da kısaca değinip yazıyı sonlandıralım. Bu öykü, diğer öykülerden biçim olarak farklılıklar gösteriyor. Kara Havadisler Kervanı, yani mezkûr kitabın ve Sarı Pançolu Kız adlı öykünün yazılış sürecini anlatıyor. Yani öykü kendi içinde nasıl yazıldığını açıklıyor. Aynı zamanda, öykü kahramanının öyküden kaçtıktan sonra bu kitabın yazarıyla olan ilişkisini de konu ediniyor. Sürreal bir anlatım mevcut yani öyküde:

…Yarım saat sonra kendimi Beyoğlu Emniyet Müdürlüğünde, öyküsünden kaçan yaramaz karakteri terbiye etmeye çalışan davasında haklı masum bir yazar olduğuma inanmamakta kararlı tipsiz bir polisin ebleh ifadesine maruz kalırken bulmuştum… Onu ben yaratmıştım ve tek yaptığım gerçek ile kurmaca arasında yaşanan bu akıl almaz anomaliyi sonlandırmaya çalışmaktı.

Yazar aynı zamanda kendi yazım tarzını, kendini eleştirecek şekilde değerlendiriyor. Bu kitaptaki diğer öykülere ve karakterlerine atıflarda bulunuyor. Tam, kitaba nokta konulacak bir öykü olmuş. Ayhan Koç tüm bunları Sarı Pançolu Kız öyküsünde gerçekleştirirken didaktik bir havaya bürünmüyor ve öykünün okunurluğunu azaltacak herhangi bir biçimi kullanmıyor.

Çok başarılı bir kitap Kara Havadisler Kervanı; fakat eleştirilmeyecek yönleri de yok değil. En çok dikkatimi çekeni söylemek istiyorum. Bazı öykülerde, özellikle Muskacı Edhem Efendi ve Tiranlık’ta öykünün akışına herhangi bir katkı sağlamayan pasajlar yer alıyor. Bunların çok uzun olduğunu veya öykünün akışını kestiğini söyleyemem fakat hikâyeye de herhangi bir katkı sağlamıyor. Konuyla alakasız bir okumaya neden olduğu için öykünün vermek istediğine az da olsa zarar veriyor. Bu bir roman olsaydı bu durumu kaldırırdı ancak öykü vurucu olmak zorundandır. Bu durum en çok adını söylediğim iki öykü için geçerli. Diğer on öyküde bu tür bir şeye dikkat çekici oranda rastlamadım.

Akıcı ve yalın bir dili, anlatımı ve sade bir üslûbu var Ayhan Koç’un. Aynı zamanda ödüllü bir yazar kendisi. İlk romanı Sırlıçeşme’yle, Everest İlk Roman Ödülü’nü almıştı. Ödüle niye lâyık görüldüğünü de kanıtlar niteliğinde bir öykü kitabı bu. Yani tek seferlik bir şey olmadığını gösterdi yazar, bu başarının. Son zamanlarda edebiyatımızda görünen, kişinin bireysel buhranlarının ve depresyonlarının konu edildiği, hiçbir şeye dokunmayan öyküler okumaktansa Ayhan Koç’un kitabına dikkat kesilmek lâzım. Öykü dünyamıza ilaç gibi geldi Kara Havadisler Kervanı.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10