12 Aralık 2020 Cumartesi

İnsanı insan yapan acılar

Arzu Alkan Ateş’in ikinci öykü kitabı Hayy hakkında dünyabizim.com sitesine yazdığım yazıyı, Türk Edebiyatı çok iyi bir öykücüye sahip ama maalesef farkında değil, diyerek bitirmiştim. Şimdi yazarın üçüncü öykü kitabı Mahir Efendi’nin Papağanı yayımlandı. Güzel bir haber olarak şunu söyleyebilirim ki, yazar bu kitabıyla sanırım hak ettiği ilgiyi görmeye başladı. Benim şimdiki yazıma kadar, kitabın dumanı üstünde olmasına rağmen (Eylül, 2020) eser hakkında birkaç değerlendirme yayınlandı bile. Üstelik Arzu Alkan Ateş’in bu sefer çalıştığı yayınevi, bana ve birçok kişiye göre son zamanların adından söz ettiren, bilinen bir yayınevi haline gelen Alakarga Yayıncılık. Bu yayınevinde, Türk Edebiyatı’nın iyi öykücülerinden ve romancılarından Faruk Duman’ın bulunması, bundan sonra yazarın kaderini olumlu yönde etkileyecektir.

Biçimsel olarak çok bir şey değiştirmemiş yazar kitabında. Az sayfalı fakat bol öykülü diğer kitapları gibi bu kitap da 122 sayfadan ve 25 öykü (üç bölüme ayırmış yazar öykü kısmını) ve bir son sözden oluşuyor. Az kelimeyle çok şey hissettirebilen yazarların başında geliyor Arzu Alkan Ateş. Bu yüzden on sayfalık öyküleri de iki sayfalık öyküleri de derinlik açısından birbirinden çok farklı değil (nitelik olarak uçurum olmasa da ufak tefek farklar var öyküler arasında).

Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı şey toplumdaki aksaklıkları çok iyi gözlemleyip bunu kendine özgü bir öykü diliyle okura aktarabilmesiydi. Bunu yazarın daha önceki kitapları hakkında yazdığım yazılarda da belirtmiştim. Bu yeni kitabında, kendine has öykü dilini koruduğunu ancak tematik arayışlara girdiğini görüyoruz yazarın. Bir kere perde arkasından dünyaya bakması devam ediyor ancak baktığı yer biraz daha değişmiş. Toplumun genelindense biraz daha insan tekine yöneltmiş kamerasını Arzu Alkan Ateş. Bu insan teki için ise çocuk kahramanları tercih etmiş. Doğal olarak da çocukluk; çocuk gözüyle kişi ve olaylara bakma, çocuk gözüyle mekânın ruhunu anlamaya çalışma bu öykülerde kendine daha çok yer buluyor. İki çocuğun kahraman olarak görüldüğü, onların kitabı yönlendirdiği, asıl kahraman onlar olmasa bile onların gözlerinden bir şeylerin anlatıldığı bir kitap bu. Elbette toplumsal aksaklıklara veya çıkmazlara yine değiniyor yazar fakat bu durum diğer kitaplarındaki gibi keskin uçlarda -eskisi kadar- dolaşmıyor. Biraz daha içe kapalı biraz daha suskun bir kitap sanki bu.

Yazarın bu seferki kahramanları yine çeşitli ancak hemen hemen bütün kahramanlar iki çocuğa değiyor demiştim. Bu çocukların büyümeleri öykü öykü izlenebilen bir yol çiziyor okuyucunun önüne. Çizgisel bir hatta gidiyor diyebiliriz kitap için. En sonda da çocukların lise döneminde sonlanıyor Mahir Efendi’nin Papağanı. (Son sözü dâhil etmezsek) İnsanın büyümesini kötülük kavramı üzerinden işleyen yazar çocukluk dönemini de dikkate alarak kötülün içinden bir nahiflik de çıkarmıyor değil: “İşte o günden sonraki günlerde elimize tutuşturulan çorbayı kuş evin bahçesindeki erik ağacının dibine döktük. Bu bilerek yaptığımız ilk kötülüktü. Demek büyümeye başlamıştık.

Bu kitaba öykü kitabı demek, evet çok doğru. Zaten kitabın kapağında da tür olarak öykü isminin yer aldığını görebiliyoruz ancak ben bu kitaba, belki itirazlar gelecek olsa da, novella demeyi de öneriyorum. Çünkü bu kitap, çoğu öykünün kahramanlarının ortak olduğu, genel anlamda öyküler arasında bir süreklilik içeren bir kitap. Öyküleri tek tek okuduğumuzda da bir anlam yakalayabiliriz ancak bir bütün halinde baktığımızda daha derli toplu bir şey çıkacaktır karşımıza. Kıl Haydar, Kızgınların Kemal, Hatmi Nine, Rüçhan Öğretmen gibi karakterlerin yanı sıra mekân olarak da genel olarak ortak bir yerden bahsediyor Mahir Efendi’nin Papağanı: Kuş Ev. Çoğu öykünün kameramanı olan çocuklar da ortak olunca bana küçük bir roman havası vermedi değil bu kitap. Türk Edebiyatı’nda benim okuduklarım arasında iki eserle benzeşim gösterdiğini söyleyebilirim. Bunlardan biri Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları diğeri de Barış Bıçakçı’nın Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabı. Uzun Çarşının Uluları’na tematik ve mekânsal benzerlikler yönünden, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’ye ise kahramanların hayatlarının birbirine değerek devam etmesi yönünden benzediğini düşünüyorum (örneğin, Uzluların Bey Amcası’nın bir öyküde yan karakterken öbüründe ana karaktere dönüşmesi gibi). Elbette biçimsel olarak bu iki kitabın aynısıdır diyemem; hatta bu iki kitap bile birbirinin aynısı değildir. Ancak Arzu Alkan Ateş’in kitabı bu iki eseri de andırabilen bir şekilde kurgulanmış. Ben bunun esere canlılık kattığını düşünüyorum.

Anlatımın zaman zaman denemeye yaklaştığı kitapta (ki yazarın belirgin üslûbundan biridir bu) öyküler birçok kez düşle gerçek arasında, gerçeküstü ögelerle gerçeğin birlikte kullanıldığı bir hâle bürünebiliyor. Ancak Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı ve bence öykülerinin değerini yükselten şeylerden biri burada devreye giriyor. Ne kadar düşsel bir anlatıma kaysa bile öyküler küçük bir yerden de olsa zemine basıyor. Bu da yazarı, son zamanlarda sayıları artan ve deneme mi yoksa öykü mü yazdığı belli olmayan, tamamen soyut bir dünyada okurlarını gezdirmeye çalışan yazarlardan ayırıyor. Küçük bir kısmın toprağa değmesi dahi yetiyor öyküleri anlamlandırmaya. Yazar yer yer halk anlatısına dönüşen bir dil kullansa da temel özelliklerinden biri hâline gelen bu durumda dengeyi kurmayı çok iyi başarmış.

Arzu Alkan Ateş öykülerinde mutlu şeylerden bahsetmiyor. Bu kitabında da diğer kitaplarında olduğu gibi acıdan, kederden bahsediyor. Fakat bu acı insanı insan yapan acılardan. Diğer iki öykü kitabına nazaran daha çok insan tekine odaklanıyor demiştim bu kitabı için. Böyle olunca da toplumsal acılardan veya toplumun aksamasına neden olacak acılardan ziyade insanın bireysel olarak yaşadığı, kişiyi insan yapan acılar ön plana çıkmış: “Acı tarif edilebilir mi? Hatmi Nene olsa, acı insan olduğumuzu unutmayalım, diye Tanrı’nın biz kullarına sunduğu bir lütuftur, derdi.

Bir övgü de yayınevine söylemeden olmaz. Çok titiz bir çalışma gerçekleştirilmiş kitabın kapağından iç düzenine kadar. Özellikle dil bilgisi hatası olmaması ve bir öykü kitabı için olabilecek en sade bir kapakla eseri okuyucuya sunmak, yine son zamanlarda pek görmediğimiz bir şeydi. Alakarga hem nitelikli eserlerle (yerli-yabancı) hem de titiz çalışmasıyla iyi yönde ilerliyor.

Arzu Alkan Ateş öykü serüvenine iyi bir kitapla devam ediyor. Mahir Efendi’nin Papağanı ve yazarın diğer iki öykü kitabı, Ateş’in bundan sonraki edebî yolculuğuna referans olabilecek düzeyde iyi eserler.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

8 Aralık 2020 Salı

Sıradan ve sürüden olmamak

Hayatta esas olan tekâmüldür. İnsanın tekâmülü ise ibret ve öğüt almasıyla mümkündür. Geçmekte olduğumuz yollardan daha önce geçmiş olanlar, çektiğimiz acıları daha önce çekmiş olanlar, verdiğimiz mücadeleyi daha önce vermiş olanlar; tecrübeleriyle bize yol gösterebilir ya da örnek teşkil edebilir. Her ne kadar, “Bir musibet bin nasihatten evlâdır.” denilmişse de ehlinden dinlenen öğüt, yürüyeceğimiz yolları aydınlatacak bir fener görevi görür; yeter ki gönül kulağıyla dinleyelim. Prof. Dr. Haluk Dursun, gençlere gönül diliyle sesleniyor ve onu gönül kulağıyla dinleyenlere bir yol aydınlığı sunuyor Gençlerle Hayat Bilgisi kitabında. 

Haluk Hoca, yıllarca bürokrasinin en tepesinde çalışmış, ömrünü vatanına ve milletine hizmete adamış, çalışma azmiyle dolu, öğrenmeye ve öğretmeye doymayan, sürekli pozitif, disiplinli ve kararlı bir karakter olarak bir ömre sığdırılması zor görünen pek çok işi başararak gençlere en baştan güçlü bir örnek teşkil ediyor. Bununla da yetinmeyip her fırsatta bir şeyler anlatmanın ve birilerine faydalı olmanın yolunu buluyor. Bu konuda sosyal medyayı dahi kullanmaktan geri kalmıyor. Gençlerle Hayat Bilgisi kitabında yer alan yazıların bir kısmı da sosyal medyadaki paylaşımlarından oluşuyor.

Bize hep, “Hocalarınızın sözünü dinleyin!” dediler ama sözünü dinlediğimiz hocalarımız, “Ben sizinle bir hoca olarak konuşmuyorum…” diye başladı söze. Sözün tam da burasında “halden anlayan hoca” dediğimiz tanım imdadımıza yetişiyor. Haluk Hoca da kitabın giriş bölümünde; “Sevgili Gençler, size bir bürokrat, profesör, öğretim üyesi sıfatıyla değil bir ağabey kimliğiyle seslenmek istiyorum.” diyerek halden anlayan öğretmen olduğunu gösteriyor.

Genel olarak kendi deneyimleri ve gözlemlerinden hareketle gençlerin vatanlarına ve milletlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmek ve toplumsal barışa katkı sağlamak ve bireysel gelişimlerini tamamlamak için kazanmaları gerektiğini düşündüğü davranışları kendine has mizahî bir üslupla sıralıyor. Öğretmekten ziyade göstermek ve uyarmak amacını taşıyor. Gençlere sahip olmaları gereken hasletleri sıralarken içten içe gençleri ne denli önemsediğini ve onlar için üzüldüğünü görebiliyoruz.

Gençlerde Ne olmalı” başlıklı ilk yazıda gençlerde olması gerektiğini düşündüğü özellikleri özetle şöyle sıralıyor: meraklı olun, bir merakınız olsun, soru sormaktan çekinmeyin, öğrenmeye doymayın, takipçi olun, işlerinizi önem sırasına göre dizin, danışın, zamanlama konusunda dikkatli olun, hafızanıza güvenmeyin, not alın, randevulara vaktinde gidin, bilgi sahibi olmadan yorum yapmayın, gözlem ruhuna sahip olun, çözüm odaklı olun, insan kıymeti bilin, eleştiriye açık olun, gündelik siyasi çekişmeler sizi esir almasın, şükrü ihmal etmeyin, Allah’a şükredin, insanlara teşekkür edin.

Eğitime Devam” başlıklı yazıda şöyle diyor Haluk Hoca: “Sıradan ve sürüden olmayan, meraklı, özverili, bağımsız gençler yetiştiren, bir sistemi kastediyorum. Bunu başarmanın en önemli ve tek yolu ise çok basit: Değerli, fedakâr, okuyan ve kendini geliştiren yani idealist öğretmenler yetiştirmek; öğretmenlerin sayısını değil saygınlığını artırmak.”. Bu ifadeyle hem öğrencilere hem de öğretmenlere bir vizyon çizerken toplum ve öğrenci nazarında öğretmenin tanımının yeniden yapılması gerektiğini de hatırlatıyor.

Hayatımızdaki insanların kıymetini bilmemiz gerektiğini ve onları duyduğumuz sevgiyi zamanında göstermemiz gerektiğini özellikle vurguluyor hocamız. “Kitap okunur, mekân görülür. Adam gitti mi gelmez…”diyerek buna dikkat çekiyor. “Kiminle musahip olalım?” diye soruyor bir yazısında ve insan hayatında sohbetin ehemmiyetine dikkat çekiyor. “Musahipsiz kalmayınız. Kendinize doğru musahipler bulunuz.” diyerek bitiriyor yazısını. Musahip, sohbet ehli demektir. Sahabe sözcüğü de aynı kökten gelir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) sohbet meclisinde bulunanlar İslam nurunu yedi düvele yaymış ve binlerce yıldır yanan bu ateşin bir vesile olmuşlardır. Doğru sohbet arkadaşları bizi de güzel ve kutlu işlere taşıyacaktır.

Sadece gençlere seslenmiyor Haluk Hoca; İstanbul ekseninde şehirlerin yaşanılmaz hale gelişini eleştiriyor, kültür mirasımızı korumaya yönelik hükümete tavsiyelerde bulunuyor, kendi tecrübelerini aktararak yetişkinlere de yol gösteriyor. Anlattıkların onun köylü kimliğini koruduğunu, bu kimlikte bir çeşit Anadolu irfanı bulduğunu görüyoruz. Gençlere seslenirken adeta yeniden genç olmayı, daha çok çalışmayı, vatanına daha çok hizmet etmeyi arzulayan bir yürek çıkıyor karşımıza. Hem akademik başarı hem adab-ı muaşeret kuralları hem de vatanın istikbali için gençlerin kazanmasını istediği hasletleri kendi evlatlarına anlatırcasına tatlı, naif ve esprili bir dille dile getiriyor. Kitabın son bölümünde ise “Bir insanı çok sevdiğinizi nasıl anlarsınız?” diye soruyor ve “Onun yanındayken, onunla beraberken değil, onsuz kalığınızda sevginizin derecesi meydana çıkar.” diyerek cevaplıyor. Adeta bütün bir kitaptaki öğütleri evlatlarına miras bırakırcasına bitiriyor kitabı.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

7 Aralık 2020 Pazartesi

Üsküdar'ın derviş, gül, şiir yetiştireni: Mehmed Nasûhî

"Kâbe et kalbini kim puthâne sansınlar seni
Beyt-i akla girme kim divâne sansınlar seni."
- Mehmed Nasûhî

Ömer Fuâdî
'nin Nefs Eğitimi ve yine kendisinin Şâbân-ı Velî'ye dair derlemiş olduğu menkıbeleri (Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı Velî) ele alan kitapları daha evvel incelemiştik. Bu kez yine Halvetî-Şâbânî ekolünün bir temsilcisi olan, bilhassa şiirleriyle nice gönlü tevhid nuruna daldıran Üsküdarlı Mehmed Nasûhî'nin bir kitabına temas edeceğiz. Öncesinde hazretin hayatından bahsetmeliyiz.

Mehmed Nasûhî, 1648'de Üsküdar'ın Toygar Tepe'sindeki Bulgurlu Mescidi civarında dünyaya gelmiş. Babası Seyyid Nasûhî bin İhtiyâreddin Bey, bir Osmanlı sipahisi. Annesi Afîfe Hanım, hazret henüz altı yaşlarındayken vefat etmiş. Nasûhî Efendi, medrese tahsilinden bir süre sonra gönlüne Hakk aşkı düşünce tasavvufa meyletmiş. Nihayet Atîk Vâlide Tekkesi'nde irşad hizmetinde olan zamanın büyük velîlerinden, Karabaş Velî'ye intisab etmiş. Niyâzî-i Mısrî'nin çağdaşı olan bu büyük zât da tıpkı onunu gibi Limni'ye sürgüne gönderilmiş. Asıl adı Ali olmasına rağmen halk arasında manevî hâllerinin yüceliğinden Alâeddin, boyunun uzun oluşu sebebiyle Atvel lakaplarıyla bilinirmiş. Şâbâniyye ekolünün siyah mürşid tâc-ı şerifiyle dolaştığı için bir diğer lakabı da Karabaş. Kendisi Şâbâniyye erkânı içinde yaptığı yeniliklerden ötürü Pîr-i Sânî olarak tanınmıştır.

Nasûhî Efendi, hazrete bağlandıktan hemen sonra manevî hayatında büyük kabiliyetler gösterip seyr u sülûkunu on iki sene hizmetin sonrasında tamamlamış ve henüz otuz yaşına varmadan hilafet alarak Mudurnu'daki Sun‘ullah Efendi Zâviyesi gönderilmiş. Burada halkı irşad ve tekke şeyhliği görevini sürdürürken Karabaş Velî'nin Limni'ye sürgüne gönderilmesiyle ona hizmet için ardından gitmiş. Bazı kaynaklara göre, o yıllarda Limni'de sürgünde olan bir başka büyük velî Niyâzî-i Mısrî'ye de hizmet etmiş ve onun duasını almış. Limni'den dönüşünde tekrar Mudurnu'daki zaviyede ikamet eden Nasûhî Efendi, Karabaş Velî'nin 1686'da hac dönüşü Kahire'de vefatı üzerine zaviyeye Abdullah Rüşdî'yi halife bırakarak, Üsküdar Doğancılar'da kendisi adına yaptırdığı tekkede irşad makamına geçmiş. Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre 1705 senesinde III. Ahmed tarafından Eyüp Sultan Camii kürsü şeyhliğine tayin edilmiş. Otuz küsur sene irşâd postunda kalarak nice dervişler yetiştiren Nasûhî Efendi, 14 Ağustos 1718'de vefat etmiş, dergâhın hazîresine defnedilmiş. Sonradan buraya bir türbe inşa edilmiş. Türbenin niyaz penceresinde sonradan Ümmî Sinan Dergâhı şeyhliği yapacak olan şair Zekâî'nin şu beyit yazar: "Makām-ı evliyâdır menba-ı feyz ü fütûhîdir / Edeble dâhil ol sûfî bu dergâh-ı Nasûhî’dir."

Gençliğinde zahirî ilimler üzerine tahsil görmesi ve akabinde derinleşerek Kur'an-ı Kerim'den birçok sûrenin tefsirini yapması, Nasûhî Efendi'yi pek çok kitabın müellifi hâline getirmiştir. Mü'min, Nûr, Furkân, Şuarâ, Nahl, Kasâs, Ankebut, Yâsîn, Saffât, Sâd ve Zümer surelerini tefsir etmiş olan hazret, Şerh-i Kasîde-i Mevlanâ ve Şerh-i Kasîde-i Niyâzî ile birlikte pek çok risâle de kaleme almıştır. Bu yazıda bahse konu olan kitabı ise Risâle-i Fahriyye adıyla bilinen, hazretin seyr u sülûk esaslarını ele aldığı, Beşiktaş'ta medfun bulunan halifesi Fahreddin Efendi'nin sorularına verdiği cevaplardan oluşan er-Risâletu'r-Ruşdiyye Fî't-Tarîkati'l-Ahmediyye'dir. H Yayınları'nın Tasavvuf Eğitiminde Nefs / Tevhîd / Zât ismiyle neşrettiği eseri Mustafa Tatcı ve Musa Yıldız hazırlamıştır. Eser; mukaddime, üç fasıl ve hâtimeden oluşur.

Nasûhî Efendi eserinin mukaddime bölümünde bir insanın kamil mürşide olan ihtiyacını vurgular. Bir mürşide bağlanmayı telakkun-telkîn kavramlarıyla yorumlayan hazret; telkin yoluyla kalpten Allah'ın dışındaki her şeyin sökülüp atılabileceğini, "meyvesi acı bir ağacı kesmeden yerine meyvesi tatlı bir ağaç dikilmez" sözüyle açıklar. Sık sık Hazreti Mevlânâ'ya atıflar yapan hazret, Allah ile sâlik arasında bir münasebet kurulacaksa bunun ancak insan-ı kamil vasıtasıyla olabileceğini söyler. Diğer yandan, her zamanda sahte ve yalancı şeyhler olabileceğinden, halifesini mühim nasihatleriyle uyarır. Sonrasında hazret, bağlı bulunduğu silsilenin erkanı üzerine beş mühim tavsiye yapar: Zikir, halvet, sükût, oruç ve uykuyu terk. Zikir nurdur, kalbi istila ederse kişiyi de nurlandırır. Halvet, duyu organlarını dışarıya kapatmayı ve kalbin kapılarını ardına kadar açmayı sağlar. Sükût boş sözlerden ve içinde Allah'a aşk olmayan muhabbetten kişiyi korur, böylece gaflete duvar örülür. Oruç, kalbi hırstan uzaklaştırır ve talibi Allah ile buluşmaya yakınlaştırır. Uykuyu terk için evvela yemeği -özellikle yağları ve etleri- azaltmak lâzımdır, akabinde devamlı abdestli olunmalı ve doğru söz, doğru davranış üzere yaşanmalıdır. Nihayet uyku yerine ibadeti ve tefekkürü seçen derviş; ilme’l-yakîn, ayne'l-yakîn ve Hakka’l-yakîn ile hakiki bilgiye, kesinlik açısından en doğru bilgiye vasıl olur. Mühim olan en önemli şey, dervişin neyi istediğidir. Nasûhî Efendi burada bir hadis nakleder:

"İki adam eşit derecede ibadet ediyorlardı. Cennete girdiklerinde onlardan birisi yüksek bir makama getirildi. Diğeri sordu: 'Allah'ım onu benden üstün bir makama niye getirdin? O, dünyada benden daha çok ibadet etmemişti...' Allah o adama: 'O, benden yüksek makamlar istiyordu. Sen ise ateşten kurtulmak istiyordun. Ben de herkese istediğini verdim' buyurdu."

Mevlânâ Hazretleri, "Bir kuyudan her gün toprak kazarsan, sonunda temiz suya ulaşırsın" der. Bu nasihat, dervişin gayret kemerine sarılması gerektiğini gösterir. Nasûhî Efendi, halifesi Fahreddin Efendi'ye daima bunu hatırlatır. Derviş gerekirse tecritten bile kaçınmamalıdır. Allah'ın emrine daima teslim olmalı, mürşidlere daima saygı göstermeli ve onları sevmelidir. Ne kadar şey öğrenirse ve lezzetine erişirse erişsin, dilini bağlamalıdır: "Bilgi iddiasının karanlığı, kalbin nurunu söndürür."

Eserin devamında nefsi bilme, tevhidin bilinmesi ve ilâhi nesebin (zât) bilinmesi gibi son derece hassas konular yer alıyor. Nasûhî Efendi bu bölümleri az ama öz söyleyerek izah ediyor. Fazlasının okumayla değil zevk edinerek öğrenilebileceğini ve bunun da anlatılmasının güç yahut gereksiz olduğunu söylüyor. Fakir, bir paragraf var ki kitabın özeti olduğunu düşünüyorum. Elbette sadece kitabın değil; iyi bir kul, sağlam bir derviş ve Allah adamı olmanın da formülü sanki. Aşk ile buyurun:

"Halil İbrahim yatağında bir saat istirahat ettiğinden, ona 'kalk ve oğlunu kurban et' denildi. Yakûb, Yûsuf ile bir saat buluşmasına sevindiği için kırk sene hüzün evine hapis oldu. Yûsuf, bir gün güzelliğine bakarak 'şayet bir köle olsaydım değerim acaba ne olurdu?' dediğinden çok az bir değere satıldı ve yıllarca zindanlarda kaldı. Musâ kendisini zamanın en iyi bileni zannettiğinden, ilmi ve faziletiyle gururlandığından Hızır ile imtihan edildi. Hâsılı, kim Allah'tan başkasından uzaklaşır ve Allah'a yönelirse Allah'ın lütfuna ve şefkatine nail olur."

Eserin hâtime (sonuç) bölümünde çok ciddi uyarılarda bulunuyor hazret. Her insana ve her şeye kemâl nazarıyla; nefsine küçümseyerek, eksik olduğunu bilerek ve hor görerek bak diyor. Dünyaya meyledenin dünya ile gururlanacağını, dolayısıyla da Allah katında hakir ve zelil olacağını söylüyor. Cömert olmayı nasihat ediyor. Doğrunun peşinden gidenin iyiliğe (birr) kavuşacağını hatırlatıyor. Yol kesiciler konusunda ikaz ediyor. Postnişîn olmanın on beş adabını sıralıyor ki bugün kendine mürşid arayan herkesin bu bölüme dikkat etmesi gerekiyor. Hakiki velîlerin Allah'ın en büyük ayetleri ve en mükemmel delilleri olduğunu söylüyor.

Kendine mahsus güller yetiştiren (Nasûhî gülü) ve daima muhabbeti nasihat eden bir mürşid imiş Mehmed Nasûhî Efendi: Allah'a muhabbet, velilere muhabbet, insana muhabbet...

Mevlâmızdan tüm taliplerin manevî derecelerini yükseltmesini, böyle güzide eserleri yalnız okumayı değil zevk etmeyi de nasip etmesini niyaz ederim. Amin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Aralık 2020 Perşembe

İnsan, var olmak için mücadele etmelidir

İhtiyarlık, bir imtihan ve yüzleşmedir. İnsan geçmişiyle, yaptıkları ve yapamadıklarıyla yüzleşmek zorundadır. Bu yüzleşmede hayatın içinde kendini konumlandırdığı yeri koruyup koruyamadığının da imtihanını verir. Tıpkı sürü lideri olan alfanın kendi liderliğine baş kaldıran gençlerle ölümcül bir savaşa girmesi gibi yaşlanan insan da kendi gerçekliğini savunmak için kendisiyle alay etmeye başlayan insanlara karşı amansız bir mücadeleye girer. Şöyle bir farkla ki bu sefer mücadele kendi kendisiyledir. Gücünü, kudretini, zekâsını ve saygınlığını koruduğunu önce kendine kanıtlamalıdır. Böylece “yaşlı kurt” payesini alabilir ve ihtiyarlığını onurlu bir şekilde yaşayabilir. Aksi takdirde bir köşeye atılmış “sünepe” muamele görmekten kendini kurtaramaz. 

Santiago, yaşlı bir denizcidir. Gençliğinde güçlü bir adamdır. Bilek güreşinde istediği herkesi yenebileceğini ve en zor avlardan alnının akıyla çıkarak maharetini herkese kanıtlamıştır. Her insan gibi hayata dair zevkleri ve uğraşları vardır ama ihtiyarlık bu zevkleri yavaş yavaş elinden almıştır. Hatta neredeyse üç aydır denizden eli boş dönmektedir. Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz'de Santiago’nun kendini kanıtlayışını ve bir devrin kaçınılmaz sonunu gözler önüne seriyor. Hikâyedeki Santiago, bizzat “insan”ın kendisiyken okyanus hayatın bütün zorluklarını ve hayatta kalmak için vermek zorunda olduğumuz mücadeleyi simgeliyor. Küçük çocuk Santiago’nun en önemli motivasyon kaynağı olmasına rağmen o da ailevi nedenlerden ötürü Santiago’nun yanından ayrılıyor.

Yaşlı adam, seksen dört günün sonunda belki de son kez balığa çıkarken hayatı boyunca kazandığı ve onu o yapan bütün hünerini ortaya koyarak insanlar arasında hak ettiği yeri yeniden kazanmaya kararlıdır. Kendisiyle alay eden diğer balıkçıları umursamadan sadece hedefine odaklanır ve gidebileceği kadar uzağa gidip herkesin saygı duyacağı büyüklükte bir balık yakalayacaktır. Bu iş için inancından başka pek bir hazırlığı da yoktur. Beklediği büyük balık oltasına yakalanana kadar da bunları dert etmez. Ne zaman ki balıkla baş başa kalır, işte o zaman 'keşke'ler devreye girer. İnsan da tıpkı bu hikâyede olduğu gibi hakikatin yumruğunu yemeden nelerden pişman olması gerektiğini düşünmez. Hakikat ancak bir silkelenmeden sonra idrak edilir. İşte yaşlı adam bu silkelenmenin ardından balığı yakalamak ve kıyıya götürmek uğruna hayatını ortaya koyar.

Yaşlı adamın tecrübesi sayesinde balığı yakalayıp teknesine bağlasa da hesaba katması gereken başka bir gerçek daha vardır. Köpek balıkları kanın kokusu alıp balıkçının peşine düşerler. Elinde bulunan sınırlı silahı kullanarak ilk gelenleri püskürtmesine rağmen köpek balıkları akın akın gelmeye devam eder ve nihayet kıyıya vardığında elinde balığın sivri burnu ve kafası kalır. Yaşlı adam kendini kanıtlamış ve insanların saygısını kazanmıştır ama yaşlanmış olduğunu, yalnız başına bir şeyleri başaramayacağını da kabul etmiştir artık. Yazar, Santiago’ya saygı duymakla beraber hayatın gerçekliğini galip ilan etmiştir.

Yaşlı adam, denizde kaldığı üç gün boyunca hayatını sorgular ve günahlarıyla yüzleşir. Hayatın anlamını ve hayatı boyunca yaptığı seçimleri sorgular. Sanki hayatının -en azından onu Denizci Santiago olarak hayatın içinde var eden gerçeğin- sonuna geldiğinin farkına varmış gibi kendi varlığına ve geçmişine bir anlam arayışı içindedir. Geceleri kıyıdan gelen ışıklar onu devam eden hayata dair düşünmeye sevk ediyor. Kıyıdan uzaklaştıkça sanki yavaş yavaş hayattan da uzaklaşıyor yaşlı adam. Bu noktada kendi kendine ve oltanın ucuna konan kuşla konuşmaya başlıyor. Kuşla konuşmak ona hata yaptırıyor ve bu hata pahalıya patlıyor. Eskiden iyi bir Amerikan futbolu izleyicisi iken artık maç sonuçlarını bile günler sonra öğrenebiliyor. Bütün bunlar yaşlı adamın hayatın dışına itilmeye başladığının göstergeleri.

İnsan, var olmak için mücadele etmelidir. Mücadele azmini yitirdiği an köşesine çekilmekten ve başka insanların insafına güvenmekten başka yapacağı bir şey kalmaz. Yaşlı adam bize bu mücadele azmini gösteriyor. Küçük çocuk, yaşlı adamı hayata bağlayan en önemli unsur olarak görünüyor. Genç ve güçlüyken biriktirdiğimiz dostluklar ve sergilediğimiz onurlu davranışlar hayat mücadelesinin sonuna geldiğimizde karşılık bulurlar.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

2 Aralık 2020 Çarşamba

Unutmak istiyorsan, önce hatırlayacaksın

"Heyhat, hepimiz unutmayı becerecek kadar şanslı değiliz."
- Nermin Yıldırım, Unutma Dersleri

Bak Feribe,

Er ya da geç hepimizin bir şekilde unutmak için başvuracağı yöntemleri, başaramazsak, hatırlamamaya gayret edeceği dertleri olacak. Dertleri, anıları, aklın ve aşkın işveleri, cilveleri, bereket ki arkasından gelecek hüsranları olacak. Unutmaya çabalayacağız, biliyorsun. Akıl-kalp-vicdan koalisyonuyla girişeceğimiz bu çabanın neticesinde yaşamımız türbülansa girecek, şöyle bir sarsılacağız. Yetmezse, olur da içimizin kuyruğu dik ordusu seferden mağlup dönerse -ki bu hep böyledir, yeni bir yol bizi bekliyor olacak: unutmak için hatırlamak!

Bundan dört asır önce, insanlığın onuru ve haysiyetine uygun olarak kımıldayan Shakespeare’i hatırla, Feribe. Atinalı Timon’da, ufak bir güç karşısında eğilip bükülenler adına “onurdur benim için,” demişti, “dövüşmek kötü devletlerle.” Hatırlıyorsun, değil mi? İçimizde koca bir kenti öldürecek kuraklık taşıyoruz, Feribe. Ama olsun, herkes ölür, iyiler bile. İçimiz kuraksa, farklı coğrafyalarda benzer şekilde kırılıyorsak eğer kötülerle dövüşmek onurdur bizim için de. Bu yüzden Feribe, bu yüzden, unutacağız. Herkes gibi, bütün mağluplar gibi eve döneceğiz. Aklı incitmeden, yıkım ve felaketimizi de alarak döneceğiz. Unutacağız, Feribe, önce hatırlayacak, sonra bir güzel unutacağız. Neleri unutmuyor ki insan.

İlk kez unuttuğumda on sekiz yaşımdaydım, Feribe.

Sen bu hallere düşecek adam mıydın, dediğimde tam da o hallerdeydim. Bahtıma her şeyin kırılganı düşmüştü diyordun, haklısın, kuşku çağımda ben de öyleydim. Gökten yere yağmur olarak insem havada kururdum. Güneş olsam üşür, şahken şahbaz olurdum. Diyebilirim ki Feribe, duygular benden değil, ben duygularımdan oluşuyordum. Ama ne oldu, her şey geçip gittiğinde yanımda yine kendim kaldı, Feribe. Üzerime oturan bir kıyafet gibi sarmamıştı beni hayatımdan çıkardıklarım. Unutmak zorundaydım ve unutmak ortada bir hezimeti ikiye üleşmek gerektiğinde tek başına onu üstlenmek gibiydi. On sekizimde, yirmi ikimde, yirmi beş ve yirmi sekizimde Feribe, beni de arkamdan vurdular, ama edebimle öldüm. Sen de öleceksin. Ölmeden önce bir güzel öleceksin. Kaybolan yıllarımızın hesabını yan masadan ödemiyorlar, Feribe!

Kendinden öte kaçacak bir yerin yok, Feribe.

Bir kitap okumuştum. Babaya Mektup'ta, Kafka’nın kitabı, dünya haritasının üzerine boylu boyunca uzanan bir baba vardı. Yüzleşmekten ziyade, yüzleşmek zorunda olduğunu bilmeyen bir babaydı. Mümkündür, belki de bize Oedipus kompleksini hatırlatıyordu, yine de hatırlattığı ilk şey kaçacak bir yerin olmadığıydı. Çünkü oğlu kaçmak, bir mümkünü bir başka imkânsızlıkla doldurmaya çalışmak istiyordu. Ama nereye kaçacaktı, Feribe? Haritada yer mi kalmıştı. Dahası, tut ki kendinden kaçtın, içindeki harita kadar değil misin? Belki de uzandığı hudutlar kadardır babanın da kaçışı. Ne baba kendinden ne de oğul babadan kaçabilir, Feribe. “Etkin bir unutma,” der Deleuze, “belleğin kuvvetinden daha yeğdir.” Öyledir, Feribe.

Tahammül, o intihar ve neredeyse ölecek olan duygu. Ölmesin isteriz ama, bazen de ölsün isteriz. Durmak, dayanmak, kabullenişin adı ya tahammül, bu değil söylediğim, Feribe, bu hiç değil. İnsanı alıp yalnızca dünyanın üzücü tarafına oturtan Nietzsche’yi belki de yalnızca burada tasvip etmiyorum. Kendisine yuva yapan ve oradan ayrılmayan herkesten, her şeyden uzaklaştım, Feribe. Uzak durdum. Yüklerinden kurtulamadığından, artık kendisi de koca bir yükten farksızdır oradakiler. Oysa toprağı darbeleyen, yeni yollar arayan, kazan, ilerleyen, kaçış formülasyonunu yeni başlangıçlar üzerine kuran köstebeği ben de onurlu bulurum. Ölümden kaçış yok, değil mi Feribe? Bilirim, yok, fakat ölümün hızına müdahale edebiliriz. Şekliyle oynamalar, arsızlıklar veya onurlu dokunuşlar yapabiliriz. Bu yüzden Feribe, her şey durulduğunda acısı dinmeyen o yumruk büyüklüğündekini kurtarmak, şakaklarının arasına yerleşen kıvrımlı saksıyı çalıştırmak, içine çiçekler ekmek zorundasın. Bağlanmak, toplumsal bir sıkıntıdır, Feribe!

Dinle Feribe,

Ayağa kalkacaksın. İçinden yükselen bir sesle, hem de kendinden başkasına benzemeyen bir sesle, olanı biteni itiraf edeceksin. Hatırlayacaksın, Feribe! Unutmak istiyorsan, önce hatırlayacaksın. Denedin, biliyorum fakat derslerine, unutma derslerine daha sıkı sarılacaksın. 21 Aralık yetişkinlik hayatının hissedilen en uzun gecesi diyenler halt etmiş, evet, çünkü doğru bir unutma, doğru bir hatırlamanın evladıdır Feribe. 21 Aralık değil, ayağa kalkınca, 21 Haziranı kutlayacağız, Feribe!

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

1 Aralık 2020 Salı

Asırlardır dertlere derman olan mânâ eri: Şâbân-ı Velî

"Her marîz-i cehl olana şerbet-i irfân verir
Çaresizler derdine dermân imiş Şâbân Dede."

- Kastamonulu Mahvî Efendi

Ömer el-Halvetî’ye nisbet edilen Halvetiyye, İslâm dünyasının en geniş tasavvuf mekteplerinden biridir. Rûşeniyye (kurucusu Dede Ömer Rûşenî, ö. 892/1487), Cemâliyye (kurucusu Cemâl-i Halvetî, ö. 899/1494), Ahmediyye (kurucusu Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin, ö. 910/1504) ve Şemsiyye (kurucusu Şemseddin Sivâsî, ö. 1006/1597) isminde dört ana kola ayrıldığı gibi bu kollardan farklı kollara ve dolayısıyla da çeşitli şubelere doğru genişlemiştir. Bir misal vermek gerekirse, Nûreddin Cerrâhî'ye nisbet edilen Cerrâhiyye yolu, Halvetiyye'nin Ramazâniyye kolunun bir şubesidir. Halvetiyye'nin yaygın kollarından biri de Şâbâniyye'dir ve kurucusu da adından anlaşılacağı gibi Şâbân-ı Velî'dir.


Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde dünyaya gelen hazret, Anadolu'yu mayalayan beş büyük velîden biridir. Bu velîleri muhakkak zikredelim: Ebu'l Hasan Harakânî, Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı VelîŞâbân-ı Velî. Bu yazıda ele alacağımız kitabın müellifi, bir önceki yazımızdaki zât-ı muhteremdir ki kendisi Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın beşinci postnişini olan Ömer Fuâdî'dir. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı Velî adına sahip olan bu kitap beş bölüme sahiptir. İlk bölümde gerçek velînin kim olduğunun bilinmesi, gerçek velîlerin tamamının olağanüstü kerâmet göstermelerinin gerekip gerekmediği konusu ele alınıyor. İkinci bölümde Şâbân-ı Velî'nin silsileri yer alıyor. Üçüncü bölümde Kastamonu Şâbân Efendi Camii yakınlarında kabri bulunan Seyyid Sünnetî Efendi'nin menkıbeleri bulunuyor. Kitabın adını oluşturan dördüncü bölüm "Kutbu'l-Aktâb, Yüce Şeyh, İnsanların ve Cinlerin Mürşidi, Cenâb-ı Şeyh Şâbân Efendi Hazretlerinin Kıymetli Menkubeleri ve Yüksek Kerâmetlerine Dairdir" başlığına sahip. Son bölüm ise menkıbe okumayı seven herkes için bir hayli zengin. Bu bölümde Şâbân Efendi'den sonra irşâd için posta geçen dört halifesinin menkıbeleri yer alıyor. Bu halifelerin isimleri şöyle: Osman Efendi, Hayreddin Efendi, Abdülbâkî Efendi, Muhyiddin Efendi. Müellif Ömer Fuâdî malumunuz olduğu gibi Muhyiddin Efendi'den sonra posta geçen muhterem. Dolayısıyla elimizdeki metnin, o dönemin tasavvufî iklimini harikulade biçimde anlattığını söyleyebiliriz.

Annesini ve babasını küçük yaşta kaybeden Şâbân-ı Velî, memleketi Kastamonu'da tefsir ve hadis dersleri okuyup, okutma icazeti aldıktan sonra İstanbul'a gider. Burada on yıla yakın bir süre boyunca yine ilimle meşgul olur; Kur’ân-ı Kerîm, tefsir ve hadis üzerine çalışmaya devam eder. Gönlüne "hakikat mertebelerini tekmil etmenin ilahi cezbesi" düşer ve "bunca öğrendiği ilmin aslı ve maksadı olan ledünnî ilim ve tasavvufa da tâlib" olur. Durumunu İstanbul'da bulunan bazı şeyh efendilere açar fakat bir netice alamaz. Ömer Fuâdî bu durumu "Allah indinde kendisini irşâd etmeye tayin edilmiş sultana iletilmesi için Allah bu şeyhleri onun irşâdından men etti ve hiçbirinde feyz ve teselli bulamadı" şeklinde açıklıyor. Hayret makamında gezinirken kendisine manen "asıl vatanınıza, sılanıza dönün" tembihi gelir. Henüz İstanbul'dayken, "memleketime dönerken Hayreddin Efendi'ye uğrayıp hâlimi arz edeyim" diye düşünür. Hikmet-i Hûda, arkadaşlarıyla birlikteyken yol onları Hayreddin Efendi'ye çıkarır. Şâbân Efendi o an mürşidini bulduğuna inanır. Ariflere, ehillere ve sâliklere malumdur ki bu iş böyledir. Mekan ve zaman önemsizleşir, onca yıl kalbin üzerine çöküveren kirler, paslar, tozlar kalkıverir, aşk çıkar meydana ve teslimiyet gerçekleşir. Nitekim Şâbân Efendi de bu vakitten sonra on iki yıl boyunca Hayreddin Tokâdî Efendi'ye hizmet eder. Sülûkunun sonunda Kastamonu'ya hilâfetle gönderilir. Sonrasındaki bir menkıbe için Fuâdî'den okuyalım:

"Ana baba bir kardeşimiz olam Yaycı Hacı Mehmed Dede rivâyet eder ki Şâbân Efendi Bolu'dan Kastamonu'ya gelirlerken Çağa isimli kasabaya uğrayıp burada bir müddet mücâhede yapmak niyeti ile Bey Mescidi'nde erbaîne niyet ettiler. Orada birkaç gün geçirdiler. Bu sırada kasaba halkı kendisini sevdi ve her konuşma kabiliyeti olana konuşmayı verip hikmetle söyleyen Kâdir Hâkim'in ilhamıyla bir kişi gelip kendisine "Sofu Dede, sen bir fakirsin. Sana geçinmek için bir sebep lazım. Yalnızlığı da seviyorsan gel sana çobanlık verelim. Hayvanlarımızı güt" dedi. Hz. Aziz onlara "Kardeşler, ben hayvanları Allah'ın emri ile güdüyorum. Öyle ki kurda aldırmayayım" diye işaret yollu cevap verdi."

Ömer Fuâdî, menkıbeleri aktarırken sülûkunu tamamlamış bir derviş ve nihayet postnişin olarak menkıbeleri okuyan herkese çeşitli uyarılarda bulunur. Bu uyarılar tasavvufî yolculuğun nasıl bereketli olacağına ve kulların kemâle nasıl erişebileceğine dairdir. Edeb ve nefsle mücadele, onun en çok üzerinde durduğu konulardır. Bazıları şöyledir:

"Ululardan ve kâmillerden utanmak ve korkmak gerekir. Çünkü âlemin kutbu olan kâmiller Allah'ın fiil ve sıfatlarını gerçekten bilirler. Onlar zâtın tecellîsine erme kuvvetleri nedeniyle feyzlerini bizzat Allah'tan alırlar ve kuvvetleri rabbânî kuvvettir."

"Azizlerin nefes ve duâları zâyi olmaz, etkisi yeri gelince ortaya çıkar, bu nedenle azizlerin nutkuna ve nefesine lâyık ve yakın olmak gerektir."

"Bir tâlib, sâdık ve istikamet sahibi, âlim ve gayret ehli olur da kendisi bir kâmil mürşid, âlim ve ârif-i billah bir aziz bulup ona tam bir teslimiyetle irşâd olursa, zâhir ve bâtını mâmur olur. Böyle kimseler balı yağa katarlar. Bunlar nur üzerine nur olurlar ve kâmiller zümresine girerler. Hem zâhir hem de bâtın ilimlerini bildiklerinden dolayı bunlar iki kanatlıdırlar. Bu kuvvetle yüce makamlara uçarlar ve güneş gibi her şeye faydaları ve ışıkları dokunur."

"Dervişte istek, himmet, yolda olmaya kasıt ve azim olmadan sırf şeyhin çokça dikkat ve himmet etmesi asla hiçbir fayda vermez.  Eğer sırf himmet ve cezbe ile irşâd olsaydı peygamberler dünya üzerinde bir tane kâfir ve münâfık bırakmazlar hepsini Müslüman ederlerdi. Kerem ehli ârifler ve yüce şeyhler olan aziz mürşid-i kâmiller ise dünya üzerinde bir tane inkârcı ve câhil koymayıp hepsini derviş ve irfân sahibi kimseler yaparlardı. Teveccühsüz, teslimsiz, sıdk ve mücâhedesiz hâl ve kemâl ele girmez."

Kastamonu'ya geldikten sonra Cemal Ağa Camii'nde inzivaya çekilen, bir süre sonra sırlı kimselerin teklifiyle Seyyid Sünnetî Mescidi'nde dönüp orada birçok defa erbain çıkaran Şâbân Efendi, mescidin şehrin dışında olması sebebiyle bazı dervişlerin onu Honsalar Camii’ne davet ricasını kabul eder. Buraya geldikten kısa bir süre sonra da Şâbân-ı Velî adıyla Kastamonu ve civarından bütün Anadolu'ya gönlündeki ilhamı, irfanı akıtır. Kerametleri dilden dile dolaşır. Gerek karada gerekse denizde başı sıkışan, Allah'a onun adıyla birlikte yakarır.

Şâbân-ı Veli ömrünün son yedi senesini halvet ve riyazet ile geçirir, dergâhından dışarı çıkmaz. Menkıbelerde yazılanlara göre onun çoğu zaman namazlarını tayy-i mekan ve tayy-i zaman tasarruflarıyla Kâbe'de kıldıkları söylenir. Hediye kabul etmeyi sevmemesi, bir takım sırlarının ifşa edilmesinden asla hoşnut olmaması, şeriat ve hakikat âdâbından taviz vermemesi bazı diğer özellikleridir. Vefat ettiği güne dair insanı son derece duygulandıran anılar, hatıralar, menkıbeler var. Kitapta ayrıca büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî ve Hacı Bayram-ı Velî sultanın vefat ettikleri günlere dair de menkıbeler var. Hepsini buraya da alalım ki aşk ile üçünü de anmış olalım.

"Hz. Aziz'in âsitânesi yakınında kazılan nûr içindeki kabirlerine defnedilmesine başlanıldığında Allah'ı zikreden zâkirlerin yüksek sesle ve güzel bir biçimde yaptıkları zikirleri ve aşk hâli kendilerini kaplamış âşık dervişlerin hây hû sesleri, ayrılık ateşinden yanan kalplerin âhlarından oluşan siyah duman, Hz. Aziz'in Allah katında makbûl olan cenâze namazı ve namazı kılan insanların duâ ve niyâzı gibi Arş'â çıktı. Hz. Aziz'in mübârek nâşı nurlu kabirlerine varmadan ve tabutu sal ağacından indirilmeden "Gerçek evliyâdır" diyerek bereketlenmek kastıyla halk sal ağacını parçaladılar ve can pâresi ile yağmaladılar. Daha mübârek bedenleri tabutun üstünde olduğu için tabutları bi parça yere doğru meyletti. Bunun hakkında "Zahm-ı sînemden okun pârelerin hep alma / dursun ilâhî sürsün hele bir pâre meded" diyerek sevgilinin okunun parçası gibi mübârek tabutlarının parçasını sînelerindeki yaraya çâre olması için bağırlarına bastılar. Daha önce anlattığımız gasil suyu ve hasırlarının parçasında olduğu gibi bu parçaları da canları gibi sakladılar. Bunların Hudâ'nın hikmeti ve evliyânın kerâmeti ile nice hastalıklara şifâ ve dertlere derman olduğu gerçekleşmiştir ve meşhurdur."

"Bâyezîd-i Bistâmî vefat ettiği gece Ebû Mûsa manasında Arş'ı taşıdığını gördü. Uyandığında bu rüyanın tabiri konusunda şaşkınlığa düştü. Hikmet-i İlahi ile aklına bu rüyanın tabirini Bâyezîd-i Bistâmî'ye sormak geldi. Bistâm'a geldiğinde Bâyezîd'in vefat etmiş olduğunu gördü. Cenazeye katılan Ebû Mûsa, halkın cenazeyi taşıma rağbeti ve izdihamdan dolayı Bâyezîd'in tabutunu tutamadı. Sonunda tabutun altına girip başı ile tabutu taşıdı. Ebû Mûsa dedi ki: Bâyezîd-i Bistâmî bana tabutun içinden seslendi ve "Rüyanda gördüğün Arş benim ki şu an başının üstünde taşıyorsun" dedi. Ebû Mûsa'nın anlattıkları ile bilindi ki Şâbân-ı Velî gibi büyüklerin cenâzesini taşımak Allah'ın arşını taşımak gibi faziletlidir."

"Hacı Bayram-ı Velî vefat ettiği gün çiftçinin biri Ankara'ya, saban demiri yaptırmaya geldi. Çarşıya varınca gördü ki dükkânlarda kimse yok. Meğer herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin cenaze namazını kılmaya gitmiş. Çiftçi de saban demirini kuşağına koydu ve Hacı Bayram'ın cenaze namazına katıldı. Namazdan sonra saban demirini yaptırmak için demirciye gitti. Demirci demiri ocağa koydu ve bir müddet ısınmasını bekledi. Çok vakit geçmesine rağmen demirin ısınmadığını gördüler. Bunun üzerine şaşırdılar ve kadı ile müftüye durumu bildirdiler. Bu hâlin hikmetini açıklama konusunda kadı ve müftü de aciz kaldı. En sonunda Hacı Bayram Sultan'ın halifelerinden leddünî ilim sahibi ve "...Tarafımızdan ona bir ilim öğrettik" ayetine mazhar olan Hızır Peygamber'in sıfatında olan bir kıymetli şahsa durumu bildirdiler. O aziz de çiftçiye "Saban demirini nereye götürdün?" diye sordu. Çiftçi de demir yanındayken Hacı Bayram-ı Velî'nin cenâze namazına katıldığını söyledi. Bunun üzerine o hâl ehli kıymetli şahıs da bu karışık işi çözdü ve "Bu durum tertemiz bir inançla Hacı Bayram-ı Velî'nin cenaze namazını kılan kimsenin, onun hürmetine cehennem ateşinde yanmayacağına işarettir" dedi."

Zaman; bunalımın, huzursuzluğun, paniğin, sıkıntının baş rol oynadığı bir zaman. Huzursuzluğun ve diğer tüm olumsuz duyguların kaynağı dünyanın bitmeyen işleridir esasında. Çünkü dünyanın işleri 'akleden kalb'i gölgeler. Erenler öyle buyurmuş: Huzursuzsan, huzurda değilsindir... Menkıbe okumak bu anlamda çok kıymetlidir, kişiyi huzursuzluktan çekip çıkarır, dünyanın işlerini hiç değilse bir süreliğine durdurur. Esas derdin ne olması gerektiğine dair hatırlatmalar yapar, kişiyi silkeler. Kişi de zaten o dertle hoşluk bulur: "Senün ‘ışkun beni bende alupdur / ne şîrîn derd bu dermândan içerü."

Mevlâmız, Şâbân-ı Velî'nin ve diğer tüm büyük velîlerin hürmetine bizlerin manevi derecelerini yükseltsin. Lütfuyla bizleri kemâl ile rızıklandırsın. Daha nice gerçek eri tanımayı ve onların hayatlarındaki ahlâk, edeb, inanç çizgisini yaşamayı nasip eylesin. Amin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Kasım 2020 Pazar

Dervişin yol azığı: aşk, samimiyet, tevekkül

"Tâ güm neşevî kemter ez güm neşevî
Ender sıfat-ı âşıkân mahrem neşevî."
(Âşıkların mesleğinde yok olmadıkça,
Onların yoluna yolcu olamazsın.)
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî

Tasavvufun gayelerinden en önemlisi, dervişe nefsiyle ruhu arasındaki dengeyi tutturup Hakk'ı bildirmektir. Bu dengenin esasını "ben" demekten vazgeçmek, yani insanın bütün imkânlarıyla kendisini bir başka insan kardeşine açabilmesidir. Dertleşmek, paylaşmak, selamlaşmak ve yardımlaşmak; hepsi birer 'ben'den vazgeçiştir.

İnsan her ne yaparsa yapsın eksiktir. Bu durumda sürekli 'ben' diyen bir insanın, eksikliğini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Benlik müptelalığı elbette bu çağa özel bir mesele değil. Bizim eski zamanlarda yaşamıyor oluşumuz, şimdiki sıkıntıların eski çağlarda yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Bir an evvel geçmiş-gelecek kıyaslamalarını bir kenara bırakıp, şimdiye odaklanmamız gerekiyor. Peki, geçmişte olduğu gibi şimdi de insanın en büyük sınavı nedir? Benlik problemidir. Savaşır gibi yaşamak, daima istemek, muhtacı görmemek, hep daha yukarıları hedeflemek ve aşağıdakilerle muhataplık kurmamak... Tüm bunlar, maneviyat açlığının demeyelim ama maneviyat eksikliğinin göstergesi elbette. Bu tip bir eksikliği gidermek için yola çıkma görevi kişinin kendisindedir. Kah mürşid-i kamillerin eserlerini okumak, kah tasavvuf sohbetlerine kulak vermek, gönül denen hâneyi mamur etmek için önemli eylemlerdir. Neticede her şey gönülde olup bitiyor. "İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir" demiş bir gönül eri. Yaşamı bu ölçüye kavuşturmak için gözlerimizi ve kalplerimizi genişletmemiz gerekiyor. Aynı gönül eri, şunları da söylüyor: "Her insan nasibi kadar uyanır ve uyandığı kadar bilgi sahibi olur. Bu durum, büyük pencereden daha fazla ışık girmesine benzer. Pencereyi büyütmeden daha fazla ışık almak mümkün değildir."

Nefsin oyunlarına akıl erdirmek güç. Onun şifrelerini çözmek daha da güç. Vaktiyle bir büyüğüm "kitap okumak aklın sırlarını çözer" demişti. Hele ki okunan kitap, kamil bir zatın elinden çıktıysa. Nefs gibi çetrefilli bir konu üzerine yazılmış bir çok tasavvuf kitabı olduğu gibi günümüzde kişisel gelişimciler ve psikologlar da kendi teçhizatlarıyla bu konuya farklı isimlerle, kavramlarla eğiliyorlar. Oysa nefsi en esaslı açıklayacak ilim, ledün ilmidir, yani tasavvuftur. 

Ömer Fuâdî (ö. 1046/1636) Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın üçüncü postnişini Abdülbâki Efendi’ye intisap etmiş, onun vefatının ardından seyrüsülûkünü dergâhın dördüncü postnişini Muhyiddin Efendi’nin yanından tamamlamış, Muhyiddin Efendi’nin vefatının ardından dergâhta postnişin olmuş bir mürşid. Kaynaklarda otuz üç yıla yakın irşad faaliyetlerini sürdürdüğü yazıyor. Ömer Fuâdî, son derece velut bir yazar olmasıyla Halvetî-Şâbânî ekolünü Anadolu coğrafyasına en çok tanıtmış zatlardan. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı VelîTürbenâme, BülbüliyyeRisâle-i Hâbiyye gibi geniş eserlerinin yanı sıra çoğu risâle hacminde olan manzum ve mensur başka eserleri de bulunuyor. Bunlardan biri, yazımızın konusunu oluşturan Muslihu’n-nefs.

İsmail Hakkı Cambaz'ın hazırladığı, Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen kitabın giriş bölümünde Ömer Fuâdî'nin hayatı, eserleri ve Muslihu’n-nefs nüshaları incelenmiş. Sonrasında hazretin risalesine geçiliyor. Risale dört bölümden oluşuyor. Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülhime ve Nefs-i Mutmainne mertebeleri, özellikle 'yola çıkmış' dervişlerin en iyi anlayacağı biçimde anlatılıyor. Mertebelerin en önemli sıfatlarını kitaptan olduğu gibi alalım ve yolculuğumuzu sürdürelim.

Nefs-i Emmâre'in sıfatları: kibir, hırs, haset, şehvet, buhul (cimrilik), hıkd (kin), gazap, hiddet.
Nefs-i Levvâme'nin sıfatları: İşret (içkili sohbet meclislerinde günaha dalmak), ucb (amelini beğenmek), heves, mekr (hile, aldatma), temenni (boş arzu), levm (çekiştirmek), kahır (derin acı ve üzüntü vermek).
Nefs-i Mülhime'nin sıfatları: İlim, tevâzu (alçak gönüllülük), tahammül (sıkıntılara katlanmak), sehâvet (cömertlik), istikâmet (doğruluk), kanaat (az ile yetinmek), sabır.
Nefs-i Mutmainne'nin sıfatları: Cûd (çokça cömert olmak), gam (hüzünlü olmak), zühd (takva), şükür, tevekkül (Allah'a hakkıyla güvenmek), Hüdâ'ya ibadet ve tezellül (kendini Allah'a karşı küçük görmek).
Nefs-i Râziye'nin sıfatları: Zikir (Allah'ı anmak), ihlas (samimiyet), vera (şüpheli şeylerden kaçınmak), rızâ (her haline rıza göstermek), riyazet (nefsin aşırı hazlarına set çekmek), keramet (olağanüstü durumlar göstermek), vefa (sözünde durmak).
Nefs-i Marziye'nin sıfatları: Zatullâhı (Allah'ın kendisini) görme, terk-i beşeriyyet (beşerin hayvani özelliklerini terk etmek), tahalluk bi ahlâkillâh (Allah'ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmak), tefekkür fillah (Allah hakkında derinlemesine düşüncelere dalmak), safa fi nurillâh (Allah'ın nurunda saflaşmak, berraklaşmak), tekarrub ilallâh (Allah'a yakınlaşmak), telattufta ala halkillâh (Allah'ın yarattıklarına lütuf ve nezaket ile davranmak), lika zâtullâh (Allah'ın zâtına kavuşmak, O'nunla bir olmak).

Son nefs mertebesi olan Nefs-i Kâmile, adından da anlaşıldığı gibi son mertebe. Sâlik artık kâmil sıfatını kazanır ve güzel huyları kendinde toplar. Tabiri caizse 'Allah adamı' olur. Kendi içinde bir hayli sırrı olan bu mertebeye dair hazret özellikle bir bölüm ayırmamış. Zira ona göre bir sâlik 'kudsî ruh' mertebesine kavuştuğunda artık nefis ve ruhun, hâlleri ve muktezaları bir olduğu için ortada nefs diye bir şey de kalmaz. Bunun için kudsî ruh denir. Ortaya dökülecek ve açıklanacak bir şey yoktur, yaşayan bilir, arife bir işaret kafidir der hazret.

Ömer Fuâdî, nefsin ve ruhun insan vücudunda 'evlenmiş' olsa da tıpkı karı-koca ilişkisinde olduğu gibi her ikisinin de ihtiyaçlarının ve hasletlerinin farklı olduğunu belirtiyor. Burada okuyucunun dikkatini özellikle şuraya çekmeye çalışıyor: nefs, ednâya (aşağı) ve kesrete (çokluk) meylediyor. Ruh ise âlâya (yüksek) ve vahdete (birlik) meylediyor. Ancak insanın bunu fark edebilmesi için kesinlikle bir mürşide ihtiyacı var. Mürşid, sâlikin istikametini çizerken nefsine karşı vereceği mücadelenin ana hatlarını da belirliyor. Tek başına bir kimse, basiret kuvvetine sahip olmayıp gaflette kaldığı müddetçe nefsindeki yerilmeye layık sıfatların hiçbirini hakikatiyle bilemiyor. Dolayısıyla kötü sıfatlar zuhur ettiğinde, onların fesadı ve şerri kişiye görünmediğinden ne olduğu da anlaşılamıyor. Hem cehalet hem de gaflet birleşince, kişi derin bir hüzün içinde yaşıyor. İşin ürkütücü yanı, bu hüznün kaynağını da bilmiyor. Fuâdî meseleyi şöyle şerh ediyor: "Dünya işlerine meyletmekle Hakk'ın müşahedesinden mahrum olmak ve bu cehl ile cahil, bu gaflet ile gafil olup kalma korkusundan doğan sıfata hüzün ve gam derler. Tâlib-i sâdık ve mürid-i âşık, marifet mertebesinde ve hakikat makamında hâsıl olan dermansız derde vâsıl ve mübtela olmazsa kemal ehli kişilerden hisse alamaz."

Yola çıkmayı göze alan kişinin 'hakiki dert sahibi' olması gerekiyor. Bu dert ki dertlerin en güzeli, herkese nasip olmayanı. "Allah kısmetini halkın önüne koydu. Herkes kendi nasibini aldı, civanmertlerin nasibi hüzün oldu" diyor fütüvvet eri Ebu'l Hasan Harakânî. Civanmert kimdir? Gurur, öfke, kin, kibir, nefret, incitme ve incinme gibi sıfatlardan soyunup; tüm kuvvetini insanlığa hizmete harcayan kimsedir. Nitekim Ömer Fuâdî de bir sâlik için öncelikle mücadele edilmesi gereken sıfatlar arasında bunları zikrediyor: "Kibir ve gurur Hakk'ın huzurundan reddedilmenin kapısıdır. Kibir, gurur, ucûb ve inadı olan derviş, şeytana ait büyüklenme sıfatına sahip olacaktır. Tâlib bu konuda, sahip olduğu murâd ve hüsn-i hâl ile Hakk'ın râzı olduğu hâle gelmelidir."

Nefsle mücadele şüphesiz ki kulun insan olma yolculuğundaki en hassas mücadele. Bu çetin ve sert geçen mücadelede kişinin en büyük yoldaşı, gönül ehli kimselerle yakın olmak. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor: "İster taş ister mermer kadar sert ol, eğer gönül ehli ile beraber olursan seni mücevhere dönüştürürler."

Ömer Fuâdî bu risalesinde aynı zamanda tevekkülün üzerinde de hassasiyetle duruyor. Sâlikin her makamda, ömrünün sonuna dek tevekkül sahibi ve sabırla dost olması gerektiğini hatırlatıyor. Biz de tevekkül üzerine bir menkıbeyle bitirelim. Belh şehrinden genç bir derviş, hacca gitmeden evvel Bistam'da büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî'ye misafir oluyor. Tevekkülün ne demek olduğunu soruyor. "Tevekkül; nimet bulunca yemek, bulamayınca sabretmek" diyor büyük velî. Derviş bu cevabın üzerine "Bizim Belh şehrinin köpekleri de öyle yapıyorlar. Bulunca yiyorlar, bulamayınca bekliyorlar." diyor. Bâyezîd bunun üzerine "Peki ya sizin için tevekkül nedir?" diye sual edince derviş şöyle söylüyor: "Nimet bulursak hemen muhtaçlara dağıtırız. Bulamazsak şükrederiz. Bizde tevekkül böyledir."

Muslihu’n-nefs, nefs mertebelerine ve sıfatlarına dair yazılmış çok kıymetli bir kaynak olarak dervişin baş ucunda durmalı. Başı sıkıştıkça okumalı, yola samimi ve kuvvetli bir mücadeleyle devam etmeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf