14 Ekim 2019 Pazartesi

Bektaşiliğin tarihi serüveni hakkında derin gözlemler

Tarihi hamaset noktasındaki gayret ve heyecanımız ne yazık ki geçmişi araştırma, tanıma, anlamlandırma söz konusu olduğunda çok cılızlaşıyor. Olan biteni anlamak yerine olan bitene farklı anlamlar yüklüyoruz. Kafamızdaki kurgulara tarihten kanıtlar arıyoruz. Düşüncemize, tasavvurumuza uymayan ne varsa ya görmezden geliyoruz ya yok sayıyoruz ya da düşmanca yaklaşıyoruz. Tarihe en çok vurgu yapanlar tarihi en az bilenler sanırım.

Bugün hakkında en az bilgi sahibi olunan bunun yanında en çok konuşulan tarihi şahsiyetlerden biri de Hacı Bektaş Veli'dir. Aynı zamanda Hacı Bektaş Veli’nin kurucusu olduğu Bektaşilik… Toplum hafızasında çok sayıda Hacı Bektaş silüeti var. Kimileri onun hiçbir bilgisinin ve toplumsal karizmasının olmadığından bahsederken kimi araştırmacılar bilgili, görgülü ve karizmatik bir şahsiyet olarak insanları etkilediğini söylüyor. Hangi Hacı Bektaş Veli? Hacı Bektaş Veli’nin yolu nasıl Bektaşi Tarikatine dönüşüyor? Osmanlı’nın ilk dönemlerinde el üstünde tutulan gazi dervişler hangi nedenlerle daha sonra dışlanıyor ve Bektaşilik bunları altında toplayan bir şemsiyeye dönüşüyor? Yeniçeri Ocağı gibi Osmanlı’nın merkezinde yer alan bir askeri kurumun manevi ocağı olan Bektaşilik aynı zamanda hangi saiklerle bütün heterodoksi unsurların üssü haline geliyor?

Osmanlı’nın erken dönem toplum ve siyasetindeki dervişler, Kızılbaş kimliğin kökenleri, Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışan Rıza Yıldırım, "Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a: Bektaşiliğin Doğuşu” adlı kitabıyla Bektaşiliğin Hacı Bektaş Veli’den başlayıp Balım Sultan’a uzanan iki buçuk asırlık tarihinin izini sürüyor. Hacı Bektaş Veli yolunun kurumsallaşarak Osmanlı’nın en büyük tarikatlarından birisi olma serüveni… Yıldırım’ın vurguladığı gibi Bektaşilik kurumsallaşmasını bir anda tamamlayarak ortaya çıkmış değil. Tarihinde Abdal Musa, Kızıldeli ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetler yer alıyor.

Bektaşiliğin Doğuşu, dokuz bölümden oluşuyor. Girişte Ortaçağ dönemi Anadolu’daki İslamî hayat pratikleri anlatılıyor. Rıza Yıldırım’ın da bahsettiği gibi o dönemlerde Anadolu’da bugünkü gibi Sunni bir anlayış sert biçimde etkin değildi. Ahîlik, Hurûfîlik, Bektaşîlik gibi tasavvufi hareketlerin yanında rafızi ve itizal unsurlar taşıyan inanışlar da mevcuttu. Ehli Sünnet dairesi içinde değerlendirilemeyecek bir çok çok serbest fikir, inanış ve akide yaygındı. “Ortaçağ Anadolu’sunda gördüğümüz İslam anlayışları sadece doktrin bakımından değil dindarlık uygulamaları bakımından da oldukça renkli ve heterojen bir manzara arz etmektedir. Bir yanda, büyük kentlerde Arap ve Fars kültürünün etkisinde gelişen klasik, kitabi, yüksek İslam, diğer yanda kırsala yayılmış geniş Türkmen kitleleri arasında şekillenen Halk İslamı vardı. İkinci grup yüksek İslam’ın ince ve sofistike meselelerini anlayacak eğitim ve idrak seviyesinden yoksun olduğu için tasavvufa dair bazı kavramları kabaca almış ve öteden beri devam ettiregeldiği örf ve ananelerinin üstüne İslamı bir cila olarak örtmüştü.” (sf. 38)

Rıza Yıldırım kitabında bir çok menkıbe ve o dönemleri anlatan kitapları karşılaştırıyor. Başka çalışmalardaki gibi bir tek kaynağa bağlı kalarak olayları yorumlamak yerine konularla ilgili kaynakları karşılaştırmalı olarak inceliyor. Hacı Bektaş Veli hakkındaki bir çok farklı ve birbiriyle çelişen bilgileri bu sayede biz de görebiliyoruz. Modern tarih yazıcılığında Hacı Bektaş şeyh ve müritlikten uzak bir meczup ve budala olarak gösteriliyor. Buna karşın daha erken tarihli kaynaklar ise Hacı Bektaş’tan bir şehy olarak bahsediyor. Saygıyla anılıyor. Bu farklılığın kaynağında siyasal bakışın etkili olduğu muhakkak. Osmanlı ilk kurulduğu dönemlerde gazi dervişlerin, akıncıların katkısı yadsınamaz. Bunlar yukarıda bahsedildiği gibi sunni bir çerçeveye girmez. İlk dönemlerde el üstünde tutulan bu savaşçı Türkmenler Beylik devlete dönüşmeye ve merkezileşmeye başladıkça gözden çıkarılmış ve sorun olarak algılanmıştır. Bu da ister istemez farklı dönemlerde farklı Hacı Bektaş ve Bektaşilik imgesi yaratmıştır.

Bektaşiliğin Doğuşu, çok önemli meseleleri ele alıyor. Okuyucuya geniş bir perspektif sunuyor. Bir inanç önderi ve saygın kişilik olan Hacı Bektaş Veli’nin yolu Abdal Musa ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetlerin tasarrufunda tarikate dönüşüyor. Osmanlı Safevi tehlikesine karşı dağınık Türkmenlerin Bektaşilik şemsiyesi altında toplanmasına destek veriyor. Şah İsmail’in propagandaları Türkmenler’de ciddi anlamda yankı buluyor. Bu tehlike karşısında Bektaşiliğin kurumsallaşması ve güçlenmesi için yoğun gayretler söz konusu. Safevi tehdidinin bitmesi ve Sunniliğin belirleyici olmasıyla Bektaşilik eski gücünü ve cazibesini yitiriyor, baskı altına alınıyor. Bu dönemlerde tarikat içi çatışmalar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Kızılbaşlar Bektaş Ocağına bağlanıyor ve “Tarık-Pençe” ayrışması kendini gösteriyor.

Kitabın üçüncü bölümü “Bektaşilik Yolunun Teşekkülü”nde Seyyid Ali Sultan, Sadık Abdal ve yolun kurucuları Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kızıldeli hakkında hem tarihi kaynaklarda hem de menakıblarda geçen önemli bilgiler ele alınıyor. Rum Erenleri ya da Rum Abdalları hakkında da önemli bilgiler söz konusu.

Rıza Yıldırım kitabında tarikatların yasaklanması sonrasındaki Bektaşiliği de mercek altına alıyor. Burada tarikat içindeki ayrışmalar, Çekirdek bir Bektaşi grubun hem kültürel hem ekonomik olarak güçlenmesi, Bektaşilerin masonlukla ilişkileri, Milli Mücadele’ye destekleri, Doğu’da Alevi ve Bektaşi unsurların Mustafa Kemal Atatürk’le temasları anlatılıyor.

Bektaşi Tarikatinin lağvedilmesiyle taşradaki Bektaşi Tekkelerinin bazısı özellikle yeni olanları yıkılıyor. Eski tekkeler mescit ve medreseye çevriliyor. Hacı Bektaş dergâhına ise Nakşibendi bir şeyh getiriliyor.

Rıza Yıldırım’ın bu önemli kitabını okuduğumuzda bir kez daha dinle, inançla ilgili konuların siyasetten bağımsız ele alınamayacağını görüyoruz. Osmanlı’nın en önemli askeri gücünün manevi merkezi olan Bektaşilik konjonktüre bağlı olarak destekleniyor, kurumsallaşmasına yardım ediliyor. Konjonktürün değişmesiyle birlikte bu siyasi destek geri çekiliyor. Bektaşilik deyince olayın bir de Balkanlar boyutu var.

Konuyla ilgili bir perspektif kazanabilmek için Rıza Yıldırım’ın Hacı Bektaş Veli’den Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğuşu kitabı dikkatle okunmalı ve değerlendirilmeli.

Muaz Ergü

11 Ekim 2019 Cuma

Tedâvülden kalkmayan kitaplar

Burada hayatım boyunca okuduğum, karıştırdığım, bir şekilde elime alıp oyalandığım kitaplardan söz etmiyorum. Herkes gibi ben de bir dünyanın içinden geliyorum. Herkes gibi beni de inşâ eden, yapılandıran, hatta çoğumuza ters gelse de kurgulayan bir arka plan var... / ... Burada hayatımızın hangi kesitinde, ne tür kitaplarla karşılaştığımızı anlatmaya çalışıyorum.
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar

Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.

Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.

Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.

İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.

Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.

Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.

Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.

Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.

Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

"Yaz kızım"la başlayan ve "çıt" diye biten hayatlar

Marion Milner'ın Kendine Ait Bir Hayat'ı, John Berger'in Hoşbeş'i, Charles Dickens'ın Müşterek Dostumuz'u, Louis Breger'in Freud: Görüntünün Ortasındaki Karanlık'ı ve Julio Cortazar'ın Gözlemevi bana göre son derece lezzetli kitaplardı. Bu lezzetin -ve diğer birçoğunun- ardında 'çevirmen' Aslı Biçen vardı. Kendisinin daha evvel hiçbir romanını okumamışken -sanırım Kâmuran Şipal'in vefatının da etkisiyle- çevirmenlerinden yazdıklarına yönelmeye karar verdim. Zira onlar dilimizin kadim işçileri ve yazdıkları da mutlaka çeviri emekleri kadar değerli...

Ekim 2011'de okuyucuyla buluşmuş Tehdit Mektupları. Nisan 2019'da üçüncü baskısını yapmış. İlk baskısında raflarda pek göremediğim kitabı üçüncü baskısında birçok kitapçıda rahatlıkla görebildim. Buna da şükür diyerek başladığım gün bitirdim. Gönderilse ayrı, gönderilmese ayrı dert olan mektuplar, kimin yazdığını çözmenin bile insanın elini terlettiği tehdit notları, "her tarih gibi şahsi tarih de utançla doludur" sözünü hatırlatan günlük sayfaları ve kitabı okuduğunuz ortamda buz gibi bir hava estirecek mahkeme tutanaklarından oluşuyor kitap. Mektup-roman da diyebiliriz ona, cinayet romanı da, siyasî roman da. "Bir sayıklama gibi akıyor" ilk sayfadan itibaren.

Aslı Biçen yaşananları mektuplar yoluyla anlatırken 12 Eylül 1980 döneminin hemen öncesinde gezdiriyor okuru. Burası çok önemli. Çünkü esaslı bir darbe romanı yazılmadığı hâlâ söyleniyor ülkemizde. Esas karanlık olan, onun öncesi değil mi? Zaten bir gecede bitmedi mi her şey? O hâlde neden öncesine fener tutulmasın? Sanırım şu cümleler tam da o zamanların duygusunu hapsediyor içinde: "Bir geleceğimiz var mı? İnsan bu soruyu neden sorar? Daha az sevmek ve daha az acı çekmek için mi?"

Aşk mektubu gibi okunan her yerde ansızın suratımıza gerçeğin tokadını savuruyor. "Burası böyle. Balgat, Ankara. Her zamanki nizami binalar, gayrinizami basamaklar, birbirinin tıpkısı kapı pencereler, gri duvarlar, dışı düz içi çarpık kooperatif evleri. Her zamanki bozuk şofben, yıkanmak için kaloriferden su almalar. Paris nasıl? Kaç milyon erkek yaşıyor? Ne kadar benimsin?" diye soruyor Cihan, uzak aşkı Hale'ye. Belki onun yaşantısını dertsiz, tasasız bulduğundan belki de ruh dünyasını dökmek istediğinden ansızın tansiyonu yükseltiyor: "Geçen gün arka sokaktan eve dönerken yerde kan izleri vardı. Karın üzerinde rengi pembeye dönmüş ve sulanmış mürekkep gibi dağılmaya başlamış. İçimizde kapalı devre dolaşan bir şeyi böyle sokaklara saçılmış görmek… ve bir daha görmek, sonra başka bir yerde bir daha… Oyun gibi. İnsanları yok etmek oyun gibi."

Birbirinden uzak, hatta kopuk görünen insanların yaşanan bir cinayet sebebiyle bir araya gelişi var romanda. Ancak bu bir araya geliş fizikî bir toplanma değil. İnsan, alakasız gibi görünen yaşamların diğer yaşamları nasıl etkilediğini görmüş oluyor böylece okuyucu. Ama en çok korkuyu. Yalnız Cihan'da, Hale'de değil; Ali'de de, savcı Ülkü'de de, Bahattin'de de korku var. Hepsinin korkusu farklı ama hepsinin tetikleyicisi bir sanki. Tanımlanamayan ama mutlaka tanımlanması gereken bir korku bu: "Korku nasıl bir şey? Küçük bir hayvanın üzerinden bir gölge geçtiğinde hissettiği şey mi? Bir an sonraki ölümü haber veren bir şey. Yüksek bir sur boyunca yürürken, çok yakında ani bir fren duyunca, çakmağı çaktığın anda gaz kokusu alınca hissedilen bir şey. Zamanda ölümün bir an öncesi mi?"

Siyaset, her 'taraf'tan insanın hayatına bir düğüm atıyor. Bu düğüm çözülemez bir hâl aldıkça kişinin kendi arızalarını ve yaşadığı iç çatışmaları öne çıkarıyor. Bunu özellikle savcının hayatında görüyoruz. Kaldı ki yukarıda söylemeye çalıştığım gibi aslında onun hayatını değiştiren, dönüştüren bir figür de var: babası. Roman bu anlamda babaların pişmanlıklarına ve vicdan muhasebelerine ışık tutuyor. Okuyucu cinayeti çözümlerken bu toplumun en büyük problemlerinden biri olan baba sorununa yeniden yaklaşıyor. Bir toplumda bu kadar baba olması sizce normal mi? Kiminin Müslüm Baba'sı, kiminin Şeyh Baba'sı, kimilerinin Devlet Baba'sı, kimilerinin de öz babası. Elbette üvey babalar da var, fiziken hayatta olsa da ruhen çok uzakta olan babalar da. Aslı Biçen, oluşturduğu kurgu ve nefis denebilecek dil becerisiyle, okuyucuyu hem bir cinayetin peşine düşürüyor hem de baba figürüyle iktidarın, muktedirliğin, varlığı yok saymanın korkusunu hissettiriyor.

Tehdit Mektupları; kararan hayatlar, sahici dil, toplumun panoraması, dönemin iklimi, yaşamın ağırlığı, varoluşsal çıkmazlar arasında insana o meşum soruları sorduruyor: "İnsanların hayatları tam olarak ne zaman birbirinden ayrılmaya başlıyor? Farklı yollara ne zaman sapıyoruz? Birbirimize çok benzerken, birbirimizin her şeyini beğenip onaylarken ne oluyor da zamanla değişip yabancı oluyoruz?"

Romanı yirmi dört saat içinde bitirdikten sonra, geçen yıl izlemeye başladığım Elite adlı dizinin son iki bölümünü izlemediğimi hatırladım hemen. Bir cinayeti çözdükten sonra hemen ötekini de çözmeyi istemek... Romanda, yazdığı mektupların birinde oğluna "Şimdi içinde bulunduğun durum da senin hatan değil, hepimizin hatası, hepimizin." diye sesleniyordu Bahattin Perver. Dizide de cinayeti soruşturan müfettişe "Hepsi sizin suçunuz. Ve boktan soruşturmanızın suçu. Biliyorsunuz değil mi? Biz sadece çocuğuz. Yetişkin oyunu oynuyoruz ama genelde ne yaptığımızı bilmiyoruz. Düşüyoruz çünkü bir yetişkinin her zaman bizi kaldıracağını biliyoruz. Bu olaydaki asıl yetişkin sizdiniz. Bizi yüzüstü bıraktınız. Katili yakalasaydınız bunların hiçbiri yaşanmazdı. Hayatımızın içine sıçtınız. Hepimizin!" diyor Ander.

Çıt.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Eylül 2019 Cumartesi

Uzaklardan gelen bir masalı dinler gibi

"Çocuklar oynuyordu
Düşlerimin içindeki
Bayram yerlerinde."
- Özdemir Asaf, Çocukçada Ben De Varım

Bozkırın göbeğinden gelen yazarların roman veya öykülerini yazarken kendine has bir tarz tutturduklarını düşünüyorum. Bunda en büyük etken yaşanılan bölgenin insanının da kendine has özellikleri olmasıdır fikrimce. Özellikle öykü türünde yazan yazarların ‘insan’ı anlatması birçok başka yazardan daha samimi geliyor bana. Bu Mustafa Çiftci’de de böyle Samet Doğan’da da (öykücü olmasa da). İlk defa okuduğum ve diğer iki yazardan yaşça daha büyük olan Ethem Baran’da da. Abartarak söylersem, sanırım Yozgatlı olup çok farklı bir tarz tutturan bir İhsan Oktay Anar vardır.

Unuttuğum Bütün Akşamlar, İletişim Yayınları’ndan 2014’te neşrediliyor fakat bundan önce ilk baskısını 2005 yılında Doğan Kitap’tan yapmış. İçinde dört ana başlık altında otuz öykü barındırıyor. İlk olarak ana başlıkların isimlerinden okuru yakalamayı başarıyor yazar: Kurtulmuş Gül Mevsimi, İki Film Birden, Kar Kuyuları, Sonrası Ayrılık.

Ethem Baran’ın bütün öykülerinde insanın her türlü hâlini görebilmek mümkün. Samimiyetten yoksun bırakmıyor hiçbir zaman kahramanlarını yazar. Bu, yeri geliyor bir kedi oluyor yeri geliyor evden kaçan bir kız oluyor yeri geliyor dedesi ölen fakat bunun farkında olmayan küçük bir çocuk oluyor. Anlatım açısından okuru yakalıyor ve kitabın sonuna kadar da bırakmıyor Baran.

İlk bölüm olan Kurutulmuş Gül Mevsimi’nde öyküler bazen büyük parçalarıyla bazen de ucundan kıyısından birbirine bağlanıyor. Kitabın dört ana bölümünden en uzunu olmasa da kısacık bir novella diyebiliriz bu kısma. Kitabın genelinde ve bu bölümün de birçok yerinde bilinç akışı tekniğini ve iç monolog tekniğini kullanmış yazar. Olaylar arasında keskin geçişler var. Bir paragrafta bir kahramanın dilinden konuşurken bir sonraki paragrafta başka bir karakterin veya aynı karakterin dilinden bambaşka bir zaman dilimini anlatabiliyor. Birçok yerde hem anlatılan olay hem de zaman açısından geçişler mevcut. Fakat bu zaman zaman konunun dağılmasına sebep olmuş. Oğuz Atayvari bir yol tutturmaya çalışmış yazar. Elbette başardığı birçok yer var ama bazı yerlerde de sırıtmış bu durum.

Yazarın öykülerinde anlatım açısından edebiyatımızın usta yazarlarının etkilerini görmek mümkün. Örneğin ikinci bölümde, İki Film Birden, sinema üzerinden bir anlatım kuran yazarda Yusuf Atılgan etkisini görebiliriz (Hatta belki abartı olacak ama bazı öykülerde Sâdık Hidayet’i bile görmek mümkün). Fakat kitabın en kısa bölümü burası. Daha uzun olsaymış keyifle okunabilirmiş.

Kar Kuyuları ve Sonrası Ayrılık başlığı altındaki öykülerin birbiriyle ilişkisi yok. Kendi içinde başlayıp biten öyküler bunlar. Bu özelliğiyle ilk bölümden ayrılıyor. Son bölümdeki Çiy Düşmüş öyküsü kitapta kendini öne çıkaran öykülerden. Gerçekten duyguyu çok iyi yakalamış yazar, küçük bir çocuğun gözünden.

Ethem Baran’ın anlattığı insanlar ve öykülerini kurduğu mekân her an çevremizde, Anadolu’da görebileceğimiz insanlar ve yerler. Bu açıdan sahicilik açısından hiç problem yok öykülerde. Sadece, o da sık olmamakla birlikte, anlatım yönünden bir sıkıntı doğuyor. Anlatım belirsizleşiyor. Bu da okuru zorluyor. Kitaptan kopmadan okumaya devam edildiğinde başarılı bir öykü kitabı okumuş olacaktır okurlar.

‘Loser’ diye bir kelime vardır İngilizcede. ‘Kaybeden’ olarak çevriliyor dilimize. Tam da Baran’ın öykülerindeki kişiler bunlar. Bazen bir hayale tutunmaya çalışan, küçük bir çocuğun hareketlerine sığınan, bazen de anılara sığınan insanların maddi dünyada küçük ama ruh dünyalarında fırtınalar koparan öyküler. Aslında yazarın kahramanları değişse de başından sonuna kadar sanki bir kişinin hikâyesi bu kitap. Şiirlerin arasından çıkıp gelen, ‘seviyorum’ demenin kaçınılmaz sorumluluğunu bil(mey)en bir kişinin öyküsü.

Ethem Baran zaman zaman güncel sorunlara da değiniyor ama bunu öyle nahif ve bağırmadan yapıyor ki, böylesi de mümkünmüş diyebiliyor okur:

Gözlerim sarmaşıklı kahveyi arıyor.

Kahvenin yerinde bir oto galerisi. Dükkânların küçük camları yerlerini geniş, aydınlık vitrinlere bırakmış; günün her saati sulanan ıslak, serin parke taşlarının yerini beton kaldırımlar ve kendi sıcağında bunalıp baygın düşen asfalt almış.

Zaten çok az bir yerde var bu durum. Genel olarak yazar, ‘insan’ı anlatmaktan dışarı çıkmak istememiş.

Ethem Baran’ın birçok kitabı var öykü ve roman türünde. Edebiyatımız için kıymetli bir yazar olduğunu düşünüyorum. Bazen uzaklardan gelen bir masalı dinler gibi bazense modern dünyanın sabahına uyanır gibi anlattığı öykülerinde herkes kendinden bir şeyler bulacaktır.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Eylül 2019 Cuma

Geleceğe dönüş

Blaise Pascal (1623-1662) yaklaşık dört asır önce muhteşem bir tespit yaparak insanın zamanla ilişkisini ortaya koymuş ve hayatını geçmişin melankolik özlemi ile geleceğin heyecanlı ümidinde yaşayan insanın şimdiyi es geçerek bu iki zaman arasında savrulduğunu söylemiştir. Daha net ifadeyle, insan şimdiki zamanı (ânı) yaşamayı ihmal etmektedir. Mutsuzluğunun özünde de bu vardır.

Pascal’ın tespiti Zygmunt Bauman’ın (1927-2017) Retrotopya adlı eserinde geçmişe indirgenmiş hâliyle karşımıza çıkıyor. Bauman ‘retro’ sözcüğü ile ‘özlenen geçmişi’, ‘ütopya’ sözcüğü ile de ‘hayal edilen ideal yeri’ (bir anlamda geleceği) bir araya getirerek ‘retrotopya’ kavramını oluşturuyor. Görünen o ki, geçmiş ve gelecek insanın zihninde paradoksal bir hüviyete bürünüyor ve en önemlisi şimdiki zamanı (ânı) gölgeliyor.

Ziyaüddin Serdar’ın Gelecek isimli eserini okurken gerek Blaise Pascal’ın tespitinin gerekse Zygmunt Bauman’ın indirgediği olgunun zihnimde billurlaştığını hissettim. İnsan, geçmişte yaşamamış olsa bile tasavvur ettiği görkemli hayale dönüştürmek istiyor geleceği. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz kırk dört sayfalık kitabın çevirisi Ömer Furkan Şahin’e ait. Eserdeki dilin sade olmayışında hem konunun yoğunluğu hem de teknik terimlerin etkisi büyük. Kitap on bir bölüm ve geleceğe yönelik fikir veren yüz alıntının yapıldığı bir ekten oluşuyor. Hem ek kısmındaki alıntılara hem de kaynakçaya baktığımızda kitabın arka planının epeyce zengin olduğu görülüyor. Ziyaüddin Serdar, gelecek gibi net olmayan, spekülatif bir meseleyi yetkinlikle irdelemiş ve ortaya kapsamlı bir metin çıkarmış.

Disiplinlerarası bir çalışma örneği olan kitap entelektüel açıdan son derece tatmin edici. Gelecek olgusu felsefi bir düzlemde tartışılarak insanlık için anlamlı bir karşılık bulunmaya çalışılıyor. Ziyaüddin Serdar ilk olarak gelecek kelimesinin ne olduğunu, gerçekle ne kadar örtüştüğünü ve oluşumunda geçmişin rolünü sorguluyor. Analizinin sonunda geleceğin aslında olmayan üzerinden oluşturulan bir kurgu olduğu sonucuna varıyor. Gelecek olgusunun ‘olmaması’ teorik anlamda olmayıp pratik olarak henüz gerçekleşmeyen bir zaman düzlemine işaret etmesinden kaynaklanıyor. Diğer yandan gelecek oluştuğu andan itibaren artık gelecek olmaktan çıkarak şimdiye ve hemen arkasından geçmişe dönüşüyor. Bu durumda gelecek esasında şimdi (şu anda) yoktur ve fakat olmayan bir şeyin ihtimali üzerinden oluşturulan arzu, ümit ve korkunun ihtimaller içeren bir karışımıdır. Gelecek ile ilgili dikkat çeken bir diğer detaysa geçmişin etkisidir. Gelecek geçmişten alınan ilham ile inşa edilmektedir. İnsan geçmişin bilinebilirliğinden hareket ederek geleceğin bilinemezliğini kapatmaya çalışmaktadır. Tüm bunlardan çıkan sonuca göre gelecek kavramının en belirgin özelliği paradoksal oluşudur.

Kitap kendi içinde sorular soruyor ve cevaplar arayarak ilerlemeye çalışıyor. Bu sorulardan birkaçını şöyle özetleyebiliriz: Geçmiş bilinebilir olmasının yanında gelecek tümüyle bilinemez midir? Eğer tamamen bilinemiyorsa insandaki irade önemini kaybeder mi veya bilinebilme ihtimali varsa seçim ve eylemlerimizin gelecek üzerinde herhangi bir etkisi var mıdır? Geçmiş, şimdi ve geleceği içeren zaman olgusu kavranabilir mi? Zaman olgusunun algılanma biçimleri ve nedenleri nelerdir? Neden geleneksel toplumların döngüsel şekilde nitelediği zaman olgusunu modern toplumlar doğrusal olarak algılamaktadır. Zamanı farklı algılamaya neden olan coğrafya, kültür, din, mit gibi belirleyiciler gelecek algısı üzerinde ne kadar etkilidir?

Üzerinde çalışılan konu son derece soyut olduğundan etkileşim alanının hem çok boyutlu hem de oldukça yoğun olduğu görülüyor. Ziyaüddin Serdar bu kadar kapsamlı olan bu alanın bilimsel olarak araştırılabilir olup olmadığını sorgulayarak mevcut bilimsel anlayışların etkisi üzerinde duruyor. Örneğin, gelecek olgusuna bakışı belirleyen pozitivist anlayış mıdır yoksa rölativist bir bağlam içerisinde değerlendirilebilir mi? Tüm soruların net bir cevabı olmasa da kestirilebilirlik üzerinden tahmin kavramı öne çıkıyor. Gelinen aşamada gelecek çalışmaları konusundaki senaryolar, alternatifler, modellemeler önem kazanıyor. Burada önemli bir detayın altını çizmek gerekiyor sanırım. Ziyaüddin Serdar gelecekte bunlar veya şunlar olacak demiyor ya da nelerin olabileceği üzerinde kehanetlerde bulunmuyor. O, gelecek ile ilgili yapılan çalışmaların ‘nasılını’ ve ‘nedenini’ sorgulayarak mantığını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu anlamda esere son derece teknik bir analiz diyebiliriz.

Gelecekle ilgili geçmişte birçok çalışma yapılmıştır ve bugün yapılmaya devam etmektedir. Fütürizm, bilim-kurgu, gelecek(ler) araştırmaları gibi çalışmaların yanında gelecek olgusu daha spesifik düzeyde ve/veya soyut düzlemde de ele alınmaktadır. Örneğin teknoloji ve tıp gibi alanlardaki geleceğe yönelik çalışmalarda insanlığa fayda sağlamanın amaçlandığı gözlemlenmektedir. İnsanlığın huzur ve refah içinde yaşamasına olanak sağlayacak siyasi ve toplumsal oluşumlar (bir anlamda ütopyalar) da aynı görüntünün parçası niteliğindedir. Serdar, bu ‘hoş’ görüntünün gerçekliğini sorgulayarak arka planına ışık tutmaya çalışıyor. Bu bağlamda gelecekle ilgili tahmin ya da kestirimlerin ayrıcalıklı gruplar tarafından oluşturulan bir plan olma ihtimali üzerinde duruyor. Ortaya sömürü anlayışına (kapitalist sisteme) hizmet etmeye yönelik bir manzara çıkıyor. Bir anlamda geleceğin işgal edilerek sömürgeleştirilmesinden başka bir şey değildir bu durum. Sonuç itibariyle distopik bir yapıdır.

Ziyaüddin Serdar değerlendirmelerini literatürde ve sinemada kendine yer bulmuş bilim-kurgu, ütopya ve distopya örnekleriyle destekliyor. Gelecek olgusunun belirli bir grubun tahakkümüne girmesi ve sömürgeleştirilmesi aşamasında sanat önemli bir parametredir. Batı merkezli gelecek(ler) olgusu sanat yoluyla adeta dayatılmaktadır. Oluşturulan senaryolarda teknoloji, bilim, dinler ve mitlerden faydalanılmaktadır. Son derece spekülatif bir olgu olduğu görülen gelecek kavramının müspet olduğu kadar (belki daha fazla) menfi kullanıma da uygun olduğu anlaşılıyor. Kitap bittiğinde, tüm bilinemezliğine rağmen ayrıcalıklı gruplar tarafından planlanan bir gelecek karşısında insanın geleceğine ne kadar hâkim olduğu sorusu öylece duruyor. Ürkütücü ve cevapsız.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

24 Eylül 2019 Salı

İnsanlığın üzerine çöken tedirginliğin kaynakları

"İçtenlikle söylemek gerekirse, çağdaş dünyamızda bütünüyle mutlu denilebilecek kişi yoktur; tedirginlik gitgide artıyor" diye yazmış Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş'te. Kitabın yayınlandığı tarih (1933) düşünüldüğünde yeniden tedirginlik duymamak pek mümkün değil. Bir insan sadece yarım saat boyunca yediğinden içtiğine, izlediğinden gezdiğine varıncaya dek yaşamının içinde olan şeylerin gerçekle ne kadar alakalı olduğunu düşünse muhtemelen aklını kaçırır. Aslında hepimiz farklı ölçülerde aklını kaçırmış insanlarız. Bu da herhalde depresyon gibi, ruhumuzun en doğal tepkisi.

Evren Balta'yı bilhassa Birikim'deki yazıları sebebiyle sıkı takip eden okurlardan biriyim. Hem yazdığı konular lise yıllarından itibaren dikkatimi çeker hem de dilini yalın, meseleleri ele alışını kuvvetli bulurum. Tedirginlik Çağı (İletişim Yayınları, Eylül 2019); şiddet, aidiyet ve siyaset üst başlıklarıyla yaşadığımız zamanların nabzını tutan ama bunu yaparken geniş boyutlu düşünen, geniş boyutlu düşünmeyi teşvik eden bir kitap. Bu tip çalışmalar okuyucu tarafında fazla siyasete bulandığını düşünülerek çoğu zaman göz ardı edilir. Balta'nın makalelerinde ilk göze çarpan, sövgüyü ve övgüyü dert edinmeyişi, zaten yakalaması imkansız olan bu hızlı zamanlarda fotoğrafını çektiği anı irdeleyişi... Kitabın kapağı da (Jules Gauthier, “Halep”, 2017) bana bunu anlattı. Yıkıntılar içinde durmaya çalışan insan. Ama bu insan ne kadar hakikatle bir arada, ne kadar bir yerlere yaslanarak durabiliyor koca bir muamma. İşte Tedirginlik Çağı, bu dev muammanın kitabı.

Oldukça akıcı ve dolu bir önsözle açılıyor kitap. Hâlâ -yaşadığımız çağ gereği evet hâlâ- endişeli olmayanları sağdan soldan sıkıştırarak ve son zamanların Richard Sennett, Zygmunt BaumanPankaj Mishra gibi en muteber düşünürlerinden de yararlanarak şöyle bir sallıyor. Misal isteyenler için en uygun paragraf hangisi olur diye düşünürken, çok doğru bir seçimle kitabın arka kapağına konan şu cümleleri olduğu gibi alıyorum: "Yaşadığımız her tür talihsizliğin kendi başarısızlığımızdan kaynaklandığına inanan, yoksulluğumuzun ya da yoksunluğumuzun temel sebebinin ‘içindeki beni’ yeterince ortaya çıkarmamaktan kaynaklı olduğuna emin, en çok satan kitapların hep kişisel gelişim kitapları olduğu bir ‘kendi kendine yardım’ toplumu bu. ‘Kendine yardım etmeyene kimse yardım etmez’ söyleminin ‘kendine yardım etsen de sana yardım etmem’ söylemine dönüştüğü bir toplum. Böylesi bir toplumda bugün yüz yüze olduğumuz en önemli meselelerden birisi hem toplumsal hem de bireysel olarak belirsizlik ve güvencesizlikle baş etme kabiliyetimizdeki büyük krizdir."

Kitabın 'şiddet içeren' birinci kısmında evvela üçüncü dünya savaşı meselesini irdeliyor Balta. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için gelmiş olanı göremediğimizi vurguluyor. Çünkü yeni dünyada artık savaşlar da yeni. Hadiseler devletler arasında cereyan etmiyor yalnızca. Savaş teknolojilerinin değişmesiyle toplar ve surlar değil az ve öz 'profesyonel' askerlerden kurulan ordular ön planda. Diğer yandan devletlerin öyle veya böyle sebeplerle 'gözlerine kestirdiği' toprak parçalarında egemenlik iddiasında bulunabilmesi de savaşların sürecini değiştirdi. Birinci Körfez Savaşı (1991) sonrası ABD askerî doktrininin nasıl değiştiğini anlatan Pat Phelan dört unsura dikkat çekiyor: Artık savaşlara düşman toplumun tamamı dâhil ediliyor. Savaş eylemi adem-i merkezîleşiyor. Büyüklüğün yerini çeviklik alıyor. Düşmanı fiziksel olarak yok etmektense psikolojik üstünlük önem kazanıyor. "Bu yeni savaş artık ordular arasında bir savaş değildir, hatta halklar arasında da bir savaş değildir, bu yeni savaş halkın savaşıdır" diyor Phelan. Devamında küresel çağın başta IŞİD olmak üzere yeni şiddet aktörlerini ele alıyor. Burada üzerinde düşünülmesi gereken en önemli mesele, siyasetçilerin ve/veya yönetici grupların belirli bir hedef için gerçekleştirdikleri eylemin öngörülemeyen yan sonuçlar doğurması, tıpkı El Kaide gibi. Örgütleşme bahsinde IŞİD'in, Oliver Roy'un ifadesiyle hayatından vazgeçmiş, fakir, kaybedecek şeyi olmayan, aşağılanmış kimselerden oluşmaması, tam aksine bebeğini bırakan annelerden üniversite öğrencilerine kadar çok geniş bir profil arz etmesi de son derece önemli. "Çağdaş kürseler cihatçılar modernitenin bir ürünüdür. Toprak için değil, inanç için ölürler. Tıpkı Batı'daki post-endüstriyel toplumların elitleri gibi, onlar da küresel bir dünya düzeni çağrısında bulunlar" söylemi önemli. Günümüz örgütlerinin başlıca 'savaş' temaları merhamet, aidiyet, vahşet, mağduriyet ve ütopya üzerine kurulu. İlk kısmın son başlığında intihar saldırılarının neden olduğu irdeleniyor Balta tarafından. Tıpkı IŞİD'e katılanların profili gibi şaşırtıcı bir durum var bu konuda da. İntihar bombacıları sadece ağır ruhsal hastalıkları olanlardan ya da kandırılanlardan oluşmuyor. Rasyonel biçimde bombacı olmaya karar verenlerin esas meselesi bir anlam uğruna kendini feda etmek. Anlamlı bir şey yaptığını düşünmek, zannetmek. Yani bombacı ailesinin onurlanmasını düşünmüyor, içinde olduğu topluluk tarafından kabul görmeyi, unutulmaz olmayı hedefliyor.

Kitabın ikinci kısmı, çağa aidiyet penceresinden bakıyor. Vatandaşlık, hiçbir sosyal pratiği düşünülmeden 'satın alınabilir' bir şeye dönüşmesiyle birlikte tam özünden çürüyor. Böylece mevcut eşitsizlikler sadece ulusal boyutta değil uluslararası anlamda da büyüyor. Gözle görülür biçimde artan 'parayı veren düdüğü çalar' vatandaşlığı, halk tabanında içe kapanma ve yeniden millileşme olarak tepki buluyor... Çağımızın en büyük 'sorun'larından biri de büyük göç dalgaları. Bir tarafta yerinden edilenler diğer tarafta yerinden tedirgin olanlar var. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) 2014 yılı raporunun başlığı "Dünya Savaşta", her şeyi anlatıyor. Sadece 2014 yılında tüm dünyada yerinden edilmiş insan sayısı İkinci Dünya Savaşı sonrası en yüksek boyutuna ulaşmış durumda. Bu konuda oldukça ciddi ifadelerde bulunmuş olan Zygmunt Bauman'ın yorumlarına başvuruyor Balta: "Mülteciler, gittikleri yerlerde kendilerini bir başka 'güvencesizliğin' içinde buluyorlar. Çoğu zaman hukuki statüden yoksun, temel insani ihtiyaçlara ulaşımın bile imkânsız olduğu koşullara adım atıyorlar. Barınacakları bir konutları, karınlarını doyuracak geçimlik kaynakları, çocuklarını okula gönderebilme ya da kayıtlı ve güvenceli işlerde çalışabilme imkânları olmadan. Yerinden edilenler hak sahibi insanlar olarak değil, ellerini daha iyi konumda olanlara açan 'vatandaşlık dilencileri' olarak görülüyorlar. Onlar için talep edebileceğimiz eşit haklar değil, en iyi durumda şefkat ve hoşgörü oluyor."

Popülist hareketlerin seyri, küresel çağda iktidar ve protesto, yükselen batı karşıtlığının nedenleri, vergi cennetleri, küresel sermayenin 'gizli' hareketleri ile sosyal medyanın siyaseti nasıl etkilediği, kitabın üçüncü kısmının meseleleri. Bir değer sıralaması yapmak uygun düşmez ama sosyal medyanın siyaseti nasıl etkilediği oldukça ciddi bir konu. Aslında sosyal medya, yalnız siyaseti değil evvela insanın ruh sağlığını nasıl etkiliyor bunu konuşmalıyız. Sadece konuşmakla da kalınmamalı. Zira sosyal medya kullanıcıları ama bilerek ama bilmeyerek elindeki ürünü pazarlamak isteyen şirketlerden oy talep eden partilere, baskı uygulamak isteyen hükümetlerden ne yaptığı 'bir türlü' belli olmayan uluslararası sivil toplum kuruluşlarına dek tüm 'aktör'lere hizmet ediyor. Böylece bu aktörlere milyar dolar dökseler erişemeyecekleri bir imkân sunuyor: hedef alınan kitle ile aradaki tüm mesafelerin ortadan kalkması... Sosyal medya, Balta'nın aktardığı gibi tartışmaları derinleştirmiyor, ortalık duygusunu pekiştirmiyor. Her açıdan ve her biçimde insanları birbirine kutuplaştırıyor. Çünkü Facebook'tan Twitter'a, Instagram'dan Youtube'a kadar tüm sosyal mecralar birbirini bilenlerin aynı çemberi oluşturmasına dayalı. Algoritmalar bu yönde işliyor. Herkes aynı fikirde olduklarıyla bir arada bulunuyor. Böylece öteki ile olan makas korkunç biçimde açılıyor. Diğer yandan Rusya'nın çok ciddi maaşlarla çalıştırdığı 'troll ordu'ları, Çin'in 'sosyal medya kredi puanı' uygulaması gibi distopik bir dünyayı gerçeğe dönüştüren mevzular da var. Evet bu mecralarda kapı bekçileri yok ve bu bir şekilde özgürlük kazandırıyor ama bu durum hakikatin yitimini de mümkün kılıyor Balta'nın dediği gibi. Michel Foucault'nun yazdığı, hani o kralın muhalifleri ibret olsun diye asıp meydanda gezdirmesi meselesi bugün sosyal medya linçleriyle ayan beyan yaşanıyor. Toplum polisliği revaçta, taciz ve taviz kol kola. İlkokulda "arkadaşını şikayet etme" terbiyesi edinmemişler günümüzün en çok kazananları. Bu ortamda sansür sadece meze. Evren Balta, "iktidar sahiplerinin sosyal medya davranılarını sınırlayıp izleyecek bağımsız kuruluşlara ihtiyacımız var" önerisinde bulunuyor.

Şiddet, aidiyet ve siyaset kısımlarını dünya genelinde irdeleyen Balta, kitabının dördüncü kısmına Tedirginlik Çağında Türkiye başlığını koymuş. Evvela 2002 yılında AKP'nin iktidar oluş hikâyesi üzerinden dış politikayı irdeliyor yazar. 2008 krizi, ABD-Irak ilişkileri, Suriye krizi ve 'yeni' Ortadoğu, Rusya ile ilişkiler, yani net bir dış politika okuması var. Siyasî ve iktisadî belirsizliklerin hem hüküm sürdüğü hem de serpilip geliştiği 'yeni' Türkiye elbette küresel tedirginlik çağından da nasibini alıyor. Tedirginlik, endişe ve kaygı her yandan bütün gücüyle Türkiye'de hareket hâlinde. Balta dış politikadan sonra "Darbe neden olur?" sorusunun peşinden gidiyor. "Türkiye 15 Temmuz'da tarihinin en büyük, en şiddetli ve en karanlık müdahalelerinden birini yaşadı." ifadesinden sonra sivil siyasetin ordu üzerinde topyekûn bir kontrol sağlamak yerine, kendi iktidarını objektif sivil denetim olarak tesis etmesi gerektiğini söylüyor. Kısacası profesyonelleşme beklentisi var yazarın. Sistemdeki "kazanan her şeyi alır, kaybeden her şeyi kaybeder" mekanizmasına derhal son verilmeli. Bu anlamda demokratik istikrar, reformlar ve kurumsal düzenlemeler yüksek öneme sahip. Bu kısmın son makalesi ise Türkiye'nin otoriter sisteminin kalıcı olup olmadığını sorguluyor. Yaşanılan 'tahripkâr siyasal sistem'de çakılı kalmanın nedeni olarak Türkiye'nin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair toplumsal uzlaşmanın kaybolmuş olduğunu hatırlatıyor. Bunun yanında 'etkin' bir muhalefetin olmayışı da uzlaşı zeminlerini ortadan kaldırıyor.

Sonuç yerine yazılan "21. Yüzyılda Kolektif Kimlik ve Eylem" makalesi Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor ve Yuval Noah Harari'nin kitapları ekseninde yapılan önemli tespitleri içeriyor. Dünyaya kapalı olmayan bir vatanseverliği öneriyor Evren Balta. Çünkü kapalılık bilgisizliği, bilgisizlik cehaleti, cehalet endişeyi getiriyor. Topraklarımıza geleli çok olan endişeyi yırtıp atmanın formülü belki de bu.

Tedirginlik Çağı; belirsizliklerin, güvensizliklerin, korkuların ve kaygıların hem dünya genelinde hem de ülkemizde yaşamı hangi boyutlarda etkilediğini açıklama gayretinde bir kitap, kuvvetli bir kitap.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Eylül 2019 Pazartesi

Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri

Türkiye İçin Sırada Ne Var? Bir kitap için oldukça kışkırtıcı bir isim. Yalnız, kışkırtıcılığı bir yana; Tanzimat’tan beri güncelliğini hiç kaybetmeyen durumu özetlemesi açısından manidar. Öncesi olsa da özellikle Tanzimat’ın ilanıyla birlikte büyük bir ivme kazanan Osmanlı üzerindeki Batı etkisini iyi analiz etmek gerekiyor. Kitabın satır aralarındaki detaylardan bu etkinin izleri açıkça fark ediliyor. İmparatorluk toprakları içinde yaşayan Hıristiyanların haklarını koruma bahanesiyle Osmanlı devletine yapılan siyasi baskıların yanında toplumsal çalışmalarla nasıl bir dönüşümün planlandığı görülebiliyor.

Mahya Yayıncılık kalitesiyle kısa süre önce yayınlanan Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ın konusu Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde maruz kaldığı misyonerlik faaliyetleri. Osman Nuriler’in çevirisini yaptığı kitap yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Çalışmanın içeriğini en kısa hâliyle ‘misyonerlik faaliyetlerine yönelik nelerin yapıldığı ve yapılması gerekenlerin neler olduğu’ şeklinde özetleyebiliriz. Kitabın yazarı aileden ‘radikal’ dindar olan ve teoloji eğitimi alan David Brewer Eddy, Amerika merkezli misyonerlik kuruluşlarından Yabancı Misyon Temsilcileri Teşkilatı’nda (American Board) genel sekreterlik yapmış bir akademisyendir. Amerika’da yayınlanma tarihi 1913.

Yazar, "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"ı üç kısma ayırmış. İlk kısımda İslam’la ilgili yanlış ve Müslümanlarla ilgili yanlı biçimde aktarılan kısa bilgiler yar alıyor. İmparatorluk içindeki farklı milletlerin karakteristik özelliklerine değinilerek bu milletlerin Türklere karşı desteklenmesi gerektiğini belirtiliyor. Eddy, Doğulu toplumların karakteristik özellikleri ve inançlarının analizini yaptıktan sonra misyonerlik faaliyetlerine tarihsel bir bakış atarak hareket yöntemine geçiyor. İslam coğrafyasında etkili olabilmek için dikkat edilmesi ve yapılması gerekenleri sıralıyor. Bu aşamada misyonerliğin yapıldığı alanları görebiliyoruz. Başta eğitsel olmak üzere tıbbi, kültürel ve ekonomik misyonerliğin önemi vurgulanıyor. Sık sık önceki misyonerlerin çalışmalarına değinen yazar aşılan zorluklara ve gelinen noktaya dikkat çekiyor. Çalışmaların istenen başarıya ulaşması için daha çok inanç, istek ve çaba gerektiğini, özellikle gençlere ve kadınlara yönelik çalışmaların arttırılmasının zorunlu olduğunu belirtiyor. Misyonerlerin Anadolu’da açtığı eğitim kurumlarının çoğunun kız koleji olması teşkilatın stratejisini ele veriyor. O dönem misyonerlerin girişimiyle açılan okulların bir bölümünün günümüzde faal olduğunu görüyoruz. Buradan hareketle başarılı bir çalışma gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Üçüncü kısımda, kitapta anlatılanlardan hareketle misyonerlik faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir program yer vermiş yazar. Özet olarak neyin nasıl yapılacağını anlatıyor.

Esere ayrıcalık kazandıran iki özelliği var. İlki, 1900’lerde Osmanlı coğrafyasında görev yapan misyonerlerin hazırladığı raporlardan hareketle oluşturulan bir kitap olması. Bu açıdan teoriden öte pratize edilen çalışmalar hakkında oldukça detaylı bilgiler yer alıyor. Hayatlarını misyonerliğe adamış çok sayıda kadın ve erkek misyonerin ismen yer aldığı metinde yapılan çalışmaların istatistiki kayıtlarının tutulmuş olması meseleye yaklaşımın ciddiyetini gösteriyor. İkinci özellik ise Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin Amerikan toplumuna anlatan bir ‘rehber’ kitap olması. Bu yolla bir yandan faaliyetler hakkında bilgi verilirken bir yandan da yeni katılanlar ve müstakbel misyoner adayları için yol haritası belirleniyor. Sonuç itibariyle misyonerlik faaliyetlerinin kamuoyuna yönelik propagandası yapılarak teşkilata maddi-manevi destek sağlanması amaçlanıyor. Kitapta dikkat çeken en önemli şeylerden biri misyonerlerin iyi eğitimli ve son derece donanımlı oldukları. Eğitmen olarak alanlarına vakıf, birkaç dil bilen bu insanlar coğrafya hakkında geniş bilgiye sahiptir.

"Türkiye İçin Sırada Ne Var?" birkaç yıl önce okuduğum benzer bir çalışmayı hatırlattı. 1800’lerin başında Bağdat’a gönderilen bir Fransız subayın raporlarının kitaplaştırılmış hâli olan Vehhabilerin Ortaya Çıkışı adlı kitapta da "Türkiye İçin Sırada Ne Var?"daki oryantalist bakış açısının bir benzeri bulunuyor. Fransız subayın raporlarının 1900’lerde kitaplaştırıldığı göz önüne alınırsa Batılı devletlerin İslam coğrafyasındaki faaliyetlerini bu dönem yoğunlaştırdığı anlaşılıyor. Müellifin Osmanlı topraklarının misyonerlik faaliyetleri için Batılı devletler tarafından parsellendiğini söylemesi de bunu doğruluyor. Farklı bölgelerin farklı ülkelerden gelen misyonerlerin sorumluluğuna verildiğini belirtiyor. Askeri raporlar yerine misyoner raporlarından oluşturulması Türkiye İçin Sırada Ne Var?’ı öne çıkaran bir özellik. Militarist anlayış yerine uygulamaya sokulan kültürel faaliyetlerin toplumu değiştirmede çok daha etkin olduğu anlaşılıyor. Yalnız her iki eserin de ‘masa başı’ tabir edilen çalışmalar olması bir başka benzerlik olarak göze çarpıyor. Zira birbirine yakın tarihlerde biri Fransa diğeri Amerika’daki çalışma ofislerinde hazırlanmıştır. Ayrıca her iki metindeki Batı merkezli üslup tipik oryantalist bakış açısını ziyadesiyle yansıtıyor.

Oryantalizm demişken, oryantalist çalışmaların tarihsel geçmişini dikkate alarak okumak meseleyi anlamak açısından fayda sağlayacaktır. Her ne kadar akademik disipline sahip oryantalist çalışmalar on dokuzuncu yüzyılda başlamış olsa da ilk oryantalist çalışmaların on ikinci yüzyıla kadar gittiği biliniyor. Dolayısıyla Batı’da İslam ve Araplarla ilgili literatürün ilk bin yılın başlarında oluşmaya başladığı görülüyor. Bu literatür, oryantalizm kavramını 1970’li yıllarda dünyanın gündemine sokan Edward Said’in (1935-2003) dikkat çektiği gibi ‘Batı’nın Doğu’ya olan epistemolojik üstünlüğünün ontolojik üstünlüğe dönüştürülmesi’ şeklinde açığa çıkıyor. Ötekileştiren, subjektif tanımlayan, aşağılayan üstenci yaklaşım yazarın bahsettiği sevgi diliyle uyuşmuyor. Din oryantalist çalışmalarda önemli bir konuma sahip. Kitapta da bunun yansımasını görüyoruz.

Kitapta ilginç bulduğum detayların birkaçını yazmadan geçemeyeceğim. ‘Osmanlı’ tabiri yerine ‘Türk’ kavramının seçen yazar Osmanlı devletiyle ilgili konuları Türk’e nispetle aktarıyor. Genel anlamda Doğulu milletlerin karakteristik özelliklerini olumsuz olarak yansıtıyor fakat özellikle Kürtler hakkında çok daha ileri giderek nahoş şeyler söylüyor. Müslümanların genelini ise cahil ve vahşi olarak nitelendiriyor.

Yazarın üstenci üslubundan bölgenin Müslüman olmayan toplulukları da nasibini alıyor. Örneğin Doğu kiliselerinin reforma ihtiyacı vardır ve Amerikan misyoner teşkilatları bunu sağlayacak güçtedir. Kitaptaki en ilginç detaylardan biri misyonerlik faaliyetlerinin Doğulu Hıristiyanları da kapsaması gerektiği düşüncesi. Yazara göre Rumlar ve Ermeniler her ne kadar Hıristiyan da olsa dinin aslına vakıf değillerdir. Dolayısıyla onlar da faaliyetlerin kapsamı içinde olmalıdır. Diğer yandan Amerikalı Hıristiyanların misyonerlik faaliyetlerine gereken desteği vermediğini söyleyen yazar, Batı’da da bazı sorunların görülmeye başladığını sözlerine ekliyor. Mesela yeni nesil öncekiler kadar dine meyilli olmadığı gibi yardım ve bağış konularında isteksizdir. Ayrıca ateizmi ve ahlaksızlığın artmasına zemin hazırlayan üniversiteler konusunda da harekete geçilmelidir.

Yazarın çoğu yerde spekülatif ve aşağılayıcı bir üslup seçtiği görülüyor. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bölümünü Ermenistan olarak nitelendiriyor. Balkan milletlerinde Bulgarları diğerlerinden ayırarak olumsuzlamasının nedeninin misyonerlik faaliyetlerine izin verilmeyişi olduğunu anlıyoruz. Misyoner kuruluşlara mesafe bırakan yöneticilere hakaret ederken faaliyetlere izin veren yöneticileri övüyor. Sık sık dini literatürden alıntılar yaparak misyonerlere ve yaptıkları işlere kutsiyet atfediyor. Hıristiyanlığın yüceliğinden ve inananlarına yüklediği misyondan bahsediyor. Yazara göre İslam ilerlemekten, refah sağlamaktan ve medeniyet oluşturmaktan uzaktır. Batı ise bunlara sahip olmasını Hıristiyan oluşuna ve Hıristiyanlığa bağlı kalışına borçludur. Zaten Hıristiyanlık şimdiye kadar gittiği her yere iyilik ve sevgi götürmüştür. Teolojik kehanetlere olan inancını belirten yazar, Tanrı’nın Krallığı’nın Tanrı’nın kendilerine verdiği ‘yeminli sözü’ olduğunu söylüyor. Hatta Yahudilerin kutsalı olagelen ‘Vadedilmiş Topraklar’ kehanetini de Hıristiyanlığa mal ediyor. Türkiye İçin Sırada Ne Var?, Evanjelist hareketin birkaç asır önceden bu coğrafyaya sızışı ve toplumları etkileyişini açığa çıkarıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp