16 Ocak 2021 Cumartesi

İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi

"Varmak dediğimiz hep bir vahadır
Hiç gitmeyenler sonunda herkese yol olurlar.
"
- Kemal Varol, Bakiye

Engin Geçtan bu zamanların 'bunalım insanı'nın her zaman başvurması gereken bir bilge. Özellikle de insana kendi anlam terazisini hatırlatan. Bu terazinin en önemli kefesi kendini doğru ifade edebilmek, dolayısıyla "kendini tanımak". Kendini tanımak için başkalarıyla "bir arada olabilmek" gerekiyor. Metis Yayınları'ndan Ekim 2017'de çıkmıştı Orada Bir Arada. Bir sene sonra Geçtan vefat etti, bu da kitabı ayrı bir yere koydu okurların nezdinde. 

Orada Bir Arada, konuşma-dinleme-anlama üçgenine dair bir kitap. Engin Geçtan'ın otuz yılı aşan grup psikoterapisi deneyimlerinden esinlenerek kurguladığı bir metin. Düş ürünü olduğu belirtilse de Geçtan'ın tecrübesiyle ilmi derinliğinin birleşimi, metinlerinde ve söyleşilerinde olduğu gibi ortaya çok gerçekçi bir kurgu çıkarmış. Zaten onu diğer psikoterapistlerden ayıran en büyük özelliği de bu: gerçekçilik. Bu gerçekçilik, insanın biricikliğine değer veren, onu anlama ve onunla konuşma yolunda rehberlik eden bir gerçekçilik. Çünkü Geçtan'ı okuyan herkesin bildiği üzere romantizm bir süre sonra insanı hasta ediyor. Nasıl ki lodos bazı bünyelerde şiddetli baş ağrısına sebep oluyorsa, nostalji rüzgârına kapılmak da hem beyne hem de kalbe zarar veriyor. Orada Bir Arada, bizi tam da bu gerçekçiliğin içine sokuyor. Birkaç kişinin konuşmalarını dinlerken, birbirlerine verdikleri tepkileri izlerken, işte o gerçeği görüyoruz: insanı.

Kitabın yedi süreci var: tanışma, tartma, açılma, paylaşma, kaynaşma, bütünleşme ve tatil öncesi. Engin Geçtan'ın kurgusunu birbirinden oldukça farklı özelliklere sahip karakterlerden oluşturması, insanın biricikliğini gündemden hiç uzak tutmama adına oldukça etkin bir formül. Bu formülde iyimser, karamsar, sessiz, konuşkan, bencil, kıskanç, öfkeli ve düşünceli beyinler yer alıyor. Tıpkı bulunduğumuz ortamlarda ve yaşadığımız mekânlarda; evde, işte, okulda olduğu gibi. Asma, Hünkâr, Miralay, Fatima, Karyoka, Baraka, Mahidevran ve Tabu; bir arada olanların, grup psikoterapisindeki isimleri. Kod adı veya mahlas olarak da düşünülebilir. Dr. Q ise konuşmaları odanın bir kıyısında dinliyor, yeri geldiğinde müdahale ediyor yahut yönlendiriyor. Bir nevi moderatör. Mesela konuşmanın tam çıkmaza girdiği ve hatta dağılmaya varan bir sinirliliğin hâkim olduğu anda şöyle güzel açılımlar getirebiliyor: "Burada önceliğimiz, kendimizi tanımakta. Çünkü birbirimizi, kendimizi tanıyabildiğimiz oranda tanıyabiliriz."

Dr. Q'nun moderatörlüğündeki grup bazen kişisel dertlerin anlatılmasıyla, bazen bir şarkı söylenmesi yahut felsefi konuşmanın getirisiyle birbiriyle tanışıyor, kaynaşıyor ve açılıyor. Tam bu anda dünyaya olan tavırlar, insanın biricikliği çerçevesinde şekilleniyor. Yaşantılar birer imza gibi sunuluyor birbirine. Hünkâr, "düşman bir dünyada hissetmekten" bahsediyor ve diğer arkadaşlarını dinlerken ilginç bir sorunun zihninde belirdiğini söylüyor. "Biz düşman gördüğümüz o alanda saldırıya uğramaktan mı korkuyoruz, saldırmaktan mı?" diye soruyor. Dr. Q ise Erdoğan Özmen'in "depresyon politik bir sorundur" sözünü hatırlatırcasına şöyle cevaplıyor: "Saldırı senaryosunu kim yazmışsa, saldırma potansiyeli de ona aittir."

Grupta kavgalar, çatışmalar olduğu kadar paylaşımlar ve iç dökmeler de kendine yer buluyor. Tüm bu konuşmalar çerçevesinde Engin Geçtan'ın her zaman vurguladığı 'o mesele' kendini gösteriyor: İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi. Öteki’nin varlığında yeniden var olabilmesi. Her farklılıkta insana dair yeni bir şeyler, kadim değerler bulabilmesi. Orada Bir Arada, bu yüzden önemli: Birlikte yeniden anlatılan, dolayısıyla yeniden kurulan yaşantılar içinde insanın kendini bir kez daha, belki de birçok farklı yönden keşfetmesi. Geçmişin yargısıyla veya geleceğin kaygısıyla değil, şimdinin tüm gerçekliğiyle ve doğallığıyla. Çünkü her insan doğaldır ve her insanın doğasında temel farklılıklar vardır. Sessiz, konuşkan, şüpheci, umutsuz. Ancak hepsini de yaşam bir araya toplar ve yeniden dağıtır. Ona bir kalbi olduğunu ve her an dağıldığı yerden yeniden toparlanabileceğini hatırlatır.

Peki bunun için nasıl bir anlayış tarzı, anlama tavrı gerekli? İşte kitabın temel vurgusu da burada ortaya çıkıyor: "Gerçek ilişki, kendimizden farklı kişilik özellikleri ve dünya görüşleri olan insanlarla bir arada olabilmektir."

Yağız Gönüler

Kendini bulmanın yolu derdini bilmekten geçiyor

"Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş."
- Niyazî-i Mısrî

Modern zamana dair yapılan değerlendirmelerin biri ve sanırım en önemlisi; hız ve hazzı önceleyen, tüketim odaklı ve faydacı bir birey algısı oluşturmuş olmasıdır. Yüz yıl öncesine kadar her milletin; tarihî süreç içerisinde dinî inançları, siyasi yapısı ve kültürel birikimiyle oluşturduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu ortak yaşam biçimi milletleri; kılık kıyafetleri, gündelik yaşamları, hayatı algılayışları ve gelecek tasavvurları gibi konularda birbirlerinden ayırırdı. Bir İngiliz’i bir Türk’ten ayırmak için uzaktan bir süre seyretmeniz yeterliydi. Aynı şekilde bir Müslüman’ı bir Hristiyan’dan ayırmak için dinlerini sormanıza gerek yoktu. İnternet ve özellikle sosyal medyayla beraber küresel şirketler bütün dünya insanlarını ortak bir yaşam ve düşünüş formunun içine doğru çekiyor. Dünyanın bir ucundaki giyim tarzı ertesi gün bütün dünyada ortak giyim zevkine dönüşebiliyor. Koreli bir müzik grubu Türk gençlerinin kulak zevkini belirleyebiliyor. Bu yaşam formunun en büyük problemi bir değer yoksunluğu oluşturmasıdır çünkü kapitalizm her şeyin, hatta değerlerin dahi maddi bir ölçüsünün olduğunu varsayıyor. Modern insanın anlam arayışını bu şekilde okuyabiliriz.

Hilmi Yavuz bu değer boşluğuyla ilgili şunları söylüyor: “Değer boşluğu, eğitim sisteminin ‘varlığın, dolayısıyla hayatın bütünüyle barışık değil, onunla kavgalı’ oluşundandır, oysa irfanî bakış, kahrı olduğu kadar lütfu da hayatın kendisi olarak görüyor. Bu bütünlük, bu irfanî bakış, ancak tasavvufla sağlanır.Mahmud Erol Kılıç da aynı konuyla ilgili olarak; “Tasavvufun itirazı, inin hukuka/şekle indirgenmesinedir. Tasavvuf; ruhun, mananın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar.

Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları adlı kitabında; “Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan, kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makine…” diyor. İnsan şüphesiz ki iki kanatlıdır; vücudu onun maddesi ise ruhu manasıdır. İki kanatlı bir varlık olan insanın uçabilmesi, yani varlığının anlamını bulabilmesi için her iki kanadının da kuvvetlenmesi gerekir. Tasavvuf, insanın ruh kanadını kuvvetlendirirken beden kanadını da zayıflatır (bedenin zayıflığı uçması için bir kuvvettir). Bu sayede her iki kanat da uçmaya hazır hale gelir.

Sanılanın aksine tasavvuf münzevi bir hayatı öngörmez. Halk içinde Hak ile olmak anlamına gelen “Halvet der encümen” prensibi tasavvufta önemli bir prensiptir. Bir dergâha intisap eden derviş, fıtratına uygun bir işle vazifelendirilir. Böylece hem hizmet ederek toplumsal hayatın devamına katkı sağlaması hem de nefsini yenerek manen yükselmesi amaçlanır. Bu açıdan dergâhlarla manastırları aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olur.

Mahmud Erol Kılıç, toplumsal düzenin sağlanması için belirlenen hukuk kurallarının, insan merkezli olmasının önemiyle ilgili şunları söylüyor: “Hukuki sözleşme elbette ki önemli ancak daha öncelikli olan manevi değerleri esas alan bir toplum ruhunun olmasıdır. Felsefi ve dinî referanslı bir toplumu öncelemek lazım. İnsanların suç işlememesi, kurallara saygılı olması ve kişisel tercihlere anlayış göstermesi kanunlarla mümkün kılınacak bir şey değildir. İçsel bir bilincin gelişmesi gerekir. Cuma namazına giderken dükkânın kapısını kilitlemeyen esnafın güvencesi devletin kanunları değil, insanların gönüllerindeki Allah korkusuydu. Günümüz insanının yaşadığı güvensizliğin sebebi de gönüllerdeki Allah sevgisinin yerini dünya sevgisinin, Allah korkusunun yerini ise yoksunluk ve yoksulluk korkusunun almış olmasıdır. “Değerler, insanın sırtını verdiği kabullerdir; bu kabuller, onun referansı olur.” diyor Mahmud hocamız. Günümüzde sırtımızı dayayabileceğimiz değerlerimizi kaybetmeye başladığımız için toplumsal bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik hissi yaşıyoruz.

Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi; “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde eşit değilse nâkıssın evladım!” diyor. İrfani bakış, başımıza gelen kahra da lütfa da aynı değeri veriyor zira her ikisi de Allah’tan gelmiştir ve ondan gelen baş üstünedir. Ne güzel söylemiş arif; “Kaderden başkaca bir şey olmamakta!” Başımıza gelen musibetlere dövünmek, sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlası için biteviye mücadele etmek, kendimizi tatmin etmek için sürekli tüketmek ve en nihayetinde kendimizi tüketmek… Bütün bunlar insanın varlığıyla arasının açılmasının bir sonucu. Oysa her an bir imtihanın içinde olduğumuz hakikatini idrak edebilsek ve gönlümüzdeki ışığın aydınlığıyla yürüyebilsek dünyada musibet diye bir şeyin olmadığını da görebiliriz.

Tasavvuf, sadece bireysel bir disiplin ya da sınırlı bir grubun faaliyetleri toplamı değildir. Özellikle Selçuklu-Osmanlı toplumunun oluşmasında, bu toplumun ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesinde, askeri sisteminde ve şehirlerinin imarında dervişlerin ve tasavvufun önemli işlevleri olmuştur. Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun bu anlamdaki önemiyle ilgili şunları söylüyor: “İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısına, ahi teşkilatına inmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.” Günümüzde meslek erbabı olanların iş ahlakından yoksun olmaları nedeniyle en başta güven duygusu zarar görüyor. Güvensiz bir toplum korku ve kaygı üretiyor. Bu korku ve kaygılarımız üzerinden de tercihlerimiz yönlendiriliyor. Özellikle internet üzerinden yapılan alışverişlerde dolandırılmamak için kırk takla atsak da dolandırıcılar kırk birinci taklayı buluyor. “Bizde söz senettir!” anlayışından “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” noktasına geldik.

Günümüz modern insanının gerçeklik algısı, düşünce yapısı, tercih ve yönelimleri medya yoluyla şekilleniyor. Doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz vb. ikilemlerden medyanın yönlendirmesiyle çıkıyoruz. Neye, nasıl inanmamız gerektiğine büyük göz karar veriyor. Mahmud Erol Kılıç bu durumla ilgili; “En son Irak işgalinden önce ve sonrasında filmlerde gördük. Bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’ta Iraklı (insan) görülmedi, oraya öldürmeye giden Amerikalı askerlerin durumlarına dikkat çekildi.” Bu filmler üzerinden Irak işgalini okuyan modern insan Amerika’yı özgürlük savaşçısı ve demokrasi koruyucusu olarak görmeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası şirketler ve özellikle sosyal ağlar bu algı operasyonunu çok daha derin bir noktaya taşıdı. Artık ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi siyasi tepkiyi vereceğimize, hangi müziği dinleyeceğimize kadar karar veriyor.

Özellikle son günlerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleri gündemimizi fazlasıyla meşgul ediyor. Kılıç, kadına yönelik şiddetin ardında cinsiyet rollerinin değişmesinin olduğunu belirtiyor. Kadın ve erkeğin cinsiyetleri itibariyle sahip oldukları birtakım hassasiyetleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Bu hassasiyetleri ve özellikleri itibariyle gelenek içinde her ikisine de ayrı ayrı roller verilmiştir. Kadın ve erkek birbirine eşit iki varlık değil, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Dolayısıyla her ikisi de birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak bir bütünlük oluşturur. Kadın erkek eşitliği üzerinden oluşturulan bir düşünce sistemi bir araya gelen kadın ve erkeğin birbirini tamamlamasını imkânsız hale getirmiştir. Modern zamanda kadının özellikle iş hayatının içine girmesiyle birlikte bir rol değişmesi yaşanmış ve kadınlar içine girdikleri bu yeni ortamda kendilerini kabullendirmek için erkekler gibi davranmaya başlamışlardır. Öbür taraftan bir erkek olarak kendi cinsiyet rollerini yerine getiremeyen erkek de kadını kendini tamamlayacak diğer yarısı olarak görmek yerine, kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak görmeyi seçmiştir. Mahmud Erol Kılıç bu durumu; “Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde…” diyerek özetliyor.

Mahmut Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları kitabının üçüncü bölümünde “Anadolu’nun Ruhu” başlığıyla, Anadolu irfanını oluşturan üç mühim ismine işaret ediyor: Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî. Mevlâna’nın bir vasiyet hükmündeki şu sözleri günümüz insanının gönül yangına merhem olacak olacak mahiyettedir: “Ben size gizli ve aleni Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yiyip uyumanızı, az konuşmanızı; günah konusunda dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Oruç ve namaza devam etmenizi; şehvetin tehlikelerinden kaçınmanızı ve eziyetlere sabretmenizi tavsiye ederim.” Tüketimin bir ifade biçimi olduğu günümüzde az yiyip içmek düsturu ne kadar büyük bir önem kazanmış durumdadır.

Yaradılanı hoş gördük / Yaradandan ötürü” diyen Koca Yunus, halkın anlayacağı bir dille İlahî hakikatleri dile getirmiş ve bir ömrün aşk ile nasıl yaşanacağının resmini çizmiştir. “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” diyen Niyazî-i Mısrî ise bizi kendi içimize yönelmeye davet ediyor. Derdi veren, dermanı işaret eder; dermanı işaret edense dertliyi arzulamıştır. Derdine şükreden şifayı Allahtan bulur. Modern zamanlarda da kadim zamanlarda da kendini bulmanın yolu içindeki derdi sevmekten geçer.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Efsaneler, hevesler ve kader

Esasen muhtevasında fantastik ögeler barındıran kitapları okumayı sevmiyorum. Ancak Orhan Pamuk'un Kırmızı Saçlı Kadın'ı, genel okuma tarzıma hitap etmese de iki gün içerisinde kurmacanın içinde sürüklenmeme sebep oldu. Yazar, kitabına şu üç düşündürücü epigraf ile başlıyor:

Babasını öldüren, annesiyle yatan, Sphinks’in kördüğümünü çözen Oidipus! Bu üçlü yazgının anlamı nedir? İranlılar arasında yaygın eski bir inanca göre, yüce bir bilge fücurla peydahlanmalıdır.  (Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu)” 

Oidipus: Çok eskiden işlenmiş bir suçun izlerini nasıl bulabiliriz?  (Sophokles, Kral Oidipus)

Tıpkı babasız bir oğul gibi, oğulsuz bir babayı da kimse basmaz bağrına. (Firdevsî, Şehname)

Bu epigraflar kitabı elinize ilk aldığınızda muhayyilenizde dakikalar sonra ilerleyeceğiniz kurgu hakkında ipuçları doğmasına sebep oluyor. Normalde kitapların başlangıçlarında ve bölüm aralarında yer alan epigraflarla, kurgu arasında net bir bağlantı bulamam. Ancak Kırmızı Saçlı Kadın’da epigraflarda bahsi geçen efsaneler, kurguya çok net, açık ve anlaşılır şekilde yedirilmiş durumda. Daha sonuna gelmeden kitabın nasıl bir sonla biteceğini tahmin edebiliyorsunuz. Kitabın kapak resminin bile kurguyla iç içe geçmiş olması etkileyici. Kapakta bulunan resim, kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’ın evinin duvarına astığı Dante Gabriel Rossetti’nin elinden çıkmış bir portre olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında romanı okurken zihninizden genel olarak geçen cümle şu oluyor: Acaba bundan sonra ne olacak?

Romanın arka kapağında şöyle bir soru cümlesinin varlığı dikkat çekiyor: “İlk aşk deneyimi bütün bir hayatı belirler mi? Yoksa kaderimizi çizen yalnızca tarihin ve efsanelerin gücü müdür?” bu cümleyi okuyunca kendime şu soruyu sordum: Neden Şehname’deki bir efsane benim kaderimi belirlesin ki? Aslında yaşamımızı belirleyen ölçütün tamamıyla kendi kişiliğimiz ve yaptıklarımız olduğu fikrindeyim. Bu sorunun yanıtını romanın son yarısını okuyana kadar veremedim. Ancak bitirdiğimde arka kapaktaki soruyla kişilik arasındaki bağlantıyı kurabildim. Romanda esas kahraman olarak karşımıza çıkan Cem, küçüklüğünden itibaren resimli romanlar, mitolojik öyküler, kitaplar, şarkî efsaneler okuyordu ve zihnini bunlara inanılmaz derecede saplıyordu. Özellikle Yunan mitolojisindeki bilmeden babasını öldüren Oidipus hikayesiyle ve Şehname’deki oğlu Sührab’ı öldüren Rüstem’in hikayesiyle çok fazla ilgileniyordu. Birçoğumuz için, okuduğumuz kurgusal metinler, okurken düşünüp canlandırdığımız, bir başka kurguyla tanıştığımıza fazla üzerinde durmadığımız, üzerinden vakit geçtikçe zihnimizde tozlanan metinlerdir. Ancak baş kahraman Cem için bu böyle olmuyor. Küçüklüğünde okuyup üzerinde çok düşündüğü bu efsaneleri hayatı boyunca tekrar tekrar okuyup araştırmaya devam ediyor ve bu kurgularla kendi hayatı arasında bağlar kurmak için uğraşıyor. Okudukları birer efsane olsa da onları kendi potasında eriterek kişilik kalıbına dahil ediyor ve kitabın yarısından itibaren tahmin ettiğimiz son gerçek oluyor. Kırmızı Saçlı Kadın'dan olan Cem’in oğlu Enver, hikayenin sonunda babasını öldürüyor.

Cem’e göre Oidipus, babasını öldüren katilin kim olduğunu merak etmeseydi, onu öldürenin kendisi olduğunu öğrenip, kendi gözlerini kör etmeyecekti. Şu halde bana göre de, Cem oğlundan korkup belindeki tabancayı aşikâr etmeseydi, kendi tabancasıyla öz oğlu tarafından vurulmayacaktı. Aslında fantastik denilebilecek bir kurguya sahip olsa da eser, gençlikteki heveslere aldanıp hatalar yapmanın sonucunun hiç beklemediğimiz gibi çıkabileceği, vicdanın rahat olması dediğimiz olgunun insan hayatı için ne kadar tesirli olduğu, ve esasen, düşünce ve duygularımızın gerçeğe dönüşmesi dedikleri şeyin de doğru olduğu mesajını veriyor. Netice itibariyle hayatta hepimiz, ne ekersek onu biçiyoruz. İçimizde ve hayatımızda neyi beslersek karşımıza da haliyle o çıkıyor.

Yoğun duygularla örülü dramatik eserleri okurken bir ara verip sürüklenmek isteyenler için Kırmızı Saçlı Kadın’ı okumanın ilginç bir deneyim olacağını düşünüyorum. İyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
karakocnida@gmail.com

12 Ocak 2021 Salı

Anadolu topraklarını mayalamış efsaneler

"Güzel ne güzel olmuşsun,
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi
Benim yârim bana küsmüş
Gayrı sözü benden kesmiş
Zülüflerin göze dökmüş
Sevilmeyi sevilmeyi."

Bu sözleri ilk kez Kuan'dan daha sonra Fikret Kızılok'tan dinlemiştim. Kelimelerin duruluğuna rağmen taşıdıkları anlam yoğunluğu beni çok etkilemişti. Bu güzel sözlerin ardındaki kalemi araştırmaya başladığımda karşıma Karacaoğlan çıkmıştı. Daha sonra aynı hadiseyi Gurbette Ömrüm Geçecek, Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm, Gamlanma Gönül gibi parçaları dinlediğimde de yaşayınca bir an evvel Karacaoğlan'ın izini sürmem gerektiğine karar verdim. Onunla ilgili kitapları araştırdım ve en güzel seçimin Yaşar Kemal'in Üç Anadolu Efsanesi adlı kitabı olduğuna kanaat getirip siparişimi verdim. Kitabı elime aldıktan sonra birkaç her fırsat bulduğumda elimden düşürmeden okudum ve bittiğinde yüzümde tatmin olmaktan gelen bir tebessüm, damağımda tadına doyulmamış bir lezzet vardı.

Yaşar Kemal, edebiyat dünyasına şiirle hatta ilkokulda Aşık Mecit ile atışmalarıyla adım atar. Annesi, biricik oğlunun âşık olup yollara düşeceğinden, elinde sazıyla diyar diyar gezeceğinden ve onun bir kuş gibi avcundan kaçıp gitmesinden korktuğu için hep engellemeye çalışır. Yaşar Kemal, sazına düşman kesilen annesini yine sazıyla ikna eder.

17-18 yaşlarında Çukurova'dan, Toroslardan derlediği ağıtlarla ilk kitabı olan Ağıtlar'ı çıkarır. Bu topraklara olan sevdası bu çalışmayla dinmez aksine daha da gürler, çağıldar. Üç Anadolu Efsanesi de bunun en güzel örneklerden biri.

Köroğlu, Karacaoğlan ve Alageyik efsanelerini bir masal gibi merakla, soluksuzca; bir ağıt gibi gözü yaşlı okuyorsunuz. Efsane oluşuyla gerçeküstülüğe meyletse de hayatın tam kalbinden gelen kahramanlar bunlar. Satırlar arasında gezinirken kâh ayağınıza devedikeni batıyor, kâh tırmandığınız yamaçların keskin köşeleri elinizi kesiyor ama dağ kekiğinin, yavşanın kokusu burnunuzdan gitmiyor.

Yaşar Kemal için Çukurova'nın her bir karışını avucunun içi gibi bilir; dağlarında, ovalarında gezen her böceği, yetişen her bitkiyi, uçan her kuşu tanır denir. Bunun bir mübalağa olmadığını her sayfa yeniden onaylıyorsunuz. Karacaoğlan'ın derleme bir şiir kitabını alıp okumaktan farkı size bu büyük halk ozanının başından neler geçmiş, hangi sözler hangi olaylar üzerine dilinden dökülüp sazının tınısıyla dağlamış yürekleri, bunu hissediyorsunuz.

Hayatı boyunca zalimin ve zulmün karşısında olan Yaşar Kemal'in bu refleksini kitabındaki kahramanların başından geçen olayları anlatırken kullandığı dilde de görüyorsunuz. Belki de hamuru böylesi kahramanlarla yoğrulduğu için karakteri böyle şekillendi, kim bilir.

Anadolu'daki köylerde duvarların soğuğunu kırmak ve içerideki ısıyı korumak için duvar halıları kullanılır. Bazı köylerde bunu hâlâ görmek mümkün. Bu halıların pek çoğu geyik figürleriyle bezelidir. Ayrıca Ceylan, Karaca, Ceren isimleri de azımsanmayacak kadar yaygındır. Alageyik destanını okurken insanımızın bu hayvanlarla olan ilişkisini görüyor ve artık neden bu kadar geyik göremediğimizin de ipuçlarını alıyoruz.

Aynı şekilde Köroğlu destanında ise atların Türklerin hayatındaki anlamını ve değerini görüyor ve bu uğurda nelerden vazgeçebileceğini, uğruna ne savaşlar verebileceğini okuyoruz. Bolu Beyi’nin tavlasına bakan Seyis Koca Yusuf büyük bir haksızlığa uğrar ve sazıyla sözüyle savaş ilan eder. Bu savaşta onun eli, kolu, ayağı ise biricik oğlu Ruşen Ali olur. Her türlü zulmün karşısında dimdik durmayı; gücünü, yiğitliğini aşk uğruna kullanmayı ve yerine geldiğinde aşk uğruna da fedakârlık etmeyi bize öğretiyor bu üç halk öyküsü.

Âşıklarla, türkülerle bezeli bu kitaba vedayı da yine Karacaoğlan ile yapalım.

"Yürü bre yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün."

Mustafa Karaevli
twitter.com/karaevlimustafa

11 Ocak 2021 Pazartesi

Yerinden edilmiş gölge oyununun terbiyesi:
ölüm ve kirli eller

"Hüve'l-bâkī" 

Muadillerinden farklı olarak ölüm, mevcudunu yaşamakla tasdik eden bir oyundur. Oyunlar arasındaki bir oyun, bir gölge, kendisini aştıktan sonra da varlığını sürdüren, kabına sığan, endişeyi makul gösteren bir gölge. Öyle bir gölge-oyun ki, ona varanların, kaybettikleri anda kazanmaya da başladıkları, imgeler üzerinden devam eden, hepimizi yerin altında aynı hizaya getiren bir imge. Ne var ki ölümün endişesi ayak tabanlarımızda atarken bir de ölümün kamusallaştırılması, hem de birçok kurum eliyle, soylulaşmaya gidilirken bir terbiye yoksunluğuna da ulaşmış durumda. Bu da ölümü, gıyabında yaşamayı, devleti, kural ve başsızlığı, rutini, hafıza ve ifadeleri, siyasallaşmasını, iknayı ve lütfu ele almayı gerektiriyor. Dahası, ölüm kendi hâlinde zaten cereyan edecek bir olgu olduğu için, herhangi dışsal bir müdahalenin de aynı terbiyeden yoksun olduğunu ilan ve itiraf etmeye varıyor. Yani ölüm tek başına bilge bir ihtiyar iken kıyısından köşesinden törpülenmesini, bir kahır ve lütuf düzleminde başkalarınca verilen bir imtiyaz haline getirilmesini redde soyunuyor.

İsterdim ki yaşamın olmasa bile ölümün kendisi üzerinden bir zımparayla geçeyim, fazlalığından, ağırlığından, teni pütür pütür eden tanımsızlığından kurtulayım. Ama olmadı. Tereyağından kıl çeker gibi yaşayıp ölseydim, alan aldığıyla ben de sattığımla kalırdım. Bu da olmadı. Dünyada kalan, dünyaya kalırdı. Kural buydu. Kural buyken ölümün de tıpkı yaşamak gibi zaruri bir meslek haline gelmesi kirli eller problemini de yeniden gündeme getirdi. Ölümü terbiye etmek, ölümden ziyade, bu terbiyeyi ölümü hizaya getirmek için kullananlara da uygulamayı makul kıldı. Çünkü makul olan ölüm, tarihin seyri içerisinde makul-ölüme evirildi, bir kuruma, aksi düşünülemez bir nesnenin kendisi haline geldi. Üstelik edinilen değil, verilen, lütfedilen, öyle olması murat edildiği için ulaşılan bir nesne olup çıktı. Nasıl yaşanacağına olan müdahale yerini bir de nasıl ölüneceği, ölündüyse nasıl gömüleceği, gömülmek hakkı verildiyse cesedin hangi rutinlere göre hazırlanacağı gibi artçılar da artık birer hak oldu. Verilecek, makbul olması karara bağlanacak kamusal-ideolojik bir hak. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi kitabında bu minvaldeki çıkmazları ele alarak ölüme, ölenlere, geriye kalanlara ve bunların kendilerini imgeler üzerinden var etmesine çok katmanlı, ifadenin gramatik ayrımını da es geçmeden değiniyor. Mülk edinmenin fenalık olması kadar, bu fenalığın en büyüğünün de insanın kendi bedenini temellük etmesi olduğunu söylerken bunu, ölümün dinamik bir var oluştan mutlak bir yok oluşa, o yok oluşun özündeki aslî var oluşa dayandırıyor. Yani geç kalınmış bir randevuya yetişmeyi, hiç olmazsa gölge oyunun kurallarını yeniden hatırlatarak rövanşı kazanmayı deniyor.

Ölüm Terbiyesi, temelde ölenin kimliğini öncelemeden, onun öldükten sonra da anılması şartının makul birey olması tezatından yola çıkıyor. Yani ölümü kurtarmak, en nihayetinde ölenin de paçayı kurtarmış olması anlamına geliyor. Toplumsal kaidelere -ki her devrin kendi ahlâki yansımalarından oluşan kaidelere uymayan, öteki, lanetli veya dünyanın fazlalıkları olarak mimlenenleri tekmelemenin ya da aziz kılmanın nerelerden geçtiğine ışık tutuyor. Kendi başına oldukça disiplinli bir kazı sürecini gerektiren bu çaba kitabın nezdinde ölüme yeni libaslar giydirmenin de mücadelesi. Belki de bir süredir çıplaklığa mahkûm edilen ölüme kendi libasını yeniden giydirmek, hakiki manada üstsüz olan ölümün şanını teslim etme mücadelesi. Bilinmez. Ancak ölüme ve imgelere karşı bu denli kuvvetli tasavvurlar başıboş değil. Bilindiği gibi, yakın zamanda Atina’da kurulan temsili bir mahkeme, Tanrılara saygısızlık ettiği ve gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle ölüme yollanan Sokrates’in masum olduğuna hükmetmişti. Bundan yirmi beş asır önce cereyan eden olay, yirmi beş asır sonra Sokrates’in beraat niyazına dönüştü. Şaşılacak bir şey olması gereken bu durum hem Ölüm Terbiyesi’nin hem de onun nezdinde yaşamın olağan akışında sıklıkla ortaya çıkan bir sonuç. Birisi ölür, tekmelemek için ayağa, okşamak için başa bakılır. Nokta. Diğer yandan, doğruluk hakkında konuşmak bireylerin değil, kurumların edindiği bir hak olarak görüldüğünden, bugün böyle yarın da şöyle hükümler vermek hayrete kapalı bir duruştur. Kitabın yazarı, bütün anlatı boyunca kavramların özüne inerken totalde devlet erkine atıfta bulunmayı ihmal etmediğinden ölümün terbiye sosuna tadını da yine devletin kendisi vermiş oluyor. Dolayısıyla iki şeyi daha karara bağlamak yerinde olacak. Birincisi, devlet, edinilen tüm sermayelerin toplamına denktir. Kudret, imtiyaz ve beraat hakkı dahil. Yani söylediklerinin teferruatı değil, esası baki. İkincisi ise, metnin girişince peşinen söylediğim şey: Hüve'l-bâkī.

Kalenderilerden, Babailerden, Celâlilerden yola çıkıp Bedrettinlerin, Şahkuluların isyan ahlâkına teşne Ölüm Terbiyesi, kelleyi koltuğa alanların mottolarını kitap boyunca hatırlatıyor: ser-bürîde mürde. Ölmeden önce ölmenin yolu. Kalenderilerin dünyaya çer çöp muamelesi yapmalarını onların başsız, kuralsız olmalarına bağlayan kitap, evvelce de belirttiğim gibi yüzünü dünyadan dönen, coşku ile Allah’a yönelenlerin dünya ve dünyadakilere tamah etmemelerini ölüme saygılarından, ölümü soylulaştırmışlarından aldıklarıyla ilintiliyor. Bunun karşısına ise yaşama hakkını elinde tutan erklerin bir de ölüm hakkını sahiplenmesindeki yozlaşmayı, tahribat ve bugünlere değin gelen yerleşik bir inanç kaidesi olmasını koyuyor. Burada açık bir devlet tartışması yürütülebilir, fakat bu da anlatımı gittikçe didaktikleştireceğinden, kitabın künhü ve üzerine eklemlenecek üç beş notla yetinmek gerekir. Ölümü ve terbiyesini konuşmak, kavramlara kalıcılık yüklemek isterken onları özlerinden saptırma tehlikesini de doğurduğundan bir Hegelci duruşu öncelemeyeceğim. Fakat, varlığa “fırlatılmışlık” yükleyen Hegel’in, burada ölümü terbiye etmediği gibi, ucu açık kavramsallaştırmalarla bir tık daha bulandırmaya memur olduğunu demeden de edemeyeceğim. Yine de bu kavramsallaştırma ve içini boşaltma, aynı anda doldurma merasimi, yaşamı ölümden koparmak isteyen güçlerin bilindik taktiğidir. Sayın, kudret ve iktidarı merkezileştirmeyi yeğlediğine kanaat getirdiği Osmanlı’nın da fetvalar, imgeler (cami, medrese, kitabe veya fetihlerle) gücü yekûn hale getirdiğini anlatırken iddiasını da kitap boyunca verdiği örneklemeler, kavramsal derinliklerle güçlendiriyor. Anlatı, dünü, günü içerdiği gibi kendine içkin bir yarın tasavvurunu da geliştirmeyi ihmal etmiyor. Hülasa, eğer bugün Batı, moderniteyi inşa ederken kötülüğün sıradanlaşmasını insana fatura etme yolu olarak Tanrı’yı öldürmekte bulduysa, ölümü tanrılaştıran, ona da dünyevi komutlar yükleyen yerli erkler de ölümün haysiyetini, cesetin hakkını gasp etmeyi benzer yolla buldu. Bu iddia, kitabın uzun uzadıya tartıştığı bir sav.

Kendisini yapıda, mimaride, müzikte, sanatta, yasada, coğrafyada, tarihte, bilim ve edebiyatta bir şekilde var eden ölümün saltanatına göz dikenlerin onu alaşağı etmek, haysiyetinde tahribat oluşturmak için başvurduğu yollar anlattıklarımız -dahası hâlâ duran anlatamadıklarımız kadarıyla kitabın içerisinde mevcut. Çokkatmanlı, anlaşılır izah ve hemen her alandan örneklem ile kabul edilsin ya da edilmesin, ayrı, sıklıkla düşünmeye sevk ettiren değerli bir eser, Ölüm Terbiyesi. Başta da belirttiğim üzere, makul bir ölümü tekelleştirip makul-ölüm statüsüne geçirenlere reddiye kitabı. Bu yüzden tekrar etmek gerek: Hüve'l-bâkī.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

Anadolu'nun manevî fatihi: Harakânî

"Kişinin aklı için en manalı uğraş 
dostu zikretmektir."
- Ebu’l-Hasan Harakânî

Sözlük anlamı; “açma, açılma” olan feth sözcüğü Türk-İslam tarihinde daha çok “İslam’ı yaymak ve adaleti hâkim kılmak için yeni kalelerin ve şehirlerin ele geçirilmesi” anlamıyla kullanılsa da İslam’ın maneviyat erleri olan sufiler paslı gönüllere mübarek nefesleriyle üfleyerek nice fethin mimarı olmuşlardır. Nice küffar beldesinin kapıları gazi ve şehitlerin kılıçlarından önce evliyanın, dervişanın ve dahi arifanın dualarıyla açılmıştır. Alp ve eren kavramlarını bir potada eriten bu maneviyat erleri, “alperen” adıyla hem aşk şehidi hem de gaza şehidi olmak için gaza etmişlerdir. İslam ordularından önce bu maneviyat erleri küffar beldelerindeki yaralı gönüllere sevgi tohumu ekmiş, İslam sancağı altında da vakıflar yoluyla hem Müslüman halkın hem de gayrimüslim halkın her türlü yardımına koşmuştur. Bu gönül erlerinden biri ve pek mühimi de Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleridir. Harakânî Hazretlerinin Kars’a gelişi ve Sultan Mahmud’un Hindistan’a, Tuğrul ve Çağrı Beylerin ve dahi Sultan Alparslan’ın da Anadolu’ya yönelmelerindeki manevi telkinleri onun Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olmasındaki ehemmiyetini gösterir mahiyettedir. Harakân’dan sonra Kars’a gelerek burada halkı irşad etmiş, hem pek çok âlimin yetişmesine, hem de bölge halkının esenlik bulmasına vesile olmuştur.

Sadık Yalsızuçanlar’ın Harakânî Vakfı'nın başkanı Yavuz Selim Uzgur’la Ebu’l-Hasan Harakânî üzerine yaptıkları söyleşi, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî adıyla kitaplaşmış. Harakânî Hazretleri tarihî açıdan önemli bir figür olmasına rağmen tek başına tarihî bir karakter değildir. Aynı şekilde, güçlü bir edip olmasına rağmen tek başına bir şair de değildir, eriştiği yüce mertebeye rağmen tek başına bir din adamı da değildir. Bu nedenle Harakânî Hazretlerine dair konuşmak için Türk-İslam tarihine, Türk edebiyatına ve bilhassa tasavvuf şiirine ve dahi tasavvuf geleneğine hâkim olmak gerekir. Bu açıdan Sadık Yalsızuçanlar’ın isabetli soruları ve Yavuz Selim Uzgur’un tatmin edici cevaplarıyla şekillenen kitap on birinci yüzyıl Türk-İslam fetihleri ve tasavvuf geleneği hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Sadık Yalsızuçanlar giriş yazısında; “Tuğrul ve Çağrı Bey’leri de irfanıyla etkilemiş olan Harakânî’nin ‘çoklukta birlik’ öğretisi, Selçuklu medeniyetinin zeminini beslemiştir. Farklı kavim ve dinlerin, adalet ve sevgi temelinde bir arada, esenlik içinde yaşamasını sağlayan bu öğretiye, bugün fazlasıyla muhtacız. Özgür ve barışçıl bir dünyanın kurulmasında Harakânî gibi bilgelerin yaşamı ve öğretileri bize ışık olacaktır.” diyerek hem Harakânî’nin öğretilerinin Selçuklu medeniyeti için önemini ortaya koymuş hem de bugün içinde bulunduğumuz yoksunluğun sebebini açıklamıştır.

Harakânî Hazretlerini ve dahi cümle Allah dostunu anlamak, onların sözlerine ve eylemlerine bir anlam yüklemek; kapalı bir kutunun içinde ne olduğuna dair, kutuya dokunmadan hüküm vermek ve hükümle kutunun içindekini yargılamak gibidir. Tasavvuf, hâl ilmidir; mekteple ve kitapla öğrenilmez. Bu nedenle mektep hocasının ve kitap ehlinin tasavvufa dair verdiği hükümler eksik veya isabetsizdir. Harakânî Hazretleri; “Bu aşkı tatmak için okyanusta bir balık ol…” sözüyle okyanusun dışındakilerin bu aşkı anlayamayacaklarını da ifade etmiştir. Okyanus, deniz ya da derya; tasavvufta vahdetin sembolüdür. Vahdet denizine dalmadan okyanusun derinliklerine dair hüküm vermek hamlıktır. İnsan, denizin kendisini boğacağını düşünür ama Cenab-ı Hakk bu konuda kuluna eman vermiş ve “Ben kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." buyurmuştur. Bu hadis-i kutsi, kendi benliğinden soyunan aşığın Allah’tan başkasıyla hesabı kalmadığını da işaret eder. Cüneyd-i Bağdadî’nin tasavvuf tanımına baktığımızda da bu kutsi hadisi daha iyi anlıyoruz: “Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürüp kendinde ebediyen diri kılmasıdır.” 'Seni sende öldürmek'ten kasıt, nefsin terbiye edilmesi ve masivadan yüz çevrilmesi, kısaca ölmeden ölme ölünmesidir. 'Kendinde ebediyen diri tutması'ndan kasıt ise aşığın gönlüne kendi varlığının, bütün esmasının tecelli etmesi ve böylece kendi nuruna aşığı vesile etmesidir.

Harakânî Hazretleri bir sözünde şöyle diyor: “Fütüvvet ehli cennete giden yolda değil, Allah’a giden yoldadır.” Hazretin bu sözü Yunus’un; “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizelerindeki haykırışın izahıdır. Cenab-ı Hak, Yasin suresinde “Onlara Rableri katından bir selam vardır.” buyuruyor. Tasavvuf ehli, gönlündeki Hak nefesinin kokusuyla öylesine kendinden geçer ki sadece kokunun sahibini yani Allah’ı arzular. Bu kokuyu ona duyuracak olan kahır da olsa lütuf da olsa hoş gelir artık ona.

Tasavvuf ehli, bulunduğu makamdan konuştuğu için sözlerini zahir anlamıyla değil, batın anlamıyla düşünmek gerekir. Bu nedenle Hak aşığı pek çok sufi birbirlerinden söyledikleri sözleri açıklamalarını istemişlerdir. Abdullah Ensarî, Harakânî’nin maneviyatından gıdalanmış bir Hak dostudur. Huzuruna geldiğinde “Sufi, gayr-i mahlûktur.” sözünü açıklamasını ister. Bu söz, “Sufi, yaratılmamıştır.” manasına geldiğinden kapalı bir gönül gözüyle okunduğunda şirk barındırdığı düşünülebilir. Hâl ehli olanlar sözde bir irfan olduğunu bildiklerinden şerhini isterler. Harakânî şöyle izah eder: “Sufi sizin anladığınız gibi yiyen, içen, yatan, uyuyan değildir. Gönlündeki Allah’ın sırrıdır sufi, gönüldeki Hak’tır.Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyen Cenab-ı Hak, âşık kulunun gönlünde tecelli eder. Bu tecelliden sufi ortaya çıkar. Elbette, “oldum” demekle olunacak bir mertebe değildir bu. Yavuz Selim Uzgur; “Kul vara vara sultan olur.” diyerek tasavvuftaki azim ve sebatın önemini işaret ediyor.

Bakara suresinde mealen; “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” buyruluyor. Tasavvuf ehlinin bu konudaki düşüncesi; Hz. Âdem’e öğretilenlerin Allah’ın isimleri, yani Allah’ın hakikati olduğunu ve bu nedenle meleklerin secde edeceği bir mertebeye eriştiği yönündedir. İnsanoğlu da nefsini terbiye etmek yoluyla gönlünde Allah’ın nurunu parlatır ve meleklerin secde edeceği mertebeye erişebilir. İbn Arabî; “Allah, insana ihtiyacı suretinde tecelli eder.” diyor. İnsanın ihtiyacını bilmesi için ise nefsini tanıması gerekir. Bu minval üzere; “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Nefsini yani fıtratını bilmek, ihtiyaçlarını ve nefsini eğitme yollarını da bilmeyi sağlar. Mürşid-i kâmil, irşad edeceği dervişe fıtratına göre görev verir. Molla Güranî Hazretleri Somuncu Baba’nın huzuruna gelip “Ben de dervişiniz olmak istiyorum. Ne yapmam lazım, ne emredersiniz?” diye niyaz edince Somuncu Baba; “Şu eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel!” buyuruyor. Molla Güranî “Bunu yapamam sultanım!” deyince Somuncu Baba; “Peki evladım, yapacağın kadarını veririz sana da” diyor. Her nefis, aynı şekilde eğitilmez, kişi önce nefsini bilmeli.

Harakânî fakr ehli olmakla Peygamber Efendimizin varislerindendir. Sultan Mahmud’un ikramı olan altınları, “Boğazımızdan geçmez” diyerek geri çevirmiş ve biriktirmekten ziyade tasadduk etmeyi öğütlemiştir. Bir sözünde; “Âlimler diyorlar ki, ‘Biz Peygamberlerin varisleriyiz. Hâlbuki Peygamberin vârisi onun manevi ilmini taşıyanlardır. Peygamber fakrı seçmişti, biz de fakrı seçtik, Peygamber kimseden korkmazdı, Peygamber’in tıynetinde kandırma yoktu, insanların üzüldüğü şeye üzülmezdi, sevindiği şeye sevinmezdi, hizmet ederdi ve hizmetiyle de hiçbir zaman kendini üstün görmezdi, mütevazıydı, alçakgönüllüydü…” diyerek Peygamber Efendimizin asıl varislerinin marifet ehli olanlar olduğunu ifade etmiştir. Âlimlerle sufilere dair söylediği şu söz hem ilim ehlinde hem de tasavvuf ehlinde bulunması gereken hasletlerin neler olduğunu işaret ediyor bize: “Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: dünya hırsına sahip âlim ve ilimden yoksun sufi.

Dervişi şu şekilde tanımlıyor Hazret: “Üç nehirden beslenen bir denizdir: cömertlik, şefkat ve insanlardan müstağni olmak.” Bu sözüyle hem kendi yaşayışını özetliyor hem de bizlere asırları aşan bir mesaj gönderiyor. Bugün, toplumumuzun kaybettiği haslet tam olarak bu derviş tanımıdır. Anadolu’yu İslam irfanıyla mayalayan bu gönül erlerine gönül gözümüzü ve gönül kulağımızı yeniden açmamız gerek. Harakâni Hazretleri bir başka sözünde şöyle buyuruyor: "Türkistan'dan Şam'da kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir." Maneviyatından beslenen pek çok gönül erinden biri de Yusuf Hemedani'dir. Yusuf Hemedani, Hoca Ahmed Yesevi'nin üstadıdır. Yesevi'nin gönül sofrasından gıdalanan erenler de Anadolu'nun ıslahında önemli rol oynamışlardır. Anadolu'da gelişen tasavvuf anlayışının "Hak rızası için halkın gönlünü almak, halkın derdiyle dertlenmek" düsturu Harakâni'nin öğretilerinde de kendini göstermiştir. Bu da bize fethin manevi boyutunu ziyadesiyle izah ediyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

10 Ocak 2021 Pazar

Her zaman gülmeyi başarabilen memleket insanları

Popüler ve kitapları çok satan yazarlardan mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştım, bundan birkaç sene önceye kadar. Daha sonra Şermin Yaşar’ın kitaplarıyla tanıştım. Doğan Cüceloğlu, yazarın bir kitabını öven tweet atmıştı. Ben de kısa süre içinde yazarın o zamana kadar yayımlanmış üç öykü kitabını da okudum. Deyim yerindeyse “bir çırpıda” okudum. Ve her “çok satan” yazardan uzak durulmaması gerektiğine karar verdim. Aynı zamanda iyi bir çocuk kitabı yazarı da olduğunu öğrendim Şermin Yaşar’ın öykülerinin, Türk Edebiyatı’nda sağlam bir noktada bulunduğunu fark ettim.

Tarihi Hoşça Kal Lokantası, Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu ve Gelirken Ekmek Al kitaplarından sonra yazarın dördüncü öykü kitabı, Deli Tarla ismiyle kasım ayında Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. İlk üç kitabındaki tarzın devam ettirildiğini gördüğümüz kitap, 16 öyküye sahip ve 190 sayfadan oluşuyor. Öykülerin birçoğunun ismi de yazarın diğer kitaplarındaki öyküler gibi gayet ilgi çekici ve okuru bir mizah şölenine ya da dramatik bir duruma davet ediyor: Senden Çocuğum Olsun İstiyorum, Geçinip Gidiyoruz İşte, Cebimdeki Osman…

Kitapta 4-5 sayfalık öyküler olduğu gibi 20-21 sayfalık öyküler de bulunuyor. Son söyleyeceklerimden birini şimdiden söylemek istiyorum. Orhan Pamuk nasıl ki kısa romanlarında seviyesinin altında kalıyorsa Şermin Yaşar da kısa öykülerde bildiğimiz yazarlık yeteneğini çok sergileyemiyor. Yazarın iyi diyebileceğimiz öykülerinin çoğunun on sayfa ve üzeri sayfadan oluşması, bence bu durumun tesadüf olmadığını gösteriyor.

İçinde en az 10-15 öykü barındıran kitaplarda her zaman ilk birkaç öyküye, özellikle de ilk öyküye dikkat ederim. Bu öykünün kitabın daima en iyi öykülerinden olmasını tercih ederim, çünkü okuru avucuna alması gerekir yazarın. Şermin Yaşar’ın kitaplarında ilk öykü her zaman kitabın da ismine sahip oluyor. Bu da Şermin Yaşar’ın aslında en sevdiği/güvendiği öykünün hangisi olduğunu gösteriyor bize. Bu kitapta da ilk öykü Deli Tarla ismine sahip ve kitabın belki de en iyi öyküsü. Kişiyi mükemmel gözlemlemesi ve karakterleri bütün özellikleriyle işlemesi açısından da son derece başarılı olan öykü hem komedi hem de dram özelliklerini taşıyor. Zaten Şermin Yaşar’ın öyküleri insanı ya kahkahaya boğuyor ya da duygusallığın zirvesinde dolandırıyor. Çok az öyküsü var yazarın, normal duygu seyrinde devam eden.

İlk öyküsünde derli toplu bir anlatım, başarılı bir son görüyoruz. Hem de “öyküde şurası açık kalmış” diyebileceğimiz noktaları yazar sağlam sosyolojik bir temele oturtmuş. Dört kardeşin ilginç bir miras meselesini anlatıyor öykü. Kardeşlerin, babalarından miras kalan bir tarlayı –ailede deli tarla olarak bilinen yeri- istememesiyle başlıyor hikâye. Evet istememesiyle. Genelde paylaşamamaktan çıkan miras kavgaları yazarın öyküsünde istememe üzerine kurulmuş: “Bu miras işleri zordur, kardeşler arasında illa anlaşmazlıklar çıkar, millet birbirini bıçaklamaya kadar vardırır işi, derlerdi de inanmazdım. Gerçi bizimki başkaydı. Millet en büyük hisse bende olsun diye uğraşır, biz kim daha az alacak diye didişiyorduk.

Deli Tarla, aynı zamanda kitabın en uzun öyküsü. Çocukluğunu veya gençliğini köyde geçirmiş, köy toplumunun içine karışmış kişiler için çok tanıdık karakterleri/olayları içeriyor. Ve yirmi sayfada inanılmaz duygu geçişlerine yer vermiş yazar. Önce komik bir öykü okuyacağız derken bir anda drama dönüyor, sonra yine bir es verip komedi unsurlarına geçiş yapıyor ve vurucu bir son darbeyle öyküyü bitiriyor. Okuru oradan oraya vuruyor adeta. Ölümün, aile ilişkilerinin, akrabalık durumlarının başarılı bir mizah ve dramayla işlendiği öyküde bazı rastlantılara yer verilse de bunlar hikâyeyi rayına oturtmak için kullanılmış, sırıtmıyor. Şermin Yaşar’ın imza öykülerinden biri Deli Tarla. Şermin Yaşar kimdir deseler, bu öykü onu anlatmaya yeter.

İkinci ve üçüncü öyküler de en az ilk öykü kadar başarılı ve çarpıcı. Biri dram diğeri mizah yönünden. İkinci öyküde (Adieu Hala) yazarın bildiğimiz şen şakraklığından sıyrılıp insanın içini buran, sızlatan bir anlatıma ve konuya geçtiğini görüyoruz. Göç olgusunun acı yönünü işleyen yazar, bu duruma geride kalan birey tarafından yaklaşmış. Anne ve babası Almanya’ya çalışmaya gidip orada ölen bir yaşlı kadının hep aynı noktada takılı kalmasını ve yeğeniyle geçirdiği bir ömrü işliyor öyküsünde yazar. İnsan psikolojisinin sınırlarını da görüyoruz. Üçüncü öyküde ise, ikinci öyküdeki ağır dramdan sonra insana kahkaha attıracak bir öyküye geçiş yapıyor okur: Bir Garip Külkedisi Masalı. Komik, yer yer ironik ve baş kahraman olarak Hallederiz Kadir'in olduğu bu öyküde Fikret’in çapkınlık öyküsünün hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlere vardığını görüyoruz. İlk üç öyküyü kitapta ayrı bir yere koyuyorum; çünkü insanı ve toplumu en iyi gözlemleyen öyküler bunlar olmuş kitapta. Ve en başarılı üç öykü diyebiliriz. Şermin Yaşar’ın duru anlatımının ve üslûbunun en seçkin örnekleri bu üç öykü. Bunlardan sonra biraz sendelemiş kitap.

Sonraki dört beş öykünün nitelik açısından biraz daha düştüğünü görüyoruz. Aynı zamanda öykülerin sayfa sayısı da azalmış. Yine mizahi anlatımın ve konuların ağırlıklı olduğunu görsek de dramatik öyküler var aralarda. Ancak yazar kitabın genelinde okura keyifli öyküler okutmayı seçmiş.

İki öyküye daha özel olarak değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Bunlardan biri Marş Marş diğeri ise İki Elma. Marş Marş mükemmel bir öykü. Modern bir Oblomov karakteri oluşturmuş yazar bu öyküde. Üşengeçliğin zirvesindeki karakterinin günlük on bin adım atma cezasına çarptırılma sürecini çok başarılı anlatmış. Mizahi dozu en yüksek öykülerden. İki Elma ise öykü olarak da harika ancak genişletilseydi çok başarılı bir novella çıkabilirdi ortaya. Kırk beş yaşındaki bir erkeğin annesiyle ilgili çocukluğundan getirdiği soru(n)ların evliliğinde ne gibi yıkımlara yol açabileceğinin işlendiği, psikolojik yönü çok ağır basan bir öykü. Karakterlerini özellikle ruhsal yönde çok iyi işlemiş yazar. Kitabın en iyi beş öyküsünden biri diyebilirim, keşke kısa bir roman olsaydı, bu hâli de çok iyi olmasına rağmen: “Bu yaştayım ve hâlâ annemi düşünüyorum. Hele şurada, İstanbul’daki yaşantımdan çok uzak olan bu köy evinde yalnız geçirdiğim her gece kapının açılıvermesini ve içeriye annemin girmesini istiyorum. Nasılsın Serdar, dese yeterli gelebilir. Ben ona yine iyiyim derim. İyi değilim ama öyle derim. Sonra ona ‘Anne beni niye böyle bir insan yaptın?’ diyebilmeyi çok isterim. Bu soruyu çok soruyorum hayalimde ve çok cevap veriyorum.

Gelelim bazı eksiklere. Bir kere Şermin Yaşar’ın en iyi kitabıyla karşı karşıya değiliz bu bir gerçek; ancak belki de duygu geçişlerinin en başarılı yapıldığı kitabıyla karşı karşıyayız. Duygusal, komik, heyecanlı ve hızlı bir kitap. Çok sağlam öyküler var, daha vasat öyküler var fakat kötü öykü yok kitapta. Bazı öykülerde “son” problemi var. Ya yazılan son o öykünün niteliğinde olmamış ya da öykü bıçakla kesilir gibi bitirilmiş. Fakat bu tür detaylara dikkat etmeyenler için keyifle okunabilecek bir kitap. Sadece ilk üç öyküsü için bile okunabilir Deli Tarla.

Şermin Yaşar iyi bir öykücü. Onun kitaplarının çok satması veya sosyal medyada oldukça aktif olması, nitelikli okurları yazarın kitaplarından uzaklaştırmasın. Memleketimizden insan manzaralarını daha iyi anlatan az öykücümüz var.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10