4 Haziran 2020 Perşembe

Herkes kendini anlayan bir dosta ihtiyaç duyar

Çok etkileyici bir roman. İnsanların dinlenilme ve anlaşılma arzusunu çok güzel anlatmış.

Bizi dinleyen, anlayan, anlattıklarımızı kimseyle paylaşmayan, istediğimiz her an ulaşabilir olan. Üstelik bizi her seferinde sıcak bir gülümsemeyle karşılayan biri olsa hayatımızda nasıl olurdu? Kitabı okudukça insanın hayattaki en temel arzusunun birileri tarafından anlaşılabilmek olduğu gerçeği çıkıyor karşımıza.

Roman, ABD’nin küçük bir güney kasabasında, sağır bir kuyumcu olan Singer’ın etrafında gelişiyor. Farklı farklı hayatların Singer’ın etrafında birleşimini ve insanın trajik duygusu haline gelen anlaşılma duygusunun hayata yansımalarını görüyoruz.

Kitap dilsiz ve sağır olan iki arkadaşın hikâyesiyle başlıyor. İkisi bir arada çok mutlular. Küçük şeylerden mutlu olabilmeyi öğrenmişler. Singer elleriyle konuşuyor ve arkadaşıyla birlikteyken çoğunlukla konuşuyor. Aslında Singer çok zeki bir karakter. Okuma yazma biliyor, dudak okuyabiliyor ve elleriyle de iki farklı dili simgeleyebiliyor. Arkadaşı Antonapoulos iletişim kurmada Singer kadar maharetli değil. Çok fazla iletişime geçtiği de söylenemez. Tüm bunlara rağmen Singer arkadaşının gözlerine baktığında zeki ve onu anlayan birini görüyor. Onu anlayan biri…

Anılarının ortağı, yanında kendi olabileceği bir arkadaş Antonapoulos. Singer bu arkadaşı için çok fazla fedakârlık yapıyor. Sonra bir şekilde yolları ayrılıyor arkadaşıyla. Daha sonra bir pansiyona taşınıyor Singer. Böylelikle romanın diğer kahramanları da onun hayatına dâhil oluyorlar. Ya da şöyle söylemeliyim, bahsettiğimiz karekterler onu hayatlarına dahil ediyorlar.

Genç bir kız olan Mick, siyahi bir doktor olan Copeland, lokantacı Biff ve aykırı bir gezgin işçi olan Blount. Hepsi Singer’a anlatıyorlar kendilerini, dertlerini… Saatlerce konuşuyorlar onunla.

Singer onları yüzünde bir gülümsemeyle karşılıyor her seferinde. Dudak okuduğu için tüm dikkatiyle dinliyor onları. Kendi elleri ise hep cebinde… Ve tüm bu insanlar kendilerini anlayan tek kişinin Singer olduğunu düşünüyorlar. Singer onların dünyasında git gide daha büyük bir yer kaplamaya başlıyor.

Romanın başlarında Jake Blount, "Bir insan bilir de başkasına anlatamazsa ne yapar, ne eder?” diyor. Ve aslında bu cümle romanın kilit cümlesini oluşturuyor bence. Singer’ı insanların dünyasının merkezine oturtan da tam da bu işte. İnsanları koşulsuz kabul ediyor, yargılamıyor, dinliyor. Sadece jest ve mimikleriyle de olsa onlara anlaşılmış oldukları hissi veriyor.

"Herkes dilsizi, olmasını istediği gibi, kendisine göre tanımlıyordu.”. Kimse kendi önemli dünyasını anlatma cazibesine ara verip de onun dünyasını sormuyordu, hâlbuki. -öyle ya beni ancak benim gibi biri anlar, Singer beni anladığına göre farklı, özel biri o, benim gibi- diye düşünüyorlardı belki de. Ya da Singer’la karşılaşıncaya kadar kimse onlara varlıklarını hissettirmemişti.

Bu arada her bir karakterin kendi dünyalarında bir varoluş mücadelesi verdiğini görüyoruz.

Biff: ”Ölüm. Bazen onu oda kendisiyle hissederdi neredeyse….. Ne anlamıştı? hiçbir şey. Nereye gidiyordu? Hiçbir yere. Ne istiyordu? Bilmek. Neyi? Bir anlamı. Niçin? Bilmece.

Mick: ”… istiyorum- istiyorum- istiyorum, bütün düşünebildiği buydu…. Ama istediği şeyin gerçekte ne olduğunu bilemiyordu.

Doktor Copeland adalet istiyordu ve bunun için bir yaşam mücadelesi veriyordu. Blounth'un ise kafası karışıktı ne istediği konusunda ama özgürlüğü arzuluyordu.

Singer’ın etrafında bunlar olurken; Singer’in içinde neler oluyor, Singer tüm bu olanları nasıl algılıyor?

O da konuşmak, anlaşılmak istiyor. Onun hayatının merkezinde ise arkadaşı Antonapoulos var. Yolları ayrılmak durumunda kalsa da Singer hep onu düşünüyor, onunla yaşıyor. Ona mektuplar yazıyor. Arkadaşının okuma yazmasının olmadığını bilse de… Her yazdığı mektubu göndermiyor ama gönderdiklerini de arkadaşı Antonapoulos’a okuyup anlatabilecek bir dilsiz olduğunu umuyor.

Arkadaşına yazdığı mektuplardan birinde etrafındaki bu yeni insanlardan bahsediyor Singer.

"Hepsi çok meşgul insanlar. Gerçekten de o kadar meşgul insanlar ki, hayal edemezsin. Gece gündüz işlerinde çalışıyorlar demek istemiyorum. Kafalarında her zaman o kadar çok yapacak iş var ki, bir türlü rahat vermiyor onlara. Odama çıkarlar o kadar çok konuşurlar ki, anlayamam insanlar yorulmadan nasıl bu kadar uzun süre açıp kapayabiliyorlar ağızlarını. (Fakat New York Cafe’nin sahibi farklı onlardan, ötekilere benzemiyor o). Ötekilerin hep nefret ettikleri bir şey vardır. Yemekten, uyumaktan, şaraptan ya da dostça bir arada bulunmaktan daha çok sevdikleri olur hep. İşte bunun için bu kadar meşgul onlar.

Yaa! Özgürlük ve korsanlar. Evet, kapital ve demokratlar. İşte böyle konuşuyor. O bıyıklı, çirkin adam. Sonra kendi söylediğinin tersini söylüyor, özgürlük bütün ülkülerin en büyüğüdür diyor. Şu içimdeki müziği bir yazabilsem, bir müzisyen olabilsem. Mutlaka yapmam lazım bunu diyor genç kız. Hizmet edelim, bırakmıyorlar diyor zenci doktor. Bu, benim halkımın en yüce ihtiyacıdır. Ya! Diyor New York Cefe’nın sahibi. Düşünceli birisi o.

Yüreklerindeki bu sözler rahat bırakmıyor onları.

Ve Singer şu sözlerle bitiriyor mektubunu;

Ben sensiz olamam, beni anlayan sensiz edemem.
Sadık Dost
John Singer

Herkes bir dosta ihtiyaç duyar bu dünyada…
Kendisini anlayan bir dosta…

Kitapta insanın bencil tarafına da vurgu yapılıyor sanki. Herkes bir şekilde kendini anlatma derdinde. Bir başkasını anlama çabası ise pek göze çarpmıyor.

Kitapta bahsettiğim ana karakterler dışında birçok farklı karakterin dünyasına da değinilmiş. İnsanların Singer’ı bu kadar kendi dünyalarına dahil etmeleri gerçekten çok çarpıcı. Ana karekterlerin dışında onu tanıyan tanımayan hemen herkes ona bir şeyler anlatıyor ya da onun hakkında konuşuyor. O kadar ki; bir Türk onun Türk olduğunu, biri onun Angola Sakson olduğunu, birisi Yahudi olduğunu bir başkası ajan olduğunu söylüyor. Aslında insanlar kalabalıklar içinde yalnızlar, o kadar yalnızlar ki, yalnızlıkları nispetinde var ediyorlar Singer’ı hayatlarında. Ama işin ilginç yanı Singer da bu kalabalıklar içinde yalnız kalıyor.

Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz

1 Haziran 2020 Pazartesi

Arkadaşlıkta saadet ne kadar mümkün?

"Psykhe" dizisiyle İletişim Yayınları birçok önemli kitabı dilimize kazandırdı. Bebeklikten ergenliğe, ebeveyn olmaktan emekliliğe birçok kuşağı konu alan bu kitaplar arasında narsisizm, tükenmişlik, anoreksiya ve bulimiya, kendine güven ve saygı, hayır demeyi bilmek, internet bağımlılığı, zor bir ailede büyümek, duygusal stres ve manipülasyon, zor anneler, modern dünyanın çocuklar üzerindeki zararlı etkileri, aldatmanın psikolojisi, manevi taciz gibi birçok konu işleniyor.

Dizide en çok kitabı neşredilen yazar ise 1953 Almanya doğumlu Wilhelm Schmid. Berlin, Paris ve Tübingen’de felsefe eğitimi alan yazar bir dönem Zürih’teki bir hastanede hastalara "felsefeyle manevi destek" hizmetinde bulunmuş. Düşmanlığın FaydalarıMutsuz OlmakAşkKendiyle Dost OlmakSakin OlmakHediye Vermek ve Almak ÜzerineAnne Baba ve Büyükanne Büyükbaba Olmanın Sevinçleri Üzerine adlı kitapları neşredilen Schmid'in kitapları birçok dile çevrilmeye devam ediyor. Bu yazıda hakkında bahsetmeye çalışacağımız kitabının adı ise Arkadaşlıktaki Saadete Dair. Orijinal adı Vom Glück der Freundschaft olan eserin çevirisi Tanıl Bora'ya ait. Bora'nın diğer bazı Schmid kitaplarını da dilimize çevirdiğini belirtelim.

70 sayfalık Arkadaşlıktaki Saadete Dair, iki önemli meseleyi dert ediniyor. Bunlardan biri günümüzde arkadaşlık kurmanın gittikçe zorlaşması, diğeriyse kurulan arkadaşlıkları sürdürebilmenin önemi. Bu iki mesele arasında ise şu sorulara cevap aranıyor yazar tarafından: Gerçek bir arkadaş nasıl olmalıdır? Arkadaşlığın farklı türleri nelerdir? Kişinin çok arkadaşının olması iyi ya da gerekli bir şey midir? Nasıl arkadaş edinilir? Arkadaşlığa özen göstermek neleri kapsar? Ömür boyu arkadaş kalmak mümkün müdür? Arkadaşlık ilişkisi duygusal, manevi ve zihinsel olarak bize ne kazandırır? Arkadaşlıkta yaşanan sorunlar nasıl aşılır? Kendimizle arkadaş olmak ne demektir ve gerekli midir? Samimiyet, yakınlık ve ilgi, arkadaşlığın olmazsa olmazları mıdır? Arkadaşsız kalmak hayatımızda nasıl bir yoksunluğa yol açar?

'Bütün hayal kırıklıklarının telafisi' olan internet, arkadaşlık konusunda da son derece etkili bir konumda yer alıyor. Gün geçtikçe imrenilen arkadaşlıkları, nefret edilecek arkadaşları, doğru-düzgün bir arkadaş bulabilmenin ya da bulamamanın sebeplerini internette arıyoruz, buluyoruz. Belki de bulduğumuzu zannediyoruz. "Arkadaşlık, şayet araya bir fecaat girmezse, yaşam boyu idi bir vakitler; modernliğin seyri içindeyse, tıpkı aşktaki gibi, yaşamın bir bölümüyle sınırlı bir ilişkiye dönüştü, ancak birbirini gözden kaybedene kadar sürüyor." diyor Schmid. Dolayısıyla internetin dışında kentsel dönüşümün, aile ve akrabalık ilişkilerinin zedelenmesinin de arkadaşlık kavramını bir kenara sıkıştırdığı söylenebilir rahatlıkla. 'Toplumsal yalnızlaşma tehdidi' bir ucu keskinliğinden parıldayan bir balta gibi gidip geliyor arkadaşlıkların üzerinde. Tamamen mecburiyetten kurulan ilişkiler, 'kendinden kaçan'ların bir sığınak olarak gördüğü ilişkiler, sömürge tipi ilişkiler, başlarda samimi olup gittikçe alışverişe dönen ilişkiler... Artık yüzlerce arkadaşlık türünden bahsetmek mümkün...

Schmid bunca kalabalık ve karmaşık arkadaşlık stratejileri arasından üç türlüsünü önemsiyor. Zevk arkadaşlığı, fayda arkadaşlığı ve hakiki arkadaşlıklar. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi ilk iki tür, ömürlük değil dönemlik arkadaşlıkları ilgilendiriyor. Zira zevkler ve faydalar sona erince arkadaşlık da bitiyor. Ancak hakiki arkadaşlık cefayı, sefayı, vefayı bir bütün olarak kucaklayıp esas dostluğun temelini kuvvetlendiriyor. Hakiki arkadaşlık, hakiki dostlukların arka bahçesini hazırlıyor. Burada Schmid, çok önemli bir konuya da değiniyor: Hakiki bir arkadaşlık kurmaya çalışmadan önce, kişinin kendini keşfetmesinin önemi: "Her arkadaşlığın temelinde, insanın kendisiyle arkadaş olması yatar."

Hakikaten de kendiyle dost olamayanlar -ki yazarın bu konudaki kitabı gayet verimli- karşılarındakini sadece yoruyorlar. Kim olursa olsun karşılarındaki insanı sadece dert anlatma, acı paylaşma, nadiren de neşelenme aracı olarak görüyorlar. Hatta görüyorlar çok naif bir ifade olur, onlar daima kaçtıkları kendilerinden kurtulmak için bir vasıtaya ihtiyaç duyuyorlar. Dolayısıyla kurdukları arkadaşlıklar yap-boz biçimini alıyor. Zamanla parçalar kayboluyor, boşluklar büyüyor ve 'tezgâh' kapanıyor. Mesafe burada 'olmazsa olmaz' filtre. Hiç değilse iki taraftan birinin bu mesafeyi olabildiğince dikkatli kurması gerekiyor. Yoksa ne mi oluyor? Okuyalım: "Yaşam tümüyle iki kutupludur, böyle olması bir arıza değil, çelişkilerle yaşamayı beceremeyen insanların sırtında aşırı yüktür olsa olsa. Mesele, tıpkı aşk gibi arkadaşlığa da tezatlar arasında nefes aldırabilmededir; iyi duygularla nahoş meseleler arasında, anlayışla yanlış anlaşılma hatta anlayışsızlık arasında; işin esası, yakınlıkla mesafe arasında."

Arkadaşlığı önemsiyorum ancak zor buluyorum, epey zor. Bir evlilikten ve hatta ebeveynlikten bile daha zor. Çünkü insan bozuluyor, insan kötülük üretmeye gittikçe daha çok yatkınlaşıyor. İnsan hep bir kusur arıyor fakat kendine dair hiçbir kusuru görmemek konusunda ısrarcı davranıyor. Gönülden, samimi bir arkadaşlığa ne kadar inansam da günümüzde, özellikle de büyük şehirlerde bu tip ilişkiler kurmanın oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Huzur vermiyor, sakatlıyor arkadaşlıklar artık. Çok umutsuz bir kapanış olmaması adına, son paragrafı Schmid'in şu güzel cümleleriyle bitirmek isterim:

"Nasıl da bahtiyar edicidir, beni gözeten birisinin, hâlimi hatırımı, nerede olduğumu, ne yaptığımı soran, onun için varlığımla yokluğumun bir olmadığı birisinin mevcudiyeti! Bir başkasının bedeniyle değilse bile ruhen-manen benimle olması, her vakit ona gidebilecek ve yanında kendimi dostça karşılanmış hissedebilecek olmam -onun da benim yanımda aynısını hissetmesi- şu hayatta emin olduğum bir şey demektir benim için."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Dünyanın çilesinden kaçabilir miyiz?

İbrahim Ethem Hz. menkıbeleriyle tasavvuf anlatılarının ve veliler kervanının önde gelen şahsiyetlerinden. Belh’in hükümdarıyken sahip olduklarını ve saltanatını terk etmesi sebebiyle destanlaşan hayatı, İslam edebiyatında manzum ve nesirlere dönüştü. Hayatı ve kişiliği etrafında oluşan hikayeler, destanlar ve menkıbeler şeklinde edebî eserlere konu oldu. Hakkında yazılanlar ve sözlü gelenekle aktarılanlar İslâmiyet’i halka peygamberler gibi kutlu şahsiyetlerin hayatlarından örnek göstererek anlatma amacı taşıyordu. Necip Fazıl da aynı amaçla, yazdığı yüzün üzerinde eserde olduğu gibi, kendi deyimiyle Allah demenin yasak olduğu bir dönemde bu piyesi yazdı. Menkıbeler etrafında dolaşarak yazılan piyes beş perde halinde 1978’te yayınlandı.

Piyes iki dervişin hükümdar İbrahim Ethem’in huzuruna getirilmesiyle başlar. Dervişler camide namaz sonrasında cemaate "Böyle Müslümanlık olmaz" diye nida etmiş, sultanın halinden de "İşi gücü sırmalı elbiseler, altun tasmalı tazılar arasında, sülün ayaklı küheylanlar sırtında ava çıkmaktan ibaret olan bir sultandan ne hatır gelir?" diyerek şikâyet etmişlerdir. İbrahim Ethem onları huzuruna çağırır fakat, cezalandırmak için değil dervişlik hakkında sorular sormak için. Onların gerçekten hak ehli zatlar mı yoksa ham ve kaba softalar* mı olduklarını öğrenmek ister. Çünkü avda yaşadığı, menkıbelerde çokça anlatılan bir olay onu sarsmıştır. Buna göre, İbrahim b. Ethem gençlik çağında avlanırken, hâtiften ya da avlamaya çalıştığı ceylandan iki kez: “Sen bunun için mi yaratıldın yoksa bu işe mi memur kılındın?” diye ses duymuştu. Dervişleri adeta sorgular ama cevaplarından mutmain olmaz. Kendisine edilen ihtarın anlamını onlarda bulamasa da ruhunu tırmık tırmık pençelerler.

‘’İbrahim Ethem - Allah'dan dilerim ki, bir gün, bu yolu tam gösterebilecek birini çıkarsın karşıma!
Derviş - Allah bir gün belki de seni çıkarır senin karşına...’’
Çünkü bir cevap vermek yahut dervişlik onların elinde değildir. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak O’dur.
"İbrahim Ethem - Sen arada bir hikmetli lâflar ediyorsun, ama dilediğimi veremiyorsun!"
"Derviş - Haddime mi düşmüş benim... O verir. O!.."
"İbrahim Ethem - İstemekle mi verir?"
"Derviş - Dilerse istetir, öyle verir. Dilerse ne istetir ne bir şey; uykunun içinde bile tepene tokmakla vurup seni kaldırır, verir."

Öyle de olur. Tahtında uyuyakalan hükümdar tavanda tüyler ürpertici bir tokmak sesiyle uyanır. Kim var orada diye bağırır, ses ‘‘Yabancı değil, bir katar devem vardı; kaybettim, onu arıyorum.’’ der. İbrahim Ethem ‘‘Deli misin sen kaybolan develeri sarayın damında arıyorsun?’’ diye sorunca ses, heybetli, tane tane ‘‘Ey gafil, sen de Allah’ı ipek ve atlas kaftanlar içinde inci ve altın tahtlar üzerinde mi arıyorsun?’’ diye cevap verir. Halk arasında da çokça bilinen bir menkıbedir bu olay aynı zamanda.

İkinci perdede karşımızda arayış içinde bir hükümdar vardır. Halkını ayak divanında toplar, muradı kendisini Hakka götürecek bir Allah ehli bulmaktır. Omuzundaki saltanat yükünü taşıyamayacak haller geçirmektedir. Halkının rızasını da alarak ayrılmak ister. Ona göre koyunun hesabını dahi düşünen Hz. Ömer bu rikkatiyle imtihanı kazanacaktır, ama kendi omuzları bu yükü taşıyamamaktadır. ‘Ya benim çilem, hepsi boş, hepsi riyakarlık.’ diye düşünerek sahip olduğu unvan ve mülkü terk eder.

"Onu bulacağım! Beni yaratanı bulacağım! Yaratıldığımdaki murada ereceğim! Alemleri insan için, insanı da kendi visali için yaratanı bulacağım.’’

Aslında İbrahim Ethem sahip olmak ve olmak arasında bir tercih yapmıştır. Erich Fromm’a göre “Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılık, yaşamı ya da ölümü sevme eğilimleriyle birlikte, insan varoluşunun en önemli sorunudur. "Ol-mak", yüzeysel görüntüleri aşıp, onların ardındaki gerçeği kavramakla gerçekleşebilir ancak. Kendisini sürgün eder, zühd ve ruhi ahlaka yönelir.

"Bu dünyada ne varsa gurbet... Bütün varlıklar yokluk, bütün sahiplikler yoksunluk…" "Pişiyorsun, ya İbrahim Ethem kaynamaya, fokurdamaya başlıyorsun!"

Üçüncü perdede İbrahim Ethem’in çilesi başlar, bu süreç aynı zamanda O ve Ben’i okuyanların bileceği gibi Necip Fazıl’ın kendi yolculuğu ve çilesiyle örtüşür. Aynı şekilde Yunus Emre piyesinde geçen nefsle olan mücadeleye de benzer. Karakteri yine nefs ve şüpheyle yüzleştirir. Nefs nedir? Ben’den ayrı bir varlık mı? Kötülüğü emreden bir ses mi, fısıltı mı? O ve Ben de kendisine gelen hataratları** anlattığı bölümde Necip Fazıl’a gelen düşüncelerle benzeşir İbrahim Ethem’e kendi içinden gelen ses. Nefsi algılayışı Çile’ de ‘benim köpek nefsim’ diye anlattığı bölümdeki gibidir. İbrahim Ethem de nefsinden sıkıntı içindedir. Öyle ki dağda kendi halinde olan bir çobanın haline imrenir. Necip Fazıl gibi, çilededir.

"Nasıl huzur içinde olabilirim? Perişanım nefsimden, nefsimin üflediği zehirli nefeslerden."

Dördüncü perdede olaylar Necip Fazıl’ın başka bir tiyatrosu olan Reis Bey’de yaşananlarla örtüşmektedir. Reis bey hapse girer, kendisine sataşan suçlulara müşfik bir şekilde muamele eder. Bu davranışı onların taşkın davranışlarını ve kalplerini yumuşatır. Benzer şekilde gemide bir adam insanları güldürmek için İbrahim Ethem’i alay konusu eder, sataşır. O da bunu hilm içerisinde karşılar. Hali hem adamın, hem gemideki insanların haline sirayet eder.

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş." (Fussilet, 34)

Son perdede bir balıkçının yanında çalışır, ağ dikmekle nefsini meşgul etmek ister. Bir yandan da nefs hakkında balıkçıya, aslında okuyucuya, bilgiler aktarır. Çünkü Necip Fazıl verdiği yüze yakın eserde olduğu gibi net bir senaryoyla belirgin hatlar çizerek okuyucuya bir şeyler aktarmak derdindedir. Dava anlayışının, kendi hayatı, arayışı ve buluşunun piyese yansıdığı muhakkak. Diğer eserlerinde de görülen kendine has üslubu ve üzerinde durduğu nefs, ölüm, çile, hakikat gibi temel konuları yine İbrahim Ethem menkıbeleri üzerinden işler. Nefs nedir? Dervişlik nedir? Bir müminin hali nasıl olmalıdır? İnsanın arayışındaki çilede ne tür engeller vardır? Bu çile olmadan tamamlanmak mümkün müdür?

Bir Ruh Macerası’nda Ayşe Şasa’ya hocası Kemal Tahir şöyle der. "Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın! İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden korumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.”. İbrahim Ethem de sahip olduklarını terk ederek dünyanın çilesinden kaçmanın aksine tam ortasına düşmüştür. Kendi el emeğiyle kazanmak ve helal lokma yemek bu yolda ilk amacıdır. Vefatının da sınır boylarında gönüllü olarak nöbet tutarken olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Kolay bir hayata, iyi imkanlara sahipken bunu tercih etmesinin bir anlamı ve sebebi vardır. Burada tacı tahtı bırakmak kavramı bir metafor olarak düşünülebilir. Bu terk ediş, hakikati ararken girilen yolun rahat ve kolayın olmayacağı bir yol olduğu anlamını taşır. Her insan için yapabileceği, kaldırabileceği ölçüde bir yük, zahmet ve imtihan vardır. Zahmet olmadan, zorluklar olmadan insan tamamlanamamaktadır. Bu durum psikolojinin de felsefe ve dinlerin de üzerinde durduğu bir konudur. Pozitif psikolojide karakter erdemlerinin ortaya çıkması, hayatın anlamlı olması için bir zorluk, bir çile yaşanması gerektiği vurgulanır. Çünkü belli karakter erdemlerini kazanmış olduğuna hemfikir olduğumuz insanlara baktığımızda görürüz ki yaşadıklarının ortak özelliği zorlanmış olmalarıdır. Zahmet çekmişlerdir. Ve ancak çekilen zahmet ölçüsünde bir itminan, anlam ve rahmet vardır.

Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna

*Ham ve kaba softa: Nfk’nın birçok eserinde kullandığı tabir. ("İslam’ı kendi çıkarları uğruna ve başkalarının emelleri doğrultusunda kullanıp, kafalarına göre Müslüman portresi belirleyen ve de halka bunu yutturmaya çalışan, sonuç itibari ile de İslam düşmanlarının eline müthiş bir koz veren insanlardır.")

**Hatarat: “Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak” anlamındaki hutûr kökünden türeyen hâtır kelimesinin çoğulu olup insanın iradesi dışında zihnine gelen iyi veya kötü düşünceleri ifade eder.

Yazıda Faydalanılan Kaynaklar:
https://issuu.com/sibirturan/docs/nameefd1e4 (Kitaba buradan ulaşılabilir)
Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak
Gül, Halime. İbrahim bin Ethem ve tasavvuf tarihindeki yeri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
Nurcan Öznal Güder, Dâstân-ı İbrâhim Edhem (yüksek lisans tezi, 1992),
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-b-edhem#2-edebiyat
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=haber-detay&kod=395

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Tanpınar'da "yerli" ve "milli": bir yaşayamama tezahürü

Tadı damağımda kalan kitapları ara ara yeniden satın almak ya da başka yayınevlerince yapılan baskılarını bulup bir kez de oradan okumak gibi bir huyum vardır.

Önemli yabancı metinleri farklı çevirilerden birkaç kez okumak da aynı huyun devamı sayılabilir. (Gerçi, her defasında çevirilerden birinin tadı ötekilerine baskın gelir ve sonrasında okunan tatsız çeviriler çoğu kez kitabın orijinal değerinden götürür ama yine de yapmak gerekir.)

Bir yıl kadar önce, Tanpınar’ın Yapı Kredi Yayınları’nın kısa bir dönem için yayımlayıp son verdiği baskılarını bulmak ve hepsini sil baştan okumak istediğimde garip bir durumla karşılaştım.

Yeni baskılarının olmadığını biliyordum elbette ama internetteki sayısız kitapçıdan birinde kolaylıkla bulabileceğimden ve makul fiyatlarla alabileceğimden de çok fazla şüphe duymuyordum.

Fakat, kısa sürede Tanpınar’ın YKY baskılarını bulmanın hiç de kolay ve maliyetsiz bir iş olmadığını, dahası bir kitapçının, Tanpınar’ı asla Dergah Yayınları’ndan okumayacak pek çok müşterisi olduğunu söylemesiyle, konunun nasıl bir ideolojik sahiplenme çabasının çatışma alanı olduğunu anlar gibi oldum.

Anlatılanlara göre, Dergâh ve YKY, Tanpınar’ın yayın hakları konusunda karşı karşıya gelmişlerdi ve sonrasında, mücadeleyi Dergâh kazanmıştı. Bu durum belli ki YKY tarafındaki kimi kişilerce Tanpınar’ın karşı saflara kaptırılması gibi algılanmıştı. Sonrasında da Dergâh’tan okumayarak bu tepkilerini ortaya koymak gibi matbuat alemimizdeki ilginç protestolardan birine kalkışmışlardı.

Tanpınar aynı Tanpınar’dı elbette ve Dergâh da -bilindiği gibi- ülkenin hatırı sayılır önemdeki yayınevlerinden biriydi. Herhangi bir özensizlik ya da Tanpınar’ın hatırasını ticarete çevirme açgözlülüğü gibi durumlardan söz edilemezdi. Ama, ‘karşı mahalle’dendi işte ve sırf bu yüzden Tanpınar’ı oradan okumak, Tanpınar’ın da bilmediği yeni anlamlar içeriyordu.

Ben, gerçek anlamda bir Tanpınar tutkunu olmadığım için listemdeki eksikleri yine Dergâh’tan tamamlayarak bu tartışmadan uzak durdum.

Gerçek bir Tanpınar tutkunu değilimdir, evet. Beş Şehir’i severim ama nedense çok fazla yüceltmem mesela (Yaşadığım Gibi’de Beş Şehir’dekinden daha iyi Bursa yazıları vardır ama bugüne kadar pek kıymetinin bilindiğini görmedim.)

Beş Şehir, bana şehir kitabından çok edebiyat tarihinin farklı şehirlerde canlandırılma çabası gibi gelir. Tanpınar, Ankara kalesine ya da Bursa ovasına bakarken o topraklara dair yazılanları içli -ve de hicranlı bir şekilde- romantik bir dille kaleme alır ve bütün bir yazın onun dilinden kolaj halinde kelimelere dökülür. Beş Şehir, ‘geçmiş’in kitabıdır ve Tanpınar, geçmişi farklı bir gözle yeniden kurmak için büyük bir düşünsel enerji harcamaktadır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü de elbette onun zamanla olan meselesinin yansımasıdır, önemli bir eserdir ama dürüst olmak gerekirse, etkilenmem gerektiği kadar etkilendiğim bir kitaptır (Ya da belki YKY’den okumadığım içindir!).

Paylaşamadığımız nedir peki? Tanpınar, büyük bir dahi ve bu yüzden kaptırmamaya mı çalışıyoruz? Evet, elbette bir dehasından söz etmek gerekir ama esas mesele onun dehası mıdır pek belli değil.

Esas mesele şurada gizli ki Tanpınar hem doğuyu hem de batıyı iyi bilen bir düşünce ve edebiyat adamı. Birini diğerinin önüne koymadan her ikisini de görebilen ve meselelerimizi terazinin her iki kefesinde aynı aynda tartabilen bir entelektüel olduğu için ağır basan taraf, yalnızca kendi kefesindekileri değil karşı kefedekileride de alabileceğini düşünen bir hırsa sahip.

Tanpınar, gazete ve dergi yazılarından oluşan Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde genç bir yazarın yazdığı bir hikâyeyle ilgili, görüşüne başvurmasından bahseder. Hem doğuyu hem de batıyı ‘bilen’ bir genç yazardır bu kişi ve yazdıkları, Tanpınar’ın sözleriyle devam edersek,

Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.

Sonrasında Tanpınar, olabildiğince kırmadan düşündüklerini anlatır genç yazara:

Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber, onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duyamadım.

Sonrasında, genç yazar ilk önce kızar gibi olur. Bunun üzerine Tanpınar, bütün bunları sırf tenkit etmek, karşı tarafın heyecanını soğutmak için söylediği gibi bir tepki alacağından korkar kısa bir süre ama genç yazar da -neyse ki- onunla aynı fikirdedir:

Doğru..hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkar olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuyum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alakamız kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençberler, velhasıl maddi ve manevi sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer.

Bizim şimdilerde ‘kimseye söz düşürmeyen’ yerli ve millicilerimizi de çok iyi anlattığını düşündüğüm bu sözler üzerine Tanpınar, bunun sebeplerini çok düşündüğünü ve şu sonuca vardığını belirtir:

Çok düşündüm ve neslimizin büyük bir ıztırabını buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…

İnsanımızın bütün dertlerini, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanıyıp bilen, bilmekle kalmayıp, bütün bunların acısını üzerinde duyduğunu düşünen ve nihayet okuduğumuz frenk kitaplarını susturarak kendi sesimizin duyulmasını sağlamaya çalışan yerli ve millici arkadaşların düşüncelerinde bir cansızlık olduğu gözüküyor.

Yazdıkları şeylerde, Tanpınar’ın kastettiği, içinden yaşamışlığın sıcaklığı yok. Bu nedenle kolay karikatürize edilebilen, insanların cansız nesnelere kolay dönüşebildiği bir yerli ve millilik bu. (İdris Küçükömer’in ‘Türkiye’de sol sağdır sağ soldur’ demesi gibi ‘Türkiye’de doğucular batıcı batıcılar doğucudur’ desek yeridir.)

Bilenler bilir ki Anadolu’da ‘yerli’ kelimesi insanlar için kullanılmaz. ‘Yerli tohum’dan, ‘yerli gübre’den, ‘yerli domates’ten, ‘yerli inek cinsleri’nden bahsedilir ama insanın yerlisinden bahsedilmez.

Belki ‘yabancı’ manasında ‘yaban’ denilen kişiler vardır ama yerli denilenler -Tanpınar’ın genç yazarının behsettiği türde- gerçekte olmayan, kuklalardır. Anadolu’da kimse kendisinin yerli -ve de milli- olup olmadığını sorgulamaz (İstanbul’a mahsus bir maraz mıdır diye sorası geliyor insanın.)

Belki de gerçek yerlilik kim değil ne sorusunun cevabında gizlidir ve aynı toprağın üzerindeki herkesi eşitleyen bir geniş yüreklilik gerektirir.

O nedenle, kim yerli ve milli kim değil sorusu Tanpınar’ın genç yazarının yazdıklarındaki gibi bir olmamışlık ve cansızlık taşır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve çekici görünür, söylemek istediğiniz her şeyi aksi sorgulanamaz bir şekilde söylediğinizi zannettirir ama esasında söylenenler insansız sözlerden ibarettir.

Belki de eksik olan Tanpınar’ın, aynı kitabın bir başka yerinde söylediği şu sözlerde gizlidir: "Garp’la Şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir."

Yerlilik ve millilik vurgusu, Tanpınar’ın bahsettiği türde bir yaşayamamanın tezahürüdür ve tam da bu nedenle, ancak sayısız genç yazar ve entelektüel adayı üretebilir. İşin kötüsü, sorulabilecek bir Tanpınar bulmak da bugün artık o kadar kolay olmayabilir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

29 Mayıs 2020 Cuma

Hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmak

Bazı kitaplar hakkında yazmak çok zordur. Bir müddet o kitapla yaşamanız, onu öncelikle zihninizde, sonra belki çantanızda taşımanız, kitap elinizdeyken uyuyakalmanız, belki sabah ilk iş tekrar onunla günaydınlaşmanız gerekebilir. Bu yoğun ilişkiyi hak eden kitap ise, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine (1996), Tekeşlilik (1997), Dehşetler ve Uzmanlar (1998), Hep Vaat Hep Vaat (2007) gibi sevilen kitapların yazarı psikanalist Adam Phillips’in son kitabı Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü. Kitabın alt başlığı tatminsizlik, arzu, arzunun diyalektiği, arzunun doyurulamaması gibi konuları düşündürmesi açısından oldukça önemli görünüyor.

Hayatımız boyunca arzuların tatminini yakalamaya çalışırken ve aslında arzunun doğası gereği, buna hiçbir zaman gerçek anlamda ulaşamazken, yoğun bir hüsran duygusuna kapılabiliyoruz. Çünkü ulaştıklarımız, bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü doyuma ulaşamıyoruz: “Yaşadığımız pek çok tatminin farklı hüsran biçimleri vardır. Hüsranımıza müsamaha göstermeyi beceremediğimiz için kifayetsiz haz düşkünleri durumuna düşeriz. Kulağa fısıldanan sözlere paye verir, kendimize bunları yutturur, mahrumiyetten tatmin sağlar, hüsranımızı telafi etmekte başarısızlığa uğrarız. Peşinde olduğumuz takasları net bir biçimde resmetmekten geri dururuz. Hakiki tatmin, gerçek tatmin, doyurucu tatmin yaşadığımız hüsranların anahtarı, hissettiğimiz yoksunluğun doğasını anlamamızı sağlayacak ipucu olmalıdır.

Oysa ihtiyacımız olan şey, yazarın da dediği gibi, “kavrayamadığımız şey ve onu kavrayamamamızın önemi hakkında bir şeyler bilmektir. Kavranamayan ‘şey’ yine bir arzu nesnesidir. Onu istediğimiz için kavramak isteriz.” Psikanaliz, bu yüzden işlevsel ve önemli. Sadece görünenle yetinmiyor, görünmeyen şeye de odaklanıyor. Sadece söylenenle değil, söylenmeyenle de ilgileniyor, sadece kavranan şeylerle değil, kavranamayanlarla ve neden kavranamadıklarıyla da uğraşıyor. Bir şeyden kaçmanın, başka bir şeye koşmak olduğunun idrakiyle davranıyor. Bir yerde aşırı bir durum varsa onun tam zıttını ele alıp, iki ayrı uç arasında kişiye özgü bir simetri elde etmeye çabalıyor.

Kendini bırakma ve bırakılma ile bilgi eksikliği arasında çocukluktan gelen bir bağ bulunur. Zizek’in tabiriyle ‘aşırı yorum tutumu’, benim ‘kavrayamamak’ dediğim şeyin yarattığı korkuya kendi kendine bulunan bir devadır. Aşırı yorum, intikam alırcasına kavramaktır. (...) Başlangıçta kavramak, kavrayamama özgürlüğüne erişebilmemizin tek yoludur. Başka birini bilme/tanıma yanılsaması o kişiyi bilmeme/tanımama ihtimalini, özgürlüğünü, onları bilmeyerek/tanımayarak onlarla başka bir şey yapabilme özgürlüğünü yaratır.

Bu sınırlı satırlarda belki uzun uzun açıklamak mümkün değil ancak insanların bir şeyleri bilme hakları olduğu kadar, bilmeme hakları da vardır. Kendilerine dair, ötekine dair, hayata dair. Ve bu hakka saygı duyulması gerekir. Adam Phillips bu konuyla ilgili düşünmemizi teşvik eder nitelikte şu satırları aktarıyor bizlere: “Bilmenin yanı sıra bilmemeyi de öğrenebilir miyiz ve bundan nasıl bir fayda doğar? Ya da hayatlarımızın hangi alanında bilmemek, kavrayamamak bize durgunluk değil de canlılık katar? Kavramak ya da kavrama isteği hangi zamanlarda zihnimizin ufkunu daraltır?

Adam Phillips psikanalizden olduğu kadar edebiyat ve tiyatrodan da yararlanıp Kaçırdıklarımız kitabında hüsran, kavrayamamak, yanına kâr kalmak, çıkıp gitmek, tatmin gibi başlıklar altında ve Lacanian ifadelerle hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmaya, içimizdeki halının altına süpürdüklerimize ulaşmaya ve aklımızı karıştırmaya devam ediyor.

Farklı bir bakış açısı sunması açısından kitaptaki en ilgi çekici bölümlerden biri kitabın sonundaki bir ekte beliriyor: Deli Rolü Yapmak Üzerine. Bu makalede Adam Phillips kitaptaki diğer tüm başlıkları harmanlayıp muazzam bir bitiş yaşatıyor okuyucuya. Önce “deli” kelimesini mercek altına alıyor; “Birinin deli olduğunu ne düşündürür bize? Aklımıza bu kelimenin gelmesine sebebiyet verecek ne tür bir kimlik performansı sergilerler? Neden ‘gaddar’, ‘gürültücü’, ‘rezil’, ‘vahşi’, ’tuhaf’, ’suskun’, ’heyecanlı’, değil de ‘deli’?”. Deliliğin, teatrallikte nasıl bir görünüşe büründüğünü anlatıyor. Gerçek delilik ve deli rolü yapmak üzerine ilginç bir düşünce ziyafeti ortaya koyuyor. Kral Lear, Macbeth ve Bir Delinin Hatıra Defteri eserlerinin kahramanlarına göndermelerde bulunuyor. İlaç piyasasının belirli dönemlerde nasıl moda hastalıklar icat ettiği yönünde bir sorgulamaya davet ediyor bizi. 10 sene önce tüm çocuklar Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı alırken, şimdilerde en moda olan tanı yetişkinler için bipolar ve anksiyete bozukluğu oldu. Bu bağlamda yazarımız psikiyatrinin son moda hastalıklar oluşturarak, ilaç piyasasını nasıl desteklediği yönünde de cesur eleştirilerde bulunmaktan kaçınmıyor.

Kitapla ilgili son sözü yine Adam Phillips’e bırakalım: “Bu kitaptan ne çıkarıyorsunuz değil, bu kitap sizi neyin içinden çekip çıkarıyor? Okumak –kelimenin en iyi anlamıyla- bir tür kaçınmacılıksa, o zaman insan okuyarak neyden uzaklaşmak istediğini keşfedebilir demektir.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel