15 Haziran 2020 Pazartesi

Gerçeğin ipini bırakmadan gökyüzüne salıncak asmak

Şuayp Ebu Medyen hazretleri inzivaya çekilir. Cuma namazı dışında günlerini evinde geçirir. Bir sene geçer; evinin etrafı, kapısının önü, inzivasının bitip sohbetini dinlemeyi bekleyenlerle dolar. Israr sonucu kapıda belirir. Kalabalık heyecanlıdır. Biriken kıymetli sözcükleri beklemektedirler. Hazret çıkar ama bahçe duvarındaki bülbüller havalanır. “Şayet konuşmaya salahiyetli olsaydım, kuşlar benden kaçmazdı” der ve içeri girer. Bir yıl daha kalır. Bir yıl sonra kuşlar kaçmıyor hatta yenileri gelip konuyordur…

Menkıbenin hissesinden mülhem; hem insan hem hayvan hem nebatat ile sohbet şartının Allah’tan geçtiği üzerine şahitlik ederiz ki bu kitap, “…edep nezaket ve uslup meselesidir”!

Nehri tarif etmek için edebiyatı yetirenlere şair; mutluluğun resmini çizebilene ressam denmiş! Efsaneler ise hep haddini aşarak öğrenenlerden yükselmiş. En azından kendine karşı kendi haddini aşmak gerekiyor. Aksi halde maviyi tarif edemeyenden edebiyat, hüznü çizemeyenden ressam olmadığı gibi; kendi ötesini yaşayamayandan da insan olmuyor! İnsan için insanlıktan; insan için kendinden vazgeçmeden kendinden öteye geçen ve gerçeğinin ipini hiç bırakmadan gökyüzüne salıncak asıp yazan bir adam Ahmet Murat.

Başka bir menkıbeden hisse de Simurg üzerine:

Menzilinden vazgeçen kuşlardan birinin bahanesi şöyledir: “Ey Hüdüd ben ömür boyu çok çektim bu çektiklerim beni mahzun etti, iş bilmez etti. Çıkmaz benden bu menzil sevdasının hakkı.”. Ahmet Murat burada girer devreye; “ama sayın Hüdüd; biz düşündük ki maneviyat ve melankoli sever birbirini”! Bilge Hüdüd ise şöyle der: “Dünya durmuyor ki, sen niye durursun derdinin üzerinde?”. Devamında, hatırlamak derdinde isen sadece kötüyü hatırlamak iyinin de sahibine nankörlük olmaz mı manasında sorular ile bizim pek yakıştırdığımız melankoliyi tasavvuftan çekiverir. Ne güzel irtibat kurulur “ne dert baki ne gam” üzerine…

Kaderle barışık ahlaki yeterliliği tanımlarken kimi tarif ediyorsa, tarif ettiklerini kendisinde bulduğun kaç kişi okuyabilirsin ki? İtiraf ediyorum uzunca zamandır bunca birikimi, bunca kaygısız bir dilde, sade ve tevazu ile dillendiren bir kalem ile karşılaşmadım.

Bilmek kavramıyla demleri de ayrı bir keyif; “herkesin bildiği ama okumadığı” klasikler üzerinden Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini anlatırken, dizilerin kitaplarını hatırladım. Felsefesini, popüler kültür üzerinden yedirdiğini zanneden bu utanç tablosu, Tehlikeli Oyunlar gibi bir üstat işini dahi hallaç etmedi mi? Çok satıldı ama yine az okundu. Çokça kapak fotoğrafı çekildi sınır dışı menşei kahveler eşliğinde. Oğuz Atay ise yine az hükmündeydi oysa. “En nadiru ke’l –ma’dum”; azın hükmü yok olan gibidir!

Az olanda kalıp koruyabiliyoruz ya güzelim yalnızlığımızı. Çok olan, hatta en çok olan yanı azınlık olması olan Ahmet Murat okurken yalnızlık ve sadeliğinin bilinçli seçiminde, büyük büyük kulaçlarda özgürce seyrediyor zihin. Bütün biriktirdiklerimizin ortak hissi bu! Biraz felsefe retoriğiniz varsa; hele ki keyif te alıyorsanız, tanışmadan geçmeyin! Kitabın da dediği gibi, Leyleğe hacı muamelesi yapan insanların arasında büyümüş çocuklar olarak biz ne hacıları sevebildik ne leylekleri. Kuşlarla Sohbet edince hacı da görünürlüğünü yitiriyor leylek de. Yol kalıyor, aşk kalıyor geriye.

Müslüman hayatının istikamet kazanması yolunda imanın sanayiden, iradenin teknolojiden, tevekkülün duble yollardan daha belirleyici olduğunu söylerken kendine uğramıyor gibi başladığı sohbetler kendinden başka kimseyle derdi olmadığını gördüğün hikayelere dönüşüveriyor. İçini ve mahallesini temiz tutma derdinde söylemiş; ne güzel söylemiş:

İstanbul’dan gelenlerin dünyanın diğer yarısında büyü etkisi yarattığı toprakları anlatmış.

Coğrafyalar taşınmış diller değişmiş ama özde taşınan ruhun iklimi her daim İslam ile muhafaza edilmiş Türk coğrafyalarının çeşit çeşit tasavvuflar kokan topraklarını…

Sokrates’in kendisini öldürecek olan baldıran zehrini içmek için beklerken flütle öğrenmeye çalıştığı yeni ezgi gibi bir filozoflukla; “yarın kıyamet kopacak olsa ağaç dikin” diyen güzelin ümmeti olmayı içselleştirmiş umutla anlatmış.

Modernliğimiz yalnızlığımızı, yalnızlığımız geleneğimizi sömürürken; çağdışı bir primisivist gibi mağara adamlığında sığlaşmadan, derdinin, insan fıtratında bir yakışıklık olduğunun altını çize çize anlatmış.

Çünkü radyo dinleyenlerin televizyon izleyenlerden daha özgür olduğu gerçeği vardır. Böylece hayal gücün kadar geniş sınırların olur ki zenginlik budur. Ruhunun derinliklerindeki tabiatla dışarıdakini karşılaştırdığında yeni bir dil imkanı doğar bu sınırsızlıktan. Yunus’un su değirmeninden duyduğu sesi, inilti ve acı olarak duyması sonucu yazdığı “dertli dolap” nasıl açıklanabilir ki başka.

Hülasa:

Ahmet Murat manevi yorgunluğuna niyet ile çözüm buldurmuş mu bilmeyiz ama bize onun anladığı manada “Allah bereket versin” demek düştü.

Arketiplerin efendisi. Satır aralarından konuşabilmenin piri...

Biz doğuluları konuşmayı severiz ama kendimizden bahsetmeyi değil” demiş.

Biz bahsettik; hakikat şahitliğine şahitlik olsun!

Hissettik ki:

Kuşlarla Sohbetin Şartları sadece yazılmış değil pratikte uygulanmış bir kitaptır Ahmet Murat’ın avlusunda…

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

10 Haziran 2020 Çarşamba

Soyluluğa değil meziyete saygı

Savaşların belki de tek olumlu yanı, insanın hem kendi ruh dehlizlerini hem de içinde yaşadığı toplumun ruh durumunu keşfetmeye imkân sunması. Galibiyetlerin ve mağlubiyetlerin çok ötesinde bir keşif bu. Geri çekilişler, pusular, siperler, kurşun yağmurları, donmalar, ezilmeler, açlık, sefalet...

23 Ocak 1783’te Fransa’nın Grenoble şehrinde doğan Stendhal, ömrü zorluklarla geçmiş bir yazar. Yedi yaşında annesini kaybetmesi ve ardından halasıyla yaşamaya başlaması, İtalya'ya asteğmen olarak gitmesi ve askerlikle kuramadığı bağ sebebiyle bir süre Paris'te avare bir hayat yaşaması, Marsilya'da ticaretle uğraşması, Napolyon'un zafer alayıyla Berlin'e gitmesi, 1810'da sürveyan olarak saraya sunulması, Polonya, Floransa, Roma, Napoli’yi gezdikten sonra yine Napolyon’un Büyük Ordusu’yla Moskova’ya gitmesi... İşte belki de kırılma anı burası. Çünkü Stendhal, Moskova’nın cayır cayır yanmasından ve Büyük Ordu’nun çekilişinden çok etkileniyor. 1834’te Légion d’honneur nişanı alana kadar devletin çeşitli hizmetlerinde bulunuyor. Avrupa'da o kadar vakit geçiriyor ki insanı anlamak ve toplumları değerlendirmek için edebiyata müracaat ediyor. 1840'tan sonra fazlasıyla yorulan bünyesi edebiyatla arasına giriyor. 22 Mart 1842’de felç geçirdikten bir gün sonra ölüyor.

Kendini dünyada bir yere koyamayıp bir yere ait hissedememiş bu önemli yazarın en büyüleyici kitaplarından biridir Kırmızı ve Siyah. O, halet-i ruhiyesini ve gözlem yeteneğini bu eseriyle dünyaya göstermiştir. Roman karakterine "Hiçbir partiden değilim. Beni mahveden de bu oldu. Benim bütün politikam şu: Müziği, resmi severim. Güzel bir kitap benim için bir olay kadar önemlidir." dedirtirken konuşan kendisidir. Henri Dubouchet’nin Kırmızı ve Siyah için yaptığı çizimler incelendiğinde görülecektir ki kelimelerle Napolyon sonrası Fransa'nın vaziyetini hem maddi hem de manevi anlamda ortaya sermiştir. "Hayatımın en güzel tesadüflerinden biridir" diyor Nietzsche, Stendhal için. Andre Gide ise Kırmızı ve Siyah'ı "kendi zamanının ötesinde bir roman" olarak değerlendiriyor. Madalyonun bir de tersi var. Victor Hugo mesela, "Dördüncü sayfadan öteye nasıl gidebildiniz?" diye sorar bir dostuna. Ölümünden sonra da "Stendhal yarına kalamaz, çünkü yazmanın ne olduğunu asla aklına getirmemiştir" der. Stendhal; süslü ve abartılı anlatımı Tahsin Yücel'in de belirttiği gibi hiç sevmez, hatta tiksinir. Yalın anlatımı her şeyin üzerinde tutar. Bir gerçeği anlatmayı bir iç çekişi anlatmaktan daha değerli bulur. Bu ifade Stendhal'in duygudan uzak, aşırı gerçekçi bir yazar olduğunu düşündürmemeli. Zira o, "psikolojik romanın kurucusu" olarak tanınıyorsa bunun esas sebebi Kırmızı ve Siyah'tır. Dolayısıyla dünya edebiyatının en önemli roman karakterlerinden Julien Sorel'dir.

Fransa'nın küçük bir kasabasında doğmuş, keresteci bir babanın oğludur Julien Sorel. Yaşadığı hayat karşısında itirazları vardır. Soylu, zengin bir yaşam arzular. Bu da onun türlü hırslara kapılmasını teşvik eder. Aldığı dini eğitim dahi ondan bu hırsı uzaklaştıramaz. Her ne kadar dini anlamda kendini geliştirmek istiyorsa da aklının bir ucunda da askerlik vardır. İşte kırmızıyla siyah arasındaki savruluşları da böyle başlar. Ya "siyah-cüppe" diyerek yaşamını kilise üzerine kuracaktır ya da "kırmızı-ordu" diyerek askerlik yolunu tutacaktır. Zihnindeki ve kalbindeki din bilgisi onu askerliğe uzaklaştırsa da Napolyon'a olan hayranlığı askerliği sürekli gündeminde tutar. Elbette bu ikilemde aşk da vardır. Hayatına birbirinden çok farklı iki kadın girer. Bu iki kadın da Sorel'in din ve askerlik, yani siyah ve kırmızı arasındaki geriliminin dışına aşkı ve evliliği koyar. Roman bu anlamda -yazıldığı dönem de düşünülürse- çok derin anlatımlara sahiptir. Bir misal verelim: "Modern evliliğin tuhaf yan ürünleri vardır. Eğer evlilikten önce aşk mevcut ise, evlilik denen birlikteliğin sıkıcılığı içinde kesinlikle solup gider. Özellikle de çalışmak zorunda kalmayacak kadar zengin olan eşlerde, dingin evlilik mutluluğuna yönelik temel nitelikli antipati oluşur. Sevda ve aşkların içine balıklama dalmaktansa, bunların yanından geçip gidenler, sadece hayal gücünden yoksun olan kadınlardır."

Kırmızı ve Siyah'ın en büyüleyici tarafı dünya klasikleri arasında belki de en rahat okunanı olmasıdır. Stendhal her ne kadar söylev tipi anlatımı sevmese de cümleleri insan ruhunun, yaşam bilgisinin derinliklerine iner. Kurgunun dışında sanki bir kurgu daha vardır ve işte orada Stendhal insanın ikiyüzlü tarafına işaret eder. Hem Sorel karakteriyle hem de kendi benliğiyle ikiyüzlülüğe karşı nefret kusar. Bir yanda çalışma zorluğu, diğer yanda kalbi güzel tutma şuuru insanların içindeki menfaatçi yaklaşımları bir bir döktürür ona. Sorel'e göre insanlar bir kalbi kırmadan ona dokunmayı bilmiyorlar. İktidara yakın durup köle olmayı, insan kalmaya tercih ediyorlar. Tanrı'nın varlığı üzerine inşa ettikleri ideolojilerle siyasiler insanların duygularıyla oynuyorlar. Sorel'in çok anlamlı bulduğum tavırlarından biri ise şu: Saygı, soyluluğa değildir. Saygı, meziyetleridir. Dolayısıyla insan, değerini davranışlarıyla, yaşama karşı olan tutumuyla kazanır. Burada çaba, emek ve vazgeçmeme -belki de tutku- çok önemli bir yerdedir Sorel'e göre. Bu yüzden de "Bir adamın değeri var mı, yok mu nasıl anlarız? Bütün isteklerine, bütün görüşlerine karşı zorluklar çıkarın. Gerçekten değerli bir insansa, zorlukların hepsini yenmesini bilecektir." der.

Romanın tüm çerçevesiyle gerçekliğe yaslanması karşısında Sorel'in bizzat Stendhal olduğunu düşünüyorum. Çünkü Napolyon'un yanında katıldığı savaşlar, gerçeği görme anlamında onu hiç beklemediği kadar geliştirmiş ve yaşı ilerledikçe de bu konuda daha fazla hassasiyet kazandırmıştır. Napolyon’un zaaflarını, ihtiraslarını yakından görmüş ve onlara yenik düşerek ülkeye monarşiyi geri getirişiyle toplumdaki sınıfların birbirinden geri dönüşü mümkün olmayacak derecede koptuğunu anlamıştır. "Fransa’da kibirden başka bir şey göremiyorum" der, O, yani hem Sorel hem de Stendhal, kibre bulaşmamak için ciddi bir mücadele içindedir: "Bu insanlara ruhumu sadece paraları karşılığında vermeye yönelik, mükemmel alışkanlığı ne zaman elde edeceğim? Eğer onların (ve böylece kendimin) saygısına erişmek istiyorsam, şunu anlamalarını sağlamalıyım: Zavallı biri olarak onların dünyevi mallarının kölesi olsam da, yüreğimle onların terbiyesiz kendini beğenmişliklerinin çok çok ötesinde, adeta bir tahtın üzerinde bulunuyorum. Onların aciz lütuf emarelerinden ya da küçümseyişlerinden, anlatılması olanaksız bir şekilde daha yüce bir konumdayım."

Bir adlî vakanın, psikolojiyi ve aşkı da yoğurarak sıra dışı bir siyasi romana nasıl dönüştüğünü görmek için Kırmızı ve Siyah olağanüstü imkanlar sunuyor. Üstelik Napolyon döneminde Fransa'yı, dönemin Avrupa'sını teferruatıyla hissetmek isteyen tarih severleri de tam kalbinden vuruyor. Stendhal'in bu romanı hâlâ dimdik ayakta, üstelik yazarın ruhu da Julien Sorel karakteriyle yanımızda. Çünkü: "Biz öldükten sonra belkide duygularımız bizimle birlikte ölmüyordur."

Son olarak Stendhal tüm okurlarına şu güzel öğüdü bırakıyor Kırmızı ve Siyah'la: "Hiç aldırış bile etmeyin; bir yol, iki yanındaki çitlerde diken var diye hemen güzelliğini kaybeder mi? Yolcu yoluna gider, dikenler de kötülükleriyle baş başa kalır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Haziran 2020 Salı

Doğru ve yanlışı ayırt etmede ne kadar başarılıyız?

Dünyaya sanal pencerelerimizden baktığımız bir zamanda yaşıyoruz. Birçok haber görüyoruz. Tonlarca bilgi paylaşılıyor. Peki bunların doğruluğuna, gerçekliğine nasıl karar veriyoruz? Doğru ve yanlışı ayırt etmede ne kadar başarılıyız?

İnsanlar bir sloganı ve ya konuşma konusunu ne kadar çok duyarsa söz konusu slogan veya konuşma konusu o kadar tanıdık hale gelir. Çok geçmeden bu, dikkatli bir düşünmeyle ortaya konulan fikirlerden ayırt edilemez hale gelir. Maalesef paketleme çoğunlukla o kadar etkili bir biçimde yapılır ki izleyici, dinleyici ya da okuyucu tamamen kendi kararını veremez olur. Bunun yerine paketlenmiş görüşü zihnine yerleştirir. Düşünmek zorunda kalmaksızın kabul edilir bir performans sergilemiş olur.

Belki de çok değer verdiğimiz, güçlü bir şekilde savunduğumuz fikirlerin çoğu maruz kalmamızla zihnimize yerleşmiştir. Sosyal medyanın hayatımızda ki yerini göz önüne alırsak, eleştirel düşünmenin hayatımız ve kararlarımız için ne derece önemli olduğunu görmüş oluruz. Belki bunu okuyan arkadaşım, yanılmayacağını, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilecek düzeyde olduğunu düşünebilir. Vincent Ryan Ruggiero'nun Eleştirel Düşünme İçin Bir Rehber'inden örnekle açıklayalım:

"Hafıza uzmanı Elizabeth Loftus, üniversite öğrencilerinin ebeveynlerine, oğullarının ya da kızlarının çocukluklarından bazı olayları betimlemelerini istedi. Sonra her bir öğrenciyle bu olay hakkında konuştu fakat bir iki uydurma olayı da konuşmaya dahil etti. Sadece biraz ikna ile öğrenciler sahte olayları “hatırladılar”, detayların üstünde durdular ve bazı durumlarda, Loftus ne yaptığını açıkladığında bile, olayların uydurma olduklarını reddettiler.

Loftus, bu deney dışında çocuklar ve yetişkinler üzerinde farklı deneyler de yapmış ve aynı doğrultuda sonuçlara ulaşmış. Yani zihnimiz dışarıdan gelen uyarılara karşı çok savunmasızdır. Nasıl olduğunu anlayamadan bir fikri savunabilir hale gelebiliriz. Birileri tarafından manipüle edilebiliriz. Belki de şu anda böyle bir durumdayızdır. Reklamlar, sloganlar, takip ettiğimiz haber sayfaları… Kaçı üzerinde durup düşünüyoruz, kaçını sorguluyoruz? Bu konuda eleştirel düşünme için bir rehber olarak bu kitap okunabilir. Eleştirel düşünmenin temeli değerlendirmedir. Bu nedenle eleştirel düşünme, karşılaştığımız bilgi ve argümanları bir süzgeçten geçirmemizi sağlar. Zihnimize bir disiplin kazandırır. Eleştirel düşünmeyi alışkanlık haline getirerek, bu olumsuzluklara karşı zihnimizi koruyabiliriz.

Son olarak kitap, üniversitelerde kaynak kitap olarak da kullanılmış. Üç ana bölüm ve on dokuz alt bölümden oluşuyor. Her bölümün sonunda uygulama soruları var. “Görüş farkı” başlığı altında tartışmalı bir konu paylaşılmış bölüm sonlarında. Bu uygulamalar yapılmasa bile farkındalık kazandırır diye düşünüyorum. Birinci bölümde “Bağlam” başlığı altında eleştirel düşünmenin temelini oluşturan araç ve kurallar anlatılıyor. “Güçlükler” başlıklı ikinci bölümde, eleştirel düşünmeye engel olan faktörler ve bunlardan korunmak için neler yapılabileceği sunuluyor. Üçüncü bölümde ise, eleştirel düşünmeyi hayatımıza yerleştirmeyi kolaylaştıracak stratejiler bulunuyor.

Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz

İnsan isterse sözcüklerin peşinde bir yolculuğa çıkabilir

Genel tanımıyla bir yerden bir yere gitmek manasına gelen seyahat, özel bir alanın sınırları içerisinde kullanıldığında spesifik bir tanıma bürünür. Örneğin bir yazar, kitabının başka dillere çevrilmesini bir tür seyahat olarak değerlendirebilir. Antropologlar, seyahati zamanda yolculuk; biyologlar, hayvanlar ve bitkiler âlemine yolculuk; tıpçılar, insan vücuduna yolculuk; edebiyatçılar, iç dünyalarına yolculuk; felsefeciler, ideler dünyasına yolculuk olarak görebilirler. Bu olgu, yeni kavramların ortaya çıkmasına da olanak sağlar. Sözgelimi ruh bilimciler, fiziksel seyahatin dışında ruhun da seyahat edebileceğini ispat etmek üzere “astral seyahat” kavramını ortaya atar. Gündelik yaşam içerisinde seyahat, yürüyüşler yapmak, düş kurmak, muhabbet etmek gibi daha özel bir alana hasredilebilir. Sosyal ağların/teknolojinin sağladığı imkânlar da seyahat bakımından düşünülebilir. İnstastory, snapchat, youtube gibi sosyal medya organları, ‘izleme’ yoluyla insanları bir anlığına bulundukları yerden bir başka yere götürebilmektedir. Sanal gerçeklik gözlüğü adı verilen âletle insanlar, 360 derece bir açıyla görüntüleri izleyebilmekte ve ‘sanki oradaymış’ hissine kapılabilmektedir. Görüldüğü gibi seyahat, eylem olarak zihnimizde belirli bir manaya karşılık gelse de kullanıldığı yerlerde spesifik anlamlar içerebilmektedir.

Seyahat, sözlükte siyahat sözcüğüyle de karşılanmaktadır. Ferit Devellioğlu’nun hazırlamış olduğu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat’te, bu sözcüğün aslının siyahat olduğu ancak yaygın kullanımının seyahat olduğu belirtilir. Seyehân sözcüğü de seyahat ve gezi manasına gelen bir başka sözcüktür. Seyr, yolculuk, sefer gibi kelimeler, seyahati kasteden ve bazen de seyahatin yerine kullanılan sözcüklerden bazılarıdır.

Kur’an-ı Kerîm’de seyahat türevli sözcük üç formda geçer. “Fesihu/Dolaşın” (Tevbe/9, 2) şeklinde geçen kelime emir formundadır. Müzekker sigada geçen ‘es-saihûn’ ve müennes sigada kullanılan ‘es-saihât’ sözcükleri de ismi fâil formundadır. Her iki sözcük, ‘dünyada yolcu gibi yaşayan’ olarak tercüme edilir ve sözlük anlamları ‘seyahat edenler’dir. (Bknz: DİB K.Kerîm Tefsiri) Seyahatin Kur’an’daki mahiyeti ve çerçevesi genel olarak ibret almak üzerinedir. “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir.” (Ankebut, 20) Seyahatin birçok veçhesi olduğunu da yine Kur’an-ı Kerîm’den öğreniriz: İlmi seyahatler, maişet temini için seyahat, cihad için seyahat, araştırmak ve inceleme için seyahat, bazı ibadetlerin edası için seyahat gibi birçok seyahat çeşitleri çıkarılabilir. (Bknz: TDV İsl. Ansiklopedisi)

Din, tasavvuf, felsefe, tarih, fizik, psikoloji, sosyoloji, edebiyat gibi birçok ilim dalıyla ilişkisi ve bağı bulunan seyahat, insan hayatı açısından değerlendirildiğinde doğumla başlayıp ölümle sonlanır. Ancak ölüm de bir son değildir. Bu bağlamda, Seyahat ve Edebiyat kitabında Cemile Sümeyra’nın Hz. Âdem ile Havva’nın sürgününü insanın ilk seyahati olarak değerlendirmesi ve ilk seyahatin bir sürgün olarak başladığını söylemesi isabetli bir yorumdur.

Kendi Kalemini Kıranlar: Türk Edebiyatında İntihar (2007), Hayatı Kurgulamak (2013), Seyahat ve Edebiyat (2017) isimli üç inceleme kitabına bakıldığında, Cemile Sümeyra’nın ayrıntılı, açıklamalı ve izahlı bir anlatıma başvurduğu görülür. Uzun, kısa ve devrik cümle yapılarını kullanır. Yazılarında öne sürdüğü, iddia ettiği ve saptadığı durumları genellikle alıntılamalarla delillendirir. Soru sorarak sonuca varması Cemile Sümeyra’nın anlatımına zevk katan bir unsurdur. Örneğin “Seyahat nasıl yapılmalı? Seyahatin vazgeçilmezleri var mıdır? Amaca ulaşmak için nelere dikkat etmeli insan? Doğru zaman, en basit zamanlarda olduğu gibi seyahat için de önemli midir? Seyahatin nasıl yapıldığından çok seyahati kimin yaptığı daha önemli değil midir?” (SE, s. 26) şeklinde sorularla anlatımını ilgi çekici, merak uyandırıcı hâle getirir. Böylece inceleme metnini sıkıcı olmaktan kurtarır.

‘Esasen’, ‘açıkçası’, ‘şüphesiz’, ‘kuşkusuz’ gibi sözcükleri, bir sonuca varacağı ya da muhalif olacağı zamanlarda kullanır. Ele aldığı konuyu tafsilatlı bir biçimde verme amacındadır. Bu yüzden girizgâh, değerlendirme ve sonuca çok önem verir. İntihar olgusunu ele aldığı yazılarında, intiharın tanımını ve nedenlerini ele almakla yetinmez. İntiharın önünde ve arkasında yatanları da araştırır. İlginç intihar yöntemlerinden bahseder. Aynı şekilde seyahat olgusunu ele aldığı yazılarında da seyahati bütün yönleriyle vermeye çalışır. Hem tartışmacı hem uzlaşmacı bir anlatım yoluna gider. Olgular üzerinden inşa ettiği yazılarında deneme tadı vardır. Yazar ve eser üzerine yazdıkları ise akademik üslup çerçevesindedir. İncelediği eserlerde, kimi zaman eleştirel değerlendirmelerde bulunur. Fakat asıl amacı, incelediği eserin olumlu ve güzel yönlerini ortaya koymaktır.

Hayatı Kurgulamak, Cemile Sümeyra’nın yazıya ve edebiyata bakışını anlatan bir kitap olma özelliği gösterdiğinden diğer iki kitabından ayrılır. Hayatı Kurgulamak’ın ‘Sunuş’ yazısı, genel olarak onun edebiyata ve yazıya bakışını yansıtır: “Edebiyat, öncelikle hem kişisel hem de toplumsal bir çabayı içerir. Bir kişinin, yazarın, sanatçının salt kendiliği ile anlaşılamayacak kadar derin ve çok katmanlı bir olgudur.” (HK, s. 9) Hayatı Kurgulamak’ta yer alan “Frankfurt Seyahatnamesi” ve “Müntehir Şairler” başlıklı iki yazı, diğer iki kitabın tema bakımından önizlemesi olarak okunabilir.

Seyahat, bir eğlenme aracı mıdır, yoksa öğrenme aracı mı? Ehlikeyf olma hâli midir, ‘yolda olma’ hâli mi? Bir zenginlik göstergesi midir? Bilme merakının giderilmesi eylemi midir? Seyahat ve Edebiyat, bu şekilde sorabileceğimiz sorulara cevap aradığı gibi farklı sorulara da kapı aralar. Nihayetinde seyahatin bir amacı olması gerektiği görüşü savunulur. Seyahatin ilham vericiliği, önemi, her alanda kaynak olabileceği üzerinde durulur. Seyahat ve Edebiyat’ın çatısı, genel bir çerçeve oluşturmak üzere birtakım sınırlamalar yapılarak kurulur. Türkiye özelinde seyahat notları ve gezi yazıları yazmış edebiyatçıların seyahat eserleri incelenir. Buradaki temel şart ise “seçilen yazarların mutlaka edebiyatçı olması, yani herhangi bir edebî türde eser vermesi”dir. Seyahat ve Edebiyat’ın ilk bölümü, seyahate ve seyahatin tarihçesine, mekânlarına ve insanlarına ilişkin bilgiler verir. İkinci bölüm, Dünya ve Türk edebiyatında seyahat olgusunu inceledikten sonra seyahatin dönemsel olarak grafiğini çıkarır. Üçüncü bölümse, Seydi Ali Reis’ten günümüze birtakım seyahat kitaplarını inceler.

Seyahat ve Edebiyat, yalnızca güncel eserlere yer verebilecekken, neden eski ve yeni eserlere birlikte yer vermiştir?” sorusu sorulabilir. Seyahatin, kavram ve eylem olarak geçmişten günümüze nasıl bir değişim geçirdiğini gözlemleyen Cemile Sümeyra, geçmişten günümüze seyahat kitaplarını inceleyerek bu değişimi anlatmak ister ve şöyle söyler: “Hız ve üstün konfor arzularına cevap veren araçların üretimiyle seyahatin yüzü değişmektedir. Bu durum seyahatin niteliğini de etkilemektedir.” (SE, s. 29) Geçmişten günümüze birtakım eserlerin incelenmesi, seyahatin değişimini anlamada daha doğru bir sonuca götürür.

Değişen yalnızca seyahatin araç ve gereçleri değildir. Örneğin önceleri ilim için yapılan yolculuklar/seyahatler, bugün yerini eğlenceye, salt gezip görmeye bırakır. Artık bir kitap için yola düşmeye veya bilgi alışverişinde bulunmak için yüz yüze görüşmelere gerek yoktur. Online kütüphaneler, görüntülü görüşmeler, e-posta ve nevinden iletişim araçları, bu konuda kolaylık sağlamaktadır. Seyahatle birlikte hayatımıza giren fotoğraf tutkusu, yer bildiriminde bulunma, farklı tatlar deneme gibi modern zevkler, tüketim kültürüne başka bir boyut kazandırır. Böylece seyahat, turizm sektörüne hizmet eden bir ticari etkinliğe dönüşür. Bu dönüşüm, seyahat eden insanların imajlarını etkiler. Cemile Sümeyra bu etkiyi, seyyah ve turist üzerinden anlatır. Seyyah, gezmeyi iş edinendir; turistse fırsat buldukça gezendir. Birisi seyahati amaç edinmişken; diğerinin amacı seyahattir. Enis Batur da “Seyahat Kültürü” başlıklı yazısında, gezgin ve gezmen ayrımına dikkat çeker. Bu ayrım, Cemile Sümeyra’nın bu konudaki ayrıntılı açıklamalarının özeti olarak okunabilir: “Gezgin (seyyah) ile gezmen (turist), yer değiştirmek fiili açısından şüphesiz ortak bir eylem içindedirler, fiziksel özellikleri çakıştırabilir. Buna karşılık metafiziksel özellikleri aynı değildir; gezmen, sigortalı bir yolcudur, gidiş-dönüş bileti ‘okey’lenmiştir, otel rezervasyonu vardır; gittiği her yerde karşılanır, kılavuzu vardır, genellikle grup halinde hareket eder. Oysa gezginin yolculuğunda riziko payı yüksektir, pek fazla garantiye almaz kendini, tam tersine pencerelerini sürprize açmaktan hoşlanır.” Denebilir ki seyyah, doğada yalnız başına kalan bir insan misali her şeyi göğüsleyebilir; turist ise konforundan ve lüksünden ödün vermeksizin gezer.

Cemile Sümeyra’nın seyyah tiplemesine dair tespitleri, akıllara Âkif Emre’yi getirmektedir. Bu tiplemenin ete kemiğe bürünmüş hâli olan Âkif Emre, turist ve seyyah tipi arasındaki ayrımı yayıncılık üzerinden gözetir. Turist tipine hitap eden bir gezi kitabı, seyyahı memnun etmez ya da seyyaha seslenen bir gezi kitabı turistin ilgisini çekmez. Çok sık seyahatler yapan bir yazar-insan olarak Akif Emre, seyahat yayıncılığını önemser. Bu yayıncılığın kitapları, “Ayrıntıyı kaçırmayan, yabancı bir göz için ilginç olanı gösteren; egzotik haz duyabileceği, yerel, farklı olanı tatma duygusunu tatmin etmeye yönelik kitaplardır.” Bu konudaki bir anekdotunu, “Dergilerin Seyahati” başlıklı yazısında şöyle anlatır: “Her Avrupa ülkesine gidişimde kaçınılmaz olarak uğrak yerlerimden biriyse kitapevleridir; kitapçılarında seyahat yayınlarına mutlaka göz atarım. Fırsat bulursam Türkiye' ye dair neler yazıldığına bakmaya çalışırım. Aynı tür yayınlarda farklı tarihlerde aynı konuda nasıl bir dil ve bilgi farklılaşması olduğuna özellikle bakarım. Mesela Türkiye' ye giden turistler için nelere dikkat edilmesi öneriliyor. Ahlaki norm, gelenek ve sosyal alışkanlıklar... Dikkat edilmesi, toplum içinde kesinlikle yapılmaması istenen davranışların, artık uyarı bahsinden çıkarılmış olması; kendi içimizdeki dönüşümün, çözülmenin yabancı aynasındaki aksi olarak okurum.” (Yeni Şafak, Güncelleme Tarihi: 09 Haz 2012, Cumartesi) Âkif Emre, bu anlayışını kendi seyahat notlarında da sürdürür. Notlarını, gezi yazısı türünde değerlendirmez. Çünkü onun seyahati, amaç, gözlem, irdeleme, tanıma, araştırma, ibret alma, anlama gibi eylemlerle mündemiçtir. Yol düşüncesinden hareketle İslâm medeniyetini ve çağın sorunlarını anlamaya çalışır. Çizgisiz Defter ve İzler isimli kitaplarında, gördüğü coğrafyalardan sunduğu kesitler ve anılar, sosyal, siyasal, sosyolojik ve dinî sorular ve çözümler içerir.

Cemile Sümeyra, seyahatin ne’liğini ve nasıllığını tartıştığı/açıkladığı bölümlerde, seyahat ve geziyi aynı anlamlarda kullanır. Fakat her iki sözcük bir edebî tür formuna büründüğünde ortak yönleri olduğu gibi farklılıkları da vardır. Bu nedenle Cemile Sümeyra’ya göre bir metnin seyahatname olabilmesi “yazarın yaşadığı belli bir dönemin her tür özelliğini içinde barındırıyor olması” şartına bağlıdır. (SE, s. 46) Gezi yazılarının en büyük handikabı, gezilip görülen yerlerin basit bir dil ile anlatılmasıdır. Bir metnin gezi yazısı olarak değerlendirilmesini, edebî bir dil kullanımına ve bir belge niteliğinde olmasına bağlar. Seyahat ve Edebiyat’a konu olan eserleri bu gözle değerlendirir. Edebî dili öncelemeyen seyahat metinlerini eleştirir: “Gülten Dayıoğlu, yazınsal ustalığını sanki esirgemiş gibidir gezi yazılarından. Acaba bunun temelinde elinde kayıt cihazı gezip görülen yerlerle ilgili mekanik bilgi aktarımı olması mıdır? Duygular ve düşünsel değerlendirmelerden neredeyse uzak son derece kuru bir tat bırakıyor insanda onun gezi yazıları. Gezi eserleri, çok fazla ayrıntı içermekte, edebiliğini gölgelemektedir. Ansiklopedik bilgiler bir hayli fazladır.” (SE, s. 194)

Seyahat, insana uzakları ve özlem duyduğu yerleri çağrıştırır. Bundan olsa gerek kurgusal metinlerde, fiziksel ve düşsel seyahatler yapılır. Halk, Divan ve Tasavvuf edebiyatındaki seyahat, bu gözle incelenir. Böyle geniş kapsamlı bir inceleme, Seyahat ve Edebiyat’ı herhangi bir alanın eseri olmaktan çıkarır. Şöyle ki bu kitap, seyahatin toplumsal tezahürlerini araştırmak isteyen bir sosyoloğun; seyahatin insan üzerindeki etkisini merak eden bir psikoloğun; hikâyelere konu olması bakımından seyahati araştıran bir edebiyatçının temel kaynağı olabilir. Halk hikâyelerindeki çaresiz âşık’ın yolculuğu üzerine şunlar söylenir: “Zaten seyahat, halk hikâyelerinde, gezmek, görmek, tanıklık etmek için değil, kavuşmanın önündeki engelleri aşmak için yapılır.” (SE, s. 61) Rüzgârın Söyledikleri: Hikâye-i Şâbur Çelebi isimli eserde, Şâbur karakterinin Bağdat şehrini görmeden âşık olması ve ona kavuşmak üzere yola çıkması bu cümleye örnek olarak verilebilir. Güncel bir eser olarak Cemil Kavukçu’nun Yüzünüz Kuşlar Yüzünüz kitabındaki hayalî seyahat de yine bu cümle kapsamında değerlendirilebilir. İki kafadar, pazar gününün sıkıntısından hayalî bir deniz yolculuğuna çıkarak kurtulur. Öyküdeki bu seyahat, yalnızca karakterleri bir sergüzeştin peşine düşürmez. Okur da bundan nasibini alır. Yani insan isterse, sözcüklerin peşine takılarak bir yolculuğa çıkabilir. Bu yüzden yazarlar, masa başında seyahat edebilen insanlar olarak görülür.

Cemile Sümeyra’ya göre seyahat, insan eylemlerinin genel adıdır. Bu eylem insan hayatıyla iç içedir. Seyahat ve Edebiyat, insanın her ânının bir başka yolculuğa evrildiğini anlatır: “Yolculuk, kimi zaman bir diyardan başka bir diyara, kimi zaman bir şehirden başka bir şehre, kimi zaman bir odanın içinde bir köşeden başka bir köşeye, kimi zaman bir hâlden başka bir hâle, bir boyuttan başka bir boyuta farklı şekillerde ve mahiyette tezahür etmektedir.” (SE, s. 17)

Sonsöz olarak Cemile Sümeyra’nın vefatından sonra okurla buluşan Seyahat ve Edebiyat, yazarın Derin Dalış isimli öykü kitabının ve Öykü Kahramanları isimli inceleme kitabının müjdesini vermektedir.

Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarr

6 Haziran 2020 Cumartesi

Yeni bir hayat kurmak için kendini aramak

20 Eylül 2019'da çok önemli bir isim göçtü bu dünyadan: Kâmuran Şipal... Eğer bugün Hermann HesseAlfred AdlerElias CanettiJungRilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun. Onun anmadan bu yazıya başlamak, taş yemek gibi olurdu. Oysa taşları yemek yasak.

Hermann Hesse'nin yazdıkları içinde çok ayrı bir yer tutuyor Klein ve Wagner. Öyle ki Yapı Kredi Yayınları kitabı roman olarak kategorileştirmemiş, anlatı demiş. İkisi arasında gidip gelen, başıyla sonuyla son derece sarsıcı, insanı iç dünyasına döndürmeye çabalarken yazarın kendi sorgulamalarını da ortaya döken bir kitap. Ama asla bu kadar değil. Hesse, kitabı yazdığı dönemde kişisel yaşamında bir bunalıma giriyor, ailevi sorunlar diyelim. Kapısını çaldığı isim Carl Gustav Jung. Muhtemel ki şifasına ulaşmaya çabalarken Jung'dan öğrendikleriyle bir anlatı-roman kurgulamak istemiş olacak ki Klein ve Wagner'in en büyüleyici tarafı bilinçaltına dalıp, Jung'un 'persona' teorisini herkesin anlayabileceği biçimde aktarması. Jung'un kült eseri Dört Arketip'teki yeniden doğuş çeşitlerini hatırlatan bir hikâyesi olduğunu da söyleyebilirim. Hadi biraz daha derinleşelim ve hem Hesse'nin hem de Jung'un doğu düşüncesine ve doğu mistisizmine olan merakını da hatırlayarak kitaptaki birçok cümlede tasavvufua dair izlerin olduğunu da önemseyelim.

Friedrich Klein çalıştığı bankada saygın bir memur. Ev yaşamında sadık bir koca. Ancak bir gün -ki bu bir travmasının, bir anısının harekete geçmesiyle ilgili diye düşünüyorum- bankadaki bir miktar parayı zimmetine geçirir, güneye doğru yola çıkar. Yanında bir çanta dolusu paranın dışında sadece sahte bir pasaport ve tabanca vardır. Hesse burada bize ipucu verir sanki. Pasaportun sahteliği, Jung'un 'persona' teorisindeki "Dışarıya bakan rüya görür ve hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır ve kendini keşfeder" sözünü hatırlatır. Tabanca ise bir ölüm vakasını, bir cinayeti ya da katliamı. Güneyde bulacağını sandığı hayat ona en ters noktadan bir tokat savurur. Sürekli kabuslar görür. Öyle ki cinnete varan krizler yaşar. İşte bu krizlerden birinde ailesini katleden ilkokul öğretmeni Wagner aklına geliverir. Wagner adeta onun bilinçaltına oturur, yerleşir. Klein kendisini Wagner'le özdeşleştirir. Bir zaman sonra artık ondan ayrı biri olmadığını düşünecek seviyeye bile gelir.

Hesse oyununu kurmuştur. Ana karakter ve "cennet ve cehennemini kendi içinde taşıyan" Klein, anti-kahraman Wagner, bilinçaltı, persona, sahte bir yaşam, kaçınılması güç gerçekler ve ölüm... Evi terk ettiği için çocuklarını bir daha göremeyecektir Klein ve bu durum ona depresyonu en derin boyutlarda yaşatır. Belki de terk ettiği için değildir bu göremeyiş, öldürdüğü içindir, buna kim cevap verebilir? Wagner? Olabilir. Artık yaşamında aradığı anlama hiçbir zaman ulaşamayacağını düşünürken kafasının içindeki Wagner'i de bastırıp ondan kurtulamaz. Geldiği yerin yükü, ulaştığı yerin hayal kırıklıkları ve ruhundaki düzleşmesi mümkün olmayan engebeler adeta ölümü çağırır. Kaygı başlarda biraz sempatikmiş gibi görünse de insanın ruh düşüklüğünden tez yararlanır, nitekim Klein da canına kıyıverir. İçindeki Wagner onun katili oluverir.

Miguel Serrano'nun Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları kitabını okuduktan sonra, Hesse'nin anti-kahraman olarak Wagner ismini seçmesine bir anlam biçmeye çalıştım. Müziğe olan ilgisi malumdu. Acaba bu Wagner, Richard Wagner olabilir miydi? Tamam, kitaptaki Wagner bir katildi, ailesini katletmişti, ruhsuzdu, insani değerlerle hiçbir alakası yoktu. Ama ismen bir Wagner daha vardı ki sanatçıydı, çok büyük bir müzisyendi, beste tekniğiyle zirveydi, doğrudan insan ruhuna hitap ediyordu. Klein'ın ulaşmak istediği anlamla, varmak istediği karakterle bir alakası olabilir miydi? Muamma elbette, ama bir merak olarak zihinde dalgalanması bile Hesse'nin meziyetiydi.

Kitaptaki bazı alıntıların da Hesse'nin Alman romantizminde bağlı olduğu silsileyi aşikar ettiğini söyleyebilirim. "İnsan kendi yaşamına yön verdiğine, kendi kendisinin kılavuzu olduğuna inanır; ama öte yandan en içsel varlığı karşı konulmaz bir güç tarafından yazgısına doğru çekilip götürülür." diyordu Goethe. "Yalnızca bir tek bilgelik vardı, yalnızca bir tek inanç, bir tek düşünüş: İçimizdeki Tanrı bilgisi." diyerek bu sözü şerh ediyordu sanki Hesse.

Friedrich Klein'ın hissettiği her duygunun ve düşüncenin, yaptığı her eylemin ardında bir boş kapı vardı sanki. Hiçliğe, hiçe uzanan bir kapı. Bu durum Hermann Hesse'nin yazım sürecine dair bazı ipuçları veriyor aslında. 1911'de Hindistan'a yaptığı yolculuk, ona doğu düşüncesinin sırlarını açmıştı. İnsan bu dünyaya ruhunu inşa etmek için, kendini ve varoluş amacını bulmak için geliyordu. Anlamı arıyordu, o büyük anlamı. Hesse de bu boş kapıyı açmaya uğraşıyordu belli ki. Şöyle diyordu: "Önemli olan ne varsa ruhunda barındırıyordu insan, dışarıdan kimse ona el uzatamazdı. Yeter ki kendisiyle savaş durumunda olmasın, kendi kendisiyle sevgi ve güvene dayalı bir yaşam sürsün, üstesinden gelemeyeceği bir şey gösterilemezdi."

Bilinçaltının gizemiyle insanın kendi içine doğru yönelmesinin kitabı Klein ve Wagner. Aynı zamanda Hermann Hesse'nin karakterler ve düşünceler arasında içini döktüğü, kendisinden kaçma maksadı kendine ulaşma olan bir adamın öyküsü. Yeni bir hayat kurmak için evvela yeni bir benlik inşa etmenin hikâyesi. İncecik ama aslında kapkalın bir kitap. Polisiye görünümlü bir varoluş sorgulaması da denebilir. Zaten insanın yaşam öyküsü de böyledir: kendinden kaçar, kendini arar.

Yazıyı bitirirken, Behçet Çelik'in Belleğin Girdapları adlı romanını da anma ihtiyacı hissettim. Orada da hatıraların eşliğinde kendini bulmak için her şeyden, en önce de kendinden kaçan bir adamın öyküsü var zira. Kendinden kaçak, keskin bıçak ama biricik, daima biricik olan insanın hem en doğal hem de en tuhaf hâlleri var her iki kitabın da damar damar atan sayfalarında. Çünkü bellek acımasızdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf