23 Ocak 2021 Cumartesi

Gördüklerimizin öteki yüzü

Hayatta bazı manzaralar vardır. İnsanoğlunun gördüğünde, hatta göreceğini hissettiğinde beş duyu organını birden tıkadığı manzaralar. Asla sağalmayacağına inandığımız yaralar… Bir gün bir komşu kahve içmeye gelir, “Aşağı mahalledeki falan teyzenin başına şu hal gelmiş,” diye sanki kendi başına gelmesi imkansızmış gibi anlatır insanların acılarını. “Vah vah, yazık olmuş,” deriz. Oysa içeride duyumsadığımız tek cümle, “Nasıl olsa benim başıma gelmez,” ya da “İyi ki benim başıma gelmedi,” olur.

İşte Rüyalar Anlatılmaz’ı okurken, insanlar olarak o kulak tıkadığımız sesleri, çok yakından duyma fırsatı buldum. Bir tarafta kocası kaybolmuş bir kadının gelgitleri, bir tarafta kardeşini yıllardır görememiş, yalnızlığın burukluğuyla ciğer delmiş bir abla, hayatla bir türlü barışamamış, rüşdünü ne yapsa ispat edememiş ve edemeden göçmüş bir adam ve kadınca dertlerini hep içine atmış, anneliğini bile kendi iradesiyle seçememiş, kalbi ezilmiş bir kadın..

Nermin Yıldırım’la tanışma fırsatını bulduğum eser oldu Rüyalar Anlatılmaz. Kitabın her satırında hayatın bir başka acı yüzü, duru ve iz bırakan tasvirlerle anlatılmış. Roman, kahramanların duygu ve zihin dünyaları ve hedef kahraman Eyüp’ün rüyalarıyla ilerliyor. Romanda özellikle kadın karakterlerin, her yaştaki duygu dünyaları dikkat çekiyor. Bunlar, hayatlarının her döneminde mutluluğu beklemiş ama aradıklarını bulamamış gözü yaşlı kadınlar. Kitabın tamamına hâkim olan ana duygu “bekleyiş.” Bekleyişin ne denli can yaktığını şu satırlarla dile getirmiş Nermin Yıldırım:

Birini arayıp beklemek, onun varlığından başka her şeye kapatıyordu insanı. Beklenilenin sesinden başkasına sağır, arananın suretinden ötesine kör ediyordu. Beklenen bekleyene ne denli yakın olursa olsun, zamanla üçüncü tekil şahsa, uzaklaştıkça daha beter saplanılan bir bataklığa dönüşüyordu. Derken, varsa yoksa o oluyordu. Varsa o, yoksa hiç kimse!

Kitap, Pilar’ın bir sabah uyandığında yanında bulamadığı kocasının İstanbul’a uçtuğunu öğrenmesiyle başlıyor. Pilar, kocasının psikolog tavsiyesiyle tutmuş olduğu rüya günlüğünü de yanına alıp, ilk uçakla kocası Eyüp’ün peşinden İstanbul’a gidiyor. Ve kocasının yıllardır görüşmediği ailesinin evine misafir oluyor ve sorup soruşturarak Eyüp’ü aramaya başlıyor. Kitabın sonuna kadar nereye kaybolduğu çözülemeyen Eyüp’ün kaçışının altından büyük aile dramları çıkıyor. Kitapta okura, “aile” kelimesinin toplumsal bir kavram olmanın ötesinde, “birey”in zihin ve duygu dünyasının en derinlerini etkileyen çok önemli bir yapı olduğu mesajı veriliyor.

Pilar’ın kocasının kendisine bıraktığı küçük notu bulamayarak İstanbul’a gitmesi, kocasının en derin yaralarına dokunmasına ve ona hiç olmadığı kadar yakın olmasına vesile oluyor. Belki de o notu okuyup kocasının peşinden gitmeseydi, ya da notu okuduktan sonra İstanbul’a gitseydi, Eyüp’ün içinde boğuştuğu ailevi sıkıntıları hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Roman, bu ve bunun gibi birbiri ardına sıralanmış sebep-sonuç zincirleriyle dolu. Günlük hayatta bir tesadüf olarak nitelendireceğimiz basit hadiselerin aslında ne büyük tevafuklar olduğunu görüyoruz Rüyalar Anlatılmaz’da. Hayattaki her şeyin ve herkesin var oluşunun bir sebebe bağlı olduğu açıkça vurgulanıyor. İnsanın zâhirde gördüklerinin, bâtını bilmesi için ne kadar yetersiz olduğunu net şekilde yansıtıyor roman. Dışarıda görünen yüzün, derinden gelen bir sebebi olduğu muhakkak. Kitaptaki eksiksiz her karakterin iç dünyasından hareketle bu kanıya varmak mümkün. Ve romandan çıkarılması gereken bir diğer önemli mesaj da, insanın kötü olanı hiçbir zaman kendine yakıştırmıyor oluşu. Oysa hayatta dışarıdan duyduğumuz acıklı masalların içinde, -tıpkı Pilar gibi- biz de olabilirdik.

Rüyalar Anlatılmaz’ı okumak benim için etkileyici bir deneyim oldu. Nermin Yıldırım’ın okurken hissettiren anlatımını her okurun çok beğeneceğini düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese iyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

21 Ocak 2021 Perşembe

Sıradan hayatların sıra dışı hikâyeleri

Okuma eylemi gerçekleşirken bazen kendimizden bazen çevremizdeki insanlardan birtakım izler görmek isteriz anlatılarda. Bu bizi öykülere, romanlara bağlayan en önemli araçlardan biridir. Tam da burada sanatçının gücü devreye girer; sıradan olanı sıra dışı hale getirip, belki de söylenmeye layık bulunmayanı kalem ile dile getirip önümüze servis etmek. Çoğu zaman başımıza gelen olayların bir öykü haline geleceğini düşünemeyiz ama biri çıkar, yaşananları size öyle bir anlatır ki bunun sizin yaşadığınız ya da şahit olduğunuz bir şey olduğuna inanamaz, şaşırır kalırsınız. İşte Şermin Yaşar bunu çok başarılı bir şekilde gerçekleştiren yazarlarımızdan birisi.

2020’nin son demlerinde raflarda yerini aldı Deli Tarla. İçinde on altı farklı öykü bulunuyor. Kitaba adını veren öykü aynı zamanda kitabın açılışını da yapıyor. Dördüncü kitabında da daha önceki kitaplarıyla benzer bir üslubu var yazarın. Bir yandan gülüyor, bir yandan ağlayabiliyorsunuz. Mizah, psikolojik ögeler, duygusal sahneler, antikahramanlar, iyiler ve kötüler, hepsi iç içe anlatılarda. Zaten girişteki cümlelerimin sebebi de bu. Son derece gündelik, olağan konuları işliyor aslında ama o konuları öyle güzel işliyor ki bir kere okurken aynı zamanda izliyor gibi bir hisse kapılıyorsunuz, hatta bu edilgenliğin dışında öykünün bir parçası oluveriyorsunuz, hayatlarımızın doğal akışında nasıl gülüp ağlayabiliyorsanız kitapta da benzer bir duygu geçişini deneyimliyorsunuz.

Öykü kitaplarında genel bir durumdur, bazı öyküleri çok seversiniz, bazılarını ise başarısız bulursunuz. Deli Tarla, o kitaplardan biri değil. On altı hikayenin on altısı da kendi içinde hem üslup hem olay örgüsü hem kullanılan teknikler açısından oldukça başarılı. Her bir öykü, okuyucuların şaşkınlıkla noktalayacağı bir son barındırıyor kendi içinde. Burada da şu eksik kalmış diyebileceğim tek öykü yok.

Başlıkları dahi çok güzel belirlenmiş bu on altı öyküye kısaca değinmek isterim. Deli Tarla, sıklıkla şahit olduğumuz kardeşler arası miras kavgalarına farklı bir bakış açısı getiriyor. Bu öyküde olayların ortasında üç kardeş tarafından da istenmeyen bir miras var. Mizahi yönüyle öne çıkan bu öykü gerçekten de öyle güçlü ki adını kitaba vermeyi hak ediyor. Adieu Hala, göçmen ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları zorunlu ayrılıkların sonuçlarını anlatan, okuyucuyu hüzünlendiren bir hikaye. Bir Garip Külkedisi Masalı’nda zengin kız-fakir oğlan evliliğinin ortaya çıkarabileceği absürtlükleri görürken ve yine gülümserken, Cebimdeki Osman’da bir antikacının dükkanında bulunan, tuhaf bir hikayesi olan bir fotoğrafın peşinden gidiyoruz. Ama Böyle Olmadı öyküsünde yazar, anne ve babası olmayan, hormonel bir sorun nedeniyle dev halini alan Ramiz’in acı hikayesini anlatıyor bize. Çitile öyküsünde ise aşkın gücünü, aşk için insanların neleri sineye çekebileceklerini bir temizlik hastası kadın kahraman etrafında izliyoruz. Senden Çocuğum Olsun, kitaptaki mizahi yönü güçlü öykülerden biri, kaçarak evlenen iki aşığın ve etrafındaki herkesin çiftin ilk çocukları İlker ile olan imtihanını okuyoruz. Çıksın Halim, işsiz kalan bir üniversite mezunu gencin yaratıcılığını kullanarak nasıl bir patrona dönüştüğünü anlatıyor bize. Marş Marş, öyküsünde üşengeç ama gerçekten tam anlamıyla üşengeç bir adamın hayatını pratikleştirme çabaları sonucunda başına gelenlere şahit olurken, Geçinip Gidiyoruz İşte öyküsünde evlilikte anlayışın nasıl sağlanacağı konusunda mizahi bir yorum görüyoruz. Kamil’in Denizkızı, annesini küçük yaşta kaybeden bir adamın kendine çare için oluşturduğu savunma mekanizması anlatırken, Büyük İkramiye’de umutları çeşitli nedenlerle tükenen bir adamın yeniden ayağa kalkmasını ve mutlu sonunu okuyoruz. Seni Seviyorum, Nice Senelere Aşkım öyküsü içten içe travmaları olan bir anne ve eşin terörüne maruz kalmış bir koca ve çocuklarını, tesadüfen ortaya çıkan bir aldatmayı anlatan birkaç konuyu ve kahramanı aynı anda paralel irdeleyen bir anlatı. İki Elma, bir vazgeçiş, bir iç hesaplaşma anlatısıyken Dünya Ahiret Abimsin tesadüfen iyi olmuş bir adamın eğlenceli hikayesi. Son olarak, Muazzez ve Yelkovan Çetesi’nde terk edilen ve tabir-i caizse yavaş yavaş deliren bir adamla sonlanıyor kitap.

Öykülerin tamamına kısacık birer cümle ile değinmeye çalıştım okuyuculara fikir olması açısından. Özetlemek gerekirse, gündelik hayatta rastlayabileceğimiz aslında sıradan olayların bile bu denli ustalıkla ve yaratıcılıkla işlenmiş olması ve en başta da dile getirdiğim gibi sıradan olanı sıra dışı hale getirmesi açısından Deli Tarla çok başarılı bir öykü kitabı. Şermin Yaşar’ın okurken bir yandan duygulandırıp, belki gözlerinizi doldurup hemen arkasından sizi güldürebilecek dolu dolu, akıcı, yormayan üslubu da bu öykülere bambaşka bir lezzet katacak.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

20 Ocak 2021 Çarşamba

Don Kişot'a öykünmek yahut İbrâhimî bir mücadele

Gerçek ile kurgu, sahte ile hakikî arasındaki çatışmanın zirve yaptığı çiğ bir çağın çocukları olarak açtık gözümüzü dünyaya. En basit, günlük işlerimizde, ilişkilerimizde dahi sonuçları bir güven bunalımına dönüşen, ruhumuzu örseleyen şizofrenik bir durum yaşadığımız. Tarafında olduğumuz yahut karşısında durduğumuz şeyler bütünlük algımızdaki eksiklik ve daha çok zayıflayan hafızamız sebebiyle sürekli yer değiştirip durmakta. Türlü kalbî hastalığın pençesinde can çekişen insanlar olarak kesilen dermanımıza yüksek dozlu heyecan yüklü gelecek söylemleri ile eczalar arıyoruz. Bu cümleleri yazınca annemin de çokça kullandığı bir deyimi hatırladım: Boşa yelmek.

Kelimelerden serbest sıçrayışlar yapmanın kaçınılmazlığından aldığım cesaretle sözü İspanyol yazar Cervantes’in 17. yüzyılda kaleme aldığı ve o dönemin tüm yazınsal türlerin otoritesini yıkan ve hatta postmodern anlatıyı dört yüz sene önceden haber veren meşhur Don Kişot romanına getireyim.

Malumunuzdur ki Batı edebiyatı için romanslardan romana geçişte bir başlangıç sayılan bu romanda, okuduğu şövalye romanlarından etkilenen, Le Mancha bölgesinde yaşayan daha sonra Don Quijote ismini alacak Alonso Quijano ve silahtârı Sancho Panza’nın serüvenleri anlatılır. Ünlü Rus yazar Dostoyevski’nin “İnsan düşüncesinin son ve en yüce sözlüğü” olarak tanımladığı eserde ironik bir dille o dönemde fevkalâde alaka gören şövalye romanlarının bir çeşit eleştirisi yapılır.

Toplum içinde Don Quijote deli olarak görülür. Romanda esasında deli olanın toplumun kendisi olduğuna dair bir alt mesaj verilmeye çalışılır. Sevdiği ve uğruna yel değirmenlerine saldırdığı Dulsinya’yı bir köylü kızı iken asil bir hanımefendi olarak gören kahramanın sevimli, tutkulu ve tabiî bir portresini çizen Cervantes’in romanın ilk bölümünde kendi gerçekliği ile ideali arasındaki bariz bir uçurum ve türlü maceralarıyla ünlenen Don Quijote’u, ikinci bölümde kafasındaki kurguladıkları ile yüzleştirdiğini görürüz. Özetle Dük ve Düşes’in davetiyle şatoda gerçek bir şövalye gibi iltifat gören Don Quijote ve kendisine bir ada niyetiyle bir çiftlik parçasının valiliği verilen arkadaşı Sancho Panza kendi kurgularına uygun bulmayınca bu gerçekliği, tekrar eski hayatlarına geri dönerler. Bir manada iyileşmiştir Don Quijote ancak onu yaşatan hayallerini kaybetmiştir.

Zihnimizin iki zıt kutup ucuna dokunan sorular karşısında her zaman kısa devre yapma tehlikesinin varlığını unutmadan gelin bir başka sıçrayış yapalım başka bir hikâyeye, ilk gençlik yıllarından itibaren kâinatı ve içindeki konumunu, içinde yaşadığı toplumun eğilimlerini sorgulamaya başlayan, kendisini dönemin hâkim anlayışına karşı hikmetli bir mücahedenin içinde bulan bir peygamberin Hz. İbrahim (a.s)’ın hikâyesine.

Kur’an-ı Kerîm’deki ifadesiyle “İbrahim çok içli, bağrı yanık ve Allah’a yönelen bir kimseydi.” (Hûd 75). İbrahim (a.s) çok farklı şekillerde sınanmış ve teslim olduğu ilahî irade tarafından risalet ile vazifelendirilmiş daha sonra da türlü eza ile yüzleşmiş bir peygamberdir. Gençlik yıllarında babası ve içinde yaşadığı toplum ile yaşlılık döneminde ise oğlu İsmâil (a.s) ile imtihan edilmiştir. Onun ulvî mücadelesinde “Halîl” olmanın verdiği yüksek bir seciyeye şahit olur kulak verenler. Hz. İbrahim (a.s) hayalin peşinde değildir, bilakis son derece buhranlı, her zaman mutmainliğin peşinde hikmetli bir arayışın içindedir. Karşısına aldığı her şeyin zorbalığı ve yalnızlığındaki ıstırap son derece gerçek ve gönül yakıcıdır. Ateşin bir selamet yurdu olması ilahî nusreti celbeden bir teslimiyet ve hakikî bir yöneliş sebebiyledir. Nemrut’un ateşinde yanmayan İbrahîm (a.s)’i en yakınlarını bile tasallutu altına alan sahtelik yakmıştır. Buna rağmen babası ile diyaloglarında, dualarındaki içli tavırda onun mücadelesindeki samimiliği ve hakikiliği görebiliriz. Onunkisi bir hülyanın peşinde koşmak değil bilakis belini büken bir yükün altına girmektir.

Çıplak gözle bakıldığında yaşadıkları toplum nazarında her iki hikâyenin kahramanına benzer bir şekilde delilik izafe edildiği görülür. Ancak iki kahraman arasında esastan bir mahiyet farkı vardır. Bize düşen belki bu iki hikayede, çabasını verdiğimiz şeylerin Don Quijote’a bir öykünme mi yoksa evvelâ kendimizi, insanlığımızı olgunlaştıran bağrı yanık, içli, İbrâhimî bir mücadele mi olduğu konusundaki empati tercihidir. Boşa mı geldik doluya mı? Soru bu. Hem ne demiş şair:

Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz


Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Kâinat tekkesine tutkun bir mecnun

"Gönlü saf sûfiyim ben,
Benim tekkem âlem;
Medresem dünya benim,
Değilim abalı sûfilerden."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümleyi ya da ifadeyi karşılayan “ayet” sözcüğünün sözlük anlamının “işaret” olduğunu düşününce kâinatın bir bütün halinde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, keremini ve dahi bütün sıfatlarını işaret eden bir ayet olarak okunması gerektiğini görebiliyoruz. Bu hakikati ifade eden pek çok ayet; geceyle gündüzün; güneşin, ayın ve yıldızların; dağların, denizlerin ve daha nice unsurun birer ibret vesile olduğunu hatırlatıyor. Pek çok hadis ve ariflerin sözleri de kâinata bakarak Hakk’ın hakikatini görebileceğimizi hatırlatıyor. Mümine Yıldız, İnce Hayat adlı kitabında; yoğun ve yorucu bir hayatın içinde; kalabalık ve gürültülü büyük şehirlerde kâh bir ağacın sonbaharda dökülen yapraklarına tutunuyor kâh bir nisan yağmurunun tanelerine. Şehrin betonları arasına süzülen doğanın içindeki hakikat parçalarından Hakk’a doğru güçlü bir yol buluyor. Çocukların saflığı, hayatın karmaşası içinde adeta bir bilgelik örneği olarak çıkıyor karşımıza. Mümine Yıldız, çocuklarındaki bu saf bilgelikte ayrıca kendi gündelik problemlerine de pratik çözümler buluyor.

Ağaç, güçlü bir motif olarak çıkıyor karşımıza kitapta. Özellikle sonbaharda düşen yapraklar ve ilkbaharda yeniden canlanan dallar ölüm hakikatini yeniden diriliş olarak okumamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Vakti geldiğinde büyük bir teslimiyetle yere düşen yapraklar, her türlü problem karşısında direnç gösteren ve isyan eden insana gerçek bir kulun nasıl davranması gerektiğini de gösteriyor. İnsan, ölümün esas dünyaya açılan bir kapı olduğu hakikatini idrak edemeyip onu yok saymayı tercih ederken yere düşen yapraktaki sükûnet ve dinginlik her bir ağacın bir derviş misali kâinat tekkesinde ders aldığını düşündürüyor. Bu konuyla ilgili olarak Mümine Yıldız bize Kızılderililerin doğayla olan ilişkisini örnek gösteriyor: “Görünen o ki bu insanlar tevhidi bulmuştu. Bu yüzden bir arif ile bir Kızılderili reisi, ‘yabani hatta ‘yamyam’ diye alçaltılan bir Aborjin, aynı dili konuşabiliyor zira hepsi de bilgiyi, görgüyü tek kaynaktan alıyor. Sanki kâinatın ortak bir bilinci, hafızası, aklı, bilgi deposu adı her neyse ortak bir şuuru vardı ve kaynak tam da oydu. İhtiyaç duydukça oradan çekip alıyorlardı has doğruyu.

Kulum beni nasıl bilirse ona öyle muamele ederim” ayeti ile “Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir suretle zulmetmez fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” ayetini birlikte düşündüğümüzde insanın başına gelenler konusunda başkalarını suçlamalarının ya da problemlerini çözmek için başkalarından yardım istemelerinin ne kadar anlamsız olduğu da ortaya çıkıyor. Said Nursi’nin; “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” sözü de bu anlamda okunduğunda daha bir anlam kazanıyor. Tevekkül ederek Allah’a teslim olmak, problemlerin çözülmesi için insanlara bel bağlamaktan çok daha isabetlidir zira yardım edeceklerin de en hayırlısı ve en bilgilisi Allah’tır. Hz. Mevlânâ’nın; “Dostum, sen düşünceden ibaretsin, gül düşünür gülistan olursun, diken düşünür dikenlik olursun.” sözü de aynı hakikati işaret ediyor.

Müminin üç hasleti olduğunu söylerler. Her kimde bu üç haslet bulunmazsa kendini yoklasın diye tavsiyede bulunurmuş arifler. Bu hasletler: dert, hastalık ve geçim darlığıdır. İnsan, günlük hayatın içinde büyük küçük pek çok nedenden ötürü şikâyet ediyor. Ayağımıza diken batsa dünya başımıza yıkılmış gibi tepki veriyoruz. Baş ağrısı, diş ağrısı; işe geç kalma, yağmura yakalanma, trafiğe takılma gibi ertesi güne kalmayacak dertler için birbirimizle tartışıyor hatta kalbimizi kırıyoruz. Allah’ın, derdi sevdiği kuluna verdiği gerçeğini unutarak derdin içindeki dermanı görmek yerine dertsiz tasasız bir hayat diliyoruz. Mümine Yıldız; “Neticede her sıkıntı Rabbimizin bizimle irtibatta olduğu ve bizimle bizzat ilgilendiği demek değil midir? Ne ki Firavun ömrü boyunca bir kez bile baş ağrısı çekmemiştir, o zaman yürürken ayağın taşa çarpması bile nimettir ve bu sebeple güzeldir.” diyerek bu gerçeğe işaret ediyor.

İnsanın asıl huzursuzluğu varlığı parça parça düşünmesindedir. Varlık birdir, bu nedenle Allah her yerde ve herkesledir; her yer ve herkes birdir. İnsan, kendi varlığını mutlak varlıktan ayrı düşündüğü için vahdet gerçeğini idrak etmekte zorlanıyor ama bütün kâinat her zerresiyle vahdeti işaret ediyor. Toprağın altındaki solucanın ağacın dallarındaki kuşlarla, gökyüzündeki bulutların yeraltındaki mağaralarla, hatta ayın dönüşü ile okyanusların yükselişi arasında kuvvetli bir bağ var. Bu bağ bize varlığın birliği hakikatini haykırıyor. Cenab-ı Hakk, Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyerek yaratmıştır. İnsanın hakikatinde Allah’ın hakikatinin sırrı vardır. İnsanın varlık gayesi bu sırra ermektir. Bu sırra ermek de nefsi terbiye etmekten geçer.

Mümine Yıldız, şükretmenin ehemmiyetine de vurgu yapıyor. Günlük yaşantımızda bizi yoran, bize zahmet veren durumların bir şükür vesilesi olduğunu ve şükretmenin nimeti artıracağı hakikatini dile getiriyor. “Evet ev kirleniyor, çamaşır bulaşık çıkıyor, bu demektir ki bu evde yaşayanlar var. Şükür ki kalabalığız, şükür ki yaşıyoruz ve bunlar çıkıyor. Evet uzaklarda özlediklerimiz var ama şükür ki yalnız koymuyor Yaradan. En evvela kendini hatırlatıyor, yalnız değilsin, diyor.” Bu ifadeler; bize dert gibi görünenlerin ardında bir rahmetin gizli olduğunu ve bu nedenle derde şükretmenin derdi verene imanın gereği olduğunu hatırlatıyor.

İki çocuk annesi olan Mümine Yıldız, çocukların içten gelen, saf sözleriyle güçlü bir aydınlanma yaşıyor. Pek çok müşkülün içinden çocukların farkında olmadan verdikleri tepkilerle ya da söylediği sözlerle çıkıyor. Evin ortasında oyun oynayan çocuklar kendi etraflarında dönmeye başladıklarında çocuklardan biri şöyle bir cümle kuruyor: “Döndükçe her şey bir oluyor anne!”. Bu cümlede derin bir hakikatin gizli olduğunu keşfediyor anne. Daha sonra dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü, ayın dünya etrafındaki dönüşünü, Kâbe’nin tavaf edilişini ve Mevlevilerin semasını birlikte düşünüyor ve İbn-i Arabî’nin varlığın kökenin hareket olduğu ve iki cihanda bu yolculuğun durmayacağı görüşünü hatırlatıyor bize. Evet, döndükçe bir oluyor dünya çünkü döndükçe akıl devreden çıkıyor ve insan ortak aklın tesiri altına giriyor.

Etrafına bakmasını bilen insan, Allah’ın ayetlerini de okuyabilir. Mümine Yıldız, rüzgârın da bir ayet olduğunu fark etmiş ve bu ayetten bir ibret almış. İbn-i Arabî’nin naklettiği “Rüzgâra sövmeyiniz çünkü o Rahman’ın nefesindendir.” Hadisi gereğince ne kadar sert eserse essin, rüzgâra dahi bir nimet olarak bakabiliyor ve bu bakış açısının problemlerin çözümünde olumlu katkısının olduğunu ifade ediyor.

Kâinat, her gün bir kitap gibi açılıyor önümüzde ve kalp gözü açık olanlar o kitabı okuyor. Ağaçtan, yağmurdan, rüzgârdan, topraktan; kısacası tabiattan uzak kaldıkça, kendimizi şehirlerin betonları arasına hapsettikçe, insanların gönüllerine dokunmayı bıraktıkça bu ayetleri okumayı da unutuyoruz. Doğadan uzaklaşmak Allah’ın ayetlerinden de uzaklaşmak olarak yansıyor yaşantılarımıza. Şehrin gürültüsünden, kalabalığından kaçıp birkaç saat doğayla baş başa kaldığımızda yaşadığımız o iç huzurunun adı vahdetin tadıdır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

16 Ocak 2021 Cumartesi

İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi

"Varmak dediğimiz hep bir vahadır
Hiç gitmeyenler sonunda herkese yol olurlar.
"
- Kemal Varol, Bakiye

Engin Geçtan bu zamanların 'bunalım insanı'nın her zaman başvurması gereken bir bilge. Özellikle de insana kendi anlam terazisini hatırlatan. Bu terazinin en önemli kefesi kendini doğru ifade edebilmek, dolayısıyla "kendini tanımak". Kendini tanımak için başkalarıyla "bir arada olabilmek" gerekiyor. Metis Yayınları'ndan Ekim 2017'de çıkmıştı Orada Bir Arada. Bir sene sonra Geçtan vefat etti, bu da kitabı ayrı bir yere koydu okurların nezdinde. 

Orada Bir Arada, konuşma-dinleme-anlama üçgenine dair bir kitap. Engin Geçtan'ın otuz yılı aşan grup psikoterapisi deneyimlerinden esinlenerek kurguladığı bir metin. Düş ürünü olduğu belirtilse de Geçtan'ın tecrübesiyle ilmi derinliğinin birleşimi, metinlerinde ve söyleşilerinde olduğu gibi ortaya çok gerçekçi bir kurgu çıkarmış. Zaten onu diğer psikoterapistlerden ayıran en büyük özelliği de bu: gerçekçilik. Bu gerçekçilik, insanın biricikliğine değer veren, onu anlama ve onunla konuşma yolunda rehberlik eden bir gerçekçilik. Çünkü Geçtan'ı okuyan herkesin bildiği üzere romantizm bir süre sonra insanı hasta ediyor. Nasıl ki lodos bazı bünyelerde şiddetli baş ağrısına sebep oluyorsa, nostalji rüzgârına kapılmak da hem beyne hem de kalbe zarar veriyor. Orada Bir Arada, bizi tam da bu gerçekçiliğin içine sokuyor. Birkaç kişinin konuşmalarını dinlerken, birbirlerine verdikleri tepkileri izlerken, işte o gerçeği görüyoruz: insanı.

Kitabın yedi süreci var: tanışma, tartma, açılma, paylaşma, kaynaşma, bütünleşme ve tatil öncesi. Engin Geçtan'ın kurgusunu birbirinden oldukça farklı özelliklere sahip karakterlerden oluşturması, insanın biricikliğini gündemden hiç uzak tutmama adına oldukça etkin bir formül. Bu formülde iyimser, karamsar, sessiz, konuşkan, bencil, kıskanç, öfkeli ve düşünceli beyinler yer alıyor. Tıpkı bulunduğumuz ortamlarda ve yaşadığımız mekânlarda; evde, işte, okulda olduğu gibi. Asma, Hünkâr, Miralay, Fatima, Karyoka, Baraka, Mahidevran ve Tabu; bir arada olanların, grup psikoterapisindeki isimleri. Kod adı veya mahlas olarak da düşünülebilir. Dr. Q ise konuşmaları odanın bir kıyısında dinliyor, yeri geldiğinde müdahale ediyor yahut yönlendiriyor. Bir nevi moderatör. Mesela konuşmanın tam çıkmaza girdiği ve hatta dağılmaya varan bir sinirliliğin hâkim olduğu anda şöyle güzel açılımlar getirebiliyor: "Burada önceliğimiz, kendimizi tanımakta. Çünkü birbirimizi, kendimizi tanıyabildiğimiz oranda tanıyabiliriz."

Dr. Q'nun moderatörlüğündeki grup bazen kişisel dertlerin anlatılmasıyla, bazen bir şarkı söylenmesi yahut felsefi konuşmanın getirisiyle birbiriyle tanışıyor, kaynaşıyor ve açılıyor. Tam bu anda dünyaya olan tavırlar, insanın biricikliği çerçevesinde şekilleniyor. Yaşantılar birer imza gibi sunuluyor birbirine. Hünkâr, "düşman bir dünyada hissetmekten" bahsediyor ve diğer arkadaşlarını dinlerken ilginç bir sorunun zihninde belirdiğini söylüyor. "Biz düşman gördüğümüz o alanda saldırıya uğramaktan mı korkuyoruz, saldırmaktan mı?" diye soruyor. Dr. Q ise Erdoğan Özmen'in "depresyon politik bir sorundur" sözünü hatırlatırcasına şöyle cevaplıyor: "Saldırı senaryosunu kim yazmışsa, saldırma potansiyeli de ona aittir."

Grupta kavgalar, çatışmalar olduğu kadar paylaşımlar ve iç dökmeler de kendine yer buluyor. Tüm bu konuşmalar çerçevesinde Engin Geçtan'ın her zaman vurguladığı 'o mesele' kendini gösteriyor: İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi. Öteki’nin varlığında yeniden var olabilmesi. Her farklılıkta insana dair yeni bir şeyler, kadim değerler bulabilmesi. Orada Bir Arada, bu yüzden önemli: Birlikte yeniden anlatılan, dolayısıyla yeniden kurulan yaşantılar içinde insanın kendini bir kez daha, belki de birçok farklı yönden keşfetmesi. Geçmişin yargısıyla veya geleceğin kaygısıyla değil, şimdinin tüm gerçekliğiyle ve doğallığıyla. Çünkü her insan doğaldır ve her insanın doğasında temel farklılıklar vardır. Sessiz, konuşkan, şüpheci, umutsuz. Ancak hepsini de yaşam bir araya toplar ve yeniden dağıtır. Ona bir kalbi olduğunu ve her an dağıldığı yerden yeniden toparlanabileceğini hatırlatır.

Peki bunun için nasıl bir anlayış tarzı, anlama tavrı gerekli? İşte kitabın temel vurgusu da burada ortaya çıkıyor: "Gerçek ilişki, kendimizden farklı kişilik özellikleri ve dünya görüşleri olan insanlarla bir arada olabilmektir."

Yağız Gönüler

Kendini bulmanın yolu derdini bilmekten geçiyor

"Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş."
- Niyazî-i Mısrî

Modern zamana dair yapılan değerlendirmelerin biri ve sanırım en önemlisi; hız ve hazzı önceleyen, tüketim odaklı ve faydacı bir birey algısı oluşturmuş olmasıdır. Yüz yıl öncesine kadar her milletin; tarihî süreç içerisinde dinî inançları, siyasi yapısı ve kültürel birikimiyle oluşturduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu ortak yaşam biçimi milletleri; kılık kıyafetleri, gündelik yaşamları, hayatı algılayışları ve gelecek tasavvurları gibi konularda birbirlerinden ayırırdı. Bir İngiliz’i bir Türk’ten ayırmak için uzaktan bir süre seyretmeniz yeterliydi. Aynı şekilde bir Müslüman’ı bir Hristiyan’dan ayırmak için dinlerini sormanıza gerek yoktu. İnternet ve özellikle sosyal medyayla beraber küresel şirketler bütün dünya insanlarını ortak bir yaşam ve düşünüş formunun içine doğru çekiyor. Dünyanın bir ucundaki giyim tarzı ertesi gün bütün dünyada ortak giyim zevkine dönüşebiliyor. Koreli bir müzik grubu Türk gençlerinin kulak zevkini belirleyebiliyor. Bu yaşam formunun en büyük problemi bir değer yoksunluğu oluşturmasıdır çünkü kapitalizm her şeyin, hatta değerlerin dahi maddi bir ölçüsünün olduğunu varsayıyor. Modern insanın anlam arayışını bu şekilde okuyabiliriz.

Hilmi Yavuz bu değer boşluğuyla ilgili şunları söylüyor: “Değer boşluğu, eğitim sisteminin ‘varlığın, dolayısıyla hayatın bütünüyle barışık değil, onunla kavgalı’ oluşundandır, oysa irfanî bakış, kahrı olduğu kadar lütfu da hayatın kendisi olarak görüyor. Bu bütünlük, bu irfanî bakış, ancak tasavvufla sağlanır.Mahmud Erol Kılıç da aynı konuyla ilgili olarak; “Tasavvufun itirazı, inin hukuka/şekle indirgenmesinedir. Tasavvuf; ruhun, mananın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar.

Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları adlı kitabında; “Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan, kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makine…” diyor. İnsan şüphesiz ki iki kanatlıdır; vücudu onun maddesi ise ruhu manasıdır. İki kanatlı bir varlık olan insanın uçabilmesi, yani varlığının anlamını bulabilmesi için her iki kanadının da kuvvetlenmesi gerekir. Tasavvuf, insanın ruh kanadını kuvvetlendirirken beden kanadını da zayıflatır (bedenin zayıflığı uçması için bir kuvvettir). Bu sayede her iki kanat da uçmaya hazır hale gelir.

Sanılanın aksine tasavvuf münzevi bir hayatı öngörmez. Halk içinde Hak ile olmak anlamına gelen “Halvet der encümen” prensibi tasavvufta önemli bir prensiptir. Bir dergâha intisap eden derviş, fıtratına uygun bir işle vazifelendirilir. Böylece hem hizmet ederek toplumsal hayatın devamına katkı sağlaması hem de nefsini yenerek manen yükselmesi amaçlanır. Bu açıdan dergâhlarla manastırları aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olur.

Mahmud Erol Kılıç, toplumsal düzenin sağlanması için belirlenen hukuk kurallarının, insan merkezli olmasının önemiyle ilgili şunları söylüyor: “Hukuki sözleşme elbette ki önemli ancak daha öncelikli olan manevi değerleri esas alan bir toplum ruhunun olmasıdır. Felsefi ve dinî referanslı bir toplumu öncelemek lazım. İnsanların suç işlememesi, kurallara saygılı olması ve kişisel tercihlere anlayış göstermesi kanunlarla mümkün kılınacak bir şey değildir. İçsel bir bilincin gelişmesi gerekir. Cuma namazına giderken dükkânın kapısını kilitlemeyen esnafın güvencesi devletin kanunları değil, insanların gönüllerindeki Allah korkusuydu. Günümüz insanının yaşadığı güvensizliğin sebebi de gönüllerdeki Allah sevgisinin yerini dünya sevgisinin, Allah korkusunun yerini ise yoksunluk ve yoksulluk korkusunun almış olmasıdır. “Değerler, insanın sırtını verdiği kabullerdir; bu kabuller, onun referansı olur.” diyor Mahmud hocamız. Günümüzde sırtımızı dayayabileceğimiz değerlerimizi kaybetmeye başladığımız için toplumsal bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik hissi yaşıyoruz.

Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi; “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde eşit değilse nâkıssın evladım!” diyor. İrfani bakış, başımıza gelen kahra da lütfa da aynı değeri veriyor zira her ikisi de Allah’tan gelmiştir ve ondan gelen baş üstünedir. Ne güzel söylemiş arif; “Kaderden başkaca bir şey olmamakta!” Başımıza gelen musibetlere dövünmek, sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlası için biteviye mücadele etmek, kendimizi tatmin etmek için sürekli tüketmek ve en nihayetinde kendimizi tüketmek… Bütün bunlar insanın varlığıyla arasının açılmasının bir sonucu. Oysa her an bir imtihanın içinde olduğumuz hakikatini idrak edebilsek ve gönlümüzdeki ışığın aydınlığıyla yürüyebilsek dünyada musibet diye bir şeyin olmadığını da görebiliriz.

Tasavvuf, sadece bireysel bir disiplin ya da sınırlı bir grubun faaliyetleri toplamı değildir. Özellikle Selçuklu-Osmanlı toplumunun oluşmasında, bu toplumun ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesinde, askeri sisteminde ve şehirlerinin imarında dervişlerin ve tasavvufun önemli işlevleri olmuştur. Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun bu anlamdaki önemiyle ilgili şunları söylüyor: “İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısına, ahi teşkilatına inmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.” Günümüzde meslek erbabı olanların iş ahlakından yoksun olmaları nedeniyle en başta güven duygusu zarar görüyor. Güvensiz bir toplum korku ve kaygı üretiyor. Bu korku ve kaygılarımız üzerinden de tercihlerimiz yönlendiriliyor. Özellikle internet üzerinden yapılan alışverişlerde dolandırılmamak için kırk takla atsak da dolandırıcılar kırk birinci taklayı buluyor. “Bizde söz senettir!” anlayışından “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” noktasına geldik.

Günümüz modern insanının gerçeklik algısı, düşünce yapısı, tercih ve yönelimleri medya yoluyla şekilleniyor. Doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz vb. ikilemlerden medyanın yönlendirmesiyle çıkıyoruz. Neye, nasıl inanmamız gerektiğine büyük göz karar veriyor. Mahmud Erol Kılıç bu durumla ilgili; “En son Irak işgalinden önce ve sonrasında filmlerde gördük. Bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’ta Iraklı (insan) görülmedi, oraya öldürmeye giden Amerikalı askerlerin durumlarına dikkat çekildi.” Bu filmler üzerinden Irak işgalini okuyan modern insan Amerika’yı özgürlük savaşçısı ve demokrasi koruyucusu olarak görmeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası şirketler ve özellikle sosyal ağlar bu algı operasyonunu çok daha derin bir noktaya taşıdı. Artık ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi siyasi tepkiyi vereceğimize, hangi müziği dinleyeceğimize kadar karar veriyor.

Özellikle son günlerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleri gündemimizi fazlasıyla meşgul ediyor. Kılıç, kadına yönelik şiddetin ardında cinsiyet rollerinin değişmesinin olduğunu belirtiyor. Kadın ve erkeğin cinsiyetleri itibariyle sahip oldukları birtakım hassasiyetleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Bu hassasiyetleri ve özellikleri itibariyle gelenek içinde her ikisine de ayrı ayrı roller verilmiştir. Kadın ve erkek birbirine eşit iki varlık değil, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Dolayısıyla her ikisi de birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak bir bütünlük oluşturur. Kadın erkek eşitliği üzerinden oluşturulan bir düşünce sistemi bir araya gelen kadın ve erkeğin birbirini tamamlamasını imkânsız hale getirmiştir. Modern zamanda kadının özellikle iş hayatının içine girmesiyle birlikte bir rol değişmesi yaşanmış ve kadınlar içine girdikleri bu yeni ortamda kendilerini kabullendirmek için erkekler gibi davranmaya başlamışlardır. Öbür taraftan bir erkek olarak kendi cinsiyet rollerini yerine getiremeyen erkek de kadını kendini tamamlayacak diğer yarısı olarak görmek yerine, kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak görmeyi seçmiştir. Mahmud Erol Kılıç bu durumu; “Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde…” diyerek özetliyor.

Mahmut Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları kitabının üçüncü bölümünde “Anadolu’nun Ruhu” başlığıyla, Anadolu irfanını oluşturan üç mühim ismine işaret ediyor: Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî. Mevlâna’nın bir vasiyet hükmündeki şu sözleri günümüz insanının gönül yangına merhem olacak olacak mahiyettedir: “Ben size gizli ve aleni Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yiyip uyumanızı, az konuşmanızı; günah konusunda dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Oruç ve namaza devam etmenizi; şehvetin tehlikelerinden kaçınmanızı ve eziyetlere sabretmenizi tavsiye ederim.” Tüketimin bir ifade biçimi olduğu günümüzde az yiyip içmek düsturu ne kadar büyük bir önem kazanmış durumdadır.

Yaradılanı hoş gördük / Yaradandan ötürü” diyen Koca Yunus, halkın anlayacağı bir dille İlahî hakikatleri dile getirmiş ve bir ömrün aşk ile nasıl yaşanacağının resmini çizmiştir. “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” diyen Niyazî-i Mısrî ise bizi kendi içimize yönelmeye davet ediyor. Derdi veren, dermanı işaret eder; dermanı işaret edense dertliyi arzulamıştır. Derdine şükreden şifayı Allahtan bulur. Modern zamanlarda da kadim zamanlarda da kendini bulmanın yolu içindeki derdi sevmekten geçer.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Efsaneler, hevesler ve kader

Esasen muhtevasında fantastik ögeler barındıran kitapları okumayı sevmiyorum. Ancak Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın'ı, genel okuma tarzıma hitap etmese de iki gün içerisinde kurmacanın içinde sürüklenmeme sebep oldu. Yazar, kitabına şu üç düşündürücü epigraf ile başlıyor:

Babasını öldüren, annesiyle yatan, Sphinks’in kördüğümünü çözen Oidipus! Bu üçlü yazgının anlamı nedir? İranlılar arasında yaygın eski bir inanca göre, yüce bir bilge fücurla peydahlanmalıdır.  (Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu)” 

Oidipus: Çok eskiden işlenmiş bir suçun izlerini nasıl bulabiliriz?  (Sophokles, Kral Oidipus)

Tıpkı babasız bir oğul gibi, oğulsuz bir babayı da kimse basmaz bağrına. (Firdevsî, Şehname)

Bu epigraflar kitabı elinize ilk aldığınızda muhayyilenizde dakikalar sonra ilerleyeceğiniz kurgu hakkında ipuçları doğmasına sebep oluyor. Normalde kitapların başlangıçlarında ve bölüm aralarında yer alan epigraflarla, kurgu arasında net bir bağlantı bulamam. Ancak Kırmızı Saçlı Kadın’da epigraflarda bahsi geçen efsaneler, kurguya çok net, açık ve anlaşılır şekilde yedirilmiş durumda. Daha sonuna gelmeden kitabın nasıl bir sonla biteceğini tahmin edebiliyorsunuz. Kitabın kapak resminin bile kurguyla iç içe geçmiş olması etkileyici. Kapakta bulunan resim, kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’ın evinin duvarına astığı Dante Gabriel Rossetti’nin elinden çıkmış bir portre olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında romanı okurken zihninizden genel olarak geçen cümle şu oluyor: Acaba bundan sonra ne olacak?

Romanın arka kapağında şöyle bir soru cümlesinin varlığı dikkat çekiyor: “İlk aşk deneyimi bütün bir hayatı belirler mi? Yoksa kaderimizi çizen yalnızca tarihin ve efsanelerin gücü müdür?” bu cümleyi okuyunca kendime şu soruyu sordum: Neden Şehname’deki bir efsane benim kaderimi belirlesin ki? Aslında yaşamımızı belirleyen ölçütün tamamıyla kendi kişiliğimiz ve yaptıklarımız olduğu fikrindeyim. Bu sorunun yanıtını romanın son yarısını okuyana kadar veremedim. Ancak bitirdiğimde arka kapaktaki soruyla kişilik arasındaki bağlantıyı kurabildim. Romanda esas kahraman olarak karşımıza çıkan Cem, küçüklüğünden itibaren resimli romanlar, mitolojik öyküler, kitaplar, şarkî efsaneler okuyordu ve zihnini bunlara inanılmaz derecede saplıyordu. Özellikle Yunan mitolojisindeki bilmeden babasını öldüren Oidipus hikayesiyle ve Şehname’deki oğlu Sührab’ı öldüren Rüstem’in hikayesiyle çok fazla ilgileniyordu. Birçoğumuz için, okuduğumuz kurgusal metinler, okurken düşünüp canlandırdığımız, bir başka kurguyla tanıştığımıza fazla üzerinde durmadığımız, üzerinden vakit geçtikçe zihnimizde tozlanan metinlerdir. Ancak baş kahraman Cem için bu böyle olmuyor. Küçüklüğünde okuyup üzerinde çok düşündüğü bu efsaneleri hayatı boyunca tekrar tekrar okuyup araştırmaya devam ediyor ve bu kurgularla kendi hayatı arasında bağlar kurmak için uğraşıyor. Okudukları birer efsane olsa da onları kendi potasında eriterek kişilik kalıbına dahil ediyor ve kitabın yarısından itibaren tahmin ettiğimiz son gerçek oluyor. Kırmızı Saçlı Kadın'dan olan Cem’in oğlu Enver, hikayenin sonunda babasını öldürüyor.

Cem’e göre Oidipus, babasını öldüren katilin kim olduğunu merak etmeseydi, onu öldürenin kendisi olduğunu öğrenip, kendi gözlerini kör etmeyecekti. Şu halde bana göre de, Cem oğlundan korkup belindeki tabancayı aşikâr etmeseydi, kendi tabancasıyla öz oğlu tarafından vurulmayacaktı. Aslında fantastik denilebilecek bir kurguya sahip olsa da eser, gençlikteki heveslere aldanıp hatalar yapmanın sonucunun hiç beklemediğimiz gibi çıkabileceği, vicdanın rahat olması dediğimiz olgunun insan hayatı için ne kadar tesirli olduğu, ve esasen, düşünce ve duygularımızın gerçeğe dönüşmesi dedikleri şeyin de doğru olduğu mesajını veriyor. Netice itibariyle hayatta hepimiz, ne ekersek onu biçiyoruz. İçimizde ve hayatımızda neyi beslersek karşımıza da haliyle o çıkıyor.

Yoğun duygularla örülü dramatik eserleri okurken bir ara verip sürüklenmek isteyenler için Kırmızı Saçlı Kadın’ı okumanın ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. İyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
karakocnida@gmail.com