11 Ekim 2019 Cuma

"Yaz kızım"la başlayan ve "çıt" diye biten hayatlar

Marion Milner'ın Kendine Ait Bir Hayat'ı, John Berger'in Hoşbeş'i, Charles Dickens'ın Müşterek Dostumuz'u, Louis Breger'in Freud: Görüntünün Ortasındaki Karanlık'ı ve Julio Cortazar'ın Gözlemevi bana göre son derece lezzetli kitaplardı. Bu lezzetin -ve diğer birçoğunun- ardında 'çevirmen' Aslı Biçen vardı. Kendisinin daha evvel hiçbir romanını okumamışken -sanırım Kâmuran Şipal'in vefatının da etkisiyle- çevirmenlerinden yazdıklarına yönelmeye karar verdim. Zira onlar dilimizin kadim işçileri ve yazdıkları da mutlaka çeviri emekleri kadar değerli...

Ekim 2011'de okuyucuyla buluşmuş Tehdit Mektupları. Nisan 2019'da üçüncü baskısını yapmış. İlk baskısında raflarda pek göremediğim kitabı üçüncü baskısında birçok kitapçıda rahatlıkla görebildim. Buna da şükür diyerek başladığım gün bitirdim. Gönderilse ayrı, gönderilmese ayrı dert olan mektuplar, kimin yazdığını çözmenin bile insanın elini terlettiği tehdit notları, "her tarih gibi şahsi tarih de utançla doludur" sözünü hatırlatan günlük sayfaları ve kitabı okuduğunuz ortamda buz gibi bir hava estirecek mahkeme tutanaklarından oluşuyor kitap. Mektup-roman da diyebiliriz ona, cinayet romanı da, siyasî roman da. "Bir sayıklama gibi akıyor" ilk sayfadan itibaren.

Aslı Biçen yaşananları mektuplar yoluyla anlatırken 12 Eylül 1980 döneminin hemen öncesinde gezdiriyor okuru. Burası çok önemli. Çünkü esaslı bir darbe romanı yazılmadığı hâlâ söyleniyor ülkemizde. Esas karanlık olan, onun öncesi değil mi? Zaten bir gecede bitmedi mi her şey? O hâlde neden öncesine fener tutulmasın? Sanırım şu cümleler tam da o zamanların duygusunu hapsediyor içinde: "Bir geleceğimiz var mı? İnsan bu soruyu neden sorar? Daha az sevmek ve daha az acı çekmek için mi?"

Aşk mektubu gibi okunan her yerde ansızın suratımıza gerçeğin tokadını savuruyor. "Burası böyle. Balgat, Ankara. Her zamanki nizami binalar, gayrinizami basamaklar, birbirinin tıpkısı kapı pencereler, gri duvarlar, dışı düz içi çarpık kooperatif evleri. Her zamanki bozuk şofben, yıkanmak için kaloriferden su almalar. Paris nasıl? Kaç milyon erkek yaşıyor? Ne kadar benimsin?" diye soruyor Cihan, uzak aşkı Hale'ye. Belki onun yaşantısını dertsiz, tasasız bulduğundan belki de ruh dünyasını dökmek istediğinden ansızın tansiyonu yükseltiyor: "Geçen gün arka sokaktan eve dönerken yerde kan izleri vardı. Karın üzerinde rengi pembeye dönmüş ve sulanmış mürekkep gibi dağılmaya başlamış. İçimizde kapalı devre dolaşan bir şeyi böyle sokaklara saçılmış görmek… ve bir daha görmek, sonra başka bir yerde bir daha… Oyun gibi. İnsanları yok etmek oyun gibi."

Birbirinden uzak, hatta kopuk görünen insanların yaşanan bir cinayet sebebiyle bir araya gelişi var romanda. Ancak bu bir araya geliş fizikî bir toplanma değil. İnsan, alakasız gibi görünen yaşamların diğer yaşamları nasıl etkilediğini görmüş oluyor böylece okuyucu. Ama en çok korkuyu. Yalnız Cihan'da, Hale'de değil; Ali'de de, savcı Ülkü'de de, Bahattin'de de korku var. Hepsinin korkusu farklı ama hepsinin tetikleyicisi bir sanki. Tanımlanamayan ama mutlaka tanımlanması gereken bir korku bu: "Korku nasıl bir şey? Küçük bir hayvanın üzerinden bir gölge geçtiğinde hissettiği şey mi? Bir an sonraki ölümü haber veren bir şey. Yüksek bir sur boyunca yürürken, çok yakında ani bir fren duyunca, çakmağı çaktığın anda gaz kokusu alınca hissedilen bir şey. Zamanda ölümün bir an öncesi mi?"

Siyaset, her 'taraf'tan insanın hayatına bir düğüm atıyor. Bu düğüm çözülemez bir hâl aldıkça kişinin kendi arızalarını ve yaşadığı iç çatışmaları öne çıkarıyor. Bunu özellikle savcının hayatında görüyoruz. Kaldı ki yukarıda söylemeye çalıştığım gibi aslında onun hayatını değiştiren, dönüştüren bir figür de var: babası. Roman bu anlamda babaların pişmanlıklarına ve vicdan muhasebelerine ışık tutuyor. Okuyucu cinayeti çözümlerken bu toplumun en büyük problemlerinden biri olan baba sorununa yeniden yaklaşıyor. Bir toplumda bu kadar baba olması sizce normal mi? Kiminin Müslüm Baba'sı, kiminin Şeyh Baba'sı, kimilerinin Devlet Baba'sı, kimilerinin de öz babası. Elbette üvey babalar da var, fiziken hayatta olsa da ruhen çok uzakta olan babalar da. Aslı Biçen, oluşturduğu kurgu ve nefis denebilecek dil becerisiyle, okuyucuyu hem bir cinayetin peşine düşürüyor hem de baba figürüyle iktidarın, muktedirliğin, varlığı yok saymanın korkusunu hissettiriyor.

Tehdit Mektupları; kararan hayatlar, sahici dil, toplumun panoraması, dönemin iklimi, yaşamın ağırlığı, varoluşsal çıkmazlar arasında insana o meşum soruları sorduruyor: "İnsanların hayatları tam olarak ne zaman birbirinden ayrılmaya başlıyor? Farklı yollara ne zaman sapıyoruz? Birbirimize çok benzerken, birbirimizin her şeyini beğenip onaylarken ne oluyor da zamanla değişip yabancı oluyoruz?"

Romanı yirmi dört saat içinde bitirdikten sonra, geçen yıl izlemeye başladığım Elite adlı dizinin son iki bölümünü izlemediğimi hatırladım hemen. Bir cinayeti çözdükten sonra hemen ötekini de çözmeyi istemek... Romanda, yazdığı mektupların birinde oğluna "Şimdi içinde bulunduğun durum da senin hatan değil, hepimizin hatası, hepimizin." diye sesleniyordu Bahattin Perver. Dizide de cinayeti soruşturan müfettişe "Hepsi sizin suçunuz. Ve boktan soruşturmanızın suçu. Biliyorsunuz değil mi? Biz sadece çocuğuz. Yetişkin oyunu oynuyoruz ama genelde ne yaptığımızı bilmiyoruz. Düşüyoruz çünkü bir yetişkinin her zaman bizi kaldıracağını biliyoruz. Bu olaydaki asıl yetişkin sizdiniz. Bizi yüzüstü bıraktınız. Katili yakalasaydınız bunların hiçbiri yaşanmazdı. Hayatımızın içine sıçtınız. Hepimizin!" diyor Ander.

Çıt.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder