21 Aralık 2020 Pazartesi

Büyük bir hazinenin üstünde habersizce oturmak

Edebiyat, siyasi ve sosyal süreçlere yol ve yön tayin etme özelliğine sahiptir. Bu anlamda modernleşme hikâyemiz, Tanzimat dönemi ediplerinin yaklaşımları, yazıp çizdikleri çerçevesinde kendisine bir istikamet bulmuştur. Özellikle Tanzimat döneminin ilk kuşak isimlerinin kendilerine göre yeniyi kurarken içinde yetiştikleri kültür ortamı olan divan şiir geleneğine üst perdeden eleştiriler getirmeyi öncelikli vazife edinmeleri, özellikle dikkat çeken bir durumdur. 

Nitekim Şinasi ve Namık Kemal başta olmak üzere mütereddit tavırları paranteze alınmak kaydıyla Ziya Paşa büyük bir telaş içinde divan şiirinin köhneleştiğinden, hayattan kopmuş ve geçerliliğini yitirmiş bir edebiyat olduğundan dem vurmuşlardır. Sonraki kuşakta Recaizade Mahmut Ekrem ile Muallim Naci arasındaki meşhur tartışmalar yine divan şiiri bağlamında cereyan etmiştir. Bu dönemde hem teorik hem de pratik anlamda daha kararlı bir tutum izlemiş olsa da edipler, tabii irtibatları olan bir geleneği tamamen terk edememişlerdir.

1900’lü yılların hemen başında Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy’un farklı dünya görüşlerine sahip olmalarına rağmen divan şiiri konusundaki olumsuz ve tahfif içeren bir yaklaşıma sahip olmaları ideolojik filtrelerin bu konuda belirleyici olmadığını da gösteriyor bize.

Cumhuriyet döneminde divan şiiri eleştirileri bahsini ettiğimiz dönemlerdeki eleştirilere nazaran daha fazla refleksif ve ideolojik bir karakter arz eder. Özellikle Abdülbaki Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır isimli eserinde serdettiği ve yıllar sonlara tashihe mecbur kaldığı görüşler hâkim siyasi kültürün bir çeşit dayatması şeklinde de okunabilir. Ancak divan şiirine son derece aşina ve hatta uzman birisinin bariz ve kasıtlı bir şekilde divan şiirini insaf sınırlarını zorlayacak düzeyde eleştirmesi bir savunma mevziisini de geliştirmiştir. Öyle ki bu eserin yayınlanmasının ardından birçok farklı isimden bu eleştirilere karşı tutum ortaya konulmuştur.

Görüleceği üzere Tanzimat’tan Cumhuriyet’e divan şiiri hem müdafileri hem de muarızlarınca gelenek-modern çatışması bağlamında bir mihenk taşı hükmündedir. Temel itiraz noktalarını belirginleştirecek olursak divan şiirinin hayattan ve gerçeklikten kopuk, hayalî, fazlaca abartılı, iktidara yaslanan, süslü ve sanatlı bir dil ile anlaşılmaz, faydasız ve modern zamanlarda tamamen geçersiz olduğu düşüncesi karşımıza çıkar.

Halbuki divan şiiri, yüksek bir maharet ve üslup düzeyinin ürünü olarak yüzyıllar boyunca önemli hasıla üretti. Divan şiiri deyince Türk’ün netameli siyasi ve sosyal serencamına ilişik bir karakter kazanan, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, genişlemesi ve nihayetinde muhkem bir devlet oluşuna paralel olarak kemale yürümüş bir şiirden söz ediyoruz. Osmanlı Devleti’nin siyasi ve iktisadî olarak zayıfladığı dönemlerde dahi divan şairleri kendi vadilerinde ürünler vermeye devam etmiştir.

Divan şiiri, sadece edebî zevkin yansıma alanı olarak değil aynı zamanda düşüncenin ritmini temin eden, hayatın bütün hallerini bir ahenk bilinci ile rafine etmiştir. Bu bağlamda Ruşen Eşref Ünaydın Diyorlar Ki isimli eserinde Ahmet Haşim’e divan şiiri ile ilgili sorduğu soruya karşılık aldığı cevap bu yargıyı doğrular niteliktedir: “Osmanlı şairlerinin şiirleri dikkatle okunursa, zamanlarındaki sedirin, iskemlelerin ve lambanın şekline, eğlencelerin neler olduğuna, hatta çiçeklerin cinsine kadar her türlü özelliklerini anlamak mümkündür. Onların hayatları ile şiirleri arasındaki bağlantı o kadar sıkı idi.

Türk şiirinin ideolojik rezervlerden, komplekslerden arındırılan bir bakış açısı ile değerlendirildiğinde kendine has bir şahsiyeti olduğunu, tüm damarlarıyla bir devamlılık arz ettiğini söylemek zor değil. Böyle bir bakış açısı, divan şiirini anakronizme düşmeden yeniden okuma imkanı vermektedir. Bu maksatla akademi yahut akademi dışı birçok çalışma, divan şiiri ve şairleri hakkında merak uyandıran ve divan şiirinin bağlamı ile şimdinin zihnini irtibatlandıran bir niteliktedir. Bu konuda mesuliyet hisseden araştırmacılar tarafından hamaset batağına düşmeden divan şiirinin iade-i itibarı sağlanmaya çalışılmaktadır şüphesiz.

Bu konuda akademide ve başkaca zeminlerde büyük gayretler gösteren Dursun Ali Tökel, divan şiiri hakkındaki yanılgıları ve bu yanılgılara cevaben divan şiirinin günümüze sağlayacağı imkanları derinlikli, mantıklı ve dayanaklı bir üslup ile ele alıyor Ketebe Yayınları'ndan çıkan Divan Şairi Diyor Ki isimli eserinde. Tökel, muhtelif zamanlarda yayınlanmış yirmi bir yazı ile divan şiirinin farklı açılardan gündelik hayatla bariz irtibatını okuyucuya göstermek istiyor. Hatta Tanzimat’tan beri “hayatın gerçekliği”ni merkeze alıp divan şiirinin bu gerçeklikle irtibatını kopardığını düşünenlere cevaben şu ifadeleri kullanır:

Bana kalırsa Divan şiiri hayattan kopuk değildir, hatta hiçbir şiir hayattan kopuk değildir, aksine hayat şiirden kopuktur! Hayat günübirliktir, bugün hayat dediğimiz yargı, yaşam, algı biçimi yarın kaybolur gider, ama şiir baki kalır! Ne hayatlar ne yaşam biçimleri, ne devirler gelir geçer ama şiir ve metin hep kalıcıdır. Şiir hayatı taşır, götürür ve bugüne getirir. Ama hayat şiirin taşıdığı hayatı kaybeder, koruyup kollayamaz!

Dursun Ali Tökel, evvela divan şiirinin asla fanteziler dünyası, hayaller manzumesi, maharetler pazarı, menfaat sağlama aracı, iktidar oyuncağı olmadığını bilakis hayata anlamını veren ve millet mefkûresini inşa eden değerlerin bir taşıyıcısı olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda dünya edebiyatının önemli isimleri ve eserleri arasında kıyaslamalar yaparak dil ve kültür bilincinin tüm milletler için hayati bir öneme sahip olduğunu vurguluyor.

Divan şiirinin soyutlamaya dayanan bir şiir olduğu yargısını, “Divan şiirinde bütün soyut söylemler muhakkak bir somut varlıkça somutlanır ki bu da okuyucunun zihninde düşüncenin daha net belirginleşmesini sağlar. Bu yüzden divan şiiri soyut değil aksine son derece somut bir şiirdir.” cümleleriyle ters yüz eden Tokel, tenzih ve teşbih dengesinin en estetik yorumunun divan şiirinde kendine hayat bulduğunu savunuyor.

Kemal Kahramanoğlu’nun “kaybolmuş paradigma” diye imlediği bakış açısının baştan sona nasıl bir insan, eşya ve tabiat algısı oluşturduğunu birçok şiire atıfta bulunarak ortaya koyuyor.

Çok daha önceden modern buluşların ya da değerlerin divan şiiri metinlerinde çokça kullanıldığını ancak bizim bundan habersiz olduğumuza ilişkin saptamaları ince bir serzenişle örneklendiren Tokel, çalar saatten, elma türlerinden, baklavadan yüzyıllar öncesinden haberdar olan ilim ve görgü sahibi şairlerin diş fırçalama gibi günlük hayatımıza sanki modern zamanlarda girdiğini varsaydığımız birçok alışkanlığı hiç yüksünmeden maharetle şiire nasıl taşıdığını okuyucusuna zaman zaman tebessüm ettirerek aktarıyor.

Hala sırrı çözülmemiş rüya mefhumu üzerinde duran Dursun Ali Tökel, İbn-i Arabi’den Ziya Paşa’ya kadar rüyanın geleneksel düşüncedeki mahiyetini yorumluyor. Divan şiiri ve şairinin İslami referanslar, tasavvufi bakış açısı ve sosyal tecrübeler ışığında toplumun terbiyesi adına üstlendiği misyona dikkat çekiyor. Güvahi’den Nabi’ye uzanan çizgide pendname/nasihatname geleneği ile modern pedagoji arasında özlü kıyaslamalarda bulunuyor.

Dursun Ali Tökel’in uzaklarda derdine şifa aradığımız birçok soruna yüzyıllar öncesinden hazır cevaplar bulması ve bu konuda cesaretli bir tavır göstermesinin önemli olduğu kanaatindeyim. Zaman zaman “Bakın, burada daha iyisi var.” vurgusu fazla mı acaba diye düşündürse de örneklemeleri, ölçülü yorumları ve samimi üslubu sayesinde bundan vazgeçiyorsunuz.

Sonuç olarak Dursun Ali Tökel, eserde baştan sona divan şiirinin toplumsal yönü ve işlevleri konusuna odaklanmıştır. Temel meseleler bağlamında divan şiirinin hayata karşı kayıtsız ve duyarsız olmadığını bilakis hayatın her bir detayına dokunmaya gayret ettiğini vurgulamıştır. Anlıyoruz ki klasik dönemde şiir üzerinden kurulan bağ modern zamanlara kadar nesilden nesile bir tecrübe aktarımını sağlamış ve devamlılığı temin etmiştir. Dursun Ali Tökel, hem şahsiyetimiz hem de toplumsal hayatımızın inşası için büyük bir hazinenin üstünde habersizce oturduğumuza dikkatlerimizi çekmek istiyor. Her geçen gün artan kayıp halkalara rağmen bir an önce neyi kaybettiğimizi hatırlamaya çağırıyor bu kitap vesilesi ile bizi.

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

20 Aralık 2020 Pazar

Bir dağa yürümek, insanın kendi içine yürümesidir

"Dağlar var dağlardan yüce
Dağ mı dayanır bu güce
Derdimi üç gün üç gece
Söylerim bitmez yalınız."


İstanbul'da doğup büyümüş arkadaşlarla bir araya geldiğimizde hep yakınırız, "gidecek bir köyümüz bile yok" diye. Bilesi fazla. Biz büyükşehir doğumluların gidecek bir köyü, ayağını sokacağı bir deresi, çıkmaya niyet edeceği bir dağı yok. Derdimize çare kitaplar oluyor. Ama her kitap değil. Gittiği ve gördüğü ve ünsiyet kurduğu yerleri kendine dert edinmiş, bu derdi sanatın türlü yollarıyla -yazı, müzik, fotoğraf- aktarmış kimselerin yazdıkları insanı hiç değilse teskin ediyor. Âkif Emre'nin Mekânı Paranteze Almadan kitabını okurken, hep bu duygu hâkimdi. "Oraları gidip görseydim, muhtemelen böyle düşünürdüm" dediğim ne varsa bulabilmiştim sayfalarda. "Dağ düşüncesine dair söylenebilecek en çarpıcı tespitlerden birini Dursun Çiçek dile getirdi: Tabiatta insana dağ kadar yakın hiçbir mahluk yoktur. Tüm peygamberlerin dağla bir ilişkisi olmuştur." diye yazmıştı merhum Âkif Emre. Sonra kitap bitti ve Dursun Çiçek'in Muhit Kitap'ın deneme serisinin ilk eseri olan Benim Dağlarım'a geldi sıra. Sayfaları çevirmeye başlarken bir ithafla karşılaştım. Sanırım, bir önceki kitapta coşkuyla hissedeceğim benzer duyguları yine hissedecektim: "Âkif Emre'nin aziz hatırasına..."

Erciyes Dağı'nı bütün duygularıyla -bir dağın da duyguları vardır- fotoğraflamış, kimi zaman bir halk ozanı kimi zamansa senarist maharetiyle yazılar yazmış bir yürekten, dağlara doğru giden, gitmediği zamanlarda da o dağı düşünen bir kitabı anlatmak güç. Herhangi bir dağa çıkmayı göze almışlığım yok. Ancak şunu samimiyetle ifade etmeliyim; tasavvufla tanıştığımdan beri dağlara farklı bir gözle bakar oldum. Özellikle geceleri bir dağa dair düşünürken aklıma gayb erenleri gelir, Mevlâ'nın Karîb ismiyle kendine doğru çektiği kimseler, azizler, veliler, yüce gönüllüler... Zaten yüceleri düşünüp de dağları düşlememek mümkün mü? Sonra biraz daha derinlere dalıp, Ahzâb suresindeki "Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir." hikmeti düşünmeye koyulunca, korkuyor insan. 

Dursun Çiçek, çektiği fotoğraflarla zenginleştirdiği kitabında kendi dağlarını sıralıyor. Elbette o dağlara giden yolları da. Çiçek Dağı, Erciyes, Aladağlar, Demirkazık, Hasan Dağı, Bolkar Dağları, Toroslar, Dedebeli, Tahtalı Dağları, Bakır Dağı, Honaz Dağı, Nemrut Dağı, Bozdağ, Köroğlu ve İsfendiyar Dağları, Yılanlı Dağı, Ali Dağı... Okudukça ve fotoğrafları seyre koyuldukça, bir insanın dağlarla olan irtibatı okur olarak beni büyüledi diyebilirim. Çiçekdağı'nda doğan ve Erciyes'in duldasında yaşayan, soran olursa dağdan dağa yürüyorum diyen bir yazar var karşımızda. Gözünün ve gönlünün gördüğünü hem fotoğraflara hem de kelimelere sığdırmaya çalışmış. Bir dağı bir kâğıda yahut kareye sığdırmak kim bilir ne kadar güçtür. Marifet güçlüğü değil, sıra dışı olanın sıradanlığını aktarmakta belki de: "Dağda olmak fıtrata dönmek demektir. Emanetin insandan önce dağa teklif edilmesinin anlamı da budur. Dağın bilinci ve iradesi vardır, çağrısı vardır. İnsan dağa gittiğinde kendini daha insan, daha gür ve daha huzurlu hisseder. Yücelik Allah'tan başka genel anlamda dağlar için kullanılıştır. Çünkü dağ müteal olanın tecelligâhıdır. Bundan dolayıdır ki yüce ve kutsaldır. Dağlar insanların ana rahmidir. Kendini arayışta, kendine gelişte ve yeniden oluşta barınaktır insanoğlu için. Dağlarda dağlanmak hakikatte yeniden olmaktır. Kendine gelmek, kendini bulmaktır. Dağda dağı seyreden hakikatte kendini seyretmektedir. Dağda kaybolmak için gidenler yeniden doğuşun, 've’l-ba‘sü ba‘de’l-mevt'in bilincinde olanlardır."

Zirvelere meraklı olan insanları iki kısma ayırıyor Çiçek. İlk kısım, dağı fethetmeye gidenler. Onlar daha çok işin 'turistik' tarafındalar. Dolayısıyla ne kadar zirve yaparlarsa yapsınlar dağı tanıyamazlar, anlayamazlar, göremezler ve bilemezler. Çıktıkları her zirve kendi benliklerini büyütmeye yarar. İkinci kısım dağ tarafından fethedilmeye, 'dağlaşmaya'a gidenler. Onlar dağda kaybolanlar. Her zirve yapışlarında bir sevgiliye kavuşur gibi vuslat duygusunu tadanlar, benliğini yok etmek için gayrette olanlar, dağlaşanlar. Nedir dağlaşmak? Yücelmektir, insan olduğunu anlamaktır, dağ üzerinden tabiat ve yaratıcı ile olan aidiyeti bilmektir Çiçek'e göre. "Nedir bu zirve merakı?" diye soracak olanlara meselenin hikmetini şöyle açıklanıyor kitapta: "Bir dağın zirvesine çıkmak, insanın kendi içindeki yolculuğa benzer. Dağlar da insanın içindeki iniş çıkışlardan farklı değildir. Hatta insanın içindeki uçurum mu derindir yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı diye bir soru sorulduğunda, muhtemelen insanın içindeki uçurumlar daha derin ve büyük deriz. Çünkü insanın ne olduğunu bilmeyen, insanın içindeki dağı, gönül dağını fark edemeyen, herhangi bir dağa çıkmaz, çıkamaz. Zirvesinde oturduğunda bile o, dağın çukurunda sayılır. Dolayısıyla dağı tırmanmak, dağın zirvesine çıkmak; insanın bir iç yolculuğudur. Kendini anlamak için insan çıkar dağa. Kendini bilmek, kendini bulmak, eşya ve hadiselerin hakikatini idrak etmek için çıkar. Dağ ile kendi arasında fıtri yakınlığı anlamak için çıkar."

Frederic Gros, nefis kitabı Yürümenin Felsefesi'nde "Bazı kitaplar dağların keskin ışığını veya denizin güneşli pırıltılarını yansıtır" der. Benim Dağlarım'daki metinleri dolanırken okur birçok şeye heves edecektir. Hem bir dağın yamacından yeryüzünü seyre dalmanın hem de bir dağa uzaktan bakmanın insana sunacağı lezzetler, yaşatacağı duygular nelerdir kim bilir? Çünkü biz dağları pek önemsemedik, kimse de bize dağları pek anlatmadı. Birçoğumuz hâlâ dağlar konusunda coğrafya derslerinden kalma. Yani hevessiz, meraksız. Tutku zaten yola çıkana, dağlara varana. Oysa dağlar, hele ki bu coğrafyanın insanlarına çok şey çağrıştırmalı. Aklıma geldi şimdi, Dinler Tarihine Giriş'te Mircea Eliade dağlara hususiyetle dikkat çeker: "Her mitolojide kutsal bir dağ vardır. Tüm gök tanrılarının, yüksekte özel bir tapınma yeri bulunur. Dağların taşıdığı dinsel ve simgesel değerler çok fazladır. Dağ, genelde, gökle yerin birleştiği yer olarak kabul edilir; böylece bir merkeze dönüşür."

Benim Dağlarım'ı bitirdikten sonra aklıma hemen Ahmed Amiş Efendi'nin o meşhur sözü geldi. "Dağı dağ, taşı taş olarak gördüğün sürece mürşide muhtaçsın" demiş hazret. Doğanın, eşyanın, insanın hakikatine dair düşünmek için doğayla, eşyayla, insanla samimi bir irtibat kurmak lâzım. Böylece gönül dağı harekete geçer elbet, tecelliler marifete dönüşür, insan hakiki bir insan olur, âşık olur. Artık ölmez. Hayvan ölür, insan ölür mü? 

Dağlar insanları çağırır; manzarasına, pınarına, yollarına. Dursun Çiçek'ten öğreniyoruz ki en çok da insanın kendisine gelmesi için çağrışıyormuş dağlar. Bir dağa doğru yürümek, insanın kendi içine doğru yürümesiymiş aslında...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Öğretmenimin söyledikleri

Deneme, tanımı itibariyle diğer yazın türlerinden daha rahat ve özgür bir şekilde kalem oynatabildiğimiz bir alandır. Yazar, herhangi bir konudaki fikirlerini kanıtlama zorunluluğu olmaksızın özgürce dile getirir. Elbette, deneme yazarının bu özgürlüğüyle beraber, alanında uzman bir kişi olması ve öne sürdüğü fikirlerini destekleyecek alıntı ve örnekler vermesi de beklenir. Kısaca, deneme yazarı kanıtlama zorunluluğu olmaksızın fikirlerini ileri sürerken öncelikle kendini ikna edecek destekleyici alıntıları ve örnekleri de sunmalıdır. İyi bir denemenin ilk şartı, üslup ve teknik özelliklerin öncesinde alanında uzman bir kişinin kaleminden çıkmış olmasıdır. 

Toplumumuzun en önemli sorunlarından biri, her alanda uzman olan kişilerdir. Özellikle gazete ve televizyonlarda ülke gündemi ne olursa olsun; sanattan siyasete, kültürden edebiyata, dinden tarihe kadar her tartışmada aynı simaların uzman olarak karşımıza dizilmesine alışık olduğumuz için gerçek anlamda “uzman”ın nasıl bir şey olduğunu doğrusu pek de bilmiyoruz. Hüseyin Akın, şair kimliğiyle tanıdığımız bir öğretmen. Kendisini “öğretmen şair” olarak tanımlamıyor. Şairliğini öğretmenliğinin gölgesine almayı reddediyor. O bir “şair öğretmen” Yani öğretmenliğini şairliğiyle destekleyen, şairliği esas kimliği kabul eden ve kimliğiyle öğretmenliğini bütünleyen bir sanatçı. Söz konusu eğitim ve eğitim meseleleri olduğunda söz hakkının verilmesi gereken ilk grup öğretmenlerdir ancak kamuoyunda gördüğümüz kadarıyla eğitimle ilgili fikri alınmayan ya da fikrine en az değer verilen grup yine öğretmenler.

Hüseyin Akın, bir imam-hatip mensubu. 12 Eylül ve 28 Şubat başta olmak üzere muhafazakâr camianın hedef alındığı girişimlerden ziyadesiyle etkilenmiş ancak bir eğitimci olarak bu süreçleri düşünsel bir kazanıma dönüştürebilmiş bir isim. Bana Öğretmenini Söyle, Hüseyin Akın’ın öğrenim hayatı, imam-hatip ve din eğitimi başta olmak üzere Türk eğitim sisteminin başlıca meselelerini ele aldığı deneme kitabı. Meseleler çok yeni değil belki ama bir eğitimcinin kaleminden çıkmış olması, dahası bu eğitimcinin meselenin bizzat içinden gelmiş olması yazıların ehemmiyetinin de artırıyor. Aynı zamanda şair olan Akın, denemelerinde şiirsel bir dil de kullanıyor, gereksiz teferruatlarla sözü yormak yerine meselenin özüyle okuyucuyu baş başa bırakıyor.

Çocuk eğitimi ve ebeveynlik üzerine şunları söylüyor Akın: “Hiçbir şeyi artık çocukların uzanamayacağı yerlerde saklama ihtiyacı hissetmiyoruz. Çünkü şimdinin çocukları her yere uzanabiliyor. Sadece zehirli ilaçlara değil, kuytu köşelere, izbe bilgilere, şiddet ve cinsellik içeren ses görüntü ve imajlara kolayca ulaşabiliyorlar.” Eğitimin esas gayesi çocuklarımızın ahlâkî değerleri kazanmaları olmalıdır. Ahlâkî değerlerden yoksun bir nesil zihinsel yönden ne kadar geliştirilirse geliştirilsin toplumu muasır medeniyetler seviyesine ulaştıramaz. Eğitim, evlerimizde ve anne baba kontrolünde başlar. Bir çocuğun altı yaşına kadar evde tecrübe ettikleri, eğitim hayatının geri kalanına yön verir. Her şeyden önce bütün anne babalarının çocuklarına doğru örnek teşkil etmeleri ve onlara doğru tecrübeler edinecekleri yaşam alanları sağlamaları gerekir.

Akın, din eğitiminin camiye indirgenmiş olmasına tepki gösterirken camilerdeki yaşantının da İslam dininin hassasiyetlerine uygun olarak düzenlenmediğini belirtiyor: “Demem o ki camiler de efradını cami, ağyarını mâni olmalı. Camilerin ağyarı omuzları birbirine değdiği hâlde kalpleri birbirine ulaşmayanlardır. Ehl-i din birbirini bilmemek insaf değil!” Çocukluğunun camilerini bu şekilde resmediyor Akın, günümüzde epey yol alınmış olmakla birlikte özlediğimiz cami ortamını maalesef bulabilmiş değiliz. Cami ve okul arasındaki gerginliği de şu sözlerle veriyor Akın: "Cami okula çok uzaktı, okul da camiye. Uzak dedimse öyle fiziki mesafe olarak falan değil tabii. Birinden diğerine geçerken nefesim daralır, kalbim sıkışırdı. Okul camiden kaçardı, cami okuldan.” Bu sözler, sadece iki mekânın değil, toplumun iki kesiminin de birbirine ne denli uzak olduğunun ifadesidir.

Akın’ın eleştirilerinden 12 Eylül darbesi de payını alıyor: “O kadar uzun bir sabahtı ki 12 Eylül sabahı, bütün vakitlerden zor kullanarak bir şeyler çalmış gibiydi. Bizi birbirimize düşürenler, kahraman edasıyla bu kanlı kavgayı sona erdiriyordu. Şimdi bütün memleket olay yeri inceleme alanıydı. Jandarmalar eşliğinde okul koridorlarında yürüdüğüm günleri hatırlıyorum.” Yazıların pek çoğunda 12 Eylül’ün mirası olan müfredat, zorunlu din dersi, milli güvenlik dersi ve okul uygulamalarını sert bir dille eleştiriyor Akın.

Çocukluğumuzun acıları arasında önemli bir yeri olan beslenme saatlerini de şairane bir üslupla ele alıyor Akın ve ironik bir biçimde yüzümüze vuruyor bu acıyı: “Beslenmek uzun vadeli bir şeydi, oysa benim acelem vardı. Çünkü çok zayıftım. Zeytin, peynir, reçel ve yumurta gibi temek müfredattan oluşuyordu bu beslenme saati. Pastırma, sucuk ve muz müfredat dışı beslenme unsurlarındandı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde sınıfımızdan bir arkadaşın beslenme çantasında muz yakalanmıştı da öğretmen ne yapacağını şaşırmış ve o arkadaşın velisini çağırıp ikaz etmişti.

Kıyamet aşısı olan milletler er geç kendilerine gelirler.” diyor Akın. Türkiye’nin gittikçe dinden uzaklaştığı, seküler bir yapıya büründüğü yönündeki değerlendirmelere karşı 15 Temmuz direnişini örnek göstererek karşı çıkıyor. 15 Temmuz direnişi, Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunları bozarken Türk toplumunun değerleri itibariyle nereye doğru evrildiğini de göstermiştir.

Akın, eline çuvaldızı almadan önce iğneyi kendine batırmayı ihmal etmiyor. Tepkilerini bir çeşit refleks olarak değil, arka planı sağlam bir karşı çıkış olarak sunuyor. Din kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ismi ve Din kültürü öğretmenlerinin nitelikleri başta olmak üzere okullarımızdaki din öğretimine yönelik öğretmen, müfredat ve sistem eleştirileri yapıyor. Din Kültürü Öğretmeninin kriterlerini de kendince sıralıyor: “… coşkulu olmalı din öğretmeni, mizah kabiliyeti güçlü olmalı. Gerektiğinde dünyayı ve de dünya telaşını tiye almayı bilmeli. Dost olmalı öğrencileriyle… Kabına sığmamalı. Eğreti durmamalı. Kendini beğenmeli (kibirli demedim) ama kendini sevdirmek için uğraşmamalı. Çalıp söylerse iyi olur. Özellikle modern çalgılar. Resim ve karikatür yapanı makbuldür. Kitaba para vermeli. Tecrübesi arttıkça daha bir genç olmalı, genç düşünmeli, gençlerden yana olmalı. Her dilden selam verebilmeli. Her rengi sevmeli. Yeşile takılıp kalmamalı. Hiç konuşmadan anlatmalı bazı şeyleri öğrencilerine. Çok öğüt vermemeli, aklını öğrencileriyle paylaşmalı ve onlara danışmayı da ihmal etmemeli…

Seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in (sav) Hayatı derslerine yönelik talebin azalmasıyla ilgili de farklı bir yaklaşım getiriyor Akın. Esasen Müslüman bir ülkede bu derslerin okullarda verilmesinin, seçmeli ya da zorunlu olmasının tartışma konusu dahi olmaması gerekirken sanki ülke kalkınmasının önündeki en mühim meseleymiş gibi gündemde tutulması manidardır. Akın: “Kur’an’ın Müslüman evlerde okunma oranı ne kadar ki okullarda bunun daha fazlasını bekliyoruz? Hz. Peygamber’in hayatı evlerimizde gerçekten aile gündemini oluşturuyor mu, çok merak ediyorum?” derken toplumun bu konudaki duyarsızlığını eleştiriyor.

Bir imam-hatipli olarak imam-hatip kuşağının bu ülke için ne ifade ettiğini de ortaya koyuyor Akın: “İmam-Hatip kuşağı bu ülkenin mayasını, dokusunu ve kokusunu hatırlatmak gibi bir vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, okumuş insan profilinin kendi öz değerlerine yabancılaşmak gibi bir kadere boyun eğmesine karşı çıkmış ve bu makûs talihi yenmiştir.

Akın’ın eleştirilerinden bilim tapıcıları da nasibini alıyor. Bu bilim tapıcıları, her türlü buluşu, ilerlemeyi ve güzelliği Batı’dan beklemeyi kendilerine görev edinmiştir sanki.

Müslümanların bilimsel bir çalışma yapabileceklerine ihtimal dahi vermedikleri gibi İslam’ı da ilerlemenin önünde bir engel olarak görürler. Akın bu insanları şu şekilde tasvir ediyor: “Kendi insanının işe yaramazlığına kalpten inanıp diliyle bunu ikrar eden adamlar kutsal bir inek muamelesi yaptıkları bilime Müslüman ilim adamlarının da ulaştıklarını bir türlü kabul etmek istemezler. Hâlbuki bilim “el-ilim” kaynağından sadece bir katredir. Ucunda bulma hedefi ve aşkı yok ise bilmek insanın üzerinde yük olmaktan öteye gitmez.

Öğretmen tavrına ve öğrenci psikolojisine yönelik de bir değerlendirmesi var Akın’ın: “Lise ikinci sınıftaydım Arapça hocası bana var gücüyle Türkçe bir lisanla bağırmıştı: Çık dışarııı! Derste başka şeylerle ilgilendiğim için fena hâlde bozulmuştu. Başka şeyler dediği dışarıda başımı her sağa çevirişte pencereden gözüme ilişen mezar taşından başkası değildi: ‘Biz de yaşardık siz gibi/ Siz de geleceksiniz biz gibi’ tam tamına böyle yazıyordu kenarları çiçek işlemeli mezar taşında.” Bu sözler birkaç gün önce okuduğum bir başka yazarın sözlerini hatırlattı. Ali Ayçil şunları söylüyordu: “Öğretmen, pencereden bakarken gözüne göçmen kuşlar takılan bir öğrencinin hayretini dikkat dağınıklığı saydığı gün kaybetti.” İki yazar, iki ayrı deneme kitabı ama aynı hassasiyeti yakalayan iki anlatım. Denemede kanıtlama amacı güdülmez ama sözü yormadan, doğru yerden söyleyen yazar, okuyucuyu ikna edemese de derdini ayan eder. Yazarın da derdini ayan etmekten öte derdi yoktur zaten.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

19 Aralık 2020 Cumartesi

Acıdan geçmeden aşka varmak

"Sevgi ortaya çıktığı zaman derin derin iç çekmeler olur."
- İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye

T. S. Eliot’un dediği gibi, Simone Weil acaba “bir azizin sahip olduğu türden deha sahibi bir kadın mıdır?” Bunun cevabı Weil’in dilimize çevrilen kitaplarının hemen hepsinde bulunabilir. Ancak sorunun dinsel bir yönü de olduğundan, bu cevaba sanırım en çok Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler adlı kitabından ulaşmak mümkündür. Peki, kitabın adında niye “Allah” geçiyor? Yahudi bir ailenin agnostik olarak yetiştirilmiş çocuğu olan, daha sonra Katolik inancını benimseyen Weil’in kitabında, Müslümanların kullandığı ismin kullanılmasının sebebi ne olabilir? Bunun cevabını çevirmen Orkun Elmacıgil’in önsözünden anlamak mümkün: “Yazarın bu eserinin ismini ‘Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler’ olarak çevirmeyi uygun gördük lakin kitabın içeriğinde daha çok Tanrı kelimesini kullandık. Bunun sebebi, Weil’in üstüne çokça eğildiği Tanrı ve insan ilişkisinde, sonradan benimsediği Katolik inancının öngördüğü Tanrı tasavvuruna bağlı kalması, buna mukabil anlattığı genel manevi öykünün, bizim medeniyet havzamızda ilahi aşk dediğimiz, üstüne büyük bir irfan ve tefekkür haznesi barındıran zihnimizdeki Allah kavramına çok daha uygun olmasındandı.” Evet, bu paragrafla aslında Weil’in kitap boyunca işlediği düşünceler en genel şekilde özetleniyor fakat biz yine de kitaba biraz değinelim.

İlk bölüm, kitaba da ismini veren Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler ismine sahip. Bu bölümde, isminde olduğu gibi düzensiz bir şekilde görüyoruz Weil’in fikirlerini. En çok üzerinde durulan konu ise Tanrı-İnsan arasındaki ilişki. Bu, yeri geliyor modern hayat ve bu hayat üzerinden insanın ‘isteme’ davranışı veya güdüsü temel alarak irdeleniyor yeri geliyor -abartı olmayacaksa- neredeyse tasavvufi bir hâlde irdeleniyor. Ben’i bende yapmak ve ilahi aşkın belirginliği, okuyucuyu tasavvufi konuların veya buna benzer konuların işlendiğini düşünmesine iten en önemli sebeplerden. Weil, Katolik bir yazar olsa da bazı düşünceleri, hatta birçok düşüncesi bir sufiden çok farklı değil. Kendini geçmiş, kendinden geçmiş, Tanrı’ya geçmek ve Tanrı’yla geçmek isteyen bir yazar için, kendi için şöyle diyor Weil: “Kaygının ve korkunun, aşka deveran etmesindeki yegâne engel ise bu ilahi aşkı kirletmeye teşne olan ‘kendilik-sevgimizdir’. Bu arızi ve kirli sevgi bizde yer ettikçe felaha eremeyiz. Mutmain olmayı öğrenmiş kimse, kendine dönmeksizin, kendinden yüce ve saf bir şey olduğunu bilendir.

"Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver onları / bana sene gerek seni demişti" Yunus Emre asırlar evvel. Bu ifade, ilahi aşkın bizim şiirimizdeki ve tasavvuf hayatımızdaki en sarih ifadesi belki de. Weil, Yunus Emre’yi okudu mu bilemem ancak onun Tanrı aşkı da, Tanrı aşkına âşık olma şeklinde tezahür ediyor. Bu aşkın sadece ‘iyilik’ çemberinde aranmaması gerektiğini söyleyen Weil bize en güzel aşk tanımlarından birini veriyor: “Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Tanrı’dan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Tanrı, işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.” Bu durum yazara göre aynı zamanda bir yolculuktur ve bu yolda Tanrı’dan başka her şeye duyulan aşkı reddetmek gerekir.

İkinci bölüm "Joe Basquet’ye Mektup" adını taşıyor. Adından da anlaşılacağı gibi, Weil’in bir dostuna yazdığı kişisel mektuptan oluşuyor sadece. Bu bölümde reel hayata biraz daha dokunan Weil, İkinci Dünya Savaşı ortamının gerçeğiyle başlıyor mektubuna. Bu mektuba ‘savaş gerçeği hakkında felsefi bir bildirge’ de diyebiliriz. Weil, savaşı, savaş hâlini bir geçiş dönemi olarak görüyor ve insan ruhunun geçiş dönemlerindeki kritiklik durumunu inceliyor. İyiye ulaşmanın yolları ve iyiliği tam bir ‘hazırbulunuşlukla’ karşılama hâli, Weil’in arkadaşlarını uyardığı en önemli konulardan. Ruhun geçiş dönemlerindeki kritikliğini ‘iyiye’ yönlendiren yazara göre, ‘razı olmak’ bu durumun en önemli noktasıdır: “Size olanlara rıza göstermenizi sağlayacak kabiliyetiniz hâlâ el değmemiş halde duruyor. İyiliğe razı olduğunuzda, kabuğunuzdan çıkacağınızı, kısa bir zamanın ardından, dışarıda olacağınızı düşünüyorum. Orada, vücudunuza saplanan bir mermi gibi o da kendini affettirecek, tüm kâinat anlamını yeniden kazanacak.” İyiler ölmez, demişti Mustafa Kutlu. Ne doğru demiş.

Bu mektup felsefi bir metin olmanın yanı sıra içinde bulunulan dünyanın hâline de değiniyor demiştim. Bu dünya elbette İkinci Dünya Savaşı’dır ve bu acımasız savaşın, kişinin ruhsal iyi olma hâline darbe indirdiği bir dünyadır. Weil, hem arkadaşlarının yaşadıkları olaylar üzerinden bir ruhsal durum tespiti yapıyor hem de kendi ruh hâli ve geçmişi hakkında bilgiler veriyor satır aralarında. Bunların en önemlilerinden biri kendi imanı hakkında olanı bence: “Tüm dikkatim yahut entelektüel çabam, adeta ertesi gün idam edilecek birinin umutsuzluğuyla yoğruluyor. 14 yaşımdan itibaren ise beni koruyup kollayan kavram ise hayatımda doğrudan yahut dolaylı bir şekilde görünür bir hale gelmese de imandı.

Rüya, hayal, mutlak kader gibi konularda da arkadaşına yaşadıkları üzerinden aktarımlar yapan yazar umut ile umutsuzluk arasında, sadece kendi için değil, ortam ve başkaları için umutsuzluğa daha yakın bir profil çiziyor. İnce bir hayal kırıklığı da sezilmiyor değil bu mektupta.

Turgut Uyar, "mutsuzluktan söz etmek istiyorum / dikey ve yatay mutsuzluktan" demişti bir şiirinde. Weil son ve en uzun denemesi olan Allah Aşkı ve Mutsuzluk adlı denemesinde çokça, mutsuzluk kavramı ve Tanrı aşkını beraber, birbiri içinde eriterek fakat Tanrı aşkını her zaman öne çıkararak inceliyor. Fiziksel kölelik ve mutsuzluk bağıntısı ve fiziksel acının getirdiği mutsuzluk durumlarıyla fikirlerini açmaya başlayan yazar acı kavramını da mutsuzluğa dâhil ediyor: “Acının sınırlarından içre, mutsuzluk da inkâr edilemez olandır. O, basit bir ağrıdan daha fazlasıdır. Ruhu ele geçirir ve onu kölelik mührüyle damgalar. Roma İmparatorluğu’ndaki haliyle kölelik mutsuzluğun ve bedbahtlığın en uç halidir. Bunu iyi bilen eskiler şöyle söylemiştir: ‘Bir insan köle olduğu zaman, ruhunun yarısını da kaybeder.” … “Burada benim bahsettiğim, çok daha uzun ve sık aralarla nükseden fiziki acılar vardır ki bu acı, esasında bir acıdan fazlası; mutsuzluğun ta kendisidir.

Bu bölümde de düşüncelerini yine dağınık bir şekilde veriyor Weil ancak tıpkı ilk bölümdeki gibi baskın bir kavram veya ana düşünce mevcut. Allah aşkını ilk bölümdeki gibi dinî, bizim dinimize benzer ifadelerle inceliyor. Bazen farkında olmadan bazı bilimlere de çatıyor fakat tabii ki bunun tek sebebi içindeki aşkın yoğunluğu. Psikoterapiye çattığı gibi.

Weil’in tasavvufa yakın düşüncelerine çok yer verdim ancak nihayetinde o bir Katolik. Katolikliğini ve o inancın gereklerini ortaya koyan düşünceler bu denemede, kitabın ilk denemesine göre çok daha fazla. Aşk kavramıyla acı kavramı arasında ilişki kurup Tanrı aşkına ulaşma çabası bunun örneklerinden. Ancak şunu ifade eden de Weil’in kendisi: “Her şeyden evvel Tanrı aşktır.

Weil’in genelde dağınık ancak bazen bir düzen içerisinde verdiği düşüncelerine bakarak şunu diyebilirim: Zamanında ülkemizde yaşasa ve bu kitaptaki çoğu fikrini bu topraklarda ifade etmiş olsaydı ona ‘yobaz’ damgası yapıştırılması işten değildi. Ancak bu düşüncelerin felsefeyle harmanlanması ortaya sağlam fikirlerin çıkmasına sebep olmuş. Albert Camuszamanımızın en büyük ruhu” demişti Weil için. Ben de zamanın en acı çeken ruhlarından biri, diyorum. Ancak bu acı çekme hâli veya hayal kırıklıkları onu bir atalete değil, daimi bir arayışa yönlendirmiş. O da bunun hakkını vererek ortaya değerli düşünceler koymuş. Weil kadar kaderci veya ‘razı olmak’, olmaya çalışmak bile ondan birçok şey alacağımızı gösterir. Yer yer Cioranvari bir karamsarlık görsek de ufukta her zaman bir ışık huzmesi görünüyor Weil’de.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

15 Aralık 2020 Salı

Boşluksuz şehirler ve boşluğa düşmüş insanlık

Şehir ve mimari üzerine metinler okumayı hep çok sevdim. Gezilen görülen yerlere daha önce bakılmadık bir yerden bakan, mümkünse tarihin ve sosyolojinin zenginliğiyle donanmış, dünyanın neresinde olursa olsun gönül coğrafyamızı da hatırlayan metinler beni çok heyecanlandırıyor. Gitmiş kadar olmak vardır ya, biraz öyle oluyor.

Âkif Emre merhumun yazdıklarını hep hassasiyetle okudum, okuyorum. Yolum Edirnekapı'ya her düştüğünde mezarını ziyaret ediyorum, üzerimde hakkı olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle her kitabını aynı heyecanla hazırlayan Büyüyenay Yayınları'na gönülden teşekkür ediyorum.

Mekânı Paranteze Almadan, dört yüz sayfayı aşkın bu kitap, kendi albümünden fotoğraflarla birlikte tam anlamıyla bir arşiv kitabı. Âkif Emre, bilhassa balkanlara dikkat kesilmiş bir zihindir. Özellikle Bosna'ya derin bir sevgisi vardır: "Türkiye'de yaşanan tarih katliamının yok ettiği mirasın izlerini tüm olumsuzluklara rağmen Balkanlar'da görmek mümkün. Osmanlı medeniyet birikiminin mimari anlamda yaşayan unsurlarını görmek istiyorsanız Balkanlar'a gitmeniz gerekiyor."

Fas'ta bir çarşı içinde kaybolurken ya da Üsküp'te bir cami avlusunda nefeslenirken ansızın sizi alır, Anadolu'nun ortasında bir yere bırakır. Okur, bizim coğrafyamızın aslında sınırlarla tarif edilemeyeceğini de anlamış, hissetmiş olur böylelikle. Öte yandan Avrupa'da, özellikle Londra ve Paris gibi şehirlerde yürürken bir caddenin hangi -korkunç- fikirlerle şekil kazandığını, ezber bozan bir bilinçle aktarır. Böylece mimarinin sadece bir inşa süreci değil, bir zihin faaliyeti olduğunu hatırlatır. Bazen bir kişinin fikrinin milyonlarca insanı asırlar boyunca etkilediği düşünülürse, medeniyet kavramı içinde mimarinin nasıl bir yer edindiği anlaşılabilir.

Peki İstanbul yok mu kitapta? Olmaz olur mu... Kapak zaten her şeyi anlatıyor. Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii ve hemen ardında bugün İstanbul'daki bir çok yerde görülen, "meydan okuyan", ölçüsüz, hakikatsiz yapılar. Çünkü: "Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

Âkif Emre; mimarînin oldukça ideolojik bir meslek olduğunu birçok yazısında dile getiriyor. Bir mimar; kendi düşünce dünyasının yanı sıra içinde büyüdüğü yahut etkilendiği düşüncelerin de etkisin yansıtıyor yapılara. Bu yapılar sadece bir caddeyi değil koca bir şehri meydana getiriyor. Kısacası bir insanın sağlıklı projeler geliştirmesinin, insan hakkını gözetmesinin, hukuka riayet etmesinin ve yalnızca bugünü kurtarmak adına değil geleceğe ulaşacak, tüm insanların huzur içine yaşamasını sağlayacak imkânları ortaya koymasının ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor:

"İnsan tekinin toplumun nesiller boyu hayatını şekillendirecek çözümler meselesi birkaç müteahhidin kâr hesaplarına emanet edilemeyecek kadar ciddi bir meseledir. Ve hiçbir disiplinin şehircilik ve mimari kadar insan ve toplum hayatının her anını ve nesiller boyu biçimlendirecek kadar kalıcı tesiri olamaz. Açılan bir caddenin kıvrımından imar izni verilen yeni bir yapılaşmaya, yükselen bir binanın çevresinden pencere ölçüsüne kadar her detay o şehirde, o evde yaşayan fertlerin hayatını biçimlendirdiği gibi gelecek nesillerin hayatını da ipotek altına alıyor. Bunca medeniyet, şehir, kültür edebiyatının yapıldığı bir dönemde hayata, şehre ve insana dair daha ciddi yaklaşımlar ortaya konmalı."

Birbirinden doğal ve güzel fotoğraflar eşliğinde kitabı dolanırken, okuyucunun zihnine sık sık soru sormayı gerektirecek şimşekler bırakıyor Âkif Emre. Mesela, neden caminin yakınındaki bir yapı, haşmetiyle o camiyi gölgeler? Neden demiryollarına, karayolları kadar önem verilmez? Eskiden boğazın manzarası ve kendine has sesleri içinde vapur seyahati yapmak büyük bir lezzetken, şimdi neden vapurdaki insanlar televizyon gürültüsüne maruz bırakılıyor? Asırlarca mezarlıklar şehrin görünür yerlerindeyken, bilhassa Müslümanlar yaşama 'ölüm dikkati'yle bakıyorken, şimdilerde mezarlıklar neden gözün hiç göremeyeceği, insanların kolay ulaşamayacağı yerlere yapılıyor? Suyun medeniyet, yağmurun rahmet olduğunu neden unuttuk? Tevekkül, kalp gözü, sabır ve rikkat hayatımızdan nasıl oldu da çıkıverdi?

Kitaptaki hac yazılarında merkez nokta elbette ki tevhid... Burada yazarın gözlem yeteneğinde tevhidin ne boyutta olduğunu görüyoruz. Gün geçtikçe tarih düşüncemizin içine nefret söylemi yerleşiyor ve tavaf sırasında bile bu ayrışma çabası, ötekileştirme biçimleri insanın ruhaniyetini zedeliyor. Fizikten bir türlü metafiziğe geçemeyişimizin bedeli, bir başkasında kusur ararken kendimize hiç bakmayışımız.

"Türkler arasında en sık duyduğum cümle: "Bu Araplardan adam olmaz!" Renklerin, dillerin harman olduğu bir yerde, daha çok muhafazakâr okumuşlardan sadır olan bir söz bu! Anadolu kasabalarından gelen müminler mütevekkil, sakin, kendi manevi ritminde, aşkın merkez etrafında dönmekte. Okumuşların bir tür nefret söylemine kaçan bu cümleleri tarihsel deneyimlerden öte bilinçaltını ifşa eder gibi. Kâbe'nin etrafı tam bir katliam manzarası sergiliyor. Söylenecek hiçbir şey yok: Edep sınırlarını zorlayan bir hayasızlık örneği; kuleler... "Araplardan adam olmaz" diyen bir umrecinin o kulelerde kaldığını öğrendiğimde sözün anlamı yerli yerine oturdu."

Şehir anlayışımız, geldiği yer itibariyle tıkanmış durumda. Şikayet etmekten çözüm bulmaya sıra gelmiyor. Hep Süleymaniye örneği veriliyor. Bunu yapmış bir medeniyetiz, peki şimdi neden bu düşünce dünyasından uzaklaştık? Elbette çok makul bir soru. O birikimin bugünlere neden yansımadığını sormak hepimiz için bir vazife. Âkif Emre, günümüz mimari anlayışının Mimar Sinan karşısında yaşanan eziklik duygusuyla irtibatlı olduğunu söylüyor. İlham almaya, tefekkür etmeye dayalı bir düşünce biçimi olsaydı, bu eziklik duygusuna tutunup kibirli ve ruhsuz yapılar ortaya çıkarılmazdı. Bir medeniyetten nasıl kopulur? Onun kaynaklarından, referans sistemlerinden ve tarihî tecrübesinden yararlanmayı bırakarak. Kısacası medeniyetin canlılığından faydalanmayarak. Oysa ki yeniden icat ederek yaşatmak mümkündü. Biz bunun yerine kaba bir taklitçiliğe sığındık. "Her taklit durağanlaşmayı işaret eder. Durağanlaşan değerler bir iç deniz gibi içe kapanır ve yaşama umudunu yitirir" diyor yazar. Geldiğimiz yer, tükendiğimiz yer esasında. Peki şimdiden sonra meselemiz ne olmalı? Bu soruya şöyle bir cevap bulabiliyoruz kitapta: "Süleymaniye'nin kitabesini okumaktan mahrum bir sanatçının Mimar Sinan'dan ilham alması, onun temsil ettiği değerlere nüfuz ederek yeni bir açılım yapmasını beklemek boşunadır. Mesele, tarihsel tecrübesi ve referanslarıyla yaşayan medeniyetimizle sağlıklı ilişkiye geçip, onu üretecek kurumları oluşturmadan halledilemez."

Anadolu insanının mekânla ilişkisi, 'bizi biz yapan' değerlerle aramızdaki mesafe, türlü coğrafyaları gezerken kazanabileceğimiz 'görme biçimleri', dağların sunduğu 'metafizik ürperti', turizmin 'aslında' ne olduğu, 'steril muhafazakârlık' ve daha nicesi kitapta kendine hususi yer bulan konular. Kitaba ismini veren makalenin son paragrafını buraya almak isterim: "Bütün sahteliği, abartısı, gösterişçiliğiyle tarihi duyumsama peşindeki insanımızı aptallaştıran turizmin iğvasına karşı, mekânı paranteze alan ruhun esintisini hissettiremezsek bu topraklarda ruhen ve fiziken mülteci olmaya mahkûm oluruz."

Mekânı Paranteze Almadan, özellikle son yirmi yılda değişen ve durağanlaşan şehir düşüncesinin insan ruhunda açtığı boşlukları ortaya seren bir arşiv-kitap. Yaşama biçimimizi gerçekten dert edinmiş bir gönülden, dertli gönüllere.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Aralık 2020 Cumartesi

Kutlu bir medeniyetin hayali

Medeniyet suyla kurulmuş, su ise rahmet olarak indirilmiştir. Bu nedenle medeniyetin özünde rahmet vardır. Bugün İslam âleminin içine düştüğü buhranın esas sebebi medeniyetin özündeki rahmetin yitirilmesidir. İshak Aslan, Hacer Günlüğü'nde medeniyetimizin özündeki rahmeti hatırlatırken günümüz Müslümanlarının hal-i pür melalini de gözler önüne seriyor. Bir eğitimci olan hocamız, unuttuğumuz şehir, medeniyet ve rahmet kavramlarını dillendirerek aslımıza rücû etmemizin mümkün olduğunu gösteriyor. “Hacer” sözcüğünün; terk etmek, hicret etmek, şirkten uzaklaşmak, emsalinden üstün olmak gibi anlamlarını düşünerek kitabın; hem Hz. İbrahim’in eşi ve Hz. İsmail’in annesi olarak yeni bir medeniyetin kurucusu olan mübarek kadını hem de günümüz Müslümanlarının şirkten uzaklaşmalarını konu olarak aldığını düşünebiliyoruz. 

Yeniden kurulabilir mi bir site ve evren” diyor önsöz yerine yazdığı şiirinde. Bu dizeden şairin kutlu bir şehir ve kutlu bir medeniyeti ihya etmeyi amaçladığını görebiliyoruz. Şair bu amaç için çalışmaya hazır bir yüreğin sözcülüğünü yapıyor adeta. “Bir vadiyi bekliyor özlem, vadi ise özlemi” diyor aynı şiirin devamında. Ve bu şiiri şu dizelerle bitiriyor: “Öyleyse hazırsan hazırlığın Hızırdır / Çelik çomaktan yoruldu çocukluğumuz / Duvarları onara onara seyahatimiz / Kalbin vadilerinde yürüyelim yalınayak / Denizin evlerinden geçelim su tutmaz bizi.

Hacer, bir anne olarak doğurganlığı ve Allah’ın rahmetini temsil ederken şair Hacer’in nezdinde İlahî bir muştunun güzellemesini yapıyor. “Hacer” adını verdiği şiirinin son dizesinde şair, bu muştunun peşinde koşmaya hazır olduğunu ifade ediyor: “Ardından koşmaya hazır gövdelerimiz.

Şair, Hacer’in hikâyesi üzerinden Müslüman’ca bir okuma yapıyor. “İnsan bu daim menkıbesini yaşar / Yürüdüğü yolun hikâyesi kadardır ömrü” dizelerinde Hacer’in iki tepe arasındaki yürüyüşü bir ömrün hikâyesi olarak sunuluyor. “İnsan büyük medeniyettir, küçük / Yapılar enkazından büyüktür oysa” dizelerinde medeniyetin merkezinde insanın bulunması gerektiği vurgulanıyor.

Şair, “İbrahim Şehirleri” başlıklı bölümde özlemini duyduğu ve yeniden kurulacağından emin olduğu medeniyeti temsil edecek şehirde bulunması gerektiğine inandığı beş unsuru dile getiriyor. Şaire göre bir şehirde bulunması gereken ilk unsur “selam” yani barış, ikinci unsur “gilaf” yani koruma, üçüncü unsur “ayd” yani bayram, dördüncü unsur “kalp” yani dua, beşinci unsur ise “hitam” yani bitiştir. Bu unsurları şu şekilde ifade edebiliriz. Kutlu bir medeniyetin temsilcisi olacak şehir; barışın tesis edildiği, güvenli, korunaklı, herkesin mutlu olduğu, gönüllerin Allah’a açıldığı ve sınırları belli olan bir alan olmalıdır. Kalp nasıl ki vücudun merkezi ise Allah’ın evi olan camiler de şehrin merkezinde yer almalı, böylece şehrin kalbi Allah’a her daim el açmış olsun.

Burada ilk unsur olarak selamın verilmesi mühimdir. Allah’ın selamı ile bütün kapıların açılacağına kesin olarak inanırız. Bu yüzden şehrin kapısı da Allah’ın selamıyla açılmalıdır. “Kapakçığından giriyoruz saraya duvarlarından/ Sultan dergâhından daha yüksekçe dehrin taht” dizeleri bize şehrin esas girişinin ibadethaneler olduğunu ve buraların gerçek saraylar yani idare mekânları olduğunu gösteriyor. Buradan da kutlu bir medeniyeti temsil eden şehrin yönetiminde Allah’ın emirlerinin esas olduğunu anlıyoruz. “Diyorum ki dil sancağının evini alıp yeryüzüne kurmalı” dizesi de aynı anlamı çağrıştırıyor.

Şair bir başka şiirinde tabiatı Hacer üzerinden okuyor. Geyik, karaca, maral, hazal ve ahuda Hacer’in naifliğini, zarafetini görürken onu avlayan avcıda Kabil’in ruhunu görüyor. Yılan, Hacer’in suyunu bulandırdığı için pişmanlık duyup tövbe etmek isterken gelincik rengini ve kokusunu Hacer’den almış şaire göre.

"İbrahim Hacer ve İsmail’den bir kutlu ev / Lale avuçlarından dua ile mübarek / Yepyeni bir milletin doğduğu büyüdüğü ev / Vadiye kurulup taşacaktır sonsuzluğa nehir” dizeleri şairin medeniyetin merkezine evi, dolayısıyla aileyi koyduğunun göstergesidir.

Şair, Hz. İsmail’i kutlu bir medeniyetin kurucusu olacak ümmeti temsil etmek için kullanırken Hacer Allah’ın bu medeniyet için uzattığı rahmet elidir adeta. Şair Hacer’in ağzından şu dizelerle günümüz İslam âlemine de ağıt yakıyor sanki: “Benden kopan Hacerleri görüyorum koştukça / Susuz elleri bağlı naçar çöllerinde şehrin / Kucağında bebeleri sevgi yürümemiş kıyılarında / Yurtsuzlar susuzlar kavruk beton yüreklerde / Canparem İsmailim hâlâ ağlamakta / Ah su bulmalıyım yolumu göster ey hayatın sahibi.

Şair kutlu bir medeniyetin hayalini kurarken Günümüz Müslümanlarının da gerçekçi ve acı bir portresini çıkarıyor: “Komşusu aç iken kış uykusuna yatanları da zem / Komşusunu tarumar edip kucak açanı sonra zem / Onlardan kaçıp denizde boğularak kurtulan çocukları zem / Metropollerde çöplüklere sığınan kadın gövdeleri zem (…) Sonra soyumuzdan olan kentleri gördüm paramparçaydı zem / Alınıp satılan adaleti gördüm terazi bomboştu zem / Birbirini boğazlamıştı İbrahim koçlar ise salınmıştı zem / Çobanlardan bina binalardan çıban sarılmıştı yeryüzü zem / Şehrin en uzağı da yoktu koşup gelsin yabancı zem.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

İnsanı insan yapan acılar

Arzu Alkan Ateş’in ikinci öykü kitabı Hayy hakkında dünyabizim.com sitesine yazdığım yazıyı, Türk Edebiyatı çok iyi bir öykücüye sahip ama maalesef farkında değil, diyerek bitirmiştim. Şimdi yazarın üçüncü öykü kitabı Mahir Efendi’nin Papağanı yayımlandı. Güzel bir haber olarak şunu söyleyebilirim ki, yazar bu kitabıyla sanırım hak ettiği ilgiyi görmeye başladı. Benim şimdiki yazıma kadar, kitabın dumanı üstünde olmasına rağmen (Eylül, 2020) eser hakkında birkaç değerlendirme yayınlandı bile. Üstelik Arzu Alkan Ateş’in bu sefer çalıştığı yayınevi, bana ve birçok kişiye göre son zamanların adından söz ettiren, bilinen bir yayınevi haline gelen Alakarga Yayıncılık. Bu yayınevinde, Türk Edebiyatı’nın iyi öykücülerinden ve romancılarından Faruk Duman’ın bulunması, bundan sonra yazarın kaderini olumlu yönde etkileyecektir.

Biçimsel olarak çok bir şey değiştirmemiş yazar kitabında. Az sayfalı fakat bol öykülü diğer kitapları gibi bu kitap da 122 sayfadan ve 25 öykü (üç bölüme ayırmış yazar öykü kısmını) ve bir son sözden oluşuyor. Az kelimeyle çok şey hissettirebilen yazarların başında geliyor Arzu Alkan Ateş. Bu yüzden on sayfalık öyküleri de iki sayfalık öyküleri de derinlik açısından birbirinden çok farklı değil (nitelik olarak uçurum olmasa da ufak tefek farklar var öyküler arasında).

Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı şey toplumdaki aksaklıkları çok iyi gözlemleyip bunu kendine özgü bir öykü diliyle okura aktarabilmesiydi. Bunu yazarın daha önceki kitapları hakkında yazdığım yazılarda da belirtmiştim. Bu yeni kitabında, kendine has öykü dilini koruduğunu ancak tematik arayışlara girdiğini görüyoruz yazarın. Bir kere perde arkasından dünyaya bakması devam ediyor ancak baktığı yer biraz daha değişmiş. Toplumun genelindense biraz daha insan tekine yöneltmiş kamerasını Arzu Alkan Ateş. Bu insan teki için ise çocuk kahramanları tercih etmiş. Doğal olarak da çocukluk; çocuk gözüyle kişi ve olaylara bakma, çocuk gözüyle mekânın ruhunu anlamaya çalışma bu öykülerde kendine daha çok yer buluyor. İki çocuğun kahraman olarak görüldüğü, onların kitabı yönlendirdiği, asıl kahraman onlar olmasa bile onların gözlerinden bir şeylerin anlatıldığı bir kitap bu. Elbette toplumsal aksaklıklara veya çıkmazlara yine değiniyor yazar fakat bu durum diğer kitaplarındaki gibi keskin uçlarda -eskisi kadar- dolaşmıyor. Biraz daha içe kapalı biraz daha suskun bir kitap sanki bu.

Yazarın bu seferki kahramanları yine çeşitli ancak hemen hemen bütün kahramanlar iki çocuğa değiyor demiştim. Bu çocukların büyümeleri öykü öykü izlenebilen bir yol çiziyor okuyucunun önüne. Çizgisel bir hatta gidiyor diyebiliriz kitap için. En sonda da çocukların lise döneminde sonlanıyor Mahir Efendi’nin Papağanı. (Son sözü dâhil etmezsek) İnsanın büyümesini kötülük kavramı üzerinden işleyen yazar çocukluk dönemini de dikkate alarak kötülün içinden bir nahiflik de çıkarmıyor değil: “İşte o günden sonraki günlerde elimize tutuşturulan çorbayı kuş evin bahçesindeki erik ağacının dibine döktük. Bu bilerek yaptığımız ilk kötülüktü. Demek büyümeye başlamıştık.

Bu kitaba öykü kitabı demek, evet çok doğru. Zaten kitabın kapağında da tür olarak öykü isminin yer aldığını görebiliyoruz ancak ben bu kitaba, belki itirazlar gelecek olsa da, novella demeyi de öneriyorum. Çünkü bu kitap, çoğu öykünün kahramanlarının ortak olduğu, genel anlamda öyküler arasında bir süreklilik içeren bir kitap. Öyküleri tek tek okuduğumuzda da bir anlam yakalayabiliriz ancak bir bütün halinde baktığımızda daha derli toplu bir şey çıkacaktır karşımıza. Kıl Haydar, Kızgınların Kemal, Hatmi Nine, Rüçhan Öğretmen gibi karakterlerin yanı sıra mekân olarak da genel olarak ortak bir yerden bahsediyor Mahir Efendi’nin Papağanı: Kuş Ev. Çoğu öykünün kameramanı olan çocuklar da ortak olunca bana küçük bir roman havası vermedi değil bu kitap. Türk Edebiyatı’nda benim okuduklarım arasında iki eserle benzeşim gösterdiğini söyleyebilirim. Bunlardan biri Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları diğeri de Barış Bıçakçı’nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabı. Uzun Çarşının Uluları’na tematik ve mekânsal benzerlikler yönünden, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’ye ise kahramanların hayatlarının birbirine değerek devam etmesi yönünden benzediğini düşünüyorum (örneğin, Uzluların Bey Amcası’nın bir öyküde yan karakterken öbüründe ana karaktere dönüşmesi gibi). Elbette biçimsel olarak bu iki kitabın aynısıdır diyemem; hatta bu iki kitap bile birbirinin aynısı değildir. Ancak Arzu Alkan Ateş’in kitabı bu iki eseri de andırabilen bir şekilde kurgulanmış. Ben bunun esere canlılık kattığını düşünüyorum.

Anlatımın zaman zaman denemeye yaklaştığı kitapta (ki yazarın belirgin üslûbundan biridir bu) öyküler birçok kez düşle gerçek arasında, gerçeküstü ögelerle gerçeğin birlikte kullanıldığı bir hâle bürünebiliyor. Ancak Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı ve bence öykülerinin değerini yükselten şeylerden biri burada devreye giriyor. Ne kadar düşsel bir anlatıma kaysa bile öyküler küçük bir yerden de olsa zemine basıyor. Bu da yazarı, son zamanlarda sayıları artan ve deneme mi yoksa öykü mü yazdığı belli olmayan, tamamen soyut bir dünyada okurlarını gezdirmeye çalışan yazarlardan ayırıyor. Küçük bir kısmın toprağa değmesi dahi yetiyor öyküleri anlamlandırmaya. Yazar yer yer halk anlatısına dönüşen bir dil kullansa da temel özelliklerinden biri hâline gelen bu durumda dengeyi kurmayı çok iyi başarmış.

Arzu Alkan Ateş öykülerinde mutlu şeylerden bahsetmiyor. Bu kitabında da diğer kitaplarında olduğu gibi acıdan, kederden bahsediyor. Fakat bu acı insanı insan yapan acılardan. Diğer iki öykü kitabına nazaran daha çok insan tekine odaklanıyor demiştim bu kitabı için. Böyle olunca da toplumsal acılardan veya toplumun aksamasına neden olacak acılardan ziyade insanın bireysel olarak yaşadığı, kişiyi insan yapan acılar ön plana çıkmış: “Acı tarif edilebilir mi? Hatmi Nene olsa, acı insan olduğumuzu unutmayalım, diye Tanrı’nın biz kullarına sunduğu bir lütuftur, derdi.

Bir övgü de yayınevine söylemeden olmaz. Çok titiz bir çalışma gerçekleştirilmiş kitabın kapağından iç düzenine kadar. Özellikle dil bilgisi hatası olmaması ve bir öykü kitabı için olabilecek en sade bir kapakla eseri okuyucuya sunmak, yine son zamanlarda pek görmediğimiz bir şeydi. Alakarga hem nitelikli eserlerle (yerli-yabancı) hem de titiz çalışmasıyla iyi yönde ilerliyor.

Arzu Alkan Ateş öykü serüvenine iyi bir kitapla devam ediyor. Mahir Efendi’nin Papağanı ve yazarın diğer iki öykü kitabı, Ateş’in bundan sonraki edebî yolculuğuna referans olabilecek düzeyde iyi eserler.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10