16 Nisan 2013 Salı

Sürekli heyecan peşinde koşanlara

"Madame Bovary'nin olağanüstü tarafı, kahramanlarının, onları yaratan yapı ve üslup sayesinde, o dünyevi arzuları ve vatandaş dertleriyle sıradan insanlar olmalarına rağmen, bizi derinden etkileyebilmeleridir."
- Mario Vargas Llosa

Emma Bovary az çok iyi öğrenim görmüş, akıllı, duyarlı fakat mantıktan çok duygularıyla hareket eden, aşırı romantik ve boş kafalıdır. Hayatını okuduğu romantik hikâyelerin etkisiyle şekillendirme beklentisindedir. Kurduğu egzotik düşler içten içe onu ele geçirir ve gelenekseli çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran bir taşra burjuvası haline gelir. Heyecan arayışı onu yasak ilişkilere sürükler, kurduğu bu yasak ilişkilerde hep kullanılan taraf olmaktan kurtulamaz.

"Emma artık bu dünyadan kopuyor, hayallerini kurduğu düşlerine daldığı alemde yokluğa başlıyordu. Balık satıcılarının arkasından gidiyor, dağları, tepeleri, aşılması zor geçitleri aşıyor, yalçın kayalardan geçiyordu. Biraz daha gidiyor, ama bulanık bir su bulutunun içinde kendini kaybediyor, düşleri noktalanıyordu. Genç kadın ne zaman bir hayal kursa her zamanki gibi sonunu getiremiyordu. Artık tek yol kalıyordu: Haritada da olsa Paris'i bulmak, Paris'i tanıyabilmek..."

Emma'nın Paris'i özleyişinin altında cennet özlemi yatar.. Paris=Par(ad)is. Başka bir yerde var olmak, bulunduğu yerden kaçmak ister. Sürekli bir dairesellik içinde hemen her şeyi iki kere tecrübe eder. Onda eksik olan şey farkındalıktır. Kendi gerçeğine kör bir kadın olarak çöküşünü hazırlar.

"Hem ölmek, hem Paris'te yaşamak istiyordu..."

Flaubert'in dünyası da kendi mantığı, kendi kuralları, kndi rastlantıları olan bir düş dünyasıdır. Tüm sorunları bir kadının bakış açısıyla irdeler. Asla tatmin olmayan bir kadın portresi çizer. Aptallıkla cesareti aynı bedende buluşturarak daha da tehlikeli bir karakter yaratır. Bu karakter aracılığıyla toplumsal değer yargılarını ve ahlâk ölçülerinin riyakârlığını ele alır. Bir küçük burjuva kadının dramının arkasında yatan bayağı, küçük dünyasını yansıtır. Bunu yaparken Fransız romanının en önemli meselesini irdeler: Sıkıntı.

"Sıkıntı insana her şeyi yaptırır."

Madam Bovary'nin kocası Charles ise karısının arzuladığının aksine can sıkıcı, hantal, miskin bir adamdır. Albeni, cazibe, heyecan denen şeylerden nasibini almamıştır ve acınacak bir insandır da. Emma'ya beslediği sarsılmaz aşkla yücelen bu karakter romanın en yavan kahramanıdır da. Epifanisi (uyanışı) karısının gizli aşk mektuplarını buluşuyla gerçekleşir. Flaubert, Charles'ı şöyle tasvir eder:

"Yeni, köşede, kapının ardında kalmıştı, ancak görülebiliyordu, on beş yaşlarında bir köy çocuğuydu, boyu hepimizin boyundan uzundu. Alnındaki saçlar, bir köy ilâhicisinin saçları gibi dümdüz kesilmişti, akıllı uslu, pek sıkılgan bir hali vardı. Omuzlan geniş değildi ya dört etekli, kara düğmeli, yeşil çuhadan elbisesi koltuk altlarını gene de rahatsız ediyor olmabydı, işlemeli kol ağızlarının arasından, çıplak durmaya ahşmış, kırmızı bilekleri görünüyordu. Askıların pek fazla çektiği sarımsı bir pantolondan, mavi çorap bacakları çıkıyordu. İyi boyanmamış, çivili, sağlam kunduralar giymişti. Derse kalkıp anlatmaya başladık. Vaiz dinler gibi dikkatle, can kulağıyla dinledi, dinlerken ayak ayak üstüne atmaya, sıraya dirseğini dayamaya bile cesaret edemiyordu..."

Flaubert'in bu romanı romantizmin realizm karşısındaki çöküşünün temsilidir. Pitoresk tasvirleri, kurgusu, realist gözlemleriyle Batı edebiyatının şaheseridir. Roman insan yapısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinir. Falubert o kadar gerçekçidir ki bu kitaptan sonra bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır. Madam Bovary sadece edebi değil aynı zamanda kültürel bir dönüm noktasıdır da.

"Kapalı pancurların arasından sızan ince uzun güneş ışıkları, bardakların kenarından yukarıya doğru tırmanan sinekler, Emma'nın omuzlarındaki ter damlacıkları..." yazarın kusursuz imgelerine örnektir. Tahlil tasvir kompozisyonunu sık sık uygular ve bunun bol, en kusursuz örneklerini verir. Derdini yoğun simgesel anlatımlarla aktarır. Her sayfada şahit olunan sinematografik tasvirler romanın beş yıllık yazım sürecinin hakkını verdiğini gösterir. Anlatmayla gösterme arasında bir şey yapar.

Romantikliği alaşağı eder.

"Yaşayışına gelince, penceresi kuzeye bakan bir çatı katı gibi soğuktu, sıkıntı denen sessiz örümcek de karanlıkta yüreğinin dört bir köşesinde ağlar örüyürdu..."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

9 Nisan 2013 Salı

Zamanın ne içinde ne de dışında olanlara

Eğitim sistemimizde, lise yıllarında verilen edebiyat dersi başlı başına bir "dayatma" niteliğindedir hiç şüphesiz. Derste uyumakla başlayan "edebi bilgi", uzun yıllar sonra yerini Ece Ayhan'ı bayan şairler arasında saymakla devam eder. Konuyu şuraya bağlayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar her şeyden önce, yani romanlarından ve edebiyat derslerinden önce, şairdir. Kalemi şiir için dalmıştır derin denizlere ve muhteşem eserlerle edebiyatımızı taçlandırmıştır. Bilmeyiz, iki üç romanını okuduktan sonra "başka neleri var?" diye bakarız ve akabinde şiirlerinin de olduğunu görürüz. Vah ki böyle ruhlara... İş bu yazı, bu ruhlara değil, daha çok Tanpınar'ın şair olduğunu bilen ve şiirlerini ezberlemeye gönül vermiş ruhlara daha çok hitap edecektir. Zira şiir, bir ruh işidir.

"Şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir."

İşte böyle düşünen ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın deyişiyle harika tanımıyla "çok cepheli bir şahsiyeti ve zengin bir kültürü olan" Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerine kusursuzluk kazandırabilmek için asla bastırmayı düşünmemiş, yaşamının son yıllarında bilhassa dostlarının ısrarlarıyla en azından bir kısmını küçükçe bir kitapta toplamaya adeta râzı olmuştur. Kendisi kadar bu yolda emek gösteren dostlarına ve yayıncılara da minnettarız. Türk şiirinden konuşulurken Tanpınar zikredilmezse, abdest alınmadan namaz kılınmış olur. Böylece şiir okuması sahih olmaz. Tövbe de kurtarmaz.

"Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.
"

Mezar taşını da bu dizeler süsler Tanpınar'ın. Naçizane bu meşhur şiirin en çok dördüncü kıtasındaki son iki dizeyi severim: "İçim muradına ermiş / abasız, postsuz bir derviş."

İnanıyorum ki Tanpınar'ın leziz olarak nitelenen üslubu, çok şeyini şiire, şiir uğraşına borçludur. Dergâh Yayınları tarafından ilk baskısı 1976 yılında yapılan bu kitabın, sonraki baskılarında bu vaziyeti görmek mümkün. Zira Tanpınar, birçok şiiri üzerinde yeniden oynamış, onu okuyucunun damağına kazınacak bir lezzet haline getirmiştir. Yer yer geleceği de görmüş, umutsuzluğunu gizlememiştir. İşte "Selâm Olsun" şiirinden bir dörtlük:

"Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan
Dönmeyen gemiler olduk açıktan
Adımızı soran, arayan var mı.
"

Peki ya kimi şiirlerinde kendini tarif ederken ki o muhteşem dizelere ne demeli? Yorum yapamamanın acziyeti burada kendini gösterir. "Sen ve Ben" şiirindeki şu dizelere bir bakın: "Düşünen alnımda benim her çizgi / baharı olmayan kışa benzer."

Bir Bursalı olarak Tanpınar'ın Bursa düşkünlüğü beni damarımdan vurmuştu. Önce "Beş Şehir" adlı kitabını, sonra da "Bursa'da Zaman" adlı şiirini okurken zihnim her seferinde Bursa çakısı gibi keskinleşmiştir.

"Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa'da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini,
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde...
"

Yazıyı bitirirken çok önemli bir bilgi vermek isterim. Hem Tanpınar hem de edebiyat severler için nimet niteliğinde bir kitap yayımlandı yine Dergâh Yayınları tarafından. Abdullah Uçman'ın hazırladığı "Edebiyat Dersleri" adlı kitap, Tanpınar'ın derslerine dair notlardan oluşmakta. Bu nabız artıran bilgiden sonra detay için en yakın kitapçınıza koşmanızı diliyorum. Tanpınar'la ve edebiyatla kalın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Fil yutmuş boa yılanını her yaşta tanımalı insan

Yıllar önce okumuştum Küçük Prens’i. Benim okuduğum yıllarda birileri tavsiye ederse haberiniz olurdu kitaptan. Şimdiki gibi kapitalizmin nadide parçalarından biri haline gelmemişti. Yani anlayacağınız tişörtlerin, çantaların üstüne basılmadığı, hanım kızlarımızın sadece birkaç cümle alıntı okuyup kollarına, bacaklarına dövmesini yaptırmadığı yıllardı. Dün gece yeniden aldım kitabı elime. Bir-iki sayfa okuyayım derken bir de baktım ki kitabı bitirmişim. Şimdiki zamanda Küçük Prens okumak farklı bir deneyimdi. Çünkü aslında şu sıralar tam da ihtiyacımız olan şey orada saklıymış.

Bilenler bilir, Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılmış Küçük Prens’te, Sahra Çölü’ne düşen bir pilotun Küçük Prens ile karşılaşması çocuk gözünden anlatılır. Küçük Prens fil yutmuş bir boa yılanı çizer. Fakat gösterdiği hiçbir yetişkin onun ne olduğunu anlamaz. O, bu karışıklığı düzeltmeye çalıştıkça büyükleri resim yapmayı bırakmasını bile öğütler.

Tıpkı şimdilerde birilerinin bizim tiyatromuza, edebiyatımıza, sinemamıza engel olmaya çalışması gibi. Bu yüzden kitabı yeniden okurken farklı bir deneyim yaşadım. Evet, biz fil yutmuş boa yılanları çizmeye çalışıyoruz ama anlamayanlar bize bu işi bırakmamızı öğütlüyor, onunla da yetinmeyip bunun için zorluyor. Büyüdükçe unutuyoruz çocuk bakışımızı, istediğimizi kolaylıkla elde etmenin yollarını. Bu yüzden Küçük Prens’i yeniden okumak gerek. Çünkü ihtiyacımız olan tek şey biraz çocuk masumluğu ve biraz cesaret.

Hiç büyümemek dileğiyle…

Ümran Kio

5 Nisan 2013 Cuma

Okuyarak kalbine dönenlere

"Babalar paltolardır; gri, yeşil, lacivert
Her pederin pederi kendi yüreğine dert."

- Hüsrev Hatemi, Postnişin

Ağustos 2008. "Mustafa Kutlu'nun yeni hikâyesi Huzursuz Bacak çıktı" haberi üzerine soluğu kitapçıda almış, iki gün içinde de hikâyeyi bitirmiştim. 5 yıla yakın bir zaman geçti üzerinden, kitap ekim 2011'de 7. baskısını yaptı. Geçtiğimiz gün tekrar okumak istedim, bu kez bir gün içinde bitirdim. Son sayfayı bitirdiğimde ağzımdan yine aynı söz çıktı: yıllar geçer, biz sadece iç çekeriz.

Plazalar, gökdelenler, "tabutluk" asansörler, beyaz yakalılar, kırmızı etekliler, yeşil gözlüklüler veya her neyse.  Modern yaşamla gelenekler arasındaki dalgalar o kadar yüksektir ki, ya sörf yapma macerasını göze alıp boğulursunuz ya da bir kaptan-ı derya eşliğinde sağlam bir gemiyle yol alırsınız. Türk hikâyeciliğinin kaptan-ı deryâsı Mustafa Kutlu, kapitalist sistemin kendine has bir kalıba sokma gayretinde olduğu muhafazakarlık ve modernleşme arasındaki her şeyi bir hikâyeye sıkıştırıyor, iz bırakan bir üslupla olanı olduğu gibi anlatıyor.

Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olup bitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine. Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu."

Henüz yaşım 78 değil ama ben yine zihnimde yıllar öncesine geri dönüyorum. Bir toplantı, 6-7 kişiyiz. Bir ara dalıyorum, masanın kenarına doğru bakıyorum. Hemen hemen herkesin bacakları oynuyor. Huzursuzca atıyor. Titriyor. Hikâye aklıma geliyor, gülüyorum. Patron "neye gülüyorsun?" diyor. "Halimize" diyorum. O da gülüyor. Hep gülerler.

"Ee, sen neler yapıyorsun? Hâlâ aynı fikirlerde misin?
Hiç duraksamadım:
Evet. Hâla zenginlerin servetinden fakirlerin hakkını nasıl alabiliriz, bunun formülünü arıyorum."


Bir zamanlar sürekli memleketini ve memleketinin insanını düşünen adamlar varmış. O adamlar malum vaziyetlerden soluğu Avrupada yahut Amerika'da almış. Akademisyen olup geri dönmüş. İdealleri hiç değişmemiş. Ama o adamlarla birlikte bir dönem ideal sahibi olanların her şeyleri değişmiş, neredeyse sadece isimleri aynı kalmış. Hikâye bu kadar değil, tüm bu durumun günlük hayata, iş yaşamına, ahlak ve geleneklere olan bağlılığı da sorgulanıyor. "Daha ne olsun" dedirtiyor. Arada çok güzel anektodlar da veriyor.

"Onu biraz Ahmet Hamdi Tanpınar’a benzetiyorum. Lakabını biliyorsunuz: Kırtıpil"dir. Devrinde kıymeti bilinmemiş olsa da, sonradan ülkenin en parlak edebiyat adamı diye kabul edildi. Kendi isteği dışında Edebiyatçılar Birliği Başkanı seçmişler, galiba yurtdışındaymış kendisi, "Dönünce ilk işim istifa etmek olacak" diyor hatıralarında."

Bu hikâye, bir mahalle çocuğunun maç esnasında annesinin "Oğlum eve gel!" seslenişi gibi. Okuyoruz ve evimize dönüyoruz, kalbimize.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

4 Nisan 2013 Perşembe

Ölüme en yakın insanla yaşama toslamak

Bu aralar bir kitapçıya gidip Ruhi Mücerret’in kapağıyla oynamadıysanız kendinizi şanssız hissetmeye başlamanızda bir sakınca görmüyorum. Kapak çoğu insanın ilgisini çekmiş olacak ki kime sorsam “aldım, masanın üstünde okunacaklar arasında duruyor” diyor. Aynı cümleyi ben de iki gün önce kurdum, şimdiyse kitap hâlâ masamın üstünde, ama okunmuş olmanın verdiği hazla gülümsüyor bana. Anlayacağınız tek bir kitap uğruna bütün işlerinizden vazgeçmeye hazırlanabilirsiniz.
              
Edebiyatta “ölüm” konusu o kadar çok işlendi ki okuyucular olarak kitaplardan sağ çıkamamaya alıştık. Açıkçası bu renkli kapağın arkasında da başıma geleceklerden korkarak başladım her şeye. Ama bir Murat Menteş okuyucusu olarak içim bir yandan da rahattı. Nasıl olsa hayal kırıklığına uğramazdım. Keza, öyle de oldu. Ölüme en yakın adamdan yaşamı dinlemenin keyfi yetti beklentilerimi karşılamaya.

Ruhi Mücerret 100 yaşında. Bir İstiklal gazisi, düzeltiyorum, son İstiklal gazisi. Tahmin edebileceğiniz gibi her milli bayram ve özel günde üniformasıyla hazır bulunup temsili savaşlar başlatıyor, temsili başarılar kazanıyor. Onunsa kazanmak istediği tek gerçek başarı var: bir mezar bulup içinde huzura kavuşmak. “Yaşamak benim kronik hastalığım” diyor ve her sabah kendini mezarda değil yatakta bulmanın şokuyla uyanıyor. Ve günün birinde nihayet beklenen gerçekleşiyor: Ruhi Mücerret aşık oluyor. Hem de kendinden 70 yaş küçük birine. Eh, kapaktaki “Benim yaşımda aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir. Aslında her yaşta öyledir.” cümlesi boşuna değil. Her yaşlı gibi Ruhi Mücerret de beylik laflar edecek diye düşünüp hemen kulaklarınızı kapamayın hayatında ateş açmamış bu İstiklal gazisine. Koskoca 100 sene, dile kolay:

“100 sene nasıl mı geçti? Size şu kadarını söyleyeyim, 1 saniye ile 1 asır arasındaki fark abartılıyor. Ve… mazide kalan her şey kısa sürmüş demektir.”

Kitabın Ruhi Mücerret’ten iyi olmasın, bir kahramanı daha var: Civan Kazanova. Beden eğitimi öğretmeni, sevmek konusunda da hiç fena değil. Ve bugüne çok yakışan bir sistemin içinde. Onunla ilgili daha fazlasını söylemek, Menteş’in tekniğine saygısızlık olacağı için iki cümleyle yetinmek zorundayım.

 Yazar, kitabının başında “Bu kitapta anlatılanların tümü hayal mahsulüdür. Umarım asla gerçekleşmezler.” diyor ama ben karakterlerden birkaç tanesiyle en azından oturup kahve içmiş olmayı isterdim.

 Malum, bahar geldi çattı. Son zamanlarda moda olan “bahar yorgunluğu”na siz de kapıldıysanız alın size güzel bir reçete, üstelik yan etkisi de yok. Her elinize aldığınızda kapağıyla oynamayı da ihmal etmeyin. Denedim, çok oynayınca bozulmuyor.
              
Ümran Kio

Yakın ne kadar yakın, uzak ne kadar uzak, bilemeyenlere

"Daha zor günler geliyor."

Türkiye’de felsefeyi iyi yapan ender insanlardan biri olan Oruç Aruoba‘nın, ilk okuduğum kitabı idi Uzak. Yakın ne kadar yakın, uzak gerçek anlamda bize ne kadar uzak?

Kitap iki bölümden oluşuyor: “Tavşan Besleyene Kılavuz” ve “Özlem Çekene Kılavuz”.

Bir söyleyişinde okuduğuma göre Aruoba, ilk bölümünü ona hediye gelen bir tavşandan yola çıkarak yazmaya başlamış ve felsefik bir öyküye dönüştürmüştür. Zaten yazar dediğimiz kişinin de çoğu zaman yaptığı bu değil midir?

"Tavşan besleyen,
Kendini sürekli anlamağa çalışan;
Ama hiçbir zaman anlayamayacak
- Sürekli yakınlaşmağa çalışan; ama hiçbir zaman
Yakınlaşamayacak-
bir varlığı anlamağa; ona

Yakınlaşmağa, çalışmayı da öğrenmelidir-
Bile bile..."

İlk bölümü okudukça yaşamınıza paralel gelen cümleler buluyorsunuz kitapta. Kaçımız hani çok sevdiğimiz “aşk” ya da “dost” diye adlandırdığımız ilişkilerde yarı yolda kalmadık ya da “yok yapamıyorum” deyip hayata kendi ellerimizle geri vermedik? Aslında bu bölüm okuyanın kendi “evcil” kavramından ne çıkardığı ile de ilgili. Evcilleştirebildik mi isteklerimizi, arkasından kovalayıp durduk mu olmazlarımızı? Eminim her okuyan kendi tavşanını çıkaracak bir nevî bu imgeden. Belki bir “hırs” ya da “ego” olacaktır başkasına göre. Bu anlamda felsefe amacına tam ulaşmıştır, bu kitapta bana göre.

"Tavşan besleyen,
Bir gün, tavşanın artık ele avuca sığmaz bir hâle
Gelmiş bulmaya da hazırlamalıdır kendini: giderek
Büyüyüp, başlangıçtaki sevimliliğini yitirmesine;
Taleplerinin ve etkinliğinin, artık baş edemediği
-baş edemeyeceği- yalnız başında, evinde,
Sağlayabileceği koşulların yetersiz kalacağı-
Ve o koşulları sağlama, gerçekleştirme
Çabalarının da hep anlamsızlıklara gelip dayanan
-dayanacak- boyutlara varmasına…"

Tıpkı bir şarkıda dediği gibi "Gideceksen tavşanların peşinden, göze alacaksın düşmeyi". Bir düşünün ya siz neyi, ne kadar, kaç defa göze alabilirsiniz?

Kitabın asıl can alıcı yeri ise ikinci bölüm bana göre: “Özlem Çekene Kılavuz”.

"Babam’ın Anısına" diye başlar:

"Her ölüm dünyada bir boşluk açar- bir boşluk bırakıp öyle gider kişi: öteki kişiler de, şimdi, o çatlağı kapatmakla, o boşluğu doldurmakla görevlendirilmiş hissederler kendilerini."

"Özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kâğıdın yırtılmış yarısında boşluk, gibi…"

Aruoba, bu bölümde “beklemek” ile “gelmek” arasındaki ilişkiyi, “özlemek” ile “gitmek” arasındaki ilişki ile bağdaştırıyor. “Beklenen daha gelmemiştir; özlenen artık gitmiştir”. Zamanla özlemenin neye dönüşüp neye dönüşemediğini, kendine ve ona gidip ile gidememek, kalmak ile kalamamak arasındaki tüm karmaşaları, soruları ve çözümlemelerini anlatıyor yazar.

İplerinizin ucundaki uçlar ne kadar açabilecek düğümlerinizi. Giden, bekleyen, kalan hiç gelmeyecek olan hep aranan sizin Godot’unuz nedir ya da kimdir?

"Özlem, kalabalık içindeyken, bir an susup, dinlediğin dere şırıltısıdır."

Kitabın bu bölümünden daha fazla bahsetmek istemiyorum, kelimelere dökülemeyecek kadar güzel olanı okumanız ve bizzat yaşamanız gerektiğine inandığım için.

Not: “Uzak” adlı kitap “Yakın” adlı yazarın diğer kitabı ile bütünlük oluşturur. Meraklısına duyurulur.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

1 Nisan 2013 Pazartesi

Bir hüznü en iyi anlatan şey sessizliktir

"Kapağa çıkan her soğan yalnızdır..."
Bülent Parlak, Dergâh, 276.

İki türlü kitap okumanın heyecanına henüz paha biçemiyorum. Hâlâ Topkapı Sarayı'nda duruyorsa, kaşıkçı elması bana paha biçme konusunda yardımcı olabilir. Biri, ilk kez okunacak ve dolayısıyla tanışılacak bir ismin kitabı. Diğer ise yıllarca dergiler vasıtasıyla takip edilip ve tanınıp, sonrasında okunan bir ismin kitabı. Bu kitap önerisi, ikinci madde üzerinden yürüyecektir ve asla yalnız değildir.

"Kuyuya düşünce bütün bir insanlığa küsmenin artık hükmü kalmaz bilirsiniz. Ve yine bilirsiniz ki insan ölüme sevdiğinin hediye ettiği kaşkolla gitse de sonuç değişmeyecektir."

Yalnızlığın İcadı (1984), şair Bülent Parlak'ın 2010 yılında çıkan Sevgili Huzursuzluğum adlı şiir kitabından sonra 2012 yılında yeryüzüne salındı. Matrak bir kitap gibi görünebilir lâkin bu matraklık 1984 yılında yazarın, babasını kaybetmesinden sonra kendisine zerk olan hüznün, mecnûnlaşma hâlidir.

Üç bölümden oluşan kitaptaki her yazıda ve hatta yazı başlıklarında bu mecnûnlaşma hali rast makâmında raks eder. Toplamda 30 denemeye barınak olmuş kitabın en harikulade tarafı, toplu taşıma araçlarında zevkle okunabilmesidir. Şunu ciddiyetle belirtmek isterim: Toplu taşıma araçlarında zevkle okunan her kitap, henüz herkeste olmayan bir televizyondur. En arkadaki öğrenci bile yanınıza gelip sayfaları izleyebilir.

"İnsan sevdikleri hata yaptığında aynı hatayı yapmalı. Yapmalı ki yalnız kalmasın utanırken."

Hem deneme, hem de otobiyografi gözüyle değerlendirebileceğimiz kitapta, çocukluğumuzun çekimserliğiyle karşılaşıyor ve Facebook'ta ilkokul aşkımızı bulmuş kadar heyecanlanıyoruz. Sonra "ilk selam" bâbında karşımıza çıkan şu cümleyle arkadaşlık talebi gönderiyoruz:

"İlahi adaletin sağlanması için içimizden birilerinin haksızlığa uğraması gerekiyordu. El kaldıran ben oldum."

Çok sevdiğiniz bir dostunuzun hakkı yenmiş, buna diğer dostlarınız ses etmemiş, "hayırlısı" demiş, fakat siz buna anlam veremeyip "mevzu" çıkarmış olabilirsiniz. Takdire şayan bir tarafınız olduğu muhakkak, kitabın ikinci bölümü sizin için geliyor:

"Herkesin razı olduğu bir haksızlığa isyan etmek kolay değildir."

Bu kadar şakalaşmak yeter. Bunu ben değil kitabın üçüncü ve son bölümü söylüyor. Sükûnetle harmanlanmış bir romantizm, pembeleşinceye kadar kavrulmuş bir sevgi, altı kısılmış ve küstürülmüş bir tencere kadar yanık arkadaşlık bu bölümde. Ben bu bölümü daha çok hüzzâm makamında eserler dinleyerek okudum, tavsiye ederim. (Bkz: Akşamın Olduğu Yerde Bekle Diyorsun, Ben Giderim Izdırabın Üstüne, Gözlerin Karanlık Geceler Gibi, İçimde Kim Vardır Bir Bilebilsen.)

"Pencere kenarında sizi bekleyen kimse yoksa istasyonlara artık uğramasa da olur trenler."

Efendim Yalnızlığın İcadı (1984), Bülent Parlak'ın hepimizin aleyhine şahitlik yaptığı bir kitap. Bu yüzden kendisinin bu külfetine minnet borçluyuz. Borcunuzu ödemek için kitabı okuyabilirsiniz. Zira borç, yiğidin kamçısıdır. Adı Y harfiyle başlayanların hepsi bu yiğitlere dahildir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

31 Mart 2013 Pazar

Bir intihardan kalan en değerli izler

Bir intiharın ardından söylenmiş sözler bunlar. Tezer Özlü’nün 20 ve 30’lu yaşlarında yazdığı hikâyeler. Belki de bir intiharın okuyucuya bırakabileceği en değerli şeyler. Hepsinde ölüm var, ailesi tarafından “hasta” sıfatıyla doktorlara teslim edilmiş bir kadının ölümleri.

Eski Bahçe Eski Sevgi kitabı Tezer Özlü’nün dergilerde çıkan hikâyelerinden oluşuyor. İlk intiharından sonra olduğu için ölüm de yaşam da en çok bu kitabına yansımış Tezer Özlü’nün: yaşam, ölüm ve cinsellik. Hayatının sonuna kadar savaştığı üç şey. Bu yüzden bu kitap yazarın tüm kitapları arasında belki de en son okunması gereken kitabı. Onu olduğu gibi kabullenmek için, onun olduğu gibi olabilmek için.

"Ben büyüyordum ve o ölüyordu” diyor bir hikâyesinde ve aslında her cümlesinde kendini öldürüyor. Kendini, etrafındakileri, hayalindekileri. Çoğu zaman da yaşamaları için elinden geleni yapıyor. Çünkü intihara rağmen, elektro-şoklara rağmen yaşamayı çok seviyor Özlü. Sırf bu kadar sevdiği için katlanıyor tüm gereksiz ilaçlara.

Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk kitaplarında dile getirebildiği şeyleri söylüyor yazar. Ama bence iyi okunduğunda Eski Bahçe Eski Sevgi kitabı yazarın bilinçdışına giden bir rehber. Bu yüzden daha çok acıtan, daha çok sevdiren.

Onu daha çok sevmeniz dileğiyle…

"Yaşamı o kitapta olduğu gibi yoğun yaşayıp yaşamadığımı düşündüm. Aşkı, duyguları, özlemleri? Yoksa ben yaşanan tüm olayların bir gözlemcisi, dünyanın, duyguların, özlemlerin, ülkelerin, alışkanlıkların bir seyircisi miyim? Belki de gövdenin öldürücü acılarını gözlemci olarak taşımak daha kolay olurdu."

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

Edebiyatta paparazzi

Günümüzde kendini “ünlü” sıfatına yakıştıran herkesin ortak sorunu paparazziler. Özel hayata saygıdan bahsederken bir yandan da öyle merak ediyoruz ki sonunda kişiler arkadaşlıklarını bile gizli saklı köşelerde yaşamak zorunda kalıyorlar.

Peki edebiyatın paparazzisi olur mu? Olur. Hem de orada burada yazarları fotoğraflayarak, yasak aşklarını ortaya dökerek değil yalnızca eserlerinden yola çıkarak olur. Hatta bu, “edebiyat tarihçiliği” sıfatı altında öyle mübahlaştırılır ki ne okuyucu anlar yazarın özel hayatına saygısızlık ettiğini, ne eleştirmen anlar bir amaç uğruna mesleğinin özünü unuttuğunu. Evet, hepimiz sevdiğimiz yazarların aşklarını, ilişkilerini merak ediyoruz ama onların bize sundukları verilerle yetinmeyip daha derine inmek onlara sevgi gösterisi değil saygısızlık olmuyor mu?

Bu konuyu ileride “eleştirmen” olmak isteyen biri olarak ben de hiç düşünmemiştim. Ta ki Henry James’in Aspern’in Mektupları isimli kitabını okuyana kadar. James’in gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı bu kitapta isimsiz bir anlatıcı Amerikalı bir şair olan Jeffrey Aspern’in eskiden aşık olduğu kadına yazdığı mektupların peşindedir. Bunun için her şeyi göze alıp Venedik’e gelen anlatıcı yaşlı kadının aksiliği ve yeğeninin soğukluğuyla karşılaşır. Son ana kadar okuyucu için de hırs haline gelen mektupların gizemi çözülemez. Bu gizemli hikâye bir yandan giderken bir yandan da Henry James’in Venedik’in renklerini ne kadar iyi kullandığını görür okuyucu.

James’in en sevilen kısa romanlarının arasında yer alan Aspern’in Mektupları güzel kurgusunun yanında Henry James’in en başarılı yaptığı şeyin de başka bir örneği: anlatıcıya güvenmeli mi güvenmemeli mi? Aynı soruyu Yürek Burgusu’nda da sorduran yazar burada da okuyucuyu hiçbir şeyden emin olamadan son ana kadar getirmeyi başarıyor.

“Eski defterleri karıştırmak doğru mu sizce?”

“Eski defterleri karıştırmak derken ne kastettiğinizi anlamadım sanırım. Biraz eşelemezsek, geçmişi nasıl anlayabiliriz ki? Şimdiki zaman, geçmişe epey kötü muamele ediyor.” 

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

26 Mart 2013 Salı

Kelime tarlasında ırgat olmak

İster lirik, ister epik, ister senfonik ne olursa olsun; söz konusu şiir olunca hepimiz birer traktör şoförüyüz. Süreceğimiz tarla bazen ürününü hemen veriyor, kiminde nadas sonrasında verim alınabiliyor, kiminde ise tüy bitmiyor.

Dergâh dergisinin eski takipçileri (mesela 8-10 yıl öncekileri) iyi bilirler ki "Murat Menteş şiiri" diye bir şey vardır. Zaten Murat Menteş'in eski okuyucuları (Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım'dan çok önceleri) bilirler ki, çok ciddi bir İsmet Özel düşkünü olan Menteş çok sağlam da bir şairdir. Romanlarını okumadan evvel de kesinlikle şiirleri okunmalıdır zira bu şiirlerin her biri için "Murat Menteş'i ve mücadelesini anlama kılavuzu" diyebiliriz.

"Vasat kader olur mu, bak bu da ayrı bir dert
Bir ayağım sonsuzlukta ve'l-ba'su ba'd'el-mevt."


Yukarıdaki dizelere sahip ve kitaba ismini veren Garanti Karantina adlı şiir, yanılma ihtimalim çok düşükse 2003 yılında Kökler dergisinde yayınlanmıştı. Kökler, Salih Mirzabeyoğlu'nun 1986 yılında yayımlanan, tasavvuf ve tarih ilişkili kitabının da adıdır, selâmımızı verelim. Şiire geri dönelim ve 2010 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan, yaylım ateşi dizelere siper olmuş şiirleri süzelim.

"Allah'ım kaderimden şikayetçi değilim
Aksine bahtiyarım, evrende bana da rol
Verdiğin için şahsen: Allah'ım bizler senin
Falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol."


Şiirlerine verdiği isimler ve kimilerine göre bol kelime oyununa sahne olan dizeleriyle Murat Menteş, yakın şiirimizin kalbe yakın isimlerinden olup, zihni çalıştıran lügatıyla da alkışları hak etmiş, sonrasında da şiir sahnesinden inmiştir. "Aceleci Tefecinin Edebiyat Süsü Verdiği Anlar" adlı şiiri, olağanüstü hal ilan edilmiş bir bölge valisinin endişesiyle açılıp, aynı valinin sakinliğe teslimiyetiyle biter:

"Felek balta, kader kürek,
Ecel tırpanla kuşatmış bitkisel hayatımı.
Delirip, aklımı düşsem vergiden
Bürokrat çete damgalar aranjman çığlıklarla
Balo bileti gibi kara bahtımı.
...
Sökülüyor cart curt ontolojik yamam
Şarj olsam hasretinle, amatörce mi kaçar?
Atomu yumrukla parçalayamam...
Allah büyüktür elbet bir kapı açar."

Birkaç yıl önce Murat Menteş'le yapılmış, roman, şiir, edebiyat ve sinema üzerine bir röportaj okumuştum.
Menteş şiirden yüz çevirmediğini fakat işinin romanla olduğunu, yeni bir şiir kitabının şenlik havası estirmesinin zor, etrafın güdük şiirlerle dolu ve memleketteki şiir sahasının epey tenha olduğunu söylüyordu. Bunda haklıydı. Yine 2 yıl önce bu fakir, Murat Menteş'le kısa bir röportaj yapmış lakini sözü şiire pek getirmemişti. Pişmandı, Allah affetsindi.

"Markalardan arınıp kabre gireriz
Ana fikri değişti otopsi raporunun;
Merhumu mu? Ah evet, dokuz canlı biliriz
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun."

Şiir savaşının silahşoru olabilmiş her kalemden kaliteli romanlar çıkıyor. Bunu Murat Menteş için de, Şule Gürbüz için de söyleyebilirim. Neden ikisini aynı cümlede andım, bilmiyorum. Bildiğimden emin olduğum şey, iki isme de ayrı ayrı ve derin derin sevgi besliyorum. Bundan dolayı belirtmek isterim; bir yazarı "popüler" kitabıyla tanıdıysanız mutlaka mâzisine inin. Orada en doğal ve samimi halini bulacaksınız. Büyükler, "şöhret afettir" demişler. Şöhretten uzak oldukça daha başarılı, içten olunuyor. Hayır Murat Menteş'e "meşhur" demedim, çünkü kendisini tanıyor ve daima "meşgul" olduğunu biliyorum.

"Avını kovalarken kaybolmayasın
Şans, bir aptalın temel ihtiyacıdır
Paso lagaluga, habire mırın kırın
"İnşallah" demeyen paranoyaktır."


Murat Menteş, şiir sahasında yeni goller atar mı? İnşallah.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

24 Mart 2013 Pazar

Ne varsa eskilerde var, şok hariç

Bir romana başlarken yaşayacağınız heyecan çok önemli. Düşünün ki bu roman, Behçet Necatigil'in muazzam bir çevirisiyle bizlere sunulmuş ve İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyet'in kaleminden çıkmış olsun. Kör Baykuş ilk olarak 1977'de Behçet Necatigil çevirisiyle Varlık Yayınları'ndan çıkmış. Yapı Kredi Yayınları'ndaki ilk baskısı ise 2001 yılında yapılmış. Bu baskıda önsöz de Behçet Necatigil'e ait, sonsöz niyetine ise Sâdık Hidâyet'in yakın arkadaşı, roman ve hikâyeleriyle tanınmış Bozorg Alevî'nin bir yazısı yer alıyor. Okuduğum en kıymetli sonsözlerden biriydi diyebilirim çünkü bir biyografiden daha çok, yazarın ruh dünyasını derinlere girmeden bizlere aktarıyor, aktarabiliyor.

"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin."

Bûf-i Kûr yani Kör Baykuş'ta, sizi şoka uğratacak bir son yok. Zaten böyle bir sonu daha çok popüler romanlarda bulabilirsiniz, özellikle de Türk edebiyatında. Neredeyse bütün romanlar şoka uğratmak için yazılıyormuş gibi geliyor bana. Onlarca karakter, her yeni bölümde alıntılar, sıfır dipnot ve "şoklama" bir son. Yemezler, yemiyorlar. Balığın da şoklanmışı makbul değildir mesela. Öte yandan balık, baştan kokar. Sâdık Hidâyet hiç bu "toplara" girmemiş, pas yüzdesini hep netlik ve disiplinli bir şekilde hazırlanmış ruhsal etkiyle yüksek tutmuş. Bundandır pek çok ülkede çevrilmesi ve yüzlerce yazarı etkilemesi.

"Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. Kasap dükkânı önünde bir sinir parçası için kuyruk sallayan aç köpek gibiydi onlar."

Kör Baykuş'ta, yazarın yaşamını görmek bir hayli mümkün. Çok zengin ve güçlü bir aileden gelmesine rağmen parayı bir köşeye atması ve geçimini kâtip olarak sağlaması, hangi mesleği seçeceğine bir türlü karar veremeden Paris'te yazmaya başlaması ve "Yaradılış Efsanesi" ile İran edebiyatına kalıcı bir anıt dikmesi, Rıza Şah'ın İran'ında hayat bulamaması ve Hindistan'a gidip "Kör Baykuş"u yazması, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkesi adına hiçbir umut görememesi ve ciddi bunalımlara girmesi, sırf yaşama ümidi bulabilmek için tekrar Paris'e gitmesi, Ömer Hayyam'dan çokça etkilenmesi, başbakan olan eniştesinin bir yobaz tarafından katledilişi ve böylelikle Sâdık Hidâyet'in kendi canına kıyması için bardağın son damlasının tamamlanması...

"Garip bir dağılma ve bölünme geçiriyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..."

İşe yarar bir son adına tekrarlamak isterim; yazarın romanında ne bir zafer ne de bir mağlubiyet vardır. Onunki sadece ruhsal bir boşalmadır. Ümit ve ümitsizlik arasında bezmiş, yılgın ve hatta mahvolmuş bir adamın kaleminden çıkanlardır. Karamsarlık olduğu kadar, alay da vardır...

İntiharından (Paris'te kaldığı dairesindeki tüm delikleri tıkayıp gaz musluğunu açmış ve ölmüş. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu tıraş olmuş, tertemiz kıyafetler giymiş bir şekilde yerde yatarken bulabilmiş. Cebinde parası da varmış ve müsveddeleri yakılmış bir şekilde yanı başındaymış.) kısa bir süre önce bir hikâye taslağı bulunmuş. Konusu ise şöyle: Annesi "Salgı salamaz ol!" diye beddua eder bir yavru örümceğe. Örümcek hiç ağ yapamayınca, çaresizce ölüme kurban gider. Bunu bilen herkes sorar: Hidâyet'in hayat hikâyesi miydi acaba bu hikâye?

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Mart 2013 Cuma

Bir şairin aşkına tanıklık etmek isteyenlere

"Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok seviyorum."

Cemal Süreya, Türk şiirinin güçlü ve aşık sesi, ciddi bir ameliyat için hastaneye yatan eşi Zuhal Tekkanat’a hastanede kaldığı 13 gün boyunca her gün bir mektup yazmış. 12-24 Temmuz 1972 tarihlerinde kaleme alınan bu 13 mektup Cemal Süreya’nın ölümünden kısa bir süre sonra bizzat Zuhal Tekkanat tarafından kitaplaştırılması için Erdal Öz’e iletilmiş.

“Aklımda hep sen vardın. Geçen seferki ameliyatı anımsadım. Sen ameliyat olurken ben ne yapacağımı bilmiyor, bir yandan da birkaç kuruş elimize geçer diye oturmuş “Goriot Baba” çevirisine bir iki sayfa eklemeye çalışıyordum. O hastane çıkış gününü hiç unutamıyorum. Derin bir çizgi çekmiş belleğime. Paramız yoktu. Cem yayınevinden 1000 lira alacağımız vardı ve yayınevi, çok önceden haber vermiş olduğum halde, bu parayı gününde ödememişti, ya da ödeyememişti. Sonuçta o gün seni bir taksiye bile bindirememiştim. Yürüye yürüye Şişli’ye inmiş, ordan Karaköy dolmuşuna, Karaköy’den de vapura binmiştik. Ne günlerdi onlar. Bizim sevdamız böyle günlerden de geçmiştir. Ama biz o günleri de çok severiz, değil mi? Yaşadığımız günlerdir, birbirimizi tanıdığımız günlerdir. İyi, kötü günler geçirdik. Çoğunca da iyi günler. Öperim o günleri.”

Cemal Süreya'nın Zuhal Tekkanat’a duyduğu aşk, derin bağlılık ve ötesindeki o eşsiz muhabbet her mektupta, her satırda kendini hissettiriyor.

Şairin mektuplarına sinen bu aşkın ve evliliğin başlangıcı da ziyadesiyle ilginçtir. Cemal Süreya, 1967 yılında, Zuhal Tekkanat’la Türk Edebiyatçılar Birliği Lokali’nin açılışında üçüncü kez karşılaştığında çevresini saran kalabalıktan sıyrılır ve Tekkanat’ın yanına gider: “Madam ya da Matmazel çok güzelsiniz, benimle evlenir misiniz?” der. Tekkanat, kendisiyle alay edildiğini düşünür, öte yandan çok da heyecanlanır. Ancak bu şekilde yapılan bir teklifin inandırıcı olmadığını ima etmek amacıyla, “Yeri geldiğinde düşünürüm.” diye yanıtlar. 1972 yılının Temmuz ayında evlilerdir ve Cemal Süreya bir mektubunda şöyle yazmaktadır:

“Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Sana rastladığımda susuzdum, yalnızdım, bir çırpıda içtim gözlerini.”

Cemal Süreya, hastanede Zuhal Tekkanat’ın yanında olmadığında yaptıklarını anlatıyor uzun uzun; gittiği yerleri, yazdıklarını, yazmayı planladıklarını... Hayaller kuruyor, bir kız çocukları olmasını düşlüyor. İsmini bile hazır ettiği kızlarından bahsediyor mektuplarında sık sık. Ve hayattan, şiirden, aşktan dem vuruyor her cümlesinde.

“Anlamalısın beni, birtakım büyük şeylerin peşindeyim. Bazı iddialarım var, onları gerçekleştirmek istiyorum. Bunun dışında çok şeye niyetim de, vaktim de olmuyor. Bu konuda işte, asıl bu konuda anlamalısın beni. Hiçbir yönden kuşkulanmamalısın benden. Ben ki sana senin şahdamarından daha yakınım, nasıl kuşkulanırsın benden? Destekle beni ( zaten hep desteklemişsindir) bak neler yapıyoruz. Nelerden ne sular akıtıyoruz.”

“Tükenmez kalemin mürekkebi bitti. Dolmakalemle devam ediyorum. Bu mürekkebi seviyorum. Senin göz rengini, başka bir açıdan çağrıştırır bir yanı var galiba. Bu mürekkeple de yineleyeyim gerçeği: Seviliyorsunuz, madam. Madam, Oklohoma’ya gitmek isterim sizinle. Şikago’da kalabalık bir caddede yürümek isterim.”

Onüç Günün Mektupları, bir şairin aşkına tanıklık etmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.

"Pir Sultan’a girdim. Birbuçuk ay içinde bu araştırmayı bitirmem gerek. İşin üstesinden gelebilirsem güzel bir çalışma ürünü çıkacak ortaya. Madam Bovary’nin parasıyla televizyon, Pir Sultan’ın parasıyla çamaşır makinesi alacağım sana. İkisinin bedeli ikisini almaya yetecek. Seni yaşatacağım. Dalım, çiçeğim. Günlerimiz daha iyi olacak. Çünkü Necati Cumalı’nın dediği gibi, "Yaşar iyi ve güzel olan."

*Cemal Süreya’nın Onüç Günün Mektupları kitabının YKY baskısında 13 mektubun yanısıra şairin Zuhal Tekkanat’a yazdığı birkaç mektup daha yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

20 Mart 2013 Çarşamba

Ölümü bile unutur insan

Şiir mi, roman mı, hikâye mi olduğunu sonuna kadar anlamadığımız bir kitap Nisyan. Murat Gülsoy’un son kitabı. Peki ne demek nisyan? Unutmak, kasten terk etmek demek. Özellikle, kitabın sonuna kadar kelimenin kökenine bakmadım. “Unutmak” anlamını biliyordum. Sadece bu anlamla düşününce “neden bu ismi vermiş kitaba?” diye sorgulamadım değil. Ama “kasten terk etmek” anlamını öğrenince her şey netleşmişti.

Ölmek üzere olan bir adamın ağzından dinliyoruz hikâyeyi. Bilinci gidip geldiği için standart bir kurgusu yok kitabın. Aslında hepimiz biliyoruz hayat denen karanlık denizin bir sonu olduğunu ve daha karanlık olana ait olduğumuzu. Ama ana rahmini terk ettiğimiz günden itibaren bu gerçeği unutmak üzere kuruyoruz denklemlerimizi. Kasten terk ediyoruz bu gerçeği. Ta ki ölüm bizi sayıklama anına kadar sürükleyene dek. Ölmemek için kelimelere sığınana dek. Ya da anlatıcı gibi zamanında kelimeler üzerinde güç sahibiyken gün geçtikçe onların kölesi olana dek. Ama buna ihtiyacımız var. Her adımda ölüme yaklaştığımızı unutmazsak her şey içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Arapça bir deyim varmış: nimet il nisyan diye. Anlamı da “unutmak nimettir.” Deyimlere inanırım.

Bazen insan adını bile hatırlamayabilir. Hatırlanmak için çırpınıp dursa da geceleri ortaya çıkan böceklerden başkası duymaz sesini. O zaman da edebiyata sığınır. Tıpkı roman yazmaya çalışan bu anlatıcı gibi. Ama cümle kuramaz. Sayıklar, sayıklar… Gülsoy, bu sayıklamalardan yola çıkarak metaforlar dizisi sunuyor okura. İtiraf edeyim, kitabı ilk okumaya başladığımda her sayfada tek bir paragraf ve o kadar boşluğun bulunması rahatsız etmişti beni. İlerledikçe fark ettim ki, bu kitabın o boşluklara ihtiyacı var. Durup düşünmek için, bir öncekini sindirmek için hepimizin hayatta o boşluklara ihtiyacı var. Bu yüzden kitabı okunacaklar listenizin yanında “düşünülecekler” listenize de eklemeyi unutmayın.

Bu da kitaptan tadımlık bir bölüm:

"Benim de bir zamanlar öldüren bakışlarım yok muydu? Her temasta zehirlemedim mi? Zamanın içinde kaybolmak günahlarından azat edilmek demek. Belki de. Kahve fincanını açıyorum. Geçmişi söyle bana. Kadın gülümsüyor bilmeden. Kalabalık çok insan. Bir de kuş geliyor uzaklardan. İyi bir kuş. Merakımı yenemiyorum. Heyecanlanıyorum. Geçmişten haber var mı?" (s. 59)

İyi okumalar...

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

18 Mart 2013 Pazartesi

Bencilliği gözünü karartmış olanlara

"Kuşkulanmaktan korkmayana
bıkıp usanmadan ve ölüm tehlikesine
aldırmadan nedenleri arayana
hayat verme ya da bunu geri çevirme
bilmecesini kendi kendine sorana
bu kitap bir kadın tarafından
tüm kadınlara adanmıştır."

diyor Oriana Fallaci, Doğmamış Çocuğa Mektup kitabının başında. Kitabın tek katılmadığım kısmı bu kısım. Bir annenin hamile kaldığını öğrenmesiyle (belki de hissetmesiyle demeliyim) başlar kitap. Babası “baba” sıfatını hak etmeyen sorumsuz insanın teki. Hatta annesinin kocası bile değil. Bir annenin çocuğuyla konuşmaya başlaması sandığımızdan çok daha erken dönemlere rastlıyor.

Kitabı herkes feminist bir kitap zannetse de ben feministlikten çok uzak bir kitap olduğunu düşünüyorum. Anne kız çocuğu annesi değil, erkek çocuğu annesi de değil. O sadece bir anne ve çocuğunun güvenli yatağından çıkınca başına gelecek insanları, olayları, kötülükleri anlatıyor. Evet, Tanrının neden sürekli erkek olarak düşünüldüğünden yakınıyor. İsa’nın Tanrının oğlu olduğu kadar Meryem’in de oğlu olduğunu ve buna da önem verilmesi gerektiğini savunuyor. Bunlara dayanarak feminist demek çok zor. Çünkü zaten Tanrıya da inanmıyor. Bir çocuğu dünyaya getirip getirmemekle ilgili kararı kendi verdiği için bile bencil olduğunu düşünüyor.

O sadece bir anne. Ve dünyadaki acıların hiçyokluktan daha iyi olduğuna karar verip çocuğunu var etmeye çalışan bir kadın. O yüzden bence bu kitap sadece kadınlara değil, karşısındakine baktığında bile kendi bencilliğinin ardını göremeyen tüm insanlara adanmalıydı.

Bencilliğinizin buğulandırdığı her şeyi netleştirmesi dileğiyle.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

*Yağız Gönüler'in kitapla ilgili söylediklerine de kulak vermek lazım:
ruhunakitap.blogspot.com/2012/11/erken-bir-konusma.html

"Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?"
-Buradayız Usta!

Bugüne kadar "Ruhuna Kitap" için yazdığım Oğuz Atay kitaplarında "eleştirmenlik" mesafesini hep korumaya çalıştım. Fakat belki de tamamlayamadığı bir kitap olduğu için Eylembilim'de aynı mesafeyi koruyamayacağım. Okurken sesini duyduğum bir yazarı üçüncü göz olarak anlatamayacağım. Bu nedenle Cevat Çapan'ın mektubundan cesaret alıp affınıza sığınarak Oğuz Atay'a yazdığım mektubu paylaşmak istedim.

Sevgili Üstad,

Bu "Sevgili" kelimesinden sonra gelen sıfat hakkında senin de sorunların olduğunu biliyorum. O yüzden üzerinde çok da düşünmedim. Senin bile içinden çıkamadığın bir mesele hakkında ahkam kesmek kimsenin haddine düşmez.

"Kitaplarını bir çırpıda okuyoruz" klişesini sana yöneltmek büyük bir saygısızlık olurdu. Her insanın hayatında senin kitaplarını okuması gereken dönemler var. Zamanını sen belirliyorsun. Nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama tek bir kelimen bile "hayır daha bu kitabı okumaya hazır değilim" cümlesini kurdurtuyor insana.

"Ben buradayım sevgili okur. Sen neredesin?" demiştin ya, buradayız. Şimdi gençlerin (çoğu zaman beğenmediğin) ellerinde kitaplarını görsen mutlu olur muydun bilmiyorum. Popüler kültürden olsa gerek herkes "Tutunamayanlar"ı kütüphanesine özenle yerleştirir oldu. Aslında elimizden geleni yaptık o etikete dahil olmaman için, ama başaramadık galiba. Evet, hâlâ senin dönemindekiler kadar başarısızız. Sen gençlerin ve aydınların Doğu Batı karmaşasından şikayetçiydin ya, şimdiki halimizi görsen kim bilir ne kadar çok dalga geçerdin bizimle.

Mesela Twitter ve Facebook diye iki saçmalık var hayatımızda. Hatta senin özenle yazdıkların bazen oralarda tırnak içinde yazılıp beğeniliyor (Evet artık bir şeyi beğenmek de çok kolay). Daha da kötüsü
bazen ismin bile geçmiyor altlarında. Sen olsan kızmazdın, sadece dalga geçerdin. Ne de olsa insan dediğin "x" tir değil mi ustam? X dediğin de sürekli değişen  bir varlık.
Eylembilim kitabının başında Cevat Çapan senin çok alay ettiğin bir şey yapmış: kitabına önsöz yazmış. Ama hiç aklın bu tarafta kalmasın, sana yakışır bir önsöz olmuş.

Kitabında Server Gözbudak aracılığıyla yine çok şey anlatmışsın bize. O bahsettiğin masalarda konuşup ellerini bile havaya kaldırmadan ülkeyi kurtarmaya çalışan aydınlar var ya, hâlâ ölmediler. "-izm" maskesinin arkasına saklanıp kafeslerde yaşayanlar da yaşıyor (Ölümün seni bulup onların türüne kıyak yapması hiç adil değil.). Basmakalıp kavramlar da yaşamımızın her yerinde bizimle. Ama bir fark var: artık masalarda göstermiyoruz kendimizi, kurullarda, toplantılarda kurtarılmıyor ülke. Klavyelerimizle hallediyoruz o işi.

"İnsan genel bir isimdir, çeşitli şartlar altında, çeşitli bireyleri ifade etmek için kullanılabilir. Ona "insan" yerine mesela "X" de diyebiliriz." demişsin ya artık biz insanın ne olduğunu bile düşünmüyoruz galiba. Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim. Ben de bazen unutuyorum söylediklerini. O yüzden her yaşıma bir kitabını saklıyorum. Eylembilim romanınla yine hatırlattın unuttuklarımızı.

Okuyanlara iyi geliyorsun. Bizi sarsıp kendimize getiriyorsun. Bazen de haddimizi bildiriyorsun.

Bu kitabın her sayfasında yine utandım kendimden, etrafımdakilerden. Umut verdin sesinle. Teşekkür ederiz. Bize bizi hatırlattığın için teşekkür ederiz.

İyi ki varsın usta. Sırf sen aramızdan geçtiğin için insanlığa daha az kin besliyoruz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

15 Mart 2013 Cuma

Şiirde insanı aramak veya insanı şiirde bulmak

Beyazperde hayatın içinden çıktığı zaman insanın yüreğine daha fazla etki ediyor. Bu minvalde bazı kitaplar filmlere uyarlandığında sırıtabilirken, bazı filmler de kitaplardan feyiz aldığında daha sarsıcı olabiliyor. Kurtlar Vadisi, bir dönem yakın tarihimize yönelik kitapların okuma oranını artırmıştı. Başka bir gerçek ise Muhteşem Yüzyıl'ın Osmanlı tarihine yönelik ilgiyi artırması. Neticede insanlar merak ediyor, daha fazlasını öğrenmek istiyor. Bilgi kirliliğinden arınabildikçe, yapılan okumalar gerek kısa dönemde gerekse uzun dönemde fayda sağlayacaktır. Bir Yılmaz Erdoğan yapımı olan Kelebeğin Rüyası'nda, Muzaffer Tayyip Uslu (1922, İstanbul - 1946, Zonguldak) ve Rüştü Onur'u (1920 - 1942), hocaları Behçet Necatigil'i, az da olsa yakından tanıma imkanı bulmuştuk. 

Muzaffer Tayyip Uslu'nun, kendisi gibi veremden ölen arkadaşı Rüştü Onur'la birlikte Varlık, Kara Elmas, Değirmen gibi dergilerde ve Ocak gazetesinde şiirleri yayımlandı. Şüphe yok ki o dönemin başarılı genç şairleri arasında isimleri zikrediliyor.

Tayyip Uslu'nun şiirlerinde Orhan Veli ve Oktay Rifat etkisi ile acıyı zaman zaman duygusal, zaman zaman da alaycı ama incelikli işlemesi, sıkıntısının "derin" olmasının vesilesi. Buna, kötü ama hakiki olan hastalığını ve bitmek bilmez ekonomik sıkıntısını da eklemek gerekir.

"Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım
Anladım ama, iş işten geçmişola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzel hâlâ."


Kan adlı şiirinde -ki Turgut Uyar'ın en sevdiği şiirler arasındadır- tıpkı Behçet Necatigil'in dediği gibi "yaşamındaki acılara rağmen, gizli bir üzgünlük içinde yaşamanın güzelliğini" yazmıştır Muzaffer Tayyip Uslu. Tertemiz bir dili vardır ve dergilerde şiire dair yazdığı yazılarında da tıpkı dönem şairleri gibi temiz dili, gösterişsizliği ve dürüstlüğü savunur. "Şiir bilmece değildir" der.

"Niçin ağacı ağaç, bulutu bulut ve denizi deniz olarak seyretmiyelim? Niçin çiçek açmış canım erik ağacını ciğeri beş para etmez bir teşbih uğruna feda edelim? Şair harcıâlem şeylere teşbih ve mecazlarla lâyık olmadığı bir değeri vermek için çabalıyan bir sahtekâr değil, bulanık düşünceleri berraklaştıran hakikat arayıcısıdır."

Sadece hakikati değil, 1943 yılında Ocak gazetesindeki yazısındaki gibi insanı da arar Muzaffer Tayyip Uslu. Bu konuda oldukça hassas ve inatçıdır.

"Şiirde insanı aramak mürteci kafalı şovenlerin yaygaralarına ve terbiyesizce saldırmalarına kulak asmıyarak sırf Türk edebiyatının selâmeti için insanı aramak... İşte genç Türk şairlerinin parolası."

"Şimdilik", Yapı Kredi Yayınları tarafından Şubat 2013'te yayımlandı, 1 ay sonrasında 2. baskısını yaptı. Bunu şaşırmak yerine bu yazıdaki ilk paragrafı okuyabilir, belki bu fakire hak verebilirsiniz. Kitapta Muzaffer Tayyip Uslu'nun kitaplaşmış tüm şiirleri dışında ek bölümünde, kitaplaşmamış şiirlerini ve yazılarını bulabilirsiniz. Bu yazıların arasında öyle bir yazı var ki, bugün hâlâ kıymetini bilemediğimiz dostlukların ve dostların belki kıymetini bizlere yeniden anlatabilir. Rüştü Onur için yazılmıştır bu yazı...

"Rüştü ölmüş... Demek ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamıyacağım... Demek artık, bu şehrin caddelerinde dolaştığımız ve yeni yazdığımız şiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, ağacı ağaç, denizi deniz olarak seyrettiğimiz saatler, sırf şiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş... Ve ben daha şimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım."

Siz hazır yutkunmuşken, bir de "Rüştü'den Gelen Mektup" adlı şiire bakalım.

"Söyle sarı saçlı daktiloya
Ben yokum artık
Vefasız dostlara hatırlat
Kimseye kalmaz o dünya."

Son olarak, daima insanı arayan ve bunu sade bir şekilde söyleyen, şiir yolu Yunus Emre'den de geçmiş, çaresiz bir hastalığın mağlubu olmuş şairin hakkını, Andre Gide'ın "Sanatkâr güzel odalar yapsın, okuyucu ona kiracı bulur" sözüyle teslim edelim.

Yağız Gönüler

14 Mart 2013 Perşembe

İnsanların zaaflarını keşfetmek için

"Ahmaklık aklın defosudur. Küçük bir tamirle ıslah olabildiği gibi, şifasız da kalabilir. Dalgınlık ise aklın hayallerle uyuşmasıdır. Hayaller uçunca, çok sürmez yeniden uyanılır."

Doğu kültürünün temel taşlarından birisi olan menkıbeler için şöyle söylenir: "Menkıbeler uyumak için değil uyanmak için vardır.".

Kıssadan hisse sunan o eşsiz menkıbelerin yetişme kültürümüzdeki yerini görmezden gelemeyiz.

Doğu bilgeliğinin o keskin zekâsını bu kitapta görebilirsiniz. Her ne kadar bazı espriler o dönemin ve yazıldığı dilin ince kıvrımları olduğu için anlaşılmasa da genel olarak kitap ahmaklığı ve dalgınlığı ile nam salmış insanlar/anlatılar üzerinden dersler verebiliyor.

Kitabın orijinal adı "Kitâbu’l-hamkâ ve’l-mugaffilîn"dir. Kitap Türkçemize Enver Günenç tarafından aktarılmış ve Şule Yayınları'ndan basılmıştır. Kitap büyük hadis âlimi ve vaiz İbnü’l Cevzî’yi tanıtarak başlıyor: "Doğumu ve yetişmesi, hocaları, muhaddis ve vaiz oluşu, metodu (üslubu), şairliği, eserleri" başlıkları sayesinde İbnü’l-Cevzî hakkında dolgun bir bilgiye sahip oluyorsunuz.

Kitabın önsözündeki şu paragraf kitabı tanıtması bakımından yeterlidir diyebiliriz: "İbnü’l-Cevzî, Ahmaklar ve Dalgınlar Kitabı’nda insanların zaaflarını mercek altına alıyor. Sözü meclisten dışarı hikâyeler anlatıyor bize; güldürüyor, tebessüm ettiriyor. Mizahın ciddi bir iş olduğunu biliyor çünkü. Tezgâhına doldurduğu defolu malları pahalıya satıyor."

Peki kitaba konu olan ahmaklar ile gafillerin, delilerden farkı nedir? İbnü’l-Cevzî bunu şöyle açıklıyor:

"Ahmaklık ve gaflet, deliliğin aksine, amaç doğru olduğu halde yanlış yol takip etmek ve yanlış yöntem kullanmaktır. Çünkü delilik, amaç ve yöntemdeki bozukluktan ibarettir. Kısaca ahmak, amacı doğru olmasına rağmen yanlış yol takip eden ve amaca ulaşacağı yolda ilerlerken yanlış hareket edendir. Deli ise asıl hareket noktası yanlış olandır. Deli, seçilmemesi gerekeni seçendir. Bu durumu, kıssalarını anlatacağımız bazı dalgınları örnek vererek izah edeceğiz. İşte bir örnek: Valinin birinin kuşu kaçar ve şehrin kapılarının kapatılmasını emreder. Bu valinin asıl amacı, kuşun korunmasıdır."

İbnü’l-Cevzî ahmak ve dalgınların hikâyelerini anlatmadan evvel dinimizde şakanın yerini, âlimlerin gülmekten hoşlandığını, güldürmenin bir zekâ ürünü olduğunu, ahmaklığın anatomik olduğunu, insandan insana ahmaklığın değiştiğini, yaşadığı dönemin büyük ahmaklarını, ahmaklarla arkadaşlık yapmanın sakıncalarını ve ahmakların fiziksel ve ahlakî özelliklerini anlatıyor. Ahmakların fiziksel özelliklerini okuduktan sonra aynanın karşısına geçip kendinizi inceleyeceğinizi biliyorum:

"Ahmakların özelikleri fizik ve davranış bakımından iki kısma ayrılır: Hikmet ehli insanlar, şöyle demişlerdir: Eğer kafa küçük ve biçimsizse dimağın kötülüğüne alâmettir."

Calinous şöyle der: "Kafanın küçük olması, kesinlikle dimağın kötülüğüne alâmettir. Boynun kısa olması, dimağın (aklın) azlığına ve zayıflığına delâlet eder. Azaları ölçü bakımından birbiriyle orantılı olmayan kişinin dimağı kötü, aklı ve anlayışı kıt olur. Örnek olarak vücutça çok iri, parmakları kısa, yüzü yuvarlak, aşırı uzun, ensesi kısa, yüzü, alnı, boynu ve ayakları etli olanlar gibi."

Birkaç güzel kıssa ile yazımızı tamamlayalım kıssadan hisseler çıkaralım:

Adı Yezîd b. Şervân’dır. İbn Mervan da denilir. Kays b. Sa’lebe kabilesindendir. Sergilemiş olduğu ahmakça davranışlardan birisi şöyledir: Birgün boynuna boncuk, kemik ve seramik parçalarından yaptığı bir halka geçirdi. "Kendimi kaybetmemden korkuyorum ve kendimi tanımak için bunu yaptım!" dedi. Bir gece yatarken halka boynundan çıkar ve kardeşinin boynuna takılır. Uyanınca "Sen bensin, o hâlde ben kimim?" der.

İbn Halef anlatıyor: İki kişi valiye gidip şikâyette bulunurlar. Vali, aralarında hüküm veremez. İkisini de döver ve "Allah’a şükür olsun, onlardan haksız olan elimden kurtulamadı" der.

Antakyalı Hüseyin b. Sümeyda anlatıyor. Antakya’da Halepli bir görevli ve ahmak bir kâtibi vardı. Müslümanların savaşa giden iki gemisi batmıştı. Kâtip, Emire durumu bildirmek için mektup yazmış ve şöyle demişti: "Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Ey Emir! Allah seni aziz kılsın. Bil ki, iki tane gemi denizde alabora oldu, yani dalgaların şiddetli olması nedeniyle battı. İçindekiler helak oldular, yani telef oldular."

Halep Emiri de şöyle cevap yazdı: "Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Mektubun geldi; yani ulaştı. Onu anladık; yani okuduk. Kâtibini terbiye et; yani cezalandır. Onu değiştir; yani azlet. Çünkü o akılsızdır; yani ahmaktır. Vesselam; yani mektup bitti."

Bedevinin biri cemaatle öğlen namazını kılar. İmam, Bakara Suresi’ni okur. Bedevinin acil işi vardır ve kaçırır. Ertesi gün mescide gelir. İmam Fil Suresi’ni okumaya başlayınca namazı bırakır ve "Dün Bakara (inek) Suresi’ni okudu; namaz öğlen sonuna kadar sürdü. Bugün Fil Suresi’ne başladı. Gece yarısına kadar namazın biteceğini sanmıyorum!" der.

Muhammed Faruk Özcan

10 Mart 2013 Pazar

Hem en eski hem hep en yeniyi bir daha görmek isteyenlere

Huyumdur, her kitapçıya gittiğimde illa bir şiir kitabı alır, rastgele bir sayfa açar ve kendim için bir şiir dilerim. İstanbul’a geldiğim ilk zamanlardı. Tüyap Fuarı’ndaydım. Elime “Yalnızlıklar” kitabını aldım ve çıkan şiiri okudum: son dizesi; “Yalnızlık sizin size yokuşunuzdur”. Şiir hep yaşananlara pareleldir.

Yalnızlıklar; Hasan Ali Toptaş’ın tek şiir kitabıdır. Dili tertemizdir. Hayatın gerçek ama karanlık yanlarını renklerle gösterir size. “Bak aynıyız aslında, acılarımız aynı, kendine kapanmışlığımız, suskunluğumuz aynı. Aynı toprağın insanıyız çünkü.” der bir nevi.

“Ne
Neyi
Neyle örterse örtsün,
Her şeyin bir göstereni vardır.
Yalnızlığı, gösterense her şeydir.”

Ne çok kullanılmıştır bu kelime, ne kadar anlam yitirmiştir, şimdi hepsini silin ve yepyeni hiç kullanılmamış bir kelime gibi başlayın okumaya.

“Zangır zangır bir tren geçerdi ya, damarlarımızdan;
Yalnızlık onun dönmeyeceğini bilmekti.”

“Ölülerin dönüp dönüp bizde yaşamasıdır yalnızlık.”

“Her ölü ölümünü kanıtlar, yani yaşadığını
Ve biz durup dinlenmeden ölümlere ekleniriz,
Kurtuluş yoktur.
Yazılmamış kitaplardır ölüler”

Bir nehirde, akıp giden suyun görüntüsünde kendini izlemektir Toptaş okumak. Kendi çıkmazlarını, kendi tutkularını, yenilmişliğini, çaresizliğini izlemektir suda. O kadar sessiz o kadar sakin, kendini izlettirir yazar ve şair size. Devrik cümle kurma üstadıdır o bana göre.

“Gözün gördüğünü el, elin gördüğünü göz görmezmiş
Bilmiyordum
Nesneler adama tasma taktırıp gülermiş,
Bilmiyordum.
Bütün şarkılar aynı makamda okunur
Ayrı makamda dinlenirmiş
Ve susmak da bir şarkıymış
Bilmiyordum
Ben yalnızlığı ne sanmıştım bu keresinde?”

İllâ ki olur ağır ağır kitaplar okuyamadığımız zamanlar, illâ ki olur tek bir dizeden çok şey beklediğimiz anlar, o zaman açın, okuyun ve altını çizin, sonra altını çizdiğiniz yerleri tekrar okuyun. Odanızda, evinizde yalnız kalmak yerine ağaçların ve suların yalnızlığına sarılın.

Yalnızlığı çok iyi bildiğinizi mi zannediyorsunuz? Bir düşünün derim çünkü “her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

9 Mart 2013 Cumartesi

Şiir, çene çalmak değildir

Kemalettin Kamu'nun "Çankaya" adlı bir şiiri vardır. Bu şiirde "Kâbe Arap'ın olsun / Çankaya bize yeter" der. Yine aynı şair, İstiklâl Marşı adayı olan bir şiirinde ise "Yeter ey Kâbe'mizi elimizden alanlar / Alıkoymaz bizi yolumuzdan yalanlar" dizesini yazar. Şimdi bu fakir sorar, iki ayrı ve birbirinden uzak fikir bir şairde nasıl buluşur? Bunda menfaat mi vardır samimiyet mi? Bu duruma yalpalamak denirse ayıp, dürüstlük denirse terbiyeli mi olunur?

İşte İsmet Özel şiir denen uğraşıyı öyle bir yorumluyor ki, bu tip durum ve sorularla karşılaşıyor, onlara ciddiyetle yaklaşıyorsunuz.

"İnsanın bütün söyledikleri neyi ne kadar anlayabildiğinin itirafıdır" diyen şair, "Çenebazlık"ta bizi kendi toplantıları arasında bir şiir yolculuğuna çıkarıyor. 1964'ten 2006'ya kadar İsmet Özel'in söyleşilerinden oluşan bu çok değerli yazılar bize açıkça şunu söylüyor: Şiir, varlığımızın tescilidir. Şiir yoksa veya ortadan kaybolduysa, varlığımız da zan altındadır.

"Şiir bir deneyimdir, zihnî bir "maraz" değildir. Şiir adına tehlikeyi göze alamayan birinin şiire yaklaşamayacağını iyi bilmek gerekir."

Meydana çıkmak, otobüsten sonra metroyu kullanıp yürüyen merdivenlerden koşmak değildir. Meydana çıkmak cesaret gerektirir. Her dakika meydana çıkmak ve görünür olmak da samimiyetsizliktir. İsmet Özel, kelâmını ederken meydandan uzak, cesaretinden taviz vermeyen ve arada bir görünüp kaybolan duruşa sahip. Bu yüzden geldiği nokta -durduğu nokta da denilebilir- fikriyle sabittir. Aklını başından kaybetmemiş her okuyucu bunu idrak etmiştir, edebilmelidir.

"Eğer Türk şiirinde bugün bir güdüklük varsa bunun kaynağını genç veya yaşlı Türk şairlerinin çağdaş eleştirel güçlerindeki noksanlıklarda aramanın isabetli olduğu görüşündeyim."

Şair, ortama uyan değil ortamı uyandıran adamdır. İsmet Özel yazığı kitaplarla okuyucularını, yaptığı konuşmalarla da dinleyicileri uyandırmıştır. Okuyup dinlemelerine rağmen hala uyanamamış arkadaşlarda burun tıkanlığı olabilir. Malum, oksijen az geldikçe uykudan uyanmak da ağır olur. Burun, şiir konusunda da çok önemlidir. Robert Graves'e iyi şiiri kötü şiirden nasıl ayırdığı sorulduğunda, "burnumla" diye cevap vermiştir. Çünkü iyi şiir, güzel kokar. İyi şair de öyle.

"Şiir, has bir şairin ürünüyse has bir okuyucuya ulaşır. Ben aforizma şeklinde dile getiriyorum bunu yıllardan beri: Şiir şairin neresinden çıktıysa okuyucunun da orasına ulaşır. Dolayısıyla bütün bu şairlerin ne yaptıklarına dikkatle bakmamız lazım. Çünkü biz İstiklâl Marşı "şiir" olan bir toplumuz. Bugün o şiir de hasıraltı ediliyor."

Çene çalmakla çenebaz olmak aynı şey değildir. İkincisinde maharet ve kuvvet vardır. Ciddiyetin mahsulüdür. Okursanız, daha iyi anlayacaksınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Mart 2013 Cuma

Uzun mesele: Kısaca Türkiye

Bir ülkenin tarihini kısaca yazmak oldukça zor bir iş olsa gerek. Bir tarihçi değilim, olamam. Lakin aşağı yukarı 15 yıldır tarihe yoğun bir ilgim vardır, okur ve araştırırım. Türkiye gibi, mâzisinde dünyanın en büyük medeniyetlerinden birini saklı tutan ve devamında hem çalkantılı hem de türlü oyunlara mâruz kalan bir coğrafyadan bahsedersek, kısa tarih yazımı insanı da okuyucu da korkutabilir. Tarihe meraklı, geçmişi kısaca bir hatırlamak isteyen her insanın kütüphanesinde bu yönde kitaplar olmalıdır.

"Türkiye tarihi, Cumhuriyet'in ilanından ve bilhassa 1932 Tarih Kongresi'nden 1950'lere kadar -hatta bazı çevrelerce ondan sonra da Osmanlı ve Selçuklu tarihlerinden kopuk bir şekilde yeni bir insan ve yeni bir toplum yaratmak amacıyla ele alınmıştır. Devlete hâkim tek parti rejiminin bu kararı her ne kadar toplumu geçmişinden ve kültüründen koparamamışsa da Türkiye'deki tarihî düşünceyi birçok bakımdan etkilemiştir."

Böyle diyor büyük tarihçimiz Kemal Karpat, kitabını tanıtırken. Dobruca'nın Babadağ kasabasında doğan tarihçimizi biyografik olarak anlatmak yerine, herhangi bir kitabını alıp okumanızı öneririm. Zira kimi tarihçiler gösteriş budalasıdır, kimileri de işini yapar. Onlarca kitaba, yüzlerce makaleye, çok kıymetli ödüllere ve neticesinde ciddi bir konuma mazhar olan Prof. Dr. Kemal Karpat'ın "Kısa Türkiye Tarihi", 1800'den bu yana yaşanan olayları inceliyor. İstiklâl Savaşı, cumhuriyet, demokrasi, laiklik, Atatürk Türkiye'si ve AKP'ye kadar çok önemli tespitler ve veriler mevcut. Harita ve istatistik de kitapta kafi miktarda kullanılmış.

"Her ne olursa olsun Türkiye'nin 2008'den beri tüm dünyayı, bilhassa Avrupa'yı saran 1929-1932'den sonraki en büyük ekonomik krizi çok hafif atlatarak iktisadi büyümeye devam etmesi, hem içte hem de dış ülkelerde gücünü ve prestijini oldukça artırmıştır. Verilen resmî rakamlara göre, 2011 yılında Türkiye'ye gelen turist sayısı 30 milyona ulaşmıştır. Turizm gelirinin 20 milyar dolara çıkması da Türkiye'yi cazibesinden dolayı İspanya, İtalya, ABD ve Çin'le yarışır hâle getirmiştir."

Kitap üç bölüme ayrılıyor. Birinci bölümde Osmanlı Modernleşmesi ve İmparatorluğun Çöküşü (1800-1918) irdeleniyor. İkinci bölümde Cumhuriyet'in Kuruluşu ve Çok Partili Hayata Geçiş (1918-1960) başlığı altında belki de kitaptaki en önemli konular yorumlanıyor. Son bölümde ise Gerçek Demokrasi ve Öz Kimlik Arayışı (1961-2012) yer alıyor. Son sözün hemen ardından ekler bölümünde 1950-2009 Türkiye Genel Seçim Sonuçları tablolarla ifade ediliyor. 

"Kısa Türkiye Tarihi", gerek kronolojik sıralaması gerekse yalın anlatımıyla hem akılda kalıcı hem de büyük tabloyu görmek için çok faydalı bir eser.

Yağız Gönüler

7 Mart 2013 Perşembe

Dört yanı muhabbetle çevrili şiirler

Kişver, Farsça kökenli bir kelime. Ülke, memleket, iklim anlamlarına geliyor. Hüsrev'in kelime anlamı ise padişah, hükümdar. Hüsrev Hatemi'nin, "Benim şiir ülkemin en kuzeyi olan yaşlılık şiirler ile en güneydeki gençlik şiirleri, bu ülkenin kuzey ve güney kıyılarını çizmiş oldu" sözü, kitap hakkında yazmış olduğu hakikatli bir özet.

Kitabın hemen girişindeki tanıtım bâbındaki yazıda, hem Hatemi'yi hem de şiirlerini yakından tanıma imkanı buluyoruz. Bu farklı bir deneyim, zira şiirleri okumadan önce o şiirlerin hikâyesini az da olsa okumak heyecan verici.

Kişver'in bana göre en farklı tarafı, bir şairin hem ilk hem de son şiirlerini barındırması. Bu fikre kapılmasını Hüsrev Hatemi şöyle açıklıyor:

"İlk şiirlerimdeki ana çizgileri, 1968'den başlayarak bu kitaptaki son şiirlerimde de görebilirsiniz. Çünkü, övünmek gibi olmasın ama ben bağlandıklarımı kolay bırakamam. Feriköy yıllarımdan beri Kelime-i Şahadete bağlandım, örnek bir Müslüman olamadan bağlılığımı sürdürdüm."

Hüsrev Hatemi'nin şiirlerinde incelik, empati ve geçmiş zaman haberciliği var. Dolayısıyla bitirirken tadı damağınızda kalıyor.

"Oyun olsun diye yaşanır mı bunca acı?
Ah Dünya sen, başımın tâcı
Özellikle tâc-ı serim İstanbul,
Söyleyin boşuna değil bu acılar,
İlerde kesin bir yargı günü var."


Büyük ustaların kitaplarını önermekte hem kendini bilmezlik hem de kendini bilmek vardır. Bu ikisi arasında gidip gelirken yazı ortaya çıkıyor. Kişver'de o kadar güzel dizeler var ki, okuduktan sonra Hüsrev Hatemi'ye telefon açıp "Hocam ne olur 5-10 dakika muhabbet edelim" diyesiniz geliyor. Öyle bir dil, öyle bir üslup.

"Ne zaman kafesin içine süzülsem,
Kafes benden dışarı süzülüyor..."


Dergah Yayınları tarafından 2011 yılının ekim ayında bizi selamlayan Kişver, Hatemi'nin son kitabı olma özelliğini de taşıyor. Kapağından dizgisine, kitabın giriş yazısından şiir sıralamasına kadar kağıtlar incelik kokuyor. Bu incelik kitabın sonunda bizi Yunus Emre'ye kadar götürüyor.

"Hüsrev arıtıp dili,
Döndür Yunus'a yolu,
O'nun sözleri ölü,
Canlar için bengisu."


Kitaptaki son şiir olan İkbal Gazeli, 1962 yılında İslam Mecmuası'nda yayınlanmış, 1963'te aynı dergiden ödül almış. Göztepe'de 1962 yılında yazılmış. İki dizesini paylaşıp suskunluğa bürünmek boynumuzun borcu.

"Gönül yeter direnip durduğun kemâle yürü
O, ehl-i aşka tecelli eden Cemâle yürü."


İşte böyle.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Mart 2013 Cuma

Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara

Bir isim yaradılanı hayata katan. Bazen saltanatı bazen de ölümü olan. Yetmiyor isme sahip olmak, önemli olan onda vücut bulup taşımak. Varlığı da yokluğu da İsimle Ateş Arasında kalan. Taşıyamayınca ateşe düşüp, yakıp kavuran.

"İsim hayattan evveldi. İsim sebepti. İsim her şeydi."

"Çalıntı bir isim ile girdim onun hayatına. Ben artık yeni bir isim, yeni bir isim olduğuma bakılırsa yeni bir hayattım. Esame bir kağıt parçasıydı nihayetinde. Dokundum. İçim titredi. Kaderimin onda yazılı olduğunu o vakit nereden bilecektim?.."

"Bir isim, bazen insanı nerelere kadar getiriyordu!.."

Bir yeniçerinin esamesiyle yeni bir hayata başlamak isterken ateşe düşen Numan, Numan’ı ateşe düşüren Nihade ve Numan’ı bu ateşten kendisi bile koruyamayan kızı Nur’un çevresinde örülmeye başlanan bir hikâye. Tıpkı Nihade’nin usulca saçlarını ördüğü gibi…

Onun siyah saçlarının karanlığında gün be gün kaybolurken Numan, kızı Nur’un ışığını da kaybediyor. Aşk ise buhur dükkânının kokuları arasında gittikçe büyüyor.

Aşık, maşuk, koku.

"Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkânı yoktu."

"Onu gördüğüm o ile göremediğim o arasındaki uçurumları hesaba katmayarak sevdim."

"Kelâmın taşımaya güç yetiremediği tek şeydi koku. Kelâma yüklenemediği için haldi koku."

Diğer tarafta bir ismin saltanatını yüklenen padişahlar, padişahlarına büyük bir aşkla bağlanırken tüm yaşamları tek bir esameye bağlı yeniçeriler, saltanatı layıkıyla sürdürmeyi bekleyen şehzadeler. Asırlar içinde tam bir daireye dönüşen düzen garip bir şekilde geriye gitmeye başlıyor, padişah merkeze çekilip daire küçüldükçe yeniçerile dairenin dışında kalıyor.Şehzade iyi padişah olamıyor, yeniçeri ocağı bozuluyor, padişah kendi ordusunu yok ediyor. Bir mazurlar ve mağdurlar imparatorluğu. Koca bir imparatorluğun, hikâyesi kendi ağızlarından anlatılıyor. Okur padişahın da, yeniçerinin de insanı duygularına, zaaflarına tanıklık ediyor.

İktidar, savaş, yangın.

Bir de hiç görünmeden romanın asıl kahramanı olmayı başaranlar; Kanuni ve Mansur. Biri “Muhteşem”liğiyle sınırları zorlayan, diğeri o muhteşem dairenin sınırlarının dışında kalan. İsimlerinin gücüyle varlıkları daima hissediliyor. İsimleri varlıkların beyanındadır çünkü...

"Yükseliş, gerileme, yok oluş."

"Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus baş eğişle baş eğdim. Acıyan yerlerimin daha az acıyacağına dair ümidimi tümden yitirdim. Kaçmadım artık yaralarımdan. Yanarak var olmayı kabullenmekle sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye."

Yazıcı (Nazan Bekiroğlu) ilk aşk tasvirlerini İsimle Ateş Arasında yapıyor. Kalemiyle kağıt üzerinde ilk bu romanıyla yangınlar çıkarıyor. İçinden şiirsiz geçilemeyecek cümlelerini burada kurmaya başlıyor. Hazmetmesi zor, kitap elde elde asılı, ruh bedende boşlukta... Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

27 Şubat 2013 Çarşamba

Bir zihin açıcı olarak İsmet Özel

1944 yılında Söke'li bir polis memurunun altıncı oğlu olarak Kayseri'de doğan İsmet Özel, memleketimizin hem şiir hem de fikir alanında namlusu her daim sıcak bir silah gibi. Fikirlerini kurşun, şiirlerini yara olarak kabul edersek, belki canımızı kurtarabiliriz. Kalemini bir yakın dövüş ustası gibi sert kullanan İsmet Özel'in hem şiirlerinin hem de fikriyâta dayalı yazılarının kafa kurcalayan bir yapısı olduğu kadar, kafa açıcı bir tarafı olduğu da, bu ülkenin başkentinin Ankara olması kadar hakikatli bir durumdur.

"Itrî dinlemekten sıkılan bir adamın Süleymaniye'nin mimarisinden tad alabileceğini mümkün sayamayız. Hâfız Post'a yaklaşamamış olan birisi Doğu medeniyetinin (daha da daraltalım: Osmanlı Medeniyetinin) övgüsünü yapıyorsa ne yaptığından habersiz bir kimsedir şüphesiz."

"Zor Zamanda Konuşmak", ilk baskısı 1984 yılının ocak ayında Çıdam Yayınları tarafından yapılmış bir fikriyât kitabı. Bendeki, 1990 yılının mart ayında yapılan ve bir sahafta bulup aldığım 4. baskısı.

İlginçtir, ilk sayfasında arapça "Bismillahirrahmanirrahim" yazılmış. Ya okuyan bunu yazdı ya da kitabı İsmet Özel bu şekilde imzaladı. Bilmek isterdim, bilmiyorum.

Bu kitap İsmet Özel'in gazete yazılarından oluşuyor dersem çok yavan olur, izah etmek isterim. Bu kitap bir denemeler kitabıdır. Doğu ile batı sorunsallarının karşılaştırmalarından tutun da, bireyin tavrı, aydının zihin yapısı, şu anda yaşadığımız güncel veya geçmiş, gerek konuşma gerekse ifade etme sıkıntılarının sebepleri, müthiş akıcı bir üslupla yazılan önermelerle okuyucunun önüne seriliyor.

"Basit gözlemlerle anlaşılacaktır ki, insanın bağlı olduğu ahenk hangi seviyede ise o insanın düşünme seviyesi de aynı seviye çevresindedir. Bağlı olduğu ahenk dolmuş şarkıları, gazino müziği seviyesinde olan insan dünyayı aynı seviyeden kavrayabilir. Ahengi bayağılaşmış olan millet düşüncesinin yeniden ele geçirilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmakta bile güçlük çekecektir. Türkiye'de arabeskin zaferi ile bankerlerin zaferi birbirine paraleldir."

Görüşlerine ister katılın ister katılmayın, İsmet Özel'in zihin açma konusunda öyle bir üstünlüğü vardır ki her yeni veya eski kitabında bunu kesif biçimde fark edersiniz. Kitabı okurken bazen yorulabilirsiniz, sakın okumaktan vazgeçmeyin. Gerçekten kaybınız olur. Çünkü bundan tam 29 yıl önce yazılmış bir kitabın nasıl olur da hala güncel meselelere ışık tutabildiğine hayretli gözlerle ve meraklı zihninizle şahit olacaksınız. Bir el fenerinin pili bitebilir, ama bu, aydınlatma özelliğini yitirdiği anlamına gelmez.

"Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınıflandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır... Eğer okuyucu yazardan okuyucunun istediği türde ve düzeyde bir metin bekliyorsa, aslında o yazıyı okumuyor, teftiş ediyordur."

Meselenin ve kitabın özü şu ki; İsmet Özel okumak bu vatan toprakları için de, bu vatan topraklarında kitap okuyan insanlar için de nimettir. Dolayısıyla kitap için "okumaya değer" dersem terbiyesizlik yaparım. Okunması gerek(t)ir, okuyun. Bir zihne sahip olduğunuzun farkına varmak için, tahayyül gücünüzü artırmak için, nitelikli bir üslubun tadına varmak için okuyun.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Şubat 2013 Pazartesi

İsmet Özel'i anlamak isteyenler için kılavuz

"Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi, "ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın" gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden ondört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson, telâşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşanın cereyan ettiği anlatılır:

- Henry, neden buradasın?
- Waldo, sen neden burada değilsin?"

Kitaptan aktardığım iki dava arkadaşının şu kinaye yüklü konuşmasına bakılırsa öncelikle okunması gereken kitapların İsmet Özel’in Henry, Sen Neden Buradasın 1-2 olduğu düşünülebilir. Ancak hem yazarın Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabını daha önce yazdığı hem de kendisine şu tür soruların yöneltildiği düşünülünce ilk olarak bu kitabın okunması daha yerinde olacaktır:

İsmet Özel neden Mülkiye’de sosyalist öğrencilerden müteşekkil Fikir Kulübüne üye oldu?
Mülkiye’yi neden bıraktı?
Neden İşçi Partisi’ne üye oldu?
Neden Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılmasın diye başlatılan imza kampanyasını destekledi?
Neden İslâmcı oldu?
Neden Türkçü oldu?

Bu ve benzeri soruların tümü "Henry, sen neden buradasın?" babındadır. İsmet Özel kitaba "Waldo, Sen Neden Burada Değilsin" ismini vererek kendisine yöneltilen onca "İsmet Özel, neden oradasın" sorusuna adeta cevap vermiş ve biz okuyuculara "siz neden oradasınız?" diye sorarak düşünce dünyamıza bir kama sokmak ve mütecessis tarafımızı uyandırmak istemiştir.

Yukarıda sorulan soruların cevapları birleştirildiği takdirde bir İsmet Özel masalı oluşturulmuş olur. İsmet Özel de zaten bu kitabı kendisi üzerine kurulan bir masalı yıkmak istediği için yazdığını söyler:

"Herkes kendi masalını yıkmalıdır. Ben burada kendi masalımı yıkmaya çabalayacağım. Bunu başarabilirsem hem kendi insanlığım karşısında sahip olduğum sorumluluğun gereğini yerine getirebileceğime hem de başkalarıyla insanca ilişkiler kurmanın zeminine katkıda bulunabileceğime inanıyorum. Benim bu çabamı izleme zahmetine katlanan kişilerin (belki dostların) de kendileri hakkında uydurulmuş masalları yok etme yolunu benimseyeceklerini umuyorum."

İsmet Özel’in masalı ise kısaca şöyledir:

"Bir varmış bir yokmuş. Bir şair İsmet Özel varmış. İyi şiirler yazarmış. Nasıl olmuşsa bu İsmet bir gün komünist olmuş. Derken efendim, bir komünist olarak da iyi şiirler yazmayı başarmış ve hatta böylelikle yıldızı parlamış. Gel zaman git zaman, İsmet Özel’in duyguları, düşünceleri, inançları değişmiş (masalın her varyasyonunda bu değişmenin sebepleri muhtelif) ve Müslümanlığı bir hayat yolu olarak benimsemiş. Ama işe bakın ki adam iyi şiirler yazmaya devam etmiş. Eh, o erdiyse muradına, biz de çıkabiliriz kerevetine."

Her masalın gerçeklik tarafı vardır. Yoksa bir masalın içinde olduğumuzu anlayamayız. Biliyoruz ki gecenin varlığı gündüzün varlığı ile mümkündür. Bu masalın gerçeklik tarafı ise İsmet Özel’in her zaman iyi şiirler yazıyor oluşudur. "Bir şairin düşünce dünyasındaki değişmeleri en iyi şiirlerinden anlayamaz mıyız?" diye bir soru sorabilirsiniz. İsmet Özel de bu soruyu soracağımızı bildiği için bize bir yol çizmiş, masalları yıkmak için:

"Eğer şiir anlatılamayan bir şeyin anlaşılır kılınmasında bir görev üstlenmişse, Kötü Şiirler’den başlayarak yazdıklarım tarih sırasıyla, yani Sevgilime İftira (hayata iftira demektir bu), Kanla Kirlenmiş Evrak, Karlı Bir Gece Vakti, Propaganda, Tahrik, Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü, Esenlik Bildirisi, Amentü sırası gözetilerek okunursa yaşadığım geçiş sürecinin işaretleri fark edilebilir."

Ben illaki İsmet Özel ne demek istiyor anlayalım demiyorum. Ancak üzerine konuşulmasın diye hep bir kenara itilmeye çalışılan ancak, şairin bunun için özel bir gayreti de olmamasına rağmen, hep göz önünde bulunan İsmet Özel’in ne demek istediğini anlamamız belki kişisel olarak problemlerimize çözüm üretmeyebilir (sonuçta kaçımız şair hastalığından muzdaribiz?) ancak meselelere bakarken beynimizin kullanılmamaktan ve havalandırılmamaktan rutubetlenmiş ve örümcek ağları ile dolmuş arterlerinin açılması bakımından faydalı olur. Uzun lafın kısası, İsmet Özel cins bir kafadır, okuyucunun kafasını açar ve bu kitabında da neden kafa açtığını anlatmaktadır. Mademki bir masaldan uyanmanın en kolay yolu uyanmaktır, herkesin diline pelesenk olan İsmet Özel masalından uyanmanın yolu da bu kitabı okumaktır.

Muhammed Faruk Özcan

Acil neşe ihtiyaçlarında

Rahmetli dedemin evin geniş salonundaki sohbetleri, rahmetli pederiminse talebelerine sık sık verdiği vaazları, beni hep bir hikaye anlatıcısı olmaya öykündürmüştür. Mustafa Kutlu ve enfes kitapları ile bu öykünmemi içten içe tatmin etmişimdir.

Sanki ben onun kitaplarını okurken, Mustafa Kutlu, o babacan tavrıyla bir Anadolu kasabasında yanında ufak bir dere geçen uluca bir çınarın altında oturmuş hikayeyi hem yazmakta hem de bana anlatmaktadır.

Mutluluk yoktur bence hikayelerinde kalender bir neşe vardır, kahkaha değil mesela gülümseme, üzüntü değil hüzün, her neyse efendim Kutlu hikayelerinde yüreğimize dokunan parçalar var hep, okudukça sevindirik olduğumuz parçalar.

Mavi Kuş, Mustafa Kutlu’nun bahsettiğim çınarın altında yazdığı hikayelerinden biri galiba, 50’li 60’lı yılların Anadolu’sunda küçük bir kasaba ve o kasabanın insanları ana karakterleri hikayenin, bu karakterleri şehre, devlete, belki de dünyaya bağlayan istasyon ile kasaba arasında taşıma görevi yapan minibüsün hikayesi.

Minibüsün adı Mavi Kuş.

Mavi Kuş’un şoförü Deli Kenan’dan başlayan hikaye minibüsün yolcularından amerikan çiftin hikayelerine uzanıyor ve tüm yolcuları, yolda karşısına çıkanları dahi içine alıyor. Hikayelerden ufak parçalar:

Mavi Kuş’un ön koltuğunda oturan Ağa , kahyasına adab-ı muaşeret dersi veriyor: "Yavrum şimdi tankotlukta adet budur. Bayanlara çiçek verilir."

Yolculardan arkeoloji öğrencisi Gül ile şoför Deli Kenan arasında çok şey anlatan şu diyalog geçer, Kenan’ın kedisini sevme şeklini garip bulan Gül şöyle der:

"- Kediyi çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Ama ne biçim sevgi bu. İki de bir ‘lan’ diyorsunuz.
+ Biz sevdiklerimize ara-sıra böyle deriz.
- Ya sevmediklerinize.
+ Bizim sevmediğimiz kimse yoktur. Belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır."

Deli Kenan’ın ömürlük can yoldaşı Avcı Bilal’i anlatırken enfes sözcükler dizisi dökülür yazarın kaleminden: "Hani gülse bile gözlerinin hüznü ebedi yerinde duran bazı felek vurgunu adamlar vardır; onlardan biri."

Anadolu kasabası deyip geçtiğim yeri ise nasıl anlatmış yazar:

"O yıllarda taşra böyledir.
Küçük ve sıcak.
Yoksul ve samimi.
İçedönük ve derin."

Hikayenin hikayesini anlatmak için dil döktüm ama bunun arkasındaki gizemi yine Kutlu’ya bırakalım diyorum: Aslolan ayna camının ardına sürülen sırda. O sır olmasa kendimizi adi bir camın karşısında bulacağız ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Sır bize bir kapı aralıyor, işte diyor sen busun.

Acil neşe ihtiyaçlarınızda en az 5-6 sayfa okuyun, karşılayacaktır ihtiyacınızı, kapının ardındaki sırrın sizi de bulması dileğiyle.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas