25 Nisan 2020 Cumartesi

Yaşamayı umursamayanlar, hep boşlukla yüzleşenler

“Gece benim ardımda
Taşıdım kara gençliğimi dağların damarında
Hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya
Beynimde hep manalı bir uçurum.”
- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

Davranış problemi veya kötü bir alışkanlığı/bağımlılığı olan bir insandan o bağımlı olduğu maddeyi veya davranışı alırsak, yerine bir şey koymamız, oradaki boşluğu daha yararlı bir şeyle, en azından zararsız bir şeyle doldurmamız gerekir. Bağımlılığın en temel kurallarından biridir bu. Çünkü hayat/doğa boşluk kabul etmez, psikoloji de boşluk kabul etmez. Peki, ya bu boşluk bir hissedişse ve zihnimizdeyse…

Modern insanın boşlukta olma duygusu aslında çok eski değil. Teknolojinin gelişmenin ötesinde bir atılım göstermesi, alım gücünün artması, bireyselleşme vb. neticesinde belli bir daireye hapsolan bireyin psikolojik açıdan çok sağlam olması, olmamasından daha düşük bir ihtimal. Artık kazanılan gelirin belli bir miktarının psikolog veya psikiyatrlara gitmesi, okullarda görülen ruhsal hastalıkların ve farklılıkların artması bu durumun başlıca emarelerinden. Üstelik iyi bir maaş, mutlu bir çevre/aile de bu psikolojik iyi olma halini veya boşlukta olma hissini engelleyemeyebiliyor. Mânâ, yaşama amacı gibi şeyler olmadığında boşluk başka şeylerle doldurulmaya çalışılıyor veya doldurulamıyor. Her ikisinde de ortaya bir problem çıkıyor.

Viktor Frankl ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda ‘hayata mânâ/anlam verme’ konusunu detaylıca işlemişti. Kısaca özetleyecek olursak, Nazilerin toplama kampında sağ kalanların, o zor şartlara dayananların hemen hepsinin hayatta belli bir amacı olan insanlar olduklarını, çok basit sebeplerden ölenlerin ise hiçbir amaçlarının olmadığını ve boşlukta olduklarını keşfetmişti. Yazar da bu toplama kampındaydı ve en yakından gözlemlemişti bu kişileri. Zaten kurucusu olduğu logoterapi de bu kampların bir ürünüydü.

Behçet Çelik işte böyle bir kahraman oluşturuyor Dünyanın Uğultusu adlı romanında. Tam anlamıyla boşlukta ve kitaptaki karakterlerden biri olan Aynur’un deyimiyle tam anlamıyla ‘yaşamasız’. Bir nevi Oğuz Atay’ın meşhur tutunamayan kahramanları gibi:

…Bu farklıydı ama: Öncekilerde eksikliğini duyduğu, kimi zaman kendini onlara çok yakın hissetmiş de olsa, dışarıdaki biri, bir yer ya da topluluktu. Bu kez çok içeriden bir yerden bir şeyler kopup düşmüş gibiydi –ne olduğunu, ne zaman, nerede düşürdüğünü bilmediği.

Bir Selim Işık havası da seziliyor Dünyanın Uğultusu’nun başkahramanı Ahmet’te. Fakat Ahmet’in bu ‘yaşamasız’lığı, tutunamaması doğuştan gelir gibi değil. Çalıştığı yerden ekonomik sebepler dolayısıyla çıkarıldıktan sonra zaten ruhunda olan dertler bir bir akın ediyor ve yeni dertler ekleniyor zihnine. Eski sevgilisi Özlem, çay bahçesinde tanıştığı ve kitabın en gizemli kahramanı Ayla, bir miting yürüyüşünde karşılaştığı ve üniversiteden arkadaşı Buket’in kardeşi Aynur… Hepsi Ahmet’in etrafında, sanki Ahmet’in ne kadar boşlukta ve savunmasız olduğunu haykırır gibi davranıyor ona. Bazen ortaya çıkarak bazen basit bir el hareketiyle bazen de tamamen ortadan kaybolarak, onu günlerce aramayarak Ahmet’in bütün boşluğunu yüzüne yüzüne vurup Ahmet’in kendini iyi bir sorgudan geçirmesine sebep oluyorlar.

Cioran, Türkçeye Burukluk olarak çevrilen kitabında “İnsanlarla düşüp kalktıkça düşüncelerimiz kararır ve bunları aydınlığa kavuşturmak için yalnızlığımıza döndüğümüzde, düşürdükleri gölgeyi buluruz” der. Ahmet’in kitap boyunca ve kitabın zaman olarak geçtiği birkaç ay boyunca yaşadığı tam da budur aslında. Gerek Ayla’nın gerek Aynur’un hatta kısmi de olsa eski sevgilisi Özlem’in Ahmet üzerindeki etkisi, hem onlarlayken hem de onlardan sonra devam eder. Ahmet aslında tam bir girdaptadır. Sürekli olduğu yerde döner döner döner ve buna da bir çare üretemez. Çünkü hayatındaki kadınların gölgesi üzerindedir. Onu sar(s)mıştır.

Behçet Çelik romanını üç karakter üzerine kurar. Bunların merkezinde başkahraman Ahmet vardır ancak romanın yan karakterleri de kitaba etki ederler. Aynur’un annesi, Ahmet’in bazı arkadaşları, Ayla’nın yanındakiler de Ahmet’in psikolojisi üzerinde etkili olabilecek karakterlerdir.

Yazar kitabı hâkim bakış açısıyla kurgulamıştır. Her şeyi görür bu sayede hem yazar hem de okuyucu. Sadece yaşananlar değil kahramanların iç konuşmalarını ve düşüncelerini de (Ayla hariç) öğreniriz. Felsefi ve psikoloji yönü de ağır basan bir kitap olduğu için, bu iç konuşmalarda sık sık sorgulamalar okuruz. Özellikle bu sorgulamalar bizi gene kahraman(lar)ın boşluk duygusuna ve bundan yola çıkarak toplumsal bir psikoloji okumasına getirir:

Birden ayıkıverdi. İnsanlar sadece para kazanmak için iş güç sahibi olmuyordu. Başka boşlukları da dolduruyordu çalışmak. Bunun içten içe farkında oldukları için düşük aşa, sömürülmeye ses etmiyorlardı. Boşluk dolsun da nasıl dolarsa dolsun.

Bazı yazarlar boşluk duygusunu deneme, felsefe veya roman türündeki kitaplarında işlemişlerdir. Örneğin Simone Weil bu duyguya daha mistik bir havada yaklaşırken yukarıda kendisinden bir alıntı da paylaştığım Cioran daha ironik ve nihilist bir tarzda yaklaşır. Behçet Çelik’in de yaklaşımı Cioran’la benzeşir. Başkahraman Ahmet’in genel ruhsal durumu değişken olmakla birlikte kötümser ve nihilist bir düşünceye yakındır. Tamamlanamamışlıklar da Ahmet’in psikolojisinde etkilidir.

Üç karakterin de hayatının bir bölümüne ve zaman zaman geçmişine ışık tutan Behçet Çelik’in bu romanı bence bir devam kitabını hak ediyor. Çünkü karakterlerin hikâyesi yarım kalmış/bırakılmış. Böylesi daha mı iyi daha mı kötü, buna her okuyan kendine göre bir yanıt verecektir.

Sade bir üslûbu, yalın bir dili var kitabın. Fakat kitabın her yerinde aynı şekilde akmıyor roman. Genel anlamda akıcı ancak bazı yerlerde bunun dozu değişiyor. Diyaloglar açısından bunu söyleyebiliriz. Özellikle Ahmet’in iç konuşmalarında ise biraz daha yavaşlıyor kitabın okunması.

2009 yılında Kanat Kitap’tan, 2011’de ise Can Yayınları’ndan yayımlanmıştı Dünyanın Uğultusu. Son olarak ise içinde bulunduğumuz yılın Kasım ayında İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. 17 bölüm ve 275 sayfadan oluşuyor Çelik’in eseri.

Yusuf Atılgan’ın büyük eseri Aylak Adam’da başkahraman C. kitabın sonunda her şeyi bırakmış bir şekilde, umutsuz bir havada kimseye ‘ondan’ bahsetmeyeceğini, nasıl olsa anlamayacaklarını ifade ediyordu. Ahmet’in de ruh hâlini zaman zaman C.’ye benzetmek mümkün bu kitapta. Çünkü Ahmet’e göre de “filmlerde, belgesellerde gördüğü, içerisinde, çevresinde arıların vızıldayıp durduğu kovanlara benzemiyordu dünya – uğulduyordu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

23 Nisan 2020 Perşembe

İstanbul'a özlem, erguvana hasret


Rahmetli Âkif Emre ağabeyi çok severdim. Vefat ettiği gün bir fotoğraf paylaşılmıştı. Masasında yarım kalan bir çay ve poğaça, kalp krizi... Onun gündemin nabzına irfân nazarıyla bakarak yazdığı yazılar hep bana örnek teşkil etmiştir. Hâlâ da ediyor zira Büyüyenay Yayınları tüm kitaplarını basıyor, yazılarını derliyor.

İstanbul'u Yeniden Düşünmek ve Erguvanname kitabında Âkif Emre'nin İstanbul'a dair yazdıkları bir araya getirilmiş. Kitabın sonunda erguvan üzerine düşünceleri de var. Bu bölüme giriş sayfasında kendi el yazısıyla yazdığı Erguvanname başlığı, onun ileride böyle bir kitap düşlediğini de gösteriyor. Yazıların toplamına baktığımızda, kendi çektiği fotoğraflarla beraber İstanbul'da yaşayıp İstanbul'u özlediğimiz şu günlerde Âkif Emre hem kitaba seçilen isim gibi yeniden düşündürüyor hem de önemli bakış açıları kazandırıyor. Her zaman yaptığı gibi... Âşıklar herhalde bu yüzden ölmüyor. Onlar hakikatin adamları. Yazdıkları ve söyledikleri, bu dünyadan gittiklerinden sonra da yankı buluyor. Ne mutlu. Bu vesileyle de rahmet olsun. Yolu Edirnekapı'ya düşenler ağabeyi bulsunlar, Mehmet Akif Ersoy'un hemen karşı sağ çaprazında. Çok sevdiği İstanbul'un koynunda.

"Geleceği inşa edebilmek için tavır ve tercihlerimizin tarihini bilmek zorundayız" der Turgut Cansever. Âkif Emre de hemen kitabın başından, yani İstanbul'a dair yazmaya başladığı metinlerden anlaşıldığı gibi bu bakış açısını kavramış, yaşadığı şehirdeki mimarî gelişmelere bir tavır ve tercihler bütünü nazarıyla bakmış. Böyle bakınca da insanların daha güzel bir çevrede, ölçüyü esas alarak yaşama imkânına kavuşmaları için kaleminin eleştiri yönünü sivriltmiş. Son derece haklı olan bu eleştirilerde anlaşılıyor ki yazar, değişimin fikirsizliğini ve köksüzlüğünü hemen fark edenlerden. 2005 yılında yazdığı metinden bir paragraf şöyle:

"İstanbul'u kötü bir New York kopyasına indirgeyerek rant ekonomisinin kollarına teslim etmek isteyen, tarihi ve kültürel aidiyetinden sıyırarak seküler bir kimlik kazandırmayı amaçlayan ideolojik gayretlere karşı İstanbul bu muhafazakar zihniyetle savunulamaz. Tarihten intikam almak isteyen bir anlayışla sözüm ona modern şehircilik yapılmıştır. Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

İnsanlara her ne kadar faydalanma imkânı verilse de toprak, tıpkı yeryüzünün her karışı gibi Allah'ın mülküdür. Bunu bilen bir Müslümanın keyfî tutumlar ve bir takım dünyevî kaygılar için yaşadığı şehirlerin, mahallelerin kadim değerlerini hırpalamaması, o değerlerle asla oynamaması gerekir. Nitekim Bursa'nın hâli ortadadır. Osmanlı'ya başkentlik yapmış ve seyyahlardan şehir bilimcilere, mimarlardan siyasîlere kadar yerli-yabancı herkesi kendine hayran bırakmış olan Bursa, tabiri caizse talan edilmiş bir görünümdedir. Bursa ovasına saplanmış beton hançerler zevksizliğin olduğu kadar bilgisizliğin de göstergesidir. İşte bu 'değişim'den İstanbul da nasibi almıştır. Zannedilmesin ki son yirmi yılda olup bitmiştir her şey. İstanbul ne hikmetse yine muhafazakârlığıyla takdir görmüş bir parti ve onun temsilcileri tarafından kadim değerlerinden koparılmıştır. Adnan Menderes ve Demokrat Parti öncülüğündeki 'yıkıp geçme' faaliyetleri Amerika ziyaretlerinde hayran hayran baktığı gökdelenlerle İstanbul'u da donatma hayalini kuran Turgut Özal'la devam etmiş, 2000'li yıllardan sonra da AKP eliyle nihayete ulaşmıştır. Şimdi birkaç yıl arayla Âkif Emre'den okuyalım:

"Sayfaları tarumar edilmiş metinlere benzedi İstanbul. İstanbul, fizik planda yazıları silinen bir kitap. Metinlerini okuyamadığımız elimizdeki kitabın sadece sayfa numaraları var." (1997)

"İstanbul'un bir 'dünya kenti' olmasını önermek İstanbul'un Müslüman kimliğini reddetmeyi içeren bir siyasal projenin sözcülüğüne soyunmaktır. Dünya kenti İstanbul, farklı kültürleri, dinlerin zenginliklerini yaşatan Müslüman İstanbul'a rağmen arkaik kültürlerin müzesi, ölü bir İstanbul projesidir. 'Dünya kenti İstanbul', İslam ve hatta Türk kimliğinden arındırılmış bir İstanbul önermesidir." (2005)

"Hesaplaşılması gereken; Ayasofya'nın, Sultanahmet'in kubbesine hançer gibi saplanan görüntü kadar bu görüntüye sebep olan insan tipi, siyaset anlayışı ve medeniyet, şehir-medine tasavvurundan yoksun/yabancılaşan zihniyet olmalı." (2011)

İstanbul'un eski zamanlarından yola çıkarak evleri, hatta o evleri oluşturan yapı malzemelerini, erguvanı ve erguvan mevsimini, erguvana en çok yakışan ahşabı ve havuzu da yorumluyor yeniden Âkif Emre. Ona göre eski İstanbul evlerinin en temel özelliği tabiatla uyum içinde olması. Bu da güzelliği ve ölçüyü belirginleştiriyor ve ortaya tevazu çıkıyor. İnsanı en çok şaşırtan ve hayret ettiren yapılarda bile bir tevazu bulunuyor. Burada malzeme de kendini ortaya koyuyor. Çünkü ahşap; belirli bir ömrü olan, bütün ömrü boyunca doğal kalan, kullanıldığı yıllar içinde yenilenebilen ve dolayısıyla onu kullananları bir şeylere mecbur eden, zorunlu kılan tarafı olmayan, rehin almayan, ferahlık ve huzur saçan bir malzeme. "Büyük yangınlarla kül olmamışsa bile, değişen zamana uyum gösterecek kabiliyette ya da fanilikteydi." diyor Âkif Emre ahşap için. Tıpkı erguvan gibi: "Bir fanilik hafızası olarak erguvan her an solmaya mahkum renkleriyle ebedi ve ezeli güzelliği hatırlatır."

İnsanın doğadan ve şehirden elini eteğini çektiğinde nelerin değiştiğini birkaç haftada gördük. Demek ki yeniden düşünmeliyiz. İstanbul'u, erguvanı, güzeli, iyiyi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yalnızlığın paradoksu

Rahmet ve özlemle andığım babam 12 Eylül döneminde yaktığı kitaplardan bahsederken hayıflanırdı. Altın yaldızlı olanların yanarken kağıdın yanıp yaldızların kor hâlde harf harf dökülüşünü anlattığı esnada o anı yaşar gibi olurdu. Kitapları saklamayıp yaktığı için kendine kızar, bir yere gömebilirdim derdi. Elbette sıkıyönetimin saldığı korku terörü yaptırmıştı bunu fakat asıl ilginç olan evinde silah olmayan insanların kitapla yakalanmaktan bu denli korkmasıydı. Dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi darbe yönetimlerinin evlerde silahla birlikte aradığı şey kitaptır. Silahla kitabın bu bahiste bir araya gelmesi ironik olduğu kadar manidar. Zira kitabı silah kadar tehlikeli gören zihniyet tarih boyu varolmuştur. Anlaşılan o ki olmaya da devam edecek. Tarihsel süreçte bu zihniyetin tezahürü istisnasız dünyanın her yerinde görülmüştür. İskenderiye Kütüphanesi’ni yok eden barbarlık bir zaman sonra Bağdat’ı yakılan kitapların dumanıyla boğmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise kılığıyla kitaba yapılan düşmanlığın kılıfı modern zamanlarda ideolojik saplantılar olmuştur.

Kültürel iktidarı da elinde bulundurmak isteyen siyasal iktidarın kitapla arasının iyi olmaması tuhaf bir durum. Silahla mücadelenin iktidar açısından makul gerekçeleri ileri sürülebilir fakat kitaba düşmanlığın çok daha derin anlamları olmalı. Birçok eserde bu konu farklı açılardan ele alınıyor fakat, sanıyorum, hiçbirinde 451 Fahrenheit’ta olduğu kadar nahif işlenmemiştir. İktidar toplumun kitapla ilişkisini kesmek için kitap yakma ekipleri oluşturmuştur. İstihbari faaliyetler neticesinde fiziki olarak kitap bulunduranlar cezalandırılmaktadır. Tabi kitaplar da... Karşı tarafta kitapları ezberleyerek bu sorunu aşmaya çalışan küçük bir grup vardır. Mesaj açıktır; insanların sahip olduğu fiziki kitaplar yok edilebilir fakat zihinlere girilmesini engellemek mümkündür.

Kitap medeniyete işaret eden bir kültür göstergesidir ve müdahale edilmesi toplumun kültür dünyasını dizayn etmeye yöneliktir. Çek yazar Bohumil Hrabal (1914-1997) otobiyografik eseri Gürültülü Yalnızlık’ta kitaplardan yola çıkarak modern paradigmanın hayatı nasıl yıkıma uğrattığını anlatıyor. Hrabal, yirminci yüzyılın ilk yarısının zorlu koşullarında Avrupa’da ‘biriken’ toplumsal psikolojiyi haritalandırıyor. İki büyük savaşın neden olduğu maddi-manevi yıkımla birlikte teknolojik gelişmelerin meydana getirdiği mekanik tahakkümün hayatı kuşatarak insanları nasıl harcadığına dikkat çekiyor. İktidarların bunda etkisi tartışılmazdır elbette. Notos Kitap’tan çıkan yüz on sekiz sayfalık roman Elif Göktepe tarafından tercüme edilmiş. Tercümenin yetkinliği bir yana Göktepe’nin ara ara kullanılmamaktan üzeri tozlanmış kelimeleri seçmesi zihinde hoş bir tat bırakıyor.

Bohumil Hrabal zorlu geçen hayatından kesitlerle oluşturduğu kurguya özgün bir üslup katarak edebi eserlerde kullanılabilecek bir çok tekniğe yer vermiş. Metafor, analoji, aforizma, sembolizm, atıf, alıntı, sürrealizm, fantastik anlatı… Yalnız Hrabal’ın sürreal-fantastik anlatısının son derece soft olduğunu söylemek gerekiyor. Onun üslubu Latin Amerika Edebiyatında gördüğümüz saldırgan-mitolojik dilden çok uzak. Hrabal sürreal-fantastik anlatısını oluştururken içinde yaşadığı toplumun kültürel varlığından faydalanıyor. Alıntı ve atıfların çokluğu bir yandan düşünceyi derinleştirirken bir yandan da farklı kaynaklara yönlendiriyor. Metinde olaylar ve düşünceler arasında kopukluk varmış gibi görünen geçişler yazarın üslubunun bir parçası olarak değerlendirilmeli. Buna neden olan şey için (tam olmasa da) ‘bilinçakışı’ tekniğine yakın iç ses anlatısı diyebiliriz.

Çekya’nın başkenti Prag’da geçen roman İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasındaki süreci konu ediniyor. İşi presçilik olan roman kahramanı hurdaya ayrılmış kâğıtların geri dönüşüme gönderilmeden önce preslenerek balyalar hâline getirildiği bir işyerinde çalışmaktadır. Büyük bir aşkla yaptığı işine olan sevgisini preslediği balyaların etrafını reprodüksiyonlarla süsleyerek gösterir. Hatta daha da ileri giderek her balyaya felsefe tarihinin önde gelen düşünürlerinin eserlerini sıkıştırır. Ağır bir işte çalışan sıradan bir işçi değil de sanatını icra eden bir sanatçı gibidir. Yaşadığı yoksun, yalnız hayata ve çalıştığı bodrum katındaki kötü şartlara inat kitaplardan bir dünya kurar kendine. Kitaplara olan ilgisi boş yer bırakmayacak duruma getirir evini. Kitapların fazlalığı zaman zaman korkularının nedeni olsa da hayata bakışını onlar şekillendirir. Ona göre her şey zıddıyla var olabilmektedir ve dünya hayatı hep aynı şeye varan döngüsel bir bütündür. Yaşamın özü karşıtlıkların egemenliğidir.

Kitabın ana temalarından biri ekonomi diyebiliriz. Anlatılanlar günümüzdeki refah seviyesinin henüz oluşmadığı dönemlerde Avrupa’daki çalışma hayatını yansıtıyor. Eski yöntemlerin yavaş yavaş terk edilmeye başlandığı zamanlarda iş dünyasındaki teknik gelişmeler ve duygulardan soyutlanmış profesyonelleşmeyle ilgili detaylarda bugünün küreselleşmesinin ipuçlarını görmek mümkün. Romanın satır aralarında işçi haklarının gözetilmediği zaman sanayinin ne kadar acımasız olduğu görülüyor.

Gürültülü Yalnızlık’ta birçok konuyu işleyen Hrabal sosyal ve kültürel yapıyı yansıtarak seçkinler arasında yer alamayan toplumun alt katmanlarının görmezden gelinişinin altını çiziyor. Teolojik açıdan çoğunlukla Hıristiyanlık olmak üzere Yahudilik ile ilgili eleştirel söylemlerde bulunurken tarihsel açıdan Antik Yunan’ı yücelten sözleri dikkat çekiyor. Ahlak kavramını filozoflardan yaptığı alıntı ve onlara yaptığı atıflarla yeniden yorumluyor. Ayrıca Hitler dönemi ve uygulamalarına bir parantez açmak gerekebilir. Faşizan Nazi politikalarıyla sadece Yahudilerin değil çingenelerin de hedef alındığını belirtiyor.

Kâğıt presçiliği de dâhil hayatını farklı işlerde çalışarak kazanmış olan yazar bir anlamda yaşadıklarını aktarıyor. Önceleri emek yoğun işlerde çalışan Bohumil Hrabal’ın biyografisinde kitaplarını ellili yaşlarında yayınlamaya başladığı görülüyor. Kitabın sonunda yer alan yazarla ilgili değerlendirmede ise genç yaştan beri yazdığı fakat yayınlama girişiminde bulunmadığı ancak dostlarının baskısıyla yayınlamaya razı olduğu belirtiliyor. Bu anlatılanlardan Hrabal’ın kendisi için yazdığı ve baskılara dayanamayarak yayınladığı anlaşılıyor. Buna rağmen sansür uygulamalarına takılması oldukça ilginç bir detay. Kitaplarının 1970-76 ve 1982-85 yılları arasında iki kez yasaklandığı görülüyor. Birey ve toplum açısından kitabın önemine dikkat çeken eserlere iktidarın sansür uygulaması oldukça manidar gözüküyor.

Hrabal romanın kurgusunu kitaplarla ilişkilendirerek oluşturuyor. Eserin otobiyografik yanını da dikkate alırsak yazarın öznel görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında okumanın inceliği, gerçek okurluk, kitap kültürü gibi başlıklar bulunuyor. Yazarın yaptığı değerlendirmeleri yaşam ve kitap olgularını anlamsal açıdan buluşturmaya çalışmak olarak özetleyebiliriz. Aslında Hrabal’ın bütün yaptığının varlık/ varoluş sorgulaması olduğunu söylemek en doğrusu olabilir. Preslenmiş kitaplar yasaklara dikkat çeken bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Söz konusu yasaklar kültürü preslemektedir aslında. Her balyada insan preslenmekte, hayat ve canlılık yıkıma uğratılmaktadır. Romanın, yazarın ‘her şeyin aynı yere döndüğü’ düşüncesine de atıf olarak yorumlanabilecek ‘sıradışı’ sonucu açısından kendi bedeniyle kültürel preslenme arasında bağ kurduğunu söyleyebiliriz.

İsmi bir paradoksu işaret eden roman insan için yalnızlığın mümkün olup olmadığını sorgulatıyor. İnsan dış dünyadan kendini soyutlamış da olsa yaşanmışlıklarını ve içindeki dünyadayı yok sayamaz. Özellikle içinde yaşadığımız (post)modern zamanlarda bu mümkün değildir. Dolayısıyla yalnız kalamamak konusunda iç seslerinin gürültüsü bile yeterlidir. Romana daha yakışacak bir ifadeyle söylersek; yaşam aslında birikmiş yalnızlığın ortaya çıkardığı rahatsız edici bir gürültüden başka bir şey değildir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

20 Nisan 2020 Pazartesi

Yazarlık endişeleri, yazarlık korkuları

İçinde yaşadığımız bu günler, keskin bir virajda olduğumuzu idrak etmemizi sağlar mı bilinmez... Okura sunulan Dikkat Yazar Var adlı demir leblebi eserle tanışmamız korona günlerine tevafuk etti. Bu tevafuktan mülhem yazar Jurek Becker’in, yıllar evvelinden işaret ettiği ve bugün içinde olduğumuz travmanın sebebi olarak gösterdiği insan dramı ile başlayalım: “Bizden sonra kimsenin gelmeyeceğini düşünmek”!

Kitap, global olarak da marka olmuş Alman yazarların okuyucu ile buluşma üssü olan Goethe Üniversitesi’ndeki üç konuşmadan derlenmekte. Birçok marka yazarı konuk eden kürsü, Çağdaş Alman edebiyatının canının yongası Frankfurt Dersleri’nde bu kez Jurek Becker’i ağırlamakta. 1989 yılında gerçekleşen işte bu konuşmalar, felsefe çevirilerinin filozof çevirmeni Ahmet Sarı ve Şehbander Çoraklı tarafından bir kez daha Türkçeye kazandırıldı. Ketebe Yayınları’nın Ex-libris serisi olarak başlattığı kitaplardan biri olarak masamıza ve hayatımıza lütfetti.

Becker, 1937’de Polonya’da doğar ve çocukluğu toplama kamplarında geçer. Liseden sonra felsefe eğitimi görür ki bu meselelere evrensel yaklaşmaktaki becerisini açıklamaktadır. 1960’tan 1977’ye kadar Doğu Berlin’de serbest yazar olarak yaşar. Birkaç farklı ülke üniversitesinde fahri profesörlük yaparak geçirdiği yılların ardından 1989’da Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde şiir dalında doçentlik alır.

Dikkat Yazar Var, edebiyatın sadece okur için olan gerçek veya olası sonuçlarından değil yazar için de olası sonuçlarından bahseder. Yazarın karşılaştığı ve toplumun kendisine dikte ettiği sansürü yazarken hem etkileyici hem de çoğumuzun üzerine düşündüğü yazarlık endişelerinden bahseder. Ben hürriyet yazıyorum kendi gökyüzümden ama senin gökyüzünde kuşlar parmaklıklar ardındaysa retorik bir saçmalıktan başka ne kalır ki aklında... Bu endişelerle yazdıklarının aslında sadece kendi evreninde anlamlı kalabildiği korkusunu, hangi yazar edinmedi ki? Ya da hangi gerçek yazar edinmedi ki?

Kuralları zedeleyen; dili, içerisinde ne var acaba diye hunharca hırpalayan yazarlardan çok hoşlanan Becker, bir marangoza insanın duyduğu ihtiyacın efektif olarak yazara duyulmamasının altındaki sebebi, yazarların yazma sebeplerinin kişiselliğine de bağlıyor. Haklı olması üzerinde daha yüksek bir oranla ihtimal verirsek, hoşa gitmek veya farklı olmaktan daha fazla derinliği olanlar bugün edebiyatta Dostoyevski oldular. Becker bu kaliteyi, “söyleyecekleri olmak”, söylemeden ölmek istememek üzerine toparlıyor denilebilir.

Yine de anlatısında buram buram endişe okunur. Getto’dan çıkan korkunun, hayatı boyunca, Frankfurt Dersleri’nin konuşmacısı olduğunda dahi peşini bırakmadığının hissedildiğini üzülerek de olsa söylemek zorundayız. Bu yüzden Becker’in bu üç metni, yukarıda bahsettiğimiz bütün içerikleri taşısa da Nazi Almanyası’nda yaşanan dehşetin ve acının hikâyesini farklı bir boyutta anlatır satır aralarında. O dönem, Becker’in kendi tabiriyle aşağılanarak yaşamak veya aşağılanarak ölmek arasında seçim yapma özgürlüğünden başka özgürlük barındırmamıştır.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

19 Nisan 2020 Pazar

Beklemek, aramanın öz kardeşidir

"Sabırsızlığını terbiye et. Burada sana ancak beklemek yardım edebilir."
- Jung, Kırmızı Kitap

Arayış, kişisel derinleşme, ruhun derinliklerine inme romanları her zaman sevilir, zaman geçtikçe yine okunur. Siddhartha'nın tüm dünya okurlarında olduğu gibi Türk okurunda da bu kadar sevilmesinin sebebi, 'şark insanı' olduğu için mi? Bu soru burada durmasın ve biz 'şark insanı'nın aksine beklemeden bir cevap arayalım.

Alef dizisinde bir replik geçti. Eski eserler memuru "şark oturup beklemenin yeridir" dedi ki bu söz Ahmet Hamdi Tanpınar'a aittir. Sufi ve şarkiyat metinlerinde de sıkça karşılaşılan bir ifadedir, elhak doğrudur. Bizde beklemek esastır. Beklemeden olmaz. 20. yüzyılın büyük metafizikçisi olarak görülen Frithjof Schuon mesela "Batı yalanların üzerinde yaşar, doğu hakikatin üzerinde uyur" der. Elhak o da doğrudur. Schuon tasavvufla buluşup kendini bulmuş bir Basel'lidir. Ama bunun için uzun yıllar resim, şiir gibi sanatlarla aramıştır aradığını, yani beklemiştir. Velhasıl, bu toprakların eski(mez) dervişlerinden Sadettin Ökten pek güzelini söyler: "Allah'tan başka her şey ağırlıktır. Nasip varsa o yükü alır gider üzerinden. Nasip yoksa da eyvallah deyip bekleyeceksin."

Siddhartha'yı sadece arayış romanı olarak görmemek lâzım o hâlde. Bir bekleyiş romanıdır aynı zamanda. Yazarı -bilhassa yabancı yazarlar arasında her zaman ilk sırayı verdiğim- Hermann Hesse de bir 'bekleyiş ustası'dır. Çünkü o da başka bir 'bekleyiş ustası'ndan kuvvetti yettiği kadar istifade etmeye çalışmıştır. Kimdir o? Jung'tur elbette. Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabı bu anlamda oldukça önemli. Gönül isterdi ki bu kitap daha uzun olsun, daha detaylı. Her şeye rağmen Hesse'nin Jung'tan alabildiklerini yazdığı romanların içinden çekip çıkarmak da bir hayli keyifli, lezzetli. Şimdi yeniden romana dönebiliriz.

"Kendi kalbine kulak veriyor, onun nasıl yorgun ve üzgün çalıştığını duyuyor, bir ses işitmeyi bekliyordu" Siddhartha. Sonra, "yüreğinde bir şeyin ölüp gittiğini duydu, bir boşluk hissetti, önünde bir haz, bir amaç göremez oldu. Düşüncelere dalmış, oturup bekledi. Bunu, bu tek şeyi ırmaktan öğrenmişti: Beklemek, sabretmek, kulak verip dinlemek.". Kendisine ne iş yapabileceği sorulduğunda da ona öğretilenleri, ama öğrenirken de sahiden insanı insan yaptığı için sevdiği, bir görev olarak değil gerçekten de kendisini geliştirdiğine inandığı üç şeyi cevap olarak sundu: Oruç tutmak, beklemek, düşünmek. Bilge olarak gördüğü kişilerden aldığı birer mirastı bunlar, dolayısıyla tek servetiydi. Üstelik Siddhartha, bu servetini yok etmeye de hiç niyetli değildi. Govinda ile yolları ayrıldığında vazgeçmedi, Kalama ile karşılaştığında da. Çünkü her ikisi de nefsine galebe çalması için birer imkândı. Zaman zaman kullandı bu imkânı, zaman zaman nefsine yenik düştü. Öğrendi ki günahtan bütünüyle kurtulmak mümkün değildi. Her ne olursa olsun güzel ahlakı korumak ve iyilikte bulunmak, iyi bir insan olmak gerekiyordu. Bunu yaparken insan hata yapabilirdi, günah işleyebilirdi. Yine de insanlığından hiçbir şey yitirmemesi gerekiyordu, insan kalması gerekiyordu. Tüm bunları kendine bir yol olarak seçmiş, benimsemişti: "İnsanların büyük çoğunluğu Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar."

Siddhartha, bir Brahman'ın oğlu olarak tanımaya başladı 'yolda olma'yı. Sonra Samana'lara katılıp yol içinde başka bir yol aradı. Ulu kişi olan Gotama ile karşılaşıp onun öğretilerini benimsememesi, kavramlardan kurtulma isteyişine bir işaretti Siddhartha'nın. Matematikle uğraşmak istemiyordu, rutini sevmiyordu. Kalbini titretecek olan temel kuvveti, aşkı hissetmedikçe yapılacak her ne olursa olsun boşa olduğunu, kişiye bir şey kazandırmayacağını öğrendi. Kamala öğretti ona aşkın ne olduğunu. Bu öğrenimi esnasında nefsini bir kez daha tanımış oldu Siddhartha. Bir kez boyun eğince nefsin ne kadar tehlikeli bir şey olabileceğini keşfetti Kamala'nın bedeninde. Dünya nimetleri olarak kabul edilen şeylerin insanı insanlığından çıkarabileceğine inancı tamdı. Peşinden koştuğu soruyu, o yüce hakikati hiç aklından çıkarmak istemedi. Tam çıkaracak gibi olduğunda doğa hatırlattı ona. Irmak hatırlattı, bir kayıkçı hatırlattı, oğlu olduğunu görür görmez anladığı Küçük Siddhartha anlattı. Kalp her şeydi: "Kalbi nerede çarpabilirdi insanın kendi Ben'inden, kendi özünden, herkesin kendi içinde taşıdığı o yok edilmezden başka? Neredeydi bu Ben, bu öz? Et değil bu, kemik değildi, düşünme değil, bilinç değildi, böyle diyordu bilgelerin bilgeleri."

"Sana ne söyleyebilirim ki saygıdeğer kişi? Aramaktan bulma fırsatını bir türlü yakalayamayacağını mı?" sorusu, kitabın içindeki sayısız güzel sorudan biri. Belki de en güzeli. Sürekli aramanın peşine düşünce bulmanın sadece maddi bir netice olacağını söylüyor sanki. İnsan bulunca aradığını, sessizliğe gömülmeli. Bu sessizliğin ikram ettiği bilgeliği kavramalı. Demek ki insan bulunca başa dönüyor. Yeniden beklemeye koyuluyor. O halde evet, beklemek aramanın öz kardeşidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Nisan 2020 Cumartesi

Sesler odasının unutulmuş olması

Kış gelir, bazı yerlere yağmur, bazı yerlere ise kar yağar. “Bir gün beyaz kanatlarıyla karlara karışıp bizi bırakacağına…” diyor Mesut Doğan, Ötüken’den çıkan, ikinci hikâye kitabında anlatıyor bize “Beyaz Melek”i. Bazıları için kaygılı bir beklemenin adıdır işte, kar.

Eskiye, geçmişe, büyüklere özlemle bakanları anlatmış hikâyesinde yazar: “Eskiden ninem söylemişti her insanın kendi yıldızı varmış. Onu yalnızca o kişi görürmüş. Yıldızını gören kişi kısa sürede o yıldızın yanına yükselirmiş. O kadar yakın ve güzel ki. Daha önce o yıldızı hiç görmedim. Sanki göğsümden çıkmış ve bana bakıyor gibiydi. O yıldız benimdi”. Şimdi ölüme kendini hazır hisseden pir-i fanilerle konuşacak kadar vakti var mı gençlerin? Hem konuşsa bile ona kulak verecek kadar yüreği zengin insanlar kalmış mıdır? Rahatlıkla zihinlerde dolanıp, cevabı kendi içinde saklı sorulara, düşüncelere sevk edebilir okuru.

Toprak Yoldan Gelen” öyküsü de kendi içinde derinlikler barındıran, Anadolu halkının ruhunu yansıtan detaylarla bezeli. “Yüzündeki o sert ve yüksek eşik, kerpiç gibi ufalanıp aşınmış, benim önden gitmemi gerektirmeyen, engelsiz bir yumuşaklığa dönüşmüştü. Dünyayı eskimiş, miadı dolmuş, çöpe atılacak bir eşya gibi poşete sıkı sıkı bağlayıp kerpiç duvarın dibine koymuştu.” Dünyayla vedalaşmasını bitirmiş, ters huyunu suyunu bırakmış, sonsuz gerçeğe evrilmiş insanların hikâyesi.

Diğer yandan anneyle görünmez göbek bağını koparamamış, babaya bağımlı, şahsiyet sahibi olamadan aile sahibi olmuş erkek-kişinin olgun eşiyle sınanması, “Çember”de, kurtuluşun inançla mümkün olduğuna dair vurguları görebileceğimiz satırlar mevcut.

Daha önce Hece Yayınları’ndan çıkan Meczupların Görevleri adlı hikâye kitabındaki romana öykünen anlatımı bu kitapta da görüyoruz. Bazı betimlemeler hayli uzun. Bir kısım hikâyelerde bazı satırlar haddinden fazla kısa ve küt olduğundan okurun savrulmasına yol açıyor. Şiirsel bir dil yakalanmaya çalışılsa da göze batan bir tekrar durumunu gözlemek mümkün. Yine de yer yer uzun ve iyi betimlemelerden nasibimizi alıyoruz. Mesela “Mavi”deki gibi: “Aramıza sokulan, her hareketimizi ve sözümüzü zahmetsizce engelleyen sisli bir boşlukta bir köpük gibi sönüveren hayallerin, hislerin ve ümidin birbirini bastıran, kar taneleri gibi çaresizce eriyen sessiz gürültüleri duyuluyordu. Ama birden durdun.

Bir de kitabın ismi bu kadar uzun ve olumsuz anlam barındırmasaydı keşke, diyerek okur görüşümü belirtmiş olayım. “Oysa ne zaman vardı ne de yolculuk” derken, yazarın ötelere sevdalı kişilerine tanıklık etmek, “Yatay bir yolculuk değil dikey bir yolculuktu. Düşüyorduk. İçimize ve suskunluğun o dipsiz uçurumuna.”. Yer yer ruhsal dalgalanmaları ile insanın içsel yolculuğuna dair betimlemeleri görmek için ve daha fazlası için kitabı hikâye meraklılarına ısrarla öneririm.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

16 Nisan 2020 Perşembe

Avrupa'da insan öldürmemiş ne kadar az insan var!

Dünya siyasi tarihinin en kanlı savaşlarından ikisi geçtiğimiz yüzyılda yaşandı. Adlarına resmi tarihin 1. ve 2. Dünya Savaşı, bizim ise Umumi Harp ve Alman Harbi dediğimiz savaşlar milyonlarca insanı en aşağılık şekilde öldürdü. Bunu modern Avrupa yaptı. Kanlı elleriyle şu anda bize medeniyet satmaya çalışan Avrupa. Ünlü yazar Stefan Zweig anılarında bu iki savaşla ilgili sık sık düşüncelerini dile getirir. Öyle ki 1. Dünya Savaşı’nda yaşadığı şoku anlatmakta bile yetersiz kalmıştır; çünkü ona göre Avrupa artık refahın yeri olması gerekirken birbirine girmiştir ve bundan utanç duyar Zweig. 2. Dünya Savaşı ise zaten onun ve eşinin intiharına sebep olmuştur. Daha özelde ise Hitler ve Naziler olmuştur bu intihara sebep.

Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan etkilenen tek isim Zweig değildir elbette. Birçok sanatçı, şair, ressam bu savaşın doğal mağdurları durumuna gelmiştir. Ve bunları yapıtlarına yansıtmayı başarmışlardır. Bunlardan biri de Ukraynalı şair ve yazar Tadeusz Borowski’dir. Henüz 21 yaşında Nazilerce yakalanıp toplama kampına kapatılan, daha sonra meşhur Auschwitz’e ve Dachau’ya götürülen Borowski, buralarda yaşadıklarını kâğıda dökmeyi başaran yazarlardandır. Kurtarıldıktan sonra, henüz 29 yaşındayken intihar ederek yaşamına son vermiştir.

Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler geçtiğimiz Eylül ayında Alakarga Yayınları’ndan neşredildi. Bu kitap ve bu öyküler aslında dilimize ilk defa çevrilmiyor. Bir kısmı daha önce 1997 yılında İngilizce çevirisinden dilimize kazandırılmıştı. Tamamı ise yine Temmuz Dergisi’nde bir yazıma konu olan ve Aylak Adam Yayınları’ndan Taşlaşan Dünya adıyla Almancadan dilimize çevrilmişti. Bu kitabın farkı ise daha özenli bir redaksiyon ve direkt Lehçe aslından dilimize kazandırılmış olması. Eski yazımı okuduğumda çeviriden yakındığımı gördüm. Hatta bu kitabın daha özenli bir çeviriye sahip olması gerekir diye yazmıştım. Bu yüzden asıl dilden yapılan çevirilere çok önem veriyorum. Çünkü araya giren ikinci üçüncü diller okumayı sekteye uğrattığı gibi birçok anlam kaybına da neden oluyor.

Bir önce baskı olan Taşlaşan Dünya’da daha dağınık bir redaksiyon vardı. Öykülerin bazılarının ismi yoktu, sayılarla ayrılmıştılar. Ve konu bütünlüğü açısından çok yeterli değildi. Bu kitapta ise derli toplu bir şekilde, kronolojik sıra gözetilerek hazırlanmış bir anlatı kitabı okuyoruz diyebilirim. Kitabın kapağında roman, iç sayfasında ise öykü yazmasına rağmen (sanırım hata oldu) ben bu kitabın iki türü de çok yansıtmadığını düşünüyorum. Olsa olsa anlatı, hatıra gibi kelimelerle tanımlayabiliriz bunları; çünkü başkahramanın ismi bile Tadeusz. Yazar direkt olarak kamplarda yaşadığı olayları yalın, net, acımasız şekilde aktarmış. Zaten kurgu oluşturmasını gerek kılacak bir sebep de yok, çünkü bütün her şey tüm acımasızlığıyla cereyan etmiş (yine de aslına sadık kalmak için öykü olarak bahsedeceğim bu yazının içinde).

Kitap 15 öykü (son 4 öykü savaş sonrası anıları baz alınarak yazılmış) ve kitabın sonunda yazar tarafından hazırlanmış Oswiecim İfadeleri bölümünden oluşuyor. (Oswiecim Borowski’nin gittiği toplama kamplarından birinin ismi) Bu bölüm aslında bir tür sözlük. Hem kampta kullanılan ve oraya özgü kelimeler yer alıyor hem de bildiğimiz kelimelerin kamplarda ne anlama geldiği yazıyor. Örneğin Müslüman kelimesinin kamplardaki karşılığı son derece ilginç. Şu şekilde tanımlamış Borowski Müslüman’ı: Fiziksel ve ruhsal yönden tümüyle tükenmiş, yaşam savaşını sürdürmeye ne gücü ne de iradesi olan, genellikle durchfall (kanlı ishal), flegmonalar (deri ülserleri) ya da kreca (uyuz) nedeniyle bacaya (krematoryuma) gönderilmeye en uygun insan. Tabii çevirmen Seda Köycü buraya hemen bir not düşmüş ve bu kelimenin teslimiyet anlamındaki İslam’dan türediğini ve teslim olmuş kişi anlamındaki Müslüman’dan oluşturulduğunu belirtmiş. Bu sözlükteki kelimeler kitabın içinde geçtiği yerlerde koyu fontla belirtilmiş. Okur bu koyu fontlu kelimeyi gördüğünde hemen kitabın arkasındaki sözlüğü açıp, kelimenin kamp karşılığını öğreniyor ki okur için büyük kolaylık olduğunu düşünüyorum. Yani her yönden çok daha özenli ve düzenli bir Borowski kitabı hazırlamış Alakarga Yayınları.

Kitaptaki bir öykü, aynı zamanda kitaba da adını veren öykü Bizim Burada, Auschwitz’te kahramanın, yani Borowski’nin kız arkadaşına yazdığı mektuplardan oluşuyor ve kamp hayatının en çıplak anlatıldığı öykülerin başında geliyor. Yapı olarak diğer öyküler gibi olsa da hitap açısından diğer öykülerden ayrılıyor. Ayrıca kitabın son dört öyküsü savaş sonrasını anlatan metinler demiştim. Bunların bazıları hâkim bakış açısıyla oluşturulmuş (diğerleri ben dili) ve bazı öyküler Borowski’nin çevresinden tanıdığı kişilerin tanıklıklarından oluşuyor. Kitapta aynı zamanda çok sık olmasa da deneme türüne yakın yerler de var. Bunların tamamı dört beş sayfayı geçmez ancak Borowski’nin savaşla, savaş sayesinde sonradan zengin olan şirketlerle, işçi-patron düzeniyle ilgili de esaslı fikirleri var. En azından 1940’lar dünyası için geçerli olabilecek fikirler bunlar.

Borowski’nin hapishanede başlayan macerası farklı kamplara aktarıldıktan sonra Amerikalıların kurtarmasıyla son buluyor ancak yazarın Amerikan askerleriyle ilgili de eleştirileri mevcut: Kısacası birileri savaştan zengin olurken birileri öldürülüyor, en cani şekillerde. Bazen krematoryumlara ve gaz odalarına kendi akrabaları hatta çocukları tarafından gönderiliyor üstelik.

Yazar, kamp hayatını sadece didaktik veya satirik bir şekilde değil betimlemeler yoluyla da anlatıyor. Hatta yer yer bu betimlemeler uzuyor da (hatta zaman zaman sıkıyor) ancak edebiyatçı olması nedeniyle bu konudaki başarısından söz edebiliriz. Zaten büyük bir trajediden bahsettiği için bunu biraz gündelik hayatın akışını rutin olarak göstererek normalleştirme yoluna gidiyor. Krematoryumlara giden insan sevkiyatlarını, yaşamak için çocuğundan kaçan anneleri, insan hayatının zerre değeri olmadığını, gelen vagonlardan kokmuş cesetlerin sarktığını, bir günde binlerce insanın yok yere yakıldığını mümkün olduğunca dramatize etmeden anlatıyor. Ancak insanlardaki umut kırıntılarını da anlatıyor. Bu umut kırıntılarının pasif umut kırıntıları olduğunu bilse bile:

Savaşın tüm ihtiraslarına rağmen, başka bir dünyada yaşıyorduk. Gelecekteki dünya için belki de. Bunlar fazla komik sözcüklerse, bağışla. Ama şu an burada oluşumuz da o dünya için galiba. O başka dünyanın bir gün geleceğine, insan haklarının geri döneceğine dair umut olmasaydı, kampta bir gün bile yaşayabilir miydik sanıyorsun? İnsanlara gaz odasına hissizce gitmelerini, ayaklanma riskine girmemelerini buyuran, onları bir eylemsizliğe sokan işte bu umuttur. Aile bağlarını koparan, annelere çocuklarını reddettiren, karılara ekmek için bedenlerini sattıran ve kocalara insanları öldüren bu umuttur. Belki de o gün kurtuluş günü olacağından, insanlara her gün bir yaşam savaşı vermelerini buyuran bu umuttur. Ah, başka, daha iyi bir dünyaya dair bile değil, huzur ve dinginliğin olacağı bir yaşama dair umut belki de insanlık tarihinde umut insanda bundan daha güçlü olmamıştı hiç, ama bu savaşta, bu kampta olduğu kadar kötülüğe de yol açmamıştı hiç. Umuttan yakayı sıyırmak öğretilmedi bize, işte bu yüzden ölüyoruz gaz odalarında.

Borowski’nin umudu böyle bir umut, ancak benzer bir hayat dönemi yaşayan ünlü psikoterapist Viktor Frankl’ın umudu çok daha iyimserdi. Buna kötüyü uzaklaştırmak dersek, Frankl’ın umudu gerçek umuttu İnsanın Anlam Arayışı adlı eserindeki.

Yazar psikolojisindeki iniş çıkışları başarılı bir şekilde tasvir etmiş. Tabii ki Borowski de kampa girdiği gibi tertemiz bir vicdanla kurtulmuyor kamplardan. Çünkü insan toplulukla hareket etmeyi kendi güvenliği için elzem gören bir canlıdır. Hele ki öyle bir ortamda. Fakat zaman zaman sadece davranış bazında değil vicdan bazında da köreldiği zamanlar oluyor. İnsanların ölümünden etkilenmediği hatta umursamadığı zamanlar bunlar. Bu tür olayları da çekinmeden yazması kitabın değerini yükseltiyor.

Başlıkta da yazdığı gibi, Avrupa’da insan öldürmemiş kaç kişi var acaba? Bu bir Avrupalının ifadesi: Borowski’nin. Dünyanın belki de en büyük kıyımının yapıldığı bir savaşı içeriden anlatması açısından son derece önemli bir ‘savaş kitabı.’ Savaşı anlatan birçok film ve kitap var. Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler en iyilerinden.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10