21 Aralık 2020 Pazartesi

Büyük bir hazinenin üstünde habersizce oturmak

Edebiyat, siyasi ve sosyal süreçlere yol ve yön tayin etme özelliğine sahiptir. Bu anlamda modernleşme hikâyemiz, Tanzimat dönemi ediplerinin yaklaşımları, yazıp çizdikleri çerçevesinde kendisine bir istikamet bulmuştur. Özellikle Tanzimat döneminin ilk kuşak isimlerinin kendilerine göre yeniyi kurarken içinde yetiştikleri kültür ortamı olan divan şiir geleneğine üst perdeden eleştiriler getirmeyi öncelikli vazife edinmeleri, özellikle dikkat çeken bir durumdur. 

Nitekim Şinasi ve Namık Kemal başta olmak üzere mütereddit tavırları paranteze alınmak kaydıyla Ziya Paşa büyük bir telaş içinde divan şiirinin köhneleştiğinden, hayattan kopmuş ve geçerliliğini yitirmiş bir edebiyat olduğundan dem vurmuşlardır. Sonraki kuşakta Recaizade Mahmut Ekrem ile Muallim Naci arasındaki meşhur tartışmalar yine divan şiiri bağlamında cereyan etmiştir. Bu dönemde hem teorik hem de pratik anlamda daha kararlı bir tutum izlemiş olsa da edipler, tabii irtibatları olan bir geleneği tamamen terk edememişlerdir.

1900’lü yılların hemen başında Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy’un farklı dünya görüşlerine sahip olmalarına rağmen divan şiiri konusundaki olumsuz ve tahfif içeren bir yaklaşıma sahip olmaları ideolojik filtrelerin bu konuda belirleyici olmadığını da gösteriyor bize.

Cumhuriyet döneminde divan şiiri eleştirileri bahsini ettiğimiz dönemlerdeki eleştirilere nazaran daha fazla refleksif ve ideolojik bir karakter arz eder. Özellikle Abdülbaki Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır isimli eserinde serdettiği ve yıllar sonlara tashihe mecbur kaldığı görüşler hâkim siyasi kültürün bir çeşit dayatması şeklinde de okunabilir. Ancak divan şiirine son derece aşina ve hatta uzman birisinin bariz ve kasıtlı bir şekilde divan şiirini insaf sınırlarını zorlayacak düzeyde eleştirmesi bir savunma mevziisini de geliştirmiştir. Öyle ki bu eserin yayınlanmasının ardından birçok farklı isimden bu eleştirilere karşı tutum ortaya konulmuştur.

Görüleceği üzere Tanzimat’tan Cumhuriyet’e divan şiiri hem müdafileri hem de muarızlarınca gelenek-modern çatışması bağlamında bir mihenk taşı hükmündedir. Temel itiraz noktalarını belirginleştirecek olursak divan şiirinin hayattan ve gerçeklikten kopuk, hayalî, fazlaca abartılı, iktidara yaslanan, süslü ve sanatlı bir dil ile anlaşılmaz, faydasız ve modern zamanlarda tamamen geçersiz olduğu düşüncesi karşımıza çıkar.

Halbuki divan şiiri, yüksek bir maharet ve üslup düzeyinin ürünü olarak yüzyıllar boyunca önemli hasıla üretti. Divan şiiri deyince Türk’ün netameli siyasi ve sosyal serencamına ilişik bir karakter kazanan, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, genişlemesi ve nihayetinde muhkem bir devlet oluşuna paralel olarak kemale yürümüş bir şiirden söz ediyoruz. Osmanlı Devleti’nin siyasi ve iktisadî olarak zayıfladığı dönemlerde dahi divan şairleri kendi vadilerinde ürünler vermeye devam etmiştir.

Divan şiiri, sadece edebî zevkin yansıma alanı olarak değil aynı zamanda düşüncenin ritmini temin eden, hayatın bütün hallerini bir ahenk bilinci ile rafine etmiştir. Bu bağlamda Ruşen Eşref Ünaydın Diyorlar Ki isimli eserinde Ahmet Haşim’e divan şiiri ile ilgili sorduğu soruya karşılık aldığı cevap bu yargıyı doğrular niteliktedir: “Osmanlı şairlerinin şiirleri dikkatle okunursa, zamanlarındaki sedirin, iskemlelerin ve lambanın şekline, eğlencelerin neler olduğuna, hatta çiçeklerin cinsine kadar her türlü özelliklerini anlamak mümkündür. Onların hayatları ile şiirleri arasındaki bağlantı o kadar sıkı idi.

Türk şiirinin ideolojik rezervlerden, komplekslerden arındırılan bir bakış açısı ile değerlendirildiğinde kendine has bir şahsiyeti olduğunu, tüm damarlarıyla bir devamlılık arz ettiğini söylemek zor değil. Böyle bir bakış açısı, divan şiirini anakronizme düşmeden yeniden okuma imkanı vermektedir. Bu maksatla akademi yahut akademi dışı birçok çalışma, divan şiiri ve şairleri hakkında merak uyandıran ve divan şiirinin bağlamı ile şimdinin zihnini irtibatlandıran bir niteliktedir. Bu konuda mesuliyet hisseden araştırmacılar tarafından hamaset batağına düşmeden divan şiirinin iade-i itibarı sağlanmaya çalışılmaktadır şüphesiz.

Bu konuda akademide ve başkaca zeminlerde büyük gayretler gösteren Dursun Ali Tökel, divan şiiri hakkındaki yanılgıları ve bu yanılgılara cevaben divan şiirinin günümüze sağlayacağı imkanları derinlikli, mantıklı ve dayanaklı bir üslup ile ele alıyor Ketebe Yayınları'ndan çıkan Divan Şairi Diyor Ki isimli eserinde. Tökel, muhtelif zamanlarda yayınlanmış yirmi bir yazı ile divan şiirinin farklı açılardan gündelik hayatla bariz irtibatını okuyucuya göstermek istiyor. Hatta Tanzimat’tan beri “hayatın gerçekliği”ni merkeze alıp divan şiirinin bu gerçeklikle irtibatını kopardığını düşünenlere cevaben şu ifadeleri kullanır:

Bana kalırsa Divan şiiri hayattan kopuk değildir, hatta hiçbir şiir hayattan kopuk değildir, aksine hayat şiirden kopuktur! Hayat günübirliktir, bugün hayat dediğimiz yargı, yaşam, algı biçimi yarın kaybolur gider, ama şiir baki kalır! Ne hayatlar ne yaşam biçimleri, ne devirler gelir geçer ama şiir ve metin hep kalıcıdır. Şiir hayatı taşır, götürür ve bugüne getirir. Ama hayat şiirin taşıdığı hayatı kaybeder, koruyup kollayamaz!

Dursun Ali Tökel, evvela divan şiirinin asla fanteziler dünyası, hayaller manzumesi, maharetler pazarı, menfaat sağlama aracı, iktidar oyuncağı olmadığını bilakis hayata anlamını veren ve millet mefkûresini inşa eden değerlerin bir taşıyıcısı olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda dünya edebiyatının önemli isimleri ve eserleri arasında kıyaslamalar yaparak dil ve kültür bilincinin tüm milletler için hayati bir öneme sahip olduğunu vurguluyor.

Divan şiirinin soyutlamaya dayanan bir şiir olduğu yargısını, “Divan şiirinde bütün soyut söylemler muhakkak bir somut varlıkça somutlanır ki bu da okuyucunun zihninde düşüncenin daha net belirginleşmesini sağlar. Bu yüzden divan şiiri soyut değil aksine son derece somut bir şiirdir.” cümleleriyle ters yüz eden Tokel, tenzih ve teşbih dengesinin en estetik yorumunun divan şiirinde kendine hayat bulduğunu savunuyor.

Kemal Kahramanoğlu’nun “kaybolmuş paradigma” diye imlediği bakış açısının baştan sona nasıl bir insan, eşya ve tabiat algısı oluşturduğunu birçok şiire atıfta bulunarak ortaya koyuyor.

Çok daha önceden modern buluşların ya da değerlerin divan şiiri metinlerinde çokça kullanıldığını ancak bizim bundan habersiz olduğumuza ilişkin saptamaları ince bir serzenişle örneklendiren Tokel, çalar saatten, elma türlerinden, baklavadan yüzyıllar öncesinden haberdar olan ilim ve görgü sahibi şairlerin diş fırçalama gibi günlük hayatımıza sanki modern zamanlarda girdiğini varsaydığımız birçok alışkanlığı hiç yüksünmeden maharetle şiire nasıl taşıdığını okuyucusuna zaman zaman tebessüm ettirerek aktarıyor.

Hala sırrı çözülmemiş rüya mefhumu üzerinde duran Dursun Ali Tökel, İbn-i Arabi’den Ziya Paşa’ya kadar rüyanın geleneksel düşüncedeki mahiyetini yorumluyor. Divan şiiri ve şairinin İslami referanslar, tasavvufi bakış açısı ve sosyal tecrübeler ışığında toplumun terbiyesi adına üstlendiği misyona dikkat çekiyor. Güvahi’den Nabi’ye uzanan çizgide pendname/nasihatname geleneği ile modern pedagoji arasında özlü kıyaslamalarda bulunuyor.

Dursun Ali Tökel’in uzaklarda derdine şifa aradığımız birçok soruna yüzyıllar öncesinden hazır cevaplar bulması ve bu konuda cesaretli bir tavır göstermesinin önemli olduğu kanaatindeyim. Zaman zaman “Bakın, burada daha iyisi var.” vurgusu fazla mı acaba diye düşündürse de örneklemeleri, ölçülü yorumları ve samimi üslubu sayesinde bundan vazgeçiyorsunuz.

Sonuç olarak Dursun Ali Tökel, eserde baştan sona divan şiirinin toplumsal yönü ve işlevleri konusuna odaklanmıştır. Temel meseleler bağlamında divan şiirinin hayata karşı kayıtsız ve duyarsız olmadığını bilakis hayatın her bir detayına dokunmaya gayret ettiğini vurgulamıştır. Anlıyoruz ki klasik dönemde şiir üzerinden kurulan bağ modern zamanlara kadar nesilden nesile bir tecrübe aktarımını sağlamış ve devamlılığı temin etmiştir. Dursun Ali Tökel, hem şahsiyetimiz hem de toplumsal hayatımızın inşası için büyük bir hazinenin üstünde habersizce oturduğumuza dikkatlerimizi çekmek istiyor. Her geçen gün artan kayıp halkalara rağmen bir an önce neyi kaybettiğimizi hatırlamaya çağırıyor bu kitap vesilesi ile bizi.

Orhan Gazi Gökçe
twitter.com/OGGokce

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder