19 Aralık 2020 Cumartesi

Acıdan geçmeden aşka varmak

"Sevgi ortaya çıktığı zaman derin derin iç çekmeler olur."
- İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye

T. S. Eliot’un dediği gibi, Simone Weil acaba “bir azizin sahip olduğu türden deha sahibi bir kadın mıdır?” Bunun cevabı Weil’in dilimize çevrilen kitaplarının hemen hepsinde bulunabilir. Ancak sorunun dinsel bir yönü de olduğundan, bu cevaba sanırım en çok Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler adlı kitabından ulaşmak mümkündür. Peki, kitabın adında niye “Allah” geçiyor? Yahudi bir ailenin agnostik olarak yetiştirilmiş çocuğu olan, daha sonra Katolik inancını benimseyen Weil’in kitabında, Müslümanların kullandığı ismin kullanılmasının sebebi ne olabilir? Bunun cevabını çevirmen Orkun Elmacıgil’in önsözünden anlamak mümkün: “Yazarın bu eserinin ismini ‘Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler’ olarak çevirmeyi uygun gördük lakin kitabın içeriğinde daha çok Tanrı kelimesini kullandık. Bunun sebebi, Weil’in üstüne çokça eğildiği Tanrı ve insan ilişkisinde, sonradan benimsediği Katolik inancının öngördüğü Tanrı tasavvuruna bağlı kalması, buna mukabil anlattığı genel manevi öykünün, bizim medeniyet havzamızda ilahi aşk dediğimiz, üstüne büyük bir irfan ve tefekkür haznesi barındıran zihnimizdeki Allah kavramına çok daha uygun olmasındandı.” Evet, bu paragrafla aslında Weil’in kitap boyunca işlediği düşünceler en genel şekilde özetleniyor fakat biz yine de kitaba biraz değinelim.

İlk bölüm, kitaba da ismini veren Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler ismine sahip. Bu bölümde, isminde olduğu gibi düzensiz bir şekilde görüyoruz Weil’in fikirlerini. En çok üzerinde durulan konu ise Tanrı-İnsan arasındaki ilişki. Bu, yeri geliyor modern hayat ve bu hayat üzerinden insanın ‘isteme’ davranışı veya güdüsü temel alarak irdeleniyor yeri geliyor -abartı olmayacaksa- neredeyse tasavvufi bir hâlde irdeleniyor. Ben’i bende yapmak ve ilahi aşkın belirginliği, okuyucuyu tasavvufi konuların veya buna benzer konuların işlendiğini düşünmesine iten en önemli sebeplerden. Weil, Katolik bir yazar olsa da bazı düşünceleri, hatta birçok düşüncesi bir sufiden çok farklı değil. Kendini geçmiş, kendinden geçmiş, Tanrı’ya geçmek ve Tanrı’yla geçmek isteyen bir yazar için, kendi için şöyle diyor Weil: “Kaygının ve korkunun, aşka deveran etmesindeki yegâne engel ise bu ilahi aşkı kirletmeye teşne olan ‘kendilik-sevgimizdir’. Bu arızi ve kirli sevgi bizde yer ettikçe felaha eremeyiz. Mutmain olmayı öğrenmiş kimse, kendine dönmeksizin, kendinden yüce ve saf bir şey olduğunu bilendir.

"Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver onları / bana sene gerek seni demişti" Yunus Emre asırlar evvel. Bu ifade, ilahi aşkın bizim şiirimizdeki ve tasavvuf hayatımızdaki en sarih ifadesi belki de. Weil, Yunus Emre’yi okudu mu bilemem ancak onun Tanrı aşkı da, Tanrı aşkına âşık olma şeklinde tezahür ediyor. Bu aşkın sadece ‘iyilik’ çemberinde aranmaması gerektiğini söyleyen Weil bize en güzel aşk tanımlarından birini veriyor: “Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Tanrı’dan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Tanrı, işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.” Bu durum yazara göre aynı zamanda bir yolculuktur ve bu yolda Tanrı’dan başka her şeye duyulan aşkı reddetmek gerekir.

İkinci bölüm "Joe Basquet’ye Mektup" adını taşıyor. Adından da anlaşılacağı gibi, Weil’in bir dostuna yazdığı kişisel mektuptan oluşuyor sadece. Bu bölümde reel hayata biraz daha dokunan Weil, İkinci Dünya Savaşı ortamının gerçeğiyle başlıyor mektubuna. Bu mektuba ‘savaş gerçeği hakkında felsefi bir bildirge’ de diyebiliriz. Weil, savaşı, savaş hâlini bir geçiş dönemi olarak görüyor ve insan ruhunun geçiş dönemlerindeki kritiklik durumunu inceliyor. İyiye ulaşmanın yolları ve iyiliği tam bir ‘hazırbulunuşlukla’ karşılama hâli, Weil’in arkadaşlarını uyardığı en önemli konulardan. Ruhun geçiş dönemlerindeki kritikliğini ‘iyiye’ yönlendiren yazara göre, ‘razı olmak’ bu durumun en önemli noktasıdır: “Size olanlara rıza göstermenizi sağlayacak kabiliyetiniz hâlâ el değmemiş halde duruyor. İyiliğe razı olduğunuzda, kabuğunuzdan çıkacağınızı, kısa bir zamanın ardından, dışarıda olacağınızı düşünüyorum. Orada, vücudunuza saplanan bir mermi gibi o da kendini affettirecek, tüm kâinat anlamını yeniden kazanacak.” İyiler ölmez, demişti Mustafa Kutlu. Ne doğru demiş.

Bu mektup felsefi bir metin olmanın yanı sıra içinde bulunulan dünyanın hâline de değiniyor demiştim. Bu dünya elbette İkinci Dünya Savaşı’dır ve bu acımasız savaşın, kişinin ruhsal iyi olma hâline darbe indirdiği bir dünyadır. Weil, hem arkadaşlarının yaşadıkları olaylar üzerinden bir ruhsal durum tespiti yapıyor hem de kendi ruh hâli ve geçmişi hakkında bilgiler veriyor satır aralarında. Bunların en önemlilerinden biri kendi imanı hakkında olanı bence: “Tüm dikkatim yahut entelektüel çabam, adeta ertesi gün idam edilecek birinin umutsuzluğuyla yoğruluyor. 14 yaşımdan itibaren ise beni koruyup kollayan kavram ise hayatımda doğrudan yahut dolaylı bir şekilde görünür bir hale gelmese de imandı.

Rüya, hayal, mutlak kader gibi konularda da arkadaşına yaşadıkları üzerinden aktarımlar yapan yazar umut ile umutsuzluk arasında, sadece kendi için değil, ortam ve başkaları için umutsuzluğa daha yakın bir profil çiziyor. İnce bir hayal kırıklığı da sezilmiyor değil bu mektupta.

Turgut Uyar, "mutsuzluktan söz etmek istiyorum / dikey ve yatay mutsuzluktan" demişti bir şiirinde. Weil son ve en uzun denemesi olan Allah Aşkı ve Mutsuzluk adlı denemesinde çokça, mutsuzluk kavramı ve Tanrı aşkını beraber, birbiri içinde eriterek fakat Tanrı aşkını her zaman öne çıkararak inceliyor. Fiziksel kölelik ve mutsuzluk bağıntısı ve fiziksel acının getirdiği mutsuzluk durumlarıyla fikirlerini açmaya başlayan yazar acı kavramını da mutsuzluğa dâhil ediyor: “Acının sınırlarından içre, mutsuzluk da inkâr edilemez olandır. O, basit bir ağrıdan daha fazlasıdır. Ruhu ele geçirir ve onu kölelik mührüyle damgalar. Roma İmparatorluğu’ndaki haliyle kölelik mutsuzluğun ve bedbahtlığın en uç halidir. Bunu iyi bilen eskiler şöyle söylemiştir: ‘Bir insan köle olduğu zaman, ruhunun yarısını da kaybeder.” … “Burada benim bahsettiğim, çok daha uzun ve sık aralarla nükseden fiziki acılar vardır ki bu acı, esasında bir acıdan fazlası; mutsuzluğun ta kendisidir.

Bu bölümde de düşüncelerini yine dağınık bir şekilde veriyor Weil ancak tıpkı ilk bölümdeki gibi baskın bir kavram veya ana düşünce mevcut. Allah aşkını ilk bölümdeki gibi dinî, bizim dinimize benzer ifadelerle inceliyor. Bazen farkında olmadan bazı bilimlere de çatıyor fakat tabii ki bunun tek sebebi içindeki aşkın yoğunluğu. Psikoterapiye çattığı gibi.

Weil’in tasavvufa yakın düşüncelerine çok yer verdim ancak nihayetinde o bir Katolik. Katolikliğini ve o inancın gereklerini ortaya koyan düşünceler bu denemede, kitabın ilk denemesine göre çok daha fazla. Aşk kavramıyla acı kavramı arasında ilişki kurup Tanrı aşkına ulaşma çabası bunun örneklerinden. Ancak şunu ifade eden de Weil’in kendisi: “Her şeyden evvel Tanrı aşktır.

Weil’in genelde dağınık ancak bazen bir düzen içerisinde verdiği düşüncelerine bakarak şunu diyebilirim: Zamanında ülkemizde yaşasa ve bu kitaptaki çoğu fikrini bu topraklarda ifade etmiş olsaydı ona ‘yobaz’ damgası yapıştırılması işten değildi. Ancak bu düşüncelerin felsefeyle harmanlanması ortaya sağlam fikirlerin çıkmasına sebep olmuş. Albert Camuszamanımızın en büyük ruhu” demişti Weil için. Ben de zamanın en acı çeken ruhlarından biri, diyorum. Ancak bu acı çekme hâli veya hayal kırıklıkları onu bir atalete değil, daimi bir arayışa yönlendirmiş. O da bunun hakkını vererek ortaya değerli düşünceler koymuş. Weil kadar kaderci veya ‘razı olmak’, olmaya çalışmak bile ondan birçok şey alacağımızı gösterir. Yer yer Cioranvari bir karamsarlık görsek de ufukta her zaman bir ışık huzmesi görünüyor Weil’de.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder