6 Ocak 2020 Pazartesi

40 hadiste kadının ve ailenin mümtaz yeri

Zekeriya Güler’in 4. Baskısı Rıhle Kitap’tan Ekim 2019’da çıkan 40 Hadiste Kadın ve Aile isimli eseri, Allah ve Resûlü tarafından, Câhiliye döneminde ezilmiş, horlanmış, zulüm ve sefalete terkedilmiş, hak ve hürriyetleri ellerinden alınmış kadınlara nasıl bir izzet, şeref ve haysiyet kazandırıldığını bir kez daha gözler önüne seren mütevazı bir hadis şerhi denemesidir.

Kırk Hadis (Erbâin), önsözde de ifade edildiği üzere selef ulemâsı tarafından başlatılan ve ilk asırlardan günümüze devam edegelen bir gelenek. Bu manada ilk çalışmayı tebe-i tâbiînden Abdullah b. Mübarek yapmış. İlk yedi asırda altmış dört Kırk Hadis çalışması yapılmış ve onların yarısı zamanımıza kadar gelebilmiş.

Hadis metinlerinin tercümelerinin hemen ardından, ilk sahâbî râvilerin tercüme-i halleri verilmiş. Kitap, Hz. Âişe’nin rivayet ettiği; “Allah Elçisi’nin ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim) hadisi ile başlıyor. Açıklama bölümünde, ilgili hadisin daha iyi anlaşılmasına zemin oluşturacak ipuçları verilmiş; hadisin farklı varyantlarına işaret edilmiş. Hadisten Öğrendiklerimiz başlığı altında ise, hadisten çıkarılan dersler ve hükümler maddeler halinde sıralanmış, hadisin vermek istediği mesajın okuyucuya tam olarak sunulması için başta Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî, Aynî ve Aliyyü’l-Kârî gibi kadim şârihler olmak üzere, muasır ilim ve fikir erbâbından da istifade edilmiş. Bu da hadislerin bütünlük içinde ele alınmasını sağlamış.

İlk hadisin şerhi bağlamında söylenen şu sözler kanaatimce önemli: “Tarih boyunca kadınıyla erkeğiyle İslâm ümmeti, hem lafız hem de mâna itibariyle Kur’an mirasına ve emanetine sahip çıkmıştır. On yedinci asırda İstanbul’da Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilen dokuz bin hâfızdan üçte birini kız çocuklarının veya kadınların teşkil etmesi, bu konuda ecdadımızın azim ve kararlılığını gösteren bir tablodur. Resmi kayıtlara geçmeyenlerin hesaba katılması halinde bu sayıda artış görüleceği kesindir.

Kadın, kocası yanında iken ondan izin almadan (nafile) oruç tutamaz” ve “Erkek eşini yatağa çağırdığında gelmez de öfkeli bir şekilde yatacak olursa, o eş sabaha kadar meleklerin lânetine maruz kalır” şeklindeki hadislerin aile saadetini sağlamaya yönelik olduğu belirtildikten sonra şöyle denilmiş: “Bu neticenin tek taraflı düşünülmemesi gerekir. Eşinin hukukunu gözetmeyen gözetmeyen erkeğin de aynı şekilde yükümlü ve sorumlu olduğu bilinmelidir.” Bu hadisler genellikle kadınlara karşı erkeklerin elinde bir koz olarak görülür. Hâlbuki ilgili hadislerin muhatabı en az kadınlar kadar erkeklerdir de!

Kitapta yer alan hadislerden biri de: “Eğer ben birinin diğer birine (farz-ı muhal) secde etmesini emredecek olsaydım, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce) şeklindeki meşhur hadis. Hindistanlı hadis âlimi Sehârenpûrî’nin; “İnsan bedeni ruhun mahalli olduğu gibi, kabir de bedenin mahallidir. Bedenin mahalli olan kabre nasıl secde edilmiyorsa, ruhun mahalli olan bedene de secde edilmez” dediğini naklettikten sonra müellif şöyle diyor: “Hadis metninde geçen kadının kocasına secde etmesi hakiki manada anlaşılmaz, anlaşılmamalıdır. Bu ifade tarzının, kocanın meşrû talebinin gereğini, ona duyulan sevgi ve saygının değerini vurgulamak için edebî sanat olarak kullanılan son derece mübâlağalı bir üslup olduğu açıktır.

Evin maişet temininden, mâliye ve dış işlerinden erkek sorumludur. Peki ailede kadının vazifesi nedir? Müellif şöyle diyor: “Ebû Sevr gibi bazı âlimler, kadının erkeğin ihtiyaç duyduğu tüm hizmetleri yerine getirmesi gerektiğini çıkarmıştır. Ancak İslâm âlimlerinin çoğunluğunu teşkil eden cumhura göre, kadının yaptığı iş ve hizmetler farz/vacip değil, yapılması halinde sevap kazanılan nafile ibadet hükmündedir. Bu esasa göre, yemek yapmak, çocuğa bakmak, çamaşır yıkamak gibi ev işlerini yerine getirmek, farz/vâcip olmamakla birlikte bunlar Müslüman kadının ahlâkına, asâlet ve nezaketine yakışan ve ondan beklenen hizmetlerdir. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar devam etmiş olan bu hizmet anlayışı, şüphesiz aile için aynı zamanda huzur ve mutluluk vesilesi olarak görülmelidir. yrıca unutulmamalıdır ki: Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.

Kadın-erkek ilişkileri bağlamındaki şu tespit de oldukça yerinde görünüyor: “Bir yerde erkek, elektrik devresindeki pozitif (+) kutuba, kadın da negatif (-) kutuba benzer. 'Ters kutuplar birbirini çeker' kaidesine göre, giyim kuşama dikkat edilmemesi ve sosyal ilişkilerde şer’î sınırlara ihtimam gösterilmemesi halinde, iki cinsin birbirlerini çekmemesi düşünülemez.

Erkeklerin namahrem kadınlara bakmaları yasak olduğu gibi, kadınların da namahrem erkeklere bakmaları yasaktır. Kadınların, görme engelli dahi olsa yabancı erkeklerden sakınmaları gerektiğinin delili meşhur Abdullah İbn Ümmü Mektum hadisidir. Hâl böyle iken şu soru hep zihnimi meşgul etmiştir: Mesela sosyal medyada hanımların kendilerini ifşa etmeleri tenkit edilir de neden erkeklerin kendilerini ifşa etmeleri hususunda tek kelime edilmez? Bu sorunun cevabını kitapta kısmen bulabildiğimi söyleyebilirim: “Kadınlar için bakma yasağının, hüküm itibariyle erkeklere nisbetle ehven (daha hafif) olduğu görüşü hâkimdir. Bu durum, erkek ile kadının sahip olduğu farklı tabiattan kaynaklanmalıdır. İki cinsin fıtrî ve ruhî özellikleri farklılık arz eder. Pakistanlı âlim ve düşünür Mevdûdî’nin (v. 1979) ifade ettiği gibi, genellikle erkek hareketli ve atılgandır. Bakıp etkilendiği ve arzuladığı şeyi elde etmek için ardından koşar. Böyle bir durum karşısında kadın ise genellikle sakin ve ürkek olup geri durmaya çalışır. Asaletini koruyan kadının, bakmak suretiyle sevip hoşlandığı şeyi ele geçirmek için cü’ret ve teşebbüs etmesi neredeyse imkânsız gibidir.

Râviler hakkında kısaca bilgi verildiğini belirtmiştim. 18. hadisin râvisi olan mü’minlerin annelerinden Safiyye bint Huyey ile alakalı şu mâlumattan alacağımız çok büyük dersler var: “Safiyye’nin Yahudi bir aileden gelmesi Hz. Peygamber’in hanımları arasında konu olmuş, Hz. Âişe ile Hz. Hafsa’nın bunu ima ederek kendilerinin Resûlullah (s.a.v) ile aynı soydan geldiklerini söylemelerine üzülmüş, Hz. Peygamber de, “Benden nasıl daha hayırlı olabilirsiniz ki eşim Muhammed, babam Harûn, amcam Mûsâ’dır deseydin ya!” sözleriyle onu teselli etmiştir. Hac yolculuğunda Safiyye’nin devesi hastalanınca Rasûl-i Ekrem, hanımı Zeynep bint Cahş’a yanında bulunan fazla develerden birini ona vermesini söylemiş, onun, “Yahudiye mi vereceğim?” demesi üzerine Hz. Peygamber üç aya yakın bir süre Zeyneb’in yanına gitmemiştir.

Eserde yer alan hadislerden bazıları günümüzde sıklıkla tartışılan meselelerle alakalı. Mesela karşı cinsle tokalaşma bu tartışmalı konulardan sadece biri. Müellif, bu konu hakkında müstakil bir risale yazan muasır fıkıh âlimi Muhammed el-Hâmid’in şu değerlendirmede bulunduğunu nakleder: “Tabiatı icabı –tıpkı alım satımda olduğu gibi- biatın el sıkışma yoluyla olması gerektiği halde, Resûlullah (s.a.v) kadınlardan biat alırken bunu yapmamıştır. Böyle olunca, fukahanın belirttiği üzere, biat dışında normal zamanlarda yabancı (namahrem) bir kadınla tokalaşmanın haram olduğu rahatlıkla anlaşılır.

Kitaptaki diğer hadislerden bazılarının başlıkları ise şu şekilde:
- Amel ve Günahı Küçümsemek,
- Kedi Sebebiyle Cehennemlik Olan Kadın,
- Kur’an’ın Mehir Olması,
- Kadının Boşama Hak ve Yetkisi,
- Kadının Boşanmak İstenmesi,
- Kadının Aklı ve Dini…

Hadis deyince birilerinin kırmızı görmüş boğaya döndüğü günümüzde hadislere sahip çıkmak birincil sorumluluğumuz olmalı. Bunu derken de sahih, zayıf, uydurma her ne kadar hadis varsa hepsini kabullenelim demiyorum. Bu, hadisleri korumak değil bizatihi hadislere en büyük zararı vermek olur. Hadisleri değerlendirirken ulemâmızın ortaya koyduğu usûl kaidelerine riayet edelim. Aksi takdirde Allah Resûlü (s.a.v)’in yüzüne bakacak halimiz kalmaz.

Allah Resûlü (s.a.v)’den öğrendiğimiz şu dua ile yazımızı bitirelim:

Allahım, ben senden hayrın her çeşidini; acil olanı ve geç olanı, bildiğim ve bilmediğim her türlü iyiliği senden istiyorum. Her türlü şerden; âcil olanından ve geç olanından, bildiğim ve bilmediğim büyün kötülüklerden de sana sığınıyorum. Allahım, ben senden, kulun ve Peygamberinin senden istediği hayrı istiyorum. Senin kulun ve Peygamberinin sığındığı şeylerden de sana sığınıyorum. Allahım, ben senden cenneti ve cennete yaklaştıran söz veya amel diliyorum. Cehennem ateşinden ve cehenneme yaklaştıran söz veya amelden de sana sığınıyorum. Benim için hükmettiğin her kaza (ve kaderi) de hayırlı kılmanı senden istiyorum.

Âmin…

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

3 Ocak 2020 Cuma

Aradığını kendinde bulmak ya da kayıpla kaybolmak

“Zaman da duruyor ve onları gözlüyor. Zaman asılı kalıyor, düşüşten önce her şey asılı kalıyor.”
- J. M. Coetzee, Petersburg’lu Usta

Coetzee’nin Petersburg’lu Usta kitabında okuru Dostoyevski karşılıyor. Kurmaca bir Dostoyevski, ama gerçeğine çok benziyor. Rus edebiyatı uzmanı olan Coetzee konuya ne kadar hâkim olduğunu tüm ustalığıyla gösteriyor. Yazarın Büyük Usta Dostoyevski’yi ne kadar iyi okuduğunu, Rusya tarihi ve edebiyatı hakkındaki birikiminin ne denli olduğunu tahmin edebiliyoruz. Fakat beni, yani yazımı ilgilendiren, kitabın estetik kısmı değil. Yazımda ele alacaklarım kitabın konusuyla ilgili: Kaybetmek, kaybolmak.

Dostoyevski bir gün, gönüllü olarak sürgüne gittiği Almanya’dan Petersburg’a çağırılır. Ellili yaşlarındaki Dostoyevski apar topar ve tüm alacaklılarına rağmen Petersburg’a gelir. Çünkü üvey oğlu Pavel İsaev ölmüştür. Pavel’in ölümü şüphelidir; polis kayıtlarına intihar olarak geçse de cinayet ihtimali de var. İşte böylece Dostoyevski kendisini bir kaybı ararken bulur. Daha doğrusu bir kaybı ararken kendisini kaybediyor ya da bir başkası olarak buluyor.

Birisinin arkasında bıraktığı nesneler her zaman kıymetlidir. Bu nesnelerin sahiplerinin ruhlarından bir parça taşıdığına içten içe inanılır. Bu eşyalar (her şey olabilir) geride kalan insanlar için birer zaman makinesidir. Onların içindeki cevher bizi geçmişe veya bir gelecek hayaline götürür. Pavel’in bir odasında kiracı olarak kaldığı daireye gelen Dostoyevski, ev sahibesi Anna’dan Pavel’in eşyalarını istemesi de bundan olsa gerek. Pavel’in yastığını kokluyor, bavulundan gömleğini çıkarıp sarılıyor.

Derin derin soluyor onu, tekrar tekrar soluyor ve oğlumun hayaleti içime giriyor, diye düşünüyor.

Tıpkı Yusuf kıssasındaki gibi bir gömlek imgesi kullanılıyor. Bu gömleği Pavel giymişti, daha sonra üvey babası Dostoyevski ve müridi olduğu Neçayev giyecekti. Pavel kaybolmasına rağmen gömleğiyle başkalarında var oluyor. Hem onun ruhuna erişmeye çalışılıyor hem de o başkalarının ruhuna temas ediyor.

İnsanlığın ruhlarla iletişime geçme yöntemlerinden en kadimi olan ruh çağırma da Dostoyevski’nin kaybını telafi etme yollarından birisi oluyor. Oğlunun odasında, “Pavel” adını sayıklayarak ona ulaşmaya çalışıyor. Büyülü sözler söyleyen bir şair gibi, Pavel’i diriltecek sözler arıyor.

Tüm bunları yaparken üvey oğlunun ölümünü reddediyor. Onun yaşadığına ikna olmak ve herkesi ikna etmek istiyor. Mezarını görmesine ve toprağa kapaklanmasına rağmen inanmıyor. Bu da insanların ölüm karşısında verdikleri en bilindik tepkilerdendir. Sürekli kaybı hakkında konuşmak ve Dostoyevski’nin arzuladığı gibi herkesin kayıp hakkında konuşmasını arzulamak. Çünkü söz, varlığı kavi kılıyor. İnanılır hâle getiriyor.

Aslında Büyük Usta, mezarlıktan dönerken gördüğü yarasına saldıran sokak köpeği gibi kendi yarasına saldırmış oluyor. Ev sahibesi Anna ve kızı Matriyona bir süre buna dikkat etseler de, bu gerçeği önünde sonunda dillendiriyorlar. Hele ki Pavel’den söz edilmemesi, unutulacak gibi olması üvey babayı çileden çıkarıyor. İnsan yarasını herkese göstermek istemez mi? Yaranın hikâyesini her gördüğüne anlatmak ve dilden dile yayıldığını duymak istemez mi? Elbette ister.

Zamansal süreçte “keşke” geriye dönük olarak bir işe yaramaz. Dostoyevski de bunu biliyor olmalı ama netice de o da insan, hatta yaşlı bir insan. Pavel’e daha iyi bir eğitim almadığı, kendisini daha iyi yerlere taşımadığı için kızgınlık duymakta. Geçmiş zaman üzerine farklı teoriler kurarak bugünü değiştirmek isteği insanlığın ortak özelliği olmalı. Bu yüzdendir zaman yolculuğunu konu alan birçok film çekilmesi.

Dostoyevski Pavel’in mektuplarının, notlarının, hikâyelerinin yazılı olduğu kâğıtları komiser Maksimov’dan almak istiyor. O kâğıtlar üvey babanın yeni zaman makinesi. Üvey oğluna ulaşması, başına ne geldiğini öğrenmesi için kullanacağı bir zaman makinesi. Henüz notlara ulaşamadan bir gerçeği öğreniyor bile: oğlu, dönemin azılı anarşisti Neçayev’in yakın dostu olduğunu öğreniyor. Zaman makinesi şimdiden çalışmaya başladı. Notları alamasa da ipucu bulan Dostoyevski Neçayev’in ve müritlerinin peşine düşüyor. Tıpkı oğlu gibi. Aslında geçmişle ilgili “Nasıl oldu?” sorusu yerine “Ne zaman oldu?” sorusu sorulursa daha anlamlı olur. Ancak Pavel’in ne zaman kuleden aşağı düştüğü biliniyor. Burada devreye ilk soru giriyor: Nasıl oldu? Pavel intihar mı etti, cinayete mi kurban gitti? Cinayetse onu polis mi, yoksa Neçayev mi öldürdü? Dostoyevski artık bunun peşine düşüyor. Geçmişe takıntılı yaşamaktan daha kötüsü başkasının geçmişine saplanıp kalmak olmalı.

Üvey oğluna ulaşmak, ona yapamadığı babalığı telafi etmek için dilencilere, sokak hayvanlarına yardım etmeye başlıyor Dostoyevski. Eğer onlara yardım ederse hatalarını telafi edeceğini düşünüyor ve aslında böyle bir şey olmayacağının farkında. Sürekli çatışmalar yaşıyor. Ev sahibesi Anna ile birlikte olmaya başlıyor. Anna ile birlikteyken de oğluna ulaşmaya çalışıyor. Anna’nın kızına babalık yapmaya çalışıyor, evin babası gibi davranmaya başlıyor. Çünkü bu ev Pavel’in yaşadığı ev. Bu evde baba olursa, Pavel’e anne gibi davranan kadının kalbini çalarsa Pavel’e karşı da babalık yapmış gibi hissedecek kendisini.

Dostoyevski Neçayev’e ulaşmayı başarıyor. Neçayev’le aralarında çok büyük tartışmalar olmasına rağmen ona karşı sabırlı davranıyor. Hatta Neçayev Matriyona’ya polisten saklaması için bir bohça verdiğinde Dostoyevski o bohçayı alıp kendisi saklamaya çalışacaktı. Hâlbuki öylece ortada bırakıp Neçayev’i ele verebilirdi. Fakat öyle yapmadı:

Aradığı ne? Ansızın ve inatla kendinin oluveren o bohçanın girip unutulacağı bir delik, bir yarık mı? Hiçbir nedeni ya da mantığı olmadan, ölü bir bebek doğuran bir kıza benziyor şimdi ya da kanlı baltasıyla bir katile. İçinde Neçayev’e karşı yeniden öfke kabarıyor. Ne diye kendimi senin için tehlikeye atıyorum, diye bağırmak istiyor, sen benim için hiçbir şey ifade etmiyorsun ki!

Belli ki Neçayev’i de zaman zaman oğlu Pavel’in yerine koyuyordu. Matriyona’yı koyduğu gibi. En önemlisi kendisini üvey oğlunun yerine koyması olacaktı. Pavel’in düştüğü Kurşun Kule’ye çıkmadan önce geçmişe gitmişti bile. O kule onun için bir geçitti. Pavel gibi kulenin kapısına geldi, onun gibi yukarı çıktı ve fırtınada aşağı düşmemek için direndi. Dostoyevski’nin aşağı atlamaması ya da itilmemesi hiçbir şeyi değiştirmedi. Her zaman yolcusu gibi geçmişe müdahale edemedi. Basamakları sayarken aslında Pavel’in ölüme gidişini saydı:

Aynı anda hem yukarı hem de aşağı doğru bir sayma bu; aklını karıştıran bu mu?

Komiserden Pavel’in notlarını alan (Neçayev’le hazırladıkları öldürülecekler listesi hariç) Dostoyevski odasına kapanıp bir zaman yolculuğu daha yapacak. Geçmiş zamanı bir de başkasının gözünden görecek. Zamanın akışı içerisinde ayrıntılara dikkat etmeyiz. Ancak tekrar düşününce ya da daha dikkatli birisi bize anlattığında fark ederiz. Ya da bir zaman makinemiz varsa. İşte Büyük Usta şimdi Pavel’in gözünden tanık olacak. Pavel’e yaptığı haksızlıklar, verdiği sözler ve onu terk edişini tekrar hatırlayacak. Ama yine değiştiremeyecek. Değiştiremedikçe Pavel olacak. Çünkü geçmişe müdahale etmeye çalıştıkça benliği kaybolacak. Pavel’in günlüğüne devam ediyor. Onun hikâyelerini tamamlamaya çalışıyor.

Kimsede bulamadığı Pavel’i sonunda kendisinde buluyor. Anna’da, Matriyona’da ya da Neçayev’de veya sokak köpeklerinde, dilencilerde bulamadığını kendisinde buluyor. Aslında kendisini yok sayarak buluyor, vazgeçmek pahasına. Kendi zamanından, şahidi bile olmadığın bir zamana gitmek, insanı şu anki kendisine yabancılaştırır. Dostoyevski de artık yabancısı olduğu üvey oğluna yakınlaşırken kendisinden uzaklaşıyor. Bir delilik buluyor onu. Kaybıyla kayboluyor. Zamanın içinde süzülüyor artık. Her kaybı olan sahip olamaz ama Dostoyevski kaybının sahibi oluyor. Ona sahip çıkıyor.

Burak Çelik
twitter.com/burakcelikyada
* Bu yazı daha evvel Hece dergisinde yayımlanmıştır.

2 Ocak 2020 Perşembe

Yolda olmanın büyüsü ya da yolun ne söylediği

“Yola çıkmak, haklı çıkmaktır diyorum
Halis muhlis Bursa çakısı gibi zihnim
Keskin sirke, ekşitiyor kalbimi
İyi olacak, biliyorum.”
- Yağız Gönüler, Yola Çıkmak

Edebiyatımızda birçok isimle beraber özellikle iki yazarın hak ettikleri değeri görmediğine inanıyorum. Bunlardan biri öykücü Arzu Alkan Ateş, diğeri ise bu yazının konusu olan romancı Harun Candan.

Harun Candan genç bir isim. Henüz 30’lu yaşlarının başında olmasına rağmen dört tane iyi romana sahip: Hayalname, Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek, Yarım Ay ve ekim ayında yayımladığı ve bir önceki romanı gibi yine Doğan Kitap etiketi taşıyan Yarınsız.

Harun Candan’ı bazı kesimler polisiye roman yazarı olarak tanımlasa da ben bu görüşe katılmıyorum. Evet, Harun Candan’ın bütün romanlarında iki tema önümüze çıkar: Aşk ve suç. Ve cinayet de kitabın (kitapların) başat unsurlarından biridir. Ancak Harun Candan’ın romanını sadece polisiye olarak açıklarsak onu dar bir kategoriye hapsetmiş oluruz. Örneğin ilk iki kitabında cinayet unsuru daha arka plandayken Yarım Ay’da bu unsur çok daha fazla ön plandaydı. Ancak yeni kitabı Yarınsız’da da yazar, suçu öne çıkarırken cinayet unsurunu arka plana saklamış. Fakat her halükarda bu romana polisiye roman demeyi tercih etmiyorum ben.

‘Yolda olma’ temasıyla beraber, ‘gitme’ konusu, yollarda olup maceraya, olaylara atılma-karışma konusu edebiyatımızda sıkça işlendi şimdiye kadar. Bu türün son zamanlardaki örneklerine baktığımda aklıma ilk etapta Kemal Varol’un Ucunda Ölüm Var’ı, biraz daha eskiye gittiğimde ise Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra’sı geliyor. Yarınsız romanını özellikle bu iki örnekle birlikte değerlendirdiğimizde, işleniş açısından elbette diğer romanlardan ayrılıyor. Fakat ‘dairesel bir yolculuk’ açısından ele aldığımızda bu tür romanların ortak yönlerini yakalayabiliriz.

Yarınsız hem bir kaçış hem de bir arayış romanı. Yollarda olma ve arayış teması Candan’ın bütün romanlarında kendini gösterir. Geniş bir mekân örneği verir yazar romanlarında. Yeni kitabında da bu açıdan bir farklılığa gitmemiş. Kaçış kelimesini ise mecazi anlamda değil, bildiğimiz somut, gerçek anlamında, baş kahraman Deniz Yelkencioğlu’nun polisten, devletten, mafyadan, gizli örgütten kaçışı olarak kullanıyorum. Kitap Deniz Yelkencioğlu’nun kaçışını konu eder. Aynı zamanda da onun aşka, kendi gibi olan Deniz’e kavuşabilme hikâyesini işler.

Deniz Yelkencioğlu, Özgür Çiçek, Şahin Yılmaz, İskender Kutlu, Özgür Uzak… Birçok isim fakat tek kişi. Peki bu hangisinin hikâyesi?

Deniz Yelkencioğlu, küçük bir kasabada babasıyla birlikte yaşayan, 17 yaşında bir gençtir. Okuldan arta kalan zamanda felçli babasına yardım etmek için ilçe kütüphanesine çalışmaya gider. Orada tanıştığı, yine bir lise öğrencisi olan Sıla’yla birbirlerine âşık olurlar. Fakat Sıla üniversiteye gittiğinde Deniz’i aldatır. Deniz de intikam almak için Sıla’nın yeni sevgilisini fena halde hırpalar. Hatta öldüğünü düşünerek korkuya kapılır ve on yıl sürecek kaçış serüveni böylece başlar. On bölümden oluşur roman. İlk bölümde yazar, Deniz’in ve ailesinin hayatına değinir. Deniz’in Sıla ile nasıl tanıştığına, babasının kazasına, annesinin kardeşini de alarak Deniz’i ve babasını terk etmesine, Deniz’in ruh hallerine, yaşayışına, hayallerine ayna tutar. Yani yazar en iyi yaptığı şekilde, okuru avucuna alır ve romana bağlar.

Bu romana bir yol romanı da diyebiliriz demiştim. Zaten yazar romanın başında bunun sinyallerini okura verir. Bunun gerçekleşme şekli tahmin edilenlerin çok ötesine geçse de yazar, Deniz Yelkencioğlu’nun gitme tutkusunu boş geçmez ve onu hikâyesine bağlayacak düşüncelerine değinir:

Sanıyordu ki, çok çalışıp seneye üniversiteyi kazanacağım, okulumuzun son yılında nişan yapacağız, mezun olup ilçeye döneceğiz, askerliğimi yaptıktan sonra da evleneceğiz. Peki ya ışıltılı limanlar ne olacaktı? Unutulmuş kasabalar? Başka hayatlar? Uzak yerler beklemeyecek miydi bizi? Kaybolmayacak mıydık kentlerin telaşlı kalabalığında, şehir ışıklarında? O büyülü ormana da mı düşmeyecekti yolumuz? Gökyüzü her yerde aynı şarkıyı söylese de başka yağmurlarda ıslanmayacak mıydık hiç? Böyle mi geçecekti koca bir ömür?

Harun Candan en iyi yaptığı şeyi bu romanda da gerçekleştirmiş: Okuru sürekli kitabın içinde tutacak merak duygusunun dozunu çok iyi ayarlamış. Her bölümü, yeni bölüme başlamak için okurda iştah duygusunu körükleyici şekilde oluşturmuş. Hatta bunu bu sefer bölüm başlarına da yaymış. Yani okur, önce Deniz Yelkencioğlu’nun son halini okur, daha sonra onun nerelerden geçip, hangi olayları yaşayıp bulunduğu konuma geldiğini bölümün ilerleyen sayfalarından öğrenir. Yazar, diğer kitaplarından farklı olarak bir de bu tarzı benimseyince okurun merak duygusu hayli artıyor.

Her bulunduğu yerden, akla gelmeyecek şeyler yaşayıp ayrılan karakterin kişiliğini de yavaş yavaş değiştirmiş yazar. Bu konuda oldukça başarılı. Yani 17 yaşındaki bir ergen ile kitabın sonlarında 27 yaşındaki genç Deniz arasında, psikolojik olarak da çok fark var. Yaşanılan akla hayale gelmeyecek olayların insanı nasıl etkilediğini, inişli ve çıkışlı, karamsar ve iyimser, dipte ve zirvedeki ruh hallerini başarılı bir şekilde işlemiş yazar. Başlardaki deli dolu ergenden sonlardaki kararlı gence geçişi iyi yansıtmış kitaba. Yol, karakteri değiştirmiş. Zıtlıklar içinde bir konum bulmuş kendine Deniz Yelkencioğlu:

Hayat bir otobüs camından, bir anlığına gördüğüm şeydi. Uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarına bakıp gülümsemek de vardı, yol kenarındaki bir viranenin haline üzülmek de. Artık yol nereye götürürse…

Harun Candan’ın romanlarında tesadüfün yeri oldukça fazladır. Bu romanda bu durumu daha da artırmış yazar. Ben tesadüf ögesinin en fazla kullanıldığı roman Hakan Günday’ın Az romanıdır diyordum ancak Yarınsız da ondan aşağı kalmaz bu konuda. Ben okur olarak bu durumu çok sevmiyorum. Sahiciliği azalttığını düşünüyorum ancak romanın geneline baktığımızda bu, kitabın kalitesini aşağı çekecek bir detay değil. Yazarın tercihi. Ya da kader diyebiliriz bu duruma. Ki yazar da muhtemelen böyle diyor. Tesadüf yok, kader var. Böyle olması gerekiyordu ve böyle oldu. Hayatta tamam ama romanda olunca insan yine de direkt tesadüflerden ziyade olayların gelişiminin o noktaya getirilmesini ve okura “evet, bu karşılaşmadan başka bir yol olamazdı” dedirtmesini tercih edebilir.

Aşk-suç-arayış. Candan romanlarını bu üç kelimeyi temel alarak oluşturuyor her seferinde. Yine öyle bir roman var karşımızda. Ancak bu sefer üslûp olarak daha farklı bir kitap var karşımızda. Şu açıdan: İlk iki romanından sonra yazar üslûbunu biraz değiştirip Yarım Ay’ı yazmıştı. Daha çetrefilli bir üslûp değil ancak daha katmanlı bir üslûp tercih etmişti. Bu romanda ise yazarın ilk iki romanındaki üslûbuna yaklaştığını düşünüyorum. Daha sade bir dille beraber, daha basit bir anlatım ve tek yönlü olaylar silsilesi. Başarısız mı? Tabii ki hayır. Sadece yazarın romanlarını iki kategoriye ayırsak Yarım Ay romanını diğer üçünden farklı bir yere koyarım demek istiyorum.

Harun Candan boş roman yazmıyor. Yarınsız da edebiyatımız için gayet başarılı bir roman olarak yerini ayırtacak. Ancak bu sefer hak ettiği ilgiyi artık görmesini istiyorum, bir okur olarak.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Aralık 2019 Pazartesi

Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?

Cumhuriyet tarihinin üzerinde en çok tartışılan konularından biri Köy Enstitüleri’dir. 1940 yılından itibaren Tek Parti yönetimince açılmaya başlanan köy enstitülerinin kapanışı, Demokrat Parti zamanında, 1954 yılında olmuştur. Üzerinde polemik yapılmasının önemli nedenlerinden biri de bu enstitülerin açılışını başka kapanışını başka partinin yapmış olmasıdır. Çünkü köy enstitüleri, üzerinde çok fazla tartışma dönse de, sosyal medya ve internette karşılaşılan birkaç yüzeysel bilgi dışında çoğu kimsenin -konuya özel ilgi duyanlar dışındakilerin- çok da bilgisi olmadığı kurumlardır. Bu yüzden mutlaklaştırılmıştır kimilerince. Bazı kesime göre kapatılması tamamen hatadır, çünkü oralardan tam donanımlı öğretmenler çıkıyordur ve çıkacaktır. Türkiye gelişecek eğitim şahlanacaktır. Kimilerine göre de bu kurumların bir faydası yoktur hatta zararı vardır, komünizm propagandası yapmakta ve çocukları küçüklükten öğretmenliğe kadar bu propaganda ile yetiştirmektedir. Sonuç olarak köy enstitüleri çok uzun sürmeyen bir projedir; ancak üzerindeki tartışmalar hiç bilgisi olmayanlarca bile halen devam etmektedir.

Kemal Tahir, Osmanlı ve Türk tarihinin sinir uçlarına, önemli olaylarına dokunmayı seven bir yazar. Gerek ekonomik gerek siyasal gerekse eğitim alanında konuşulması istenmeyen veya konuşulması belli bir kalıp dışında yasaklanan şeyleri romanlarında her zaman işlemiş bir yazar. Örneğin İzmir suikastını anlattığı Kurt Kanunu, mütareke yıllarını anlattığı Esir Şehir üçlemesi ve yaşadığı tarihlerde konuşulması bir tabu olan Osmanlı’nın, kuruluşunu konu edindiği Devlet Ana bu durumun en önemli kanıtlarıdır. Tabii Kemal Tahir köy enstitüleriyle de ilgili fikir sahibidir ve köy enstitülerinin her alanıyla ilgili söyleyeceği şeyler vardır. Bunları da 1967 yılında yayımladığı Bozkırdaki Çekirdek kitabıyla söylemiştir.

Kemal Tahir kitabını üç ana bölüme ayırmış: Ortam, Deney ve Bozkırdaki Çekirdek. Bunları da kendi içinde ve isimlendirerek kısımlara ayırmış yazar. İsimlendirme Kemal Tahir romanlarında önemli bir şey. Sadece kitaplarının isimleri değil bölüm içi isimlendirmeler de yazar için önemlidir. Çünkü bu isimlerle yazar bütün bölümü bir veya birkaç kelimeyle özetler. Örneğin ilk bölüm olan Ortam’ın alt başlıkları Çatı, Taban, Çevre ve Pazar’dır. Tahir bütün bu bölümleri ilk bölümün asıl meselesi olan ortama bağlar ve bu ortamı da kendi içinde böler.

İlk bölümün ilk kısmı mekân olarak Ankara’da, Tek Parti Genel Sekreteri’nin bürosunda geçer. Kişi olarak karşımızda Tek Parti Genel Sekreteri, Karayağız Milletvekili, Profesör Milletvekili, Paşa Vekil ve İlköğretim Genel Müdürü vardır. Ağırlıklı olarak diyaloglar üzerinden ilerleyen bu bölümde milletvekilleri arasındaki siyasi güç savaşı göze çarpar. Köy Enstitüleri’nin kapatılması veya bu kurumların devamı konusuna görüş ayrılıkları vardır ortamda bulunan kişilerin. Fakat mihver Milli Şef’tir. Ona göre konum alınır. Konu Çankırı-Çorum-Kastamonu illerinin kesişim noktasındaki Keşiş Düzü’ne yeni açılacak enstitüdür. Konuşmada köy enstitülerine nasıl öğrenci bulunacağı, bu kurumların köylüye ve millete faydası, buradan çıkacak öğretmenlerin nasıl kullanılacağı gibi konular konuşulur. Amaç köyü değiştirmektir:

Şehir çocuğuna gerekli öğretim başka, köy çocuğuna başka… Enstitülerde yeterince genel bilgi, meslek bilgisi veriyoruz. İstediğimiz, köy yaşayışında öncü, sözü geçer, saygılı, kendine fikir sorulacak, akıl alınacak insanı yetiştirmek… Öncelik tanıyoruz pratik bilgilere… Bunun da belkemiği, çalışmaya gidecekleri yer köy olduğu için: tarım…

Fakat bu, bürokraside, devletin üst katmanlarında böyledir. Bozkır, taşra farklıdır. Bu romantik amaçlar zaten ortamdaki diğer milletvekillerince de çok inanılan şeyler değildir. Bu projeye duruma romantik yaklaşan bir avuç insandan başka inanan yoktur. İlk bölümdeki mekânı kitabın kalan kısmında göremeyiz. Kemal Tahir bundan sonraki her bölüm ve kısmı taşrada, enstitünün kurulacağı bölgelerde geçirir. Fakat ilk kısım Çatı’daki genel kapsam, kitabın diğer bölümlerinde daha spesifik konulara doğru eğilir. Çatı’da okur, köy enstitülerinin o ana kadarki bütün defolarını da görür. (Yanlış yerden öğrenci seçimleri, hazır binaların kullanılması, köylerdeki yarı feodal düzenin hesaba katılmaması, köy eğitmenlerinin çocukları kendi özel işlerinde kullanması vb.) Zaten kitabın ilk kısımdan sonraki bölümleri bu defoların ortaya dökülmesi şeklinde ilerler.

İlk bölümün diğer üç kısmı Taban, Çevre ve Pazar kurulacak enstitüye en yakın köy olan Şirin Köyü ve kasaba olan Ilgaz’da geçer. Bu kısımlarda yerel kahramanlar kitaba dâhil olur. Cinci Nezir, Zeynel Ağa, Topal Muhtar, Yamörenli Eğitmen Murat, Sultan, Öğretmen Nuri Çevik, Enstitü Müdürü Halim Akın, Başeğitmen Cemal Avşar ve Öğretmen Emine Güleç gibi kahramanlar üzerinden hem köy ve kasaba halkının sosyal yaşamı, eğitim düzeyi gibi şeylerin panoraması çizilir hem de enstitüye, halkın deyimiyle ‘esdüdü’ye bakışı işlenir. Taşranın kendi kurallarının olduğu, devlet ve kasaba halkının ‘çarpıştığı’nı okur fark eder. Devlet ve halk fikren çarpışır fakat güçsüz olan tarafın riyakârlığı da ön plana çıkarılır. Her bir karakterin özellikleri ilk bölümün her kısmında detaylı işlenir. Okur açısından bir açık kapı yoktur. Kim iyi kim kötü ortadadır. Aynı zamanda mekânın kişiler üzerindeki belirleyiciliği de işlenenler arasındadır. Yerel halkın önde gelen isimlerince yapılan şark kurnazlığı, para hırsı, cahillik ve devlete karşı duyulan korku ön plandadır. Enstitü olayı, yukarıdakilerin ayrı, aşağıdakilerin ayrı güç savaşı verdiği bir durumdur. Kemal Tahir birinci bölüm Ortam’da okura kısaca “enstitü olayında yukarıda, yani Ankara’da durum bu, aşağıda, yani taşrada durum bu, bir de arada enstitülere polyannacı bir şekilde yaklaşanlarca da bu” der.

İkinci bölüm olan Deney kendi içinde dört kısma ayrılır: İnanç, Kaynak, Keşiş Düzü, Dumanlı Boğaz. Bu isimlendirmelerden zaten hangi ismin altında neler işlenmiştir fark edilebilir. İnanç kısmında bu köy enstitülerine olan inanç; Emine Güleç, Halim Akın, Nuri Çevik ve Cemal Avşar üzerinden işlenir. Ancak İnanç kısmının bir karakteri vardır. Az sözle çok şey anlatan ve bu dört inanmış öğretmenin aklını, enstitülerin gerçekten başarılı olup olamayacağı konusunda karıştırmış olan biri: Müfettiş Şefik Ertem. Şefik Ertem Milli Eğitim müfettişlerindendir ve köy enstitülerinin başarılı olamayacağını, hem yöntem açısından hem devletin taşraya olan tavrı açısından tamamen yanlış bir planlamayla oluşturulduğunu savunur. Bu, romantik bakış açısına sahip öğretmenlerin arasından realist bir bakışla sivrilen bir karakterin durumu objektif değerlendirmesidir. Özellikle bu enstitülerin tepeden inmeci bir şekilde oluşturulmuş olması, devletin, taşranın kendi dinamiklerini hesaba katmadan bu projeyi gerçekleştirmesi Müfettiş Şefik Ertem’in önemli fikirlerindendir:

…Çok arandı köyü ihya edecek okul tipi… Sonraları anladım ki, böyle saman alevi gibi parlayışlarımız hep kolaya kaça huyumuzdanmış… Kaytarmacılığımızdan… Köye bir bina yapıp bir de öğretmen göndererek bütün zorluklardan kurtulmak. Aklı erenler, ‘olmaz öyle şey!’ dediler. Dört süngülü ile koca bir istibdadı deviren inkılapçılar bilmiyorlar ki, köyü yaşatacak okul değildir, okulu yaşatacak köydür. Öyleyse, ‘Köylü bizden nasıl bir okul istiyor?’ diye düşünmeliyiz. Yoksa hükümet zoruyla kurulan okul da mekanik olarak dıştan kurulan her müessese gibi böyle dayanak noktası bulamaz, en geç batar.

Bu bölümün en önemli kısmı yukarıda da bahsettiğim ilk kısım olan İnanç’tır. Diğer kısımlarda, örneğin Kaynak’ta, enstitüye alınan çocukların köylerinden enstitünün kurulacağı binaya taşınma süreci, Keşiş Düzü’nde enstitü için yapılan faaliyetler anlatılır. Özellikle bu faaliyetlerde çocukların hayal kırıklıkları yer alır. Çünkü onlar, derli toplu bir binaya gideceklerini sanırlarken düz bir arazide tamamen beden gücüne zorlanarak bir şeyleri oluşturmaya zorlanırlar. Çadırlarda kalırlar, suları yoktur, hastalanırlar, köylüyle çatışırlar ve hatta aralarında ölen olur. Çünkü devlet böyle istemiştir, hazır binada eğitime başlayan enstitülerin köy gerçeğini yakalayamayacağını düşünmüştür. Ancak bu durum bazı çocukları enstitü fikrinden uzaklaştırır. En çalışkan ve bu bölümün asıl kahramanlarından biri Yusuflu Esef’tir. Köy gerçeğini de bilir, enstitünün değerini de. Ve bölümde işlenen birçok olayın merkezindeki karakterdir. Dumanlı Boğaz’da da Keşiş Düzü’ndeki olaylar devam ettirilir. Küçük bir komün ortaya çıkmaya başlamış, köylüyle, özellikle Cinci Nezir’le çekişmeler artmıştır.

Kitabın son bölümü Bozkırdaki Çekirdek olayların da çözümlendiği ve nihayete erdiği yerdir. Bu bölüm de kendi içinde beş kısma ayrılır: Kara Değirmen, Sığınak, Tıkaç, Sanık, Kara Değirmen. Olayların Cinci Nezir’in kara değirmeninde başlayıp orada bittiği bir bölüm oluşturmuştur Tahir. Kara Derviş’in, yani Cinci Nezir’in asıl kahramanlardan olduğu bir bölümdür. Bu bölümde çocuklar ve öğretmenler eliyle kurulmasına başlanan ve iyice geliştirilen enstitü bolca işlenir. Yapılan işlere geniş yer ayırmıştır yazar. Evet, çocuklar arada sırada bu kadar çalıştırılmayı sorgulamaya başlamıştır ancak zaten gönülsüz gelen Hıdır Molla dışında bir fire verilmez: “…Gündüzleri kendini işe kaptırıp zorlarken, arada bir durup böyle gerindiği, Türkçesi, yıldığı sıralar bu aralıksız yorgunluğa nasıl dayandığını anlamıyordu. ‘Haklı şu namussuz Molla! Adam, köyünde uğraşsa bu kadar, çoğa kalmaz zengin olur. Nedir peki?’

Şefik Ertem bu bölümde tekrar karşımıza çıkar. Bu sefer resmi bir görevle gelmiştir enstitüye. Müdür Halim Akın’la olan konuşmaları kitabın fikrî olarak omurgasını oluşturur. Çünkü Kemal Tahir okura aksettirmek istediği fikirlerinin çok büyük kısmını müfettişin dilinden işlemiştir. Bu da karşımıza sadece iki kez çıkar. Müfettişin olduğu sahneler artırılsaydı, daha didaktik bir kitap olacak olmakla beraber, köy enstitüsü fikrinin ‘yukarıdan’ nasıl görüldüğü çok daha iyi anlaşılacaktı. Şefik Ertem’in, Müdür Halim Akın’ın enstitülere taktığı bozkırdaki çekirdek adına atfen kullandığı şu cümle, hem onun hem de yazarın bu kurumlar hakkındaki genel fikrini yansıtır aslında. Bir de bu çabaların ne kadar beyhude olduğunu:

Bakacaktın Enstitücü Halim… Bakaydın, belki çıkarabilirdin kendi başına… Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?

Bu cümle belki çok üstten bir bakış açısına sahip birinin cümlesi gibi görülse de kitabın geneline baktığımızda böyle olmadığı görülebilir. Bozkırın işlevsizliğinden ziyade kurumların ölü doğmuş bir proje sonucu oluşturulduğunu söylemek için kullanılmıştır.

Bir iki eleştiriyle yazıyı sonlandırayım. Bir kere Kemal Tahir’e pek yakışmayacak bir sonu olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Silahlı bir çatışmayla sonuçlanacak bir kitap değildi bu. Yatağında usul usul akıyordu kitap. Bazen debisi yükselse de bunu iyi ayarlamıştı yazar. Ancak bu son, eğreti durmuş bu temaya. İkinci olarak, birinci bölümün ilk kısmı olan Çatı, olmasa da olurdu. Ne oradaki mekânı ne de oradaki karakterleri görüyoruz bir daha. Evet, devletin zirvesinde bu kurumlara nasıl bakıldığının gösterilmesi açısından önemli ancak bunu kitabın içine yaysaydı çok daha başarılı anlatım sağlardı yazar.

Fakat her şeye rağmen Kemal Tahir’in dili en iyi kullandığı kitaplardan biri olmuş Bozkırdaki Çekirdek. Zaten yazar, o bölgede uzun yıllar hapishanede kaldığı için yerel dile oldukça hâkim. Bir de halkın iç dinamiklerini iyi işlemesi ekstra bir artı değer katmış kitaba. Salt iyi veya salt kötü karakterler oluşturmak yerine her yönüyle ‘insan’ı anlatması, zaten yazarın usta olduğu konulardan.

Kemal Tahir, halen tartışılan bu kurumlarla ilgili bize ‘işin bir de bu yönü var’ diyebilen ender yazarlardan. Bu kurumları putlaştıran veya hakkında az da olsa bir şeyler okumak isteyenler mutlaka bu kitaba bakmalıdır. Evet, bu bir roman; ancak yanlış bilgilerle doldurulmuş değil. Belki biraz subjektif, o kadar.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Bitmez güzelin vasfı, ağaçlar kalem olsa

İdris Kocabaş’ın yüksek lisans tezi olarak hazırladığı son devir Nakşibendî-Hâlidî şeyhlerinden Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin (1914-1987) hayatını, eserlerini ve tasavvufî görüşlerini ele alan Nur Meşalesi isimli bu eser 2018 yılında Mavi Yayıncılık etiketiyle okuyucuyla buluşmuş. 288 sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Hacı Hasan Efendi’nin hayatı ve eserleri, ikinci bölümde ise tasavvufî görüşleri ele alınıyor. Kitabın hemen başında Hacı Hasan Efendi’nin mahdumu ve halefi Ali Ramazan Dinç Hocaefendi tarafından kaleme alınan takdim mevcut.

Nur Meşalesi, Hacı Hasan Efendi merhum hakkında yapılmış ilk çalışma değil. Muhtemelen son çalışma da olmayacak; ancak bu konuda daha önce kaleme alınmış eserleri de gözden geçirmiş birisi olarak bu eseri çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Eser, daha önce de ifade ettiğim gibi yüksek lisans tezi olarak hazırlandığı için dipnotlarla süslenmiş. Ancak buna rağmen kitabı okurken o bilindik “akademik kasvet”i hissetmedim. Ya da bana öyle geldi. Ayrıca yazarın başta Ali Ramazan Dinç Hocaefendi olmak üzere Hacı Hasan Efendi’nin dizinin dibine çökmüş isimlerle bizzat görüşerek malumat edinmiş olması Nur Meşalesi’ni özel kılmış.

Hacı Hasan Efendinin hayatından kısaca bahsetmek gerekirse; 1914 yılında Kayseri’nin Yahyalı ilçesi, Kavacık Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Babası, Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nin hulefâsından Şeyh Mustafa Hulûsî Efendi. Es’ad Erbilî Hazretleri üç kişiye verdiği icâzetnamede “şeyh” tabirini kullanmış. Bunlar; Mahmud Sami Ramazanoğlu, Cide Müftüsü Hüseyin Efendi ve Mustafa Hulûsî Efendi. Hacı Hasan Efendi’nin annesi ise Ayşe Hanım. Annesi hakkında Hacı Hasan Efendi şu bilgileri nakleder: “Annem tecelliyle mazhar bir hanımdı. Hatta son zamanlarında mâneviyatının ağırlığından halsizliği artmıştı. Bazı zamanlar semaya bakıp bayıldığı olurdu. Annemin vefatından sonra, Niğdeli bir zat, babama; “Sizin Ayşe isimli bir hanımınız var mıydı?” diye mektup göndermişti. Babam da; “Evet vardı; ama üçay önce vefat etti. Neden soruyorsunuz?” diye cevâbî mektup gönderince, o zat, cevaben; Rüyamda Resûlullah Efendimizin huzurunda daha önce hiç görmediğim bir hanım gördüm. “Ya Resûlullah! Üç aydır daha önce hiç görmediğim bu hanımı huzurunuzda size hizmet ederken görüyorum. Bu kimdir?” diye sordum. Efendimiz; “Bu hanım, Yahyalılı Şeyh Mustafa’nın eşi Ayşe’dir” buyurdular. “Bu dereceye nereden (nasıl) erdi?” diye sorunca; “Bu hanım kadınlığa ait bir mendilini dahi nâmahreme göstermedi, göstermezdi. Ondan dolayı huzurumuzda hizmet şerefine nail oldu” şeklinde cevap verdi.

Hacı Hasan Efendi, kendisini yakından tanıyanların ifadelerine göre, üç yaşında başından geçenleri hatırlayacak kadar keskin bir zekâya sahiptir. Hatta kendisinin şu sözünü okuduğumda şaşkınlığımı gizleyememiştim: “Annemden emdiğim sütün tadını bile bilirim.”. 10-12 yaşlarından itibaren annesinin, onun yanında rastgele konuşmaktan çekinmeye başlaması Hacı Hasan Efendi’nin daha küçük yaşlardan itibaren ruhi bir olgunluğa sahip birisi olduğunu göstermektedir: “Dört, beş yaşımda iken namazları ihmal etmezdim. Akşam yemeğinde uykum geldiğinde babacığım; ‘Haydi Hasan’ım senin yatsın oldu farzı kıl, yat’ derdi. Farzı kılar yatardım. Bir gece yarısı yatsı namazını kılmadım diye sıçrayıp kalkmıştım.

Hacı Hasan Efendi, ilk tarikat dersini on dört yaşında iken babası Şeyh Mustafa Hulûsî Efendi’den almıştır. “On dörtte vurdular manevî aşı / durmadan akardı gözümün yaşı” diyerek bu hususa işaret etmektedir. Hacı Hasan Efendi, seyr ü sülûkunu (manevî yolculuğunu) Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nde tamamlamıştır. Hacı Hasan Efendi mürşidi Sami Efendi’yi tanımlarken; “Şunu bilesiniz ki bizim sultanımız Bayezid-i Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî denginde bir efendidir” demiştir. Sami Efendi’ye olan muhabbetini ve bağlılığını şiirlerinde sıklıkla işlemiştir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde Necdet Tosun; “Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun vefatından sonra sevenlerinin sohbet ve irşad hizmetlerini daha çok Musa Topbaş devam ettirmiştir.” diyerek Hacı Hasan Efendi’nin ismini dahi zikretmemiş ve Hacı Hasan Efendi’ye en hafif tabirle haksızlık etmiştir. Bu hususta İdris Kocabaş şöyle diyor: “Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun icâzet verdiği tek kişi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’dir şeklinde bir iddiamız söz konusu değildir. Sami Efendi’nin icazet verdiği daha başka kişiler de mevcuttur. Hacı Hasan Efendi kendisi gibi icazet alan diğer kişilerden bahsetmekten ve onlara duyduğu derin saygıyı ifade etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir. Yani sadece kendisini ileri sürerek diğerlerini yok saymamıştır. Sami Efendi’nin icazet verdiği diğer kişiler başka bir akademik çalışmanın konusu olabileceğinden burada o konuya girmiyoruz. Ancak şunu ifade edebiliriz ki; Sami Efendi’den icazet aldığına dair ismi geçen hemen herkesten Hacı Hasan Efendi hem yaşça daha büyüktür hem de Sami Efendi ile olan irtibatı daha eskidir. Hacı Hasan Efendi’nin Sami Efendi ile elli yıldan daha fazla bir birlikteliği söz konusudur. Bu süre zarfında Hacı Hasan Efendi, Sami Efendi’den -tabiri caizse- iliklerine kadar istifade etmiştir. Hacı Hasan Efendi’nin icazetleri ve halifeliği konusunda olumsuz açıklamalarda bulunan bazı kimselerin ön yargıyla hareket ettikleri kanaatindeyiz.

Hacı Hasan Efendi ile Necmettin Erbakan arasındaki irtibata dair müellif şöyle der: “Hacı Hasan Efendi’nin, Necmettin Erbakan’la irtibatı herkes tarafından bilinmektedir. Erbakan’ın, pek çok konuda Hacı Hasan Efendi ile istişarelerde bulunmak için birçok kez Yahyalı’ya geldiği kaydedilmektedir. Hacı Hasan Efendi’nin Erbakan’a ve siyasi arkadaşlarına açıktan destek verdiği ve çevresindekilere; ‘Beni nasıl bilirseniz, Erbakan hocamızı da öyle biliniz’ dediği dile getirilmektedir.”. Soner Yalçın, Erbakan kitabında Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin vefatından sonra Erbakan’ın Esad Coşan Hocaefendi’ye değil de Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’ye intisap ettiğini iddia etmektedir. Bendeniz bu iddianın ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyorum.

Hacı Hasan Efendi, 26 Ocak 1987 Pazartesi’yi, 27 Ocak 1987 Salı’ya bağlayan akşam saat 22.40 civarında Kayseri’de vefat etti. Cenaze namazını İpek Hoca kıldırdı. Cenazesinin arkasında yürüyen Erbakan’ın elbisesinin kirlendiği ve; “Ben bu çamurlu elbiseyi hiç yıkatmayıp böylece saklayacağım” dediği anlatılmaktadır. Hacı Hasan Efendi’nin cenazesine iştirak etmiş olan Abdurrahman Büyükkörükçü izlenimlerini şu şekilde aktarmaktadır: “Hacı Hasan Efendi vefat ettiğinde babam Tahir Büyükkörükçü umredeydi. Babama vekâleten cenazeye ben katılmıştım. Namazı kılınmak üzere Hacı Hasan Efendi omuzlarda giderken sağda solda evlerin damlarında 4-5 yaşlarındaki çocukların dövüne dövüne ağladığını gördüm. Sanki kendi öz babaları vefat etmiş gibiydi. Yahyalı’da herkes ağlıyordu. İnsan insanı ne kadar sevebilir ben cenazede gördüm.

Hacı Hasan Efendi’nin vefatı üzerine müridânından merhum Ahmet İslâmoğlu hocanın kaleme aldığı “Efendim” başlıklı mersiyenin bir dörtlüğü şöyledir:

"Yahyalı ağlasana, bak gidiyor İmam’ın,
Senin her şeyin oydu; vaiz, mürşid, sultânın.
Nurlarla dolup taşsın, o mübarek merkadin,
Ukbâda beraberiz inşallah Efendim!"

Hacı Hasan Efendi’nin silsilesini bugün mahdumu ve tek halifesi Ali Ramazan Dinç Hocaefendi devam ettirmektedir. Ali Ramazan Efendi’nin doğduğu günlerde Hacı Hasan Efendi’nin Ali Ramazan Efendi’yi işaret ederek Ahmet İslâmoğlu’na; “Mürşidinizin elini öp” dediği nakledilmektedir. Ayrıca ilerleyen yıllarda Ahmed İslamoğlu’nun evinde abdest alan Ali Ramazan Efendi arkasını döndüğünde Ahmed İslamoğlu’nun saygıyla elinde havlu ile beklediğini görür. Bunun üzerine Ali Ramazan Efendi; “Neden zahmet ettiniz?” deyince İslamoğlu; “Bugün Hacı Hasan Efendimizi ziyaret ettim. Bizi size teslim etti” demiştir.

Son devrin kutup yıldızlarından Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin tasavvufî görüşlerini yansıtması bakımından birkaç sözünü nakletmekte fayda görüyorum:

Yabani ağaçlar aşılanmadan nasıl güzel meyveler veremezlerse, insanlar da bir mürşidin, bir terbiyecinin eline düşmeden olgunlaşamazlar.

Tren vagonları kancasını lokomotife takarsa, o onları alır götürür. Takmayanlar istasyonda kalırlar. Bir hak tarikata giren insan, ekmeğinin arasına bal koymuş gibi olur. Sohbetlerden ve ibadetlerden ayrı bir zevk almaya başlar. Ama şeriata uymayan tarikat bâtıldır.

Sen Allah ile ol! Eğer Allah ile olamıyorsan, Allah ile olan kutb-ı cihanlarla, mürşid-i kâmillerle ol ki, onlar seni maksudun olan Allah’a ulaştırsın!

Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin, âmin…

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

27 Aralık 2019 Cuma

Tadına doyulmaz bir İstanbul derlemesi

"Övünmekten çok, omuzlara ağırlık yükleyen bir sorumluluk duymak gerek. Herkesin dilinde ayrı isim, ayrı renkte menkıbelerde yaşayan böyle bir şehir, evrensel bir sorumluluk yükler sahiplerine; bunu düşünebilenin Boğaz rüzgârlarının bile bastıramayacağı kadar ter dökeceği açık."

İstanbul'a dair bu memleketin şairi, yazarı, seyyahı, memuru, sufisi ayrı dil dökmüştür. Herkes gönül hanesinden süzülen ve kendi dünya tasavvurunun biçtiği ölçüde İstanbul'u anlatmış, kimi zaman hüzünle kimi zaman neşeyle bu güzide şehrin yaşayışına can, yoluna yoldaş olmaya çalışmıştır. Hiç şüphe yok ki bu işi en iyi yapanlar da tarihçilerdir. Özellikle tarih dışında birçok disiplinle hususi olarak ilgilenen tarihçilerin yazdığı İstanbul kitapları son derece lezzetli bir okuma yapmaya, başka kitaplara ve yazarlara, hatta yaşam biçimlerine dair merak duymaya da vesile olmuştur.

İlk baskısını 1987 yılında yapmış bir kitap İstanbul'dan Sayfalar. Otuz yılı aşmış olsa da her sayfasında ayrı bir güncellik yakalamak mümkün. İlber Ortaylı, Alkım Yayınları'nın neşrettiği dokuzuncu baskı (Kasım 2006) için yazdığı önsözünde "Hiç şüphesiz ki İstanbul için yazılan ilk kitap bu değil, sonuncusu da bu olmayacaktır. Hatta yazar açısından da bu böyledir." diyerek İstanbul'u ve onun tarihini okumayı sevenleri müjdelemişti. Kendisinin hem gazetedeki köşesinde hem de televizyon programlarında sık sık yaptığı bir şeydir İstanbul'a dair konuşmak. Sebebini şu cümleleriyle aktarsak hata etmeyiz: "İstanbul Türklerin mülküdür, Türkiye’nin ikinci başkentidir, ama bütün insanlığın zenginliğidir. Bu iki bin yıllık dünya metropolünü gözümüz gibi sakınmalıyız."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında “Be makam-ı Konstantiniyye el-mahmiyye" diye geçermiş İstanbul. Ortaylı, son döneme kadar basılan bazı kitapların ilk sayfasında da "Konstantiniyye ... Matbaası" künyesi olduğunu, ayrıca Osmanlıların Büyük Konstantin’in kurduğu bu dünya başkentine sahip olmaktan daima gurur duyduklarını hatırlatıyor evvela. İsim konusunda şu paragraf da son derece önemli: "İsimleri çoktu büyük şehrin; Âsitâne, Deraliyye, Dârü’l-hilâfeti’l- aliyye, Dârü’s-saâdet veya Dersaâdet (saadet evi/saadet kapısı), İslambol gibi... İstanbul “stinpolis/şehre doğru” deyiminden gelir. Nedense Konstantinopol isminden bucak bucak kaçanlar, bu kelimeyi Türkçe sanırlar. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezler; Byzantion, Nea Roma gibi... Slavlar Tsarigrad der. Balkanlar’da hâlâ böyle, “çar şehri” ismiyle yaşar. İsmi çok, eseri çok, uzun geçmişi şanlı bir şehirdir İstanbul..."

Ortaylı, henüz 1984'te yazdığı bir yazıda şehrin büyüdükçe kirlenmenin de büyüdüğünü yazmış. Özellikle Haliç ve çevresinin kirlenme konusunda en dikkat edilmesi gereken yer olduğuna dikkatleri çekmiş. Nüfusun artmasıyla çoğalan yapılara rağmen 'akıllı'ların seferber olmamasına ve önlemler alınmamasına dair "acaba bu şeyler, bin yıllık dünya başkentinde kıyamet alameti mi?" diye sormuş. İşte buna tarihçi sezgisi deniyor. Zira yaşadığımız zamanlarda, İstanbul'un başına gelmemiş bela kalmamışken hâlâ ciddi değişiklikler ve keskin kararlar alınmaması, bu şehrin sorununun sadece toplu taşımaymış gibi gösterilmesi bile bir felaketin kapıda olduğunu gösteriyor. Allah şehrimizi ve oranın sakinlerini korusun.

İstanbul'dan Sayfalar şehrin tarihi dokusunu anlatırken aynı zamanda rehberliğini de yapıyor. Ancak bu rehberlik takdir edersiniz ki günümüzün basmakalıp bilgileriyle yapılan rehberliği gibi değil. İstanbulluların dilinden mezarlıklara, kahvehane sohbetlerinden eski İstanbul evlerine, meydanlarından ulema semtlerine, Bizans'tan Osmanlı'ya kalmış miraslarına, sokaklarından aydın portrelerine varıncaya dek Bâbıâli'ye, Pera'dan Tarlabaşı'na, Fener'den Balat'a, Eyüp'ten Kumkapı'ya, Gümüşsuyu'dan Taksim'e uzanan ve tadına doyum olmayan bir yolculuk saklı kitapta. Özellikle "İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet Vilayetine" başlıklı yazı, 1920'ler İstanbul'unu keşfetmek için bol not aldıran bir bölüm. Okudukça yaşanmamış o günlere hasret duymamak da mümkün değil elbette: "Şehrin hemen her tarafında denize girilir ve İstanbul’un her semtinin çocukları yüzmeyi İstanbul’da öğrenirdi. Langa bostanlarının hıyarı, Yedikule’nin marulu, Arnavutköy’ün çilekleri İstanbulluların anılarında değil, zenbillerinde taşınmaktaydı henüz. Ama İstanbul’da hayat gene zordu, asırlardan beri de zor olmuştur. Ulaşım zordu. Aksaray’dan Çengelköy’e giden ancak ertesi gün evine gelir, ziyaretler yatıya diye yapılırdı. Et ekmek derttir. Sular gürül gürül akmaz, hele Pera’nın apartmanları su kesintisine başından beri alışıktır. Çeşmelerden akan suları kana kana içilebilen mahalleler pek azdır. Gözler hep mahalle sakasının getirdiği iyi çeşme suyundadır."

Eski(mez) İstanbul'da deniz ulaşımının nasıl yapıldığını, tramvayın neden İstanbul'un 'asalet beratı' olduğunu, şehrin beslenme ihtiyacının karşılanma yöntemlerini, İstanbul halkının ramazanı nasıl yaşadığını, hepsi olsa da hangi kütüphanelerin çok mühim olduğunu ve kitapseverlerin türlü mücadelelerini, İstanbul'un meyhanelerindeki eğlence biçimlerini, dilencilerden levantenlere günlük yaşamın her yönüne eğilmiş İlber Ortaylı. İstisnasız her yazıda geleneğin insan hayatında nasıl rol oynadığının altını çizmiş. Mesela İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne dair yazdığı bir yazıda, müzenin ardındaki 'koruyucu' geleneği de işaret etmiş: "Osmanlı arkeolojisi ve müzeciliği Osman Hamdi Bey’le uluslararası saygınlığa ulaştı. O 1881’de müzenin başına geçti. 1882’de kaçakçılığı önleyen sert hükümlerle donatılmış Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkarttırdı. Bugünkü Eski Şark Eserleri Müzesi’nin olduğu yerde ilk Güzel Sanatlar Okulu’nu da o kurdu. Sayda kazılarında ünlü krallar mezarını buldu ve müze dünyaca ünlü lahitlerle bezendi. Aynı yıl bu kazının raporuyla Osmanlı arkeolojisi beynelmilel literatürde yerini aldı. Haziran 1891’de de bugünkü Arkeoloji Müzesi açıldı. Mimar Vallaury binayı, müzedeki ünlü Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin motiflerini ve üslubunu izleyen bir projeye göre yapmıştı."

Zannedilmesin ki kitap sadece mazi sayfalarında gezinip günümüz sorunlarına değinmiyor. Tam aksine, hemen hemen her yazıda İlber hoca önem verilmesi gereken mevzuları, en uygun dille aktarıyor. Kimi zaman uyarıyor kimi zaman öğüt veriyor. Bu şehir için şikayet etmek sadece hocaların ve görevlilerin değil, hepimizin hakkı. Ortaylı'nın da okuyucudan istediği bu. Özellikle "Biz eski İstanbulluyuz" diyenlerin İstanbul'un nereye gittiğinden haberdar bile olmadığını söylerken, İstanbul'un güzelliğini herkesin zaten bildiğini fakat özellikle son yıllarda 'Güzel İstanbul' sözünün "gün geçtikçe çirkinleştirilen İstanbul’u âdeta alaya alan anlamsız bir tekerleme" hâline geldiğini de önemle hatırlatıyor. İstanbul güzeldir şüphesiz ama hep güzel kalacağına dair elimizde bir teminat da yok. Hocanın "Başka İstanbul Yok" başlıklı yazısı da güzelliğin baki olması için herkesi sorumluluk almaya davet ediyor: "İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihî mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre layık hemşehriler ve İstanbul’un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir."

İstanbul'dan Sayfalar, hakikaten de ismi gibi bir kitap. Bu güzide ve korunmaya muhtaç olan ulu şehrin her yönüyle ve her fırsatta yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çeken, hüzünlendirdiği kadar mücadele şevki de veren bir eser. Kitabın kaynakçasının da bu yönde okumalar yapmayı sevenler için oldukça faydalı olacağını belirtirken, İlber Ortaylı hocaya yeni İstanbul kitapları için bereketli ve hayırlı ömürler diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Annelik ve babalık için sevmek tek başına yeter

Annelik anksiyeteleri ve endişeleri ile yorucu bir iştir. Doğru yapmak, doğru olmak üzerine takılmak gibi kaygılar anne olmayı atlatabilir. Freud, tavsiye isteyen bir anneye “Ne isterseniz yapın zaten olmayacak” derken, “bir şey değiştiremeyeceksin” değil, “ne yaparsan yap, yeterli görmeyeceksin, bu çocukla değil seninle ilgili bir hata” der. Ketebe Yayınları etiketiyle çıkan, Melek Arslanbenzer imzalı Anneliğin Kitabı: Kuramlar Arası Bir Gezinti, tüm kuramların üzerinden zarafetle geçerken pergelin sivri ucunu tam da buraya koymuştur.

Kimdir “ideal anne”? Bu sorunun cevabını yazar Arslanbenzer kitabında ayrıntılı açıklıyor. Annenin öncelikle ideale varmak istediği yer kendi kusurunu örtbas etme dürtüsüdür diyen yazar şu tespitleri paylaşıyor okuruyla: Çocuk, annede kendisini temsil etmektedir. Kendisine yani anneye değer katsın ister. Anneyi bireysel olarak kendisinin gelemediği konuma getirsin ister. Dahi annesi, mükemmel çocuk annesi olmak annenin hayata tutunma şeklidir. Bunu çocuğun iyiliği için yaptığını her cümlenin sonunda söylemek ise kendisine de ısrarla söylediği en büyük yalandır. Yalanıyla yüzleşmeyen annedeki çocuk, giyimiyle, yemeğiyle, çalışmasıyla, türlü meziyetleriyle ebeveynini parlatmalıdır. Annenin, çocuğun var olmasını engellediği bu yapı çocuğu giderek siler.

‘Bu duruma düşmemek için ne yapmalıyız’ sorusu da önümüzde duruyor. Önce kendisi için yaşayan, ardından çocuğa kendisinin karar verebileceği alanlar sağlayan ebeveyn olmak en temel gerekliliklerden. Hülasa, Freud bahsi geçen kadına aslında şunu söylemiştir: “Doğal olun, kendinize güvenin, yaptığınız nasıl olsa size az gelecek, bunu bilin ve üstlenin. Kusursuz anne yoktur.

Kitaba göre bilginin kirlendiği çağda annenin öncelikli amacı bilgiyi kaynağından öğrenmek ve bununla kendisine bakabilmektir. Marka mottosu da burada başlamaktadır: “Kendi iç dünyasına bakabilen kişi, bebeğini ve tüm ilişki kurduğu insanları anlamak için büyük bir adım atmış sayılır.” Kendine bakma ön kabulü ile kuramları gören Anneliğin Kitabı, Freud’un Dürtü-Çatışma Kuramı ayrıca Oidipus ve Elektra Kompleksleri’ni annenin penceresinden okur.

Frued, çocuğun psikolojik ve cinsel gelişim sürecini üçe ayırarak açıklar. Kitaptaki ortak kanıya göre de bunlar psikolojinin atlanmaması gereken çivilerindendir. Her dönem ismini dönemin erotojenik nesnesinden alır. 0-18 ay arası Oral Dönem, anne memesi ile önce dışarıyı tanımlayan çocuğu ifade eder. Anne çizer bunu. Ötekinin gözünden kendisini görür çocuk. Annenin sürekli varlığı ve emzirmenin sütten daha değerli yanı tam olarak burada başlar. Ötekini tanımadan kendine dönemeyecek olan çocuk, öteki basamağını atlarsa kendini bulmakta zorlanacaktır. Hasar alacaktır. Ardından 18-36 Anal Dönem olarak edilgenlikten etkinliğe taşındığı, başka bir ifade ile görmekten bakmaya terfi ettiği dönemdir. Çetin sınavdır! Sonuncusu olan Ödipal Dönemde ise üç yaşa kadar zihninden geçen ile yaptığı arasındaki farkı anlayamayan çocuk, artık başkası üzerinden bir diğerini değerlendirmeye başlar. “Anne/baba büyüyünce seninle evleneceğim” cümlesinin normal karşılanması gereken cinsiyet kavramı tanışıklığı oluşmuştur. Karşı bir cins vardır ve en mükemmeli kesinlikle annesi ya da babasıdır. Gelecek yılların fobilerinin, korkularının temeli atılır. Mesela “bırakır giderim seni” denilen çocuk bağlanma problemi yaşıyor ise sorun çocukta değildir. Bu gerçekler ve yüzlercesi can acıtıcı “doğru eğitim” takıntısının karşılığıdır.

Hasılı kelam Freud bitmez. Kitap da bitirmemiş, annelik üzerinden keyifli bir başlangıç yapmış. Çocuk psikoterapisi alanında efsane Melanie Klein’ın annesini; sınıfın en yaramazıyken sevgiyle büyütüldüğü çocukluğun gücüyle dünyanın en devrimsel psikanalistlerinden birine dönüşen Donalt Woods Winnicott’un annesini ve diğerlerine oranla daha kıymetli babasını; önce “sevgi teorisi” dediği sonra ismini değiştirip “bağlanma kuramı” yaptığı teorisini, sevginin açlıktan önemli olduğu temeline dayandıran John Bowlby’ın annesini… Kohut, Kernberg, Stern, Masterson ve Schore’nin annelerini de aynı hakikatte işlemiş.

Kitap, anne ve babalık için sevginin yeterli olacağı sonucuna çekiyor. Çocuk tuhaf tuhaf haller takınsa hatta seni terk dahi etse, sabit bir sevgi ile beklemelisin. Geri geldiğinde seni yerinde bulamazsa gitmekten, öğrenmekten, keşfetmekten hep korkacaktır. Bu, benim babamın karşılığı. Sizin de varsa böyle bir anne ve babanız, ya da böyle ebeveyn olabiliyorsanız kalanı teferruat oluyor. Beni hiç durdurmayan hep gittiğim ama hep koşulsuz sevgisine geri geldiğim adam: babam. Tıpkı Siddhartha gibi.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com