21 Ekim 2019 Pazartesi

İklim değişikliği ve siyaset

Varlığı kesin olarak ikiye ayıran Kartezyen felsefesinin doğayı mekanik bir olgu olarak değerlendirmesinin ardından doğa insan için savaşılacak bir düşman olarak algılandı. İnsanın amacı diğer düşmanları gibi doğayı da mağlup ederek üzerinde tahakküm kurmak oldu. Bu pragmatist-aklıcı eğilimin devamı olan ilerleme paradigması insanı tek ve temel ölçüt olarak kabul ederek etki alanını genişletti. İlerleme paradigmasının bugün bilim ve teknoloji adı altında savaşını daha da büyüterek dünyanın dışına taşıdığına tanık oluyoruz.

Güç sahibi olma hırsının uzantısı olarak doğanın doğal seyrine uzun zamandır müdahale ediyor insan. Daha önemlisi, sonuçları ne olursa olsun bunu önemsemiyor. Yalnız şu bir gerçek ki; doğayla girişilen savaşın tepkisel dönüşü zamanın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak artıyor. Kendini ölçüt olarak belirleyen insan ise keyfince limitler koyuyor ve limitlerin dışında kalan ölçümleri ‘felaket’ olarak nitelendiriyor. İnsan, limitleri belirleyenin kendisi olduğunu biliyor lakin ölçümlerin, koyduğu sınırların dışında çıkmasına neden olanın kendisi olduğunu yadsıyarak bilmezden geliyor. Nefsine güzel geleni iyi, güzel gelmeyeni kötü olarak etiketleyen insandan bu beklenirdi zaten. Sonuç olarak artık etkisini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz iklim değişikliği adında yeni bir ‘felaketimiz’ var. Gündemimize sık girip çabucak çıkıyor ve şu an için pek önemsemiyor gibiyiz. Yanlış anlaşılmasın; iklim değişikliğini önemsemememizin henüz yeterince büyük bir gazabına uğramamamızla alakası yok. Zira acı sonuçlarını yaşadığımız doğa olaylarının hiçbirini önemsemiyoruz. Asıl mesele; ekolojiyi bozmamızın doğal bir sonucu olan küresel ısınmayı ve iklim değişikliklerini daha ne kadar görmemeye, duymamaya devam edeceğimiz.

Devletler başta olmak üzere insanlığın kör ve sağır olduğu iklim konusunda cılız sesler yükseliyor. Fransız yazar Bruno Latour o seslerden biri. Kolektif Kitap’tan çıkan Rota isimli eseri iklim konusunda yeni bir siyasetin zorunluluğunu dillendiriyor. "Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız?" alt başlığıyla yayınlanan eser yüz yirmi sekiz sayfadan oluşuyor. Rota’nın çevirisi Orçun Türkay tarafından yapılmış. Kitapta yirmi adet makale yer alıyor. Güncel konulardan yola çıkan Latour dünya siyasetini yorumluyor. Yazılardaki akıcı üslup dipnotlarla desteklenerek ortaya zengin bir metin çıkarılmış. Yalnız, kaynakça işlevi de gören dipnotların kitabın sonuna eklenmesi okur açısından sorun teşkil ediyor. Okuma sırasında ilgili dipnota gitmek ve tekrar okumaya dönmek okuru yorarken okuma insicamını da bozuyor.

Evvela belirtmek gerekiyor ki, Rota küçük ebatına karşın büyük bir işe kalkışıyor. Yazar iklim olgusunu merkeze alıp mevcut siyasi paradigmayı topa tutuyor. Eleştirilerden bilimsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal anlayışlar da nasibini alıyor. Bir yanda sağ-sol karmaşası; kim ilerici, kim gerici tartışması hız kesmeden devam ederken diğer yandan küreselleşme, evrensellik ve ulus devlet anlayışı sorgulanıyor. Bu arada Marksist düşünce için yapılan eleştiriyi oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Liberal-kapitalist yapıyı zaten eleştiren yazara göre Marksist ideolojinin liberal-kapitalist sistem için yönelttiği sömürüye dayalı oluşundaki haklılığına karşın Marksizm’in insan merkezci yaklaşımı hatalıdır. Çünkü merkeze modern paradigmanın yaptığı gibi insanı koymaktadır. Bu yönüyle Marksizm’in insanlığın sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Açıkçası Bruno Latour, Frankfurt Okulu’nun Marksizm eleştirisinden çok daha öte bir tenkit ve önemli bir tespit yapıyor. Sol düşüncenin özeleştiri ekolu sayılan Frankfurt Okulu, Marksist felsefeyi teorikte ve pratikte insanın metafiziksel boyutunu (özellikle sanatsal alanda) ihmal edişini eleştirmiş ve bu ihmali Marksizm’in başarısızlığının en önemli gerekçesi saymıştır. Yazara göreyse yaşanılabilir bir dünya isteniyorsa merkeze insanı değil (tüm) canlılığı almak gerekmektedir. Adil olan da, tutarlı olan da budur.

Kitapta uzun uzun modernleşme, küreselleşme, yerelleşme, evrensellik gibi olguların analizi yapılıyor. Konuya tarihsel perspektiften bakan Latour, Aydınlanma’nın yol açtığı akılcı ve pozitivist anlayışın insanlığı vaat ettiği yerle alakası olmayan bir konuma sürüklediğini belirtiyor. İnsanlığın bu duruma gelmesinde sapkın ilerleme düşüncesinin ve küreselleşme olgusunun önemi büyüktür ve fakat küreselliği savunan devletlerin paradoksal şekilde tutum değiştirdiği görülmektedir. Küresel anlamda güç sahibi devletlerin uygulamaya soktuğu radikal politikalarla iki şey amaçlanmaktadır. İlki, vatandaşın tepkisel kalması sağlanarak kötüye gidiş perdelenmekte ve böylelikle devletler yollarına devam edebilmektedir. İkincisi, bu ayrıcalıklı devletler hem küresel güç olmayı hem de yerel kalabilmeyi amaçlamaktadır. Küresel göç dalgası bu anlayışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yazara göre Brexit oylaması ve Meksika sınırı için planlanan duvar bunun en net göstergesidir. Avrupa’nın Suriyeli göçmenler konusunda Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanması da yazarın tezinin destekleyen bir başka gösterge diyebiliriz.

Bruno Latour, bugün küreselleşme üzerinden güç devşiren ayrıcalıklı ülkelerin uluslaşma sürecine benzeyen bir içe kapanış siyaseti yürüttüğünü belirtiyor. Diğer taraftan da ‘öteki’ ülkelerin ne yapması gerektiğini de söylemeden duramıyor. Yazar, kararları tek elden vererek buna evrensellik atfetmeyi riyakârlık olarak tanımlıyor. Batı’nın yıllardır gösterdiği bu ikiyüzlü tavrı bilinçaltındaki bir korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bir zamanlar kolonizeleşerek sömürgeleştirdiği toplumların saldırısı altında hissetmektedir kendini. Geçmişte neler yaptığının farkındadır ve yaptığı muameleye maruz kalacağı endişesiyle hareket etmektedir. Asırlardır sömüren devletler artık sömürememekten ve göçün ters simetriye dönüşmesinden korkmaktadır. Göç ve göçmen karşıtlığının temelinde bu düşünce yatmaktadır.

Küreselleşme olgusunu farklı kavramlarla farklı açılardan değerlendiren yazar çözüm önerisini ‘küreyerelleşme’ kavramıyla açıklamaya çalışıyor. Mevcut ideolojiler ve uygulanan politikalar saplantılıdır. Tüm küre bu fanatizmden kurtularak içinde yaşayan bütün canlılığı gözeten evrensel bir yerellik düşüncesiyle haraket edebilmelidir. Zira insan merkezli küreselleşme anlayışı hizmet alanını daha da daraltarak ayrıcalıklı grupların lehine çalışmaktadır. Seçkinci ve elitist olan yapı tam anlamıyla ötekileştirme politikasıdır. Küreselleşme karşıtlarının alternatif olarak sunduğu yerelleşme de tıpkı küreselleşme gibi insan merkezli bir devlet politikasıdır. Bugünün şartlarında uygulanabilirliği de kalmamıştır. Dolayısıyla hem gerçekçi değildir hem de dünyadaki canlılığı kapsayacak faydadan uzaktır.

Bruno Latour iklim konusuna gereken önemin verilmemesinin nedenleri üzerinde dururken vatandaşın sessiz ve tepkisiz kalışının önemli olduğunu belirtiyor. Bu tutum küreselleşme yanlılarının işini kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan iklim sorununun bir komplo teorisi olarak sunulması tıpkı radikal politikaların uygulanma amacında olduğu gibi kötü gidişatı perdelemeye yöneliktir. Yazara göre bu politik bir illüzyondur.

Kitaptaki en ilginç detaylardan birisi ekolojik çalışmalarla ilgili. Hatırı sayılır ekolojik çıkışların olduğunu belirten yazar, bu hareketlenmenin olması gerekenden farklı geliştiğini iddia ediyor. Bu bağlamda ekoloji başarısız ama ekolojikleşme başarılı olmuştur. Ekolojikleşme, ayrıcalıklı grupların ekolojiyi kullanım amacına yönelik uygulamalardır. Suyu ve havası temiz, doğayla iç içe, organik beslenmeye dayalı hayat ayrıcalıklı gruplara özel oluşturulmaktadır. Bu aşamada üretim yerine doğurma anlayışını öneren yazar, insan odaklı bir sistem olan üretimin suni, canlı odaklı bir sistem olan doğurmanın doğal olduğunu savunuyor. Hem üretim odaklı anlayışın ekonomik sorunlu yapısı yozlaşmış uygarlığın inşa edilmesine yol açmaktadır. Süreç sonunda pazar, siyaset, sanat hatta din dinden bağımsız bir dinsel form kazanmaktadır.

Bruno Latour ara ara ABD ile AB karşılaştırılması yaparak aralarındaki farkları açıklamaya çalışıyor. Ona göre ABD küresel bir imparatorluk peşinde koşarken Avrupa bürokratik bir oluşumdur. ABD’den farklı konumlandırdığı Avrupa’ya tarihi bir sorumluluk yükleyerek çözüme katkı sunabileceğini savunan yazarın bir anlamda Avrupa-merkezcilik yaptığı söylenebilir fakat haklılık payının olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Zira insanlığın geldiği noktanın baş müsebbibi her ne kadar Avrupa olsa da, insanlığı bu bataklıktan çıkaracak formül için harekete geçmeye en yakın olan yine Avrupa gibi görünüyor. Teorikte İslam’ın bu konuda şansı daha yüksek olabilir lakin Müslümanların pratize etme ihtimalinin yanında Avrupa’nın tarihi seyrini ve teorik-pratik üretim kabiliyetini göz önüne aldığımızda ve hâlihazırda Avrupa’nın her açıdan faal olduğunu hesaba kattığımızda çözüme yakınlığı ortaya çıkıyor. Kaldı ki bugünün Müslümanının Avrupa’nın ürettiği değerlere talip oluşu onun lehine bir durum oluşturuyor.

Bruno Latour eserinde doğru konumlandırılmış bir çevre anlayışıyla yeni bir iklim politikası oluşturulmasının imkânlarını sorguluyor. Yazarın sözünü ettiği doğru konumlandırma, salt insan merkezli felsefe yerine merkezine canlıların tümünü içine alan yeni bir felsefedir. Rota, modernleşme ve küreselleşme üzerinden saplantıya dönüştürülmüş bilim, teknoloji ve siyasetin ekolojiyi ezip geçisini eleştiren kapsamlı bir metin. Sunduğu çözüm önerisi ise uygulanabilirliği noktasında pek mümkün gözükmese de Batı felsefesinin paradigmasını sarsıcı niteliği dikkate değer.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder