16 Ekim 2012 Salı

İnsanın kendisi olmasının yolu nedir?

“Hiçbir zaman kendisi olamaz insan”

Bu cümle Orhan Pamuk’un tabiriyle romanın “gizli merkezi”. Şimdi bazı okuyucular bana kızabilirler romanın bütün sırrını anlattım diye. Hemen heyecanlanmayın çünkü yazar bu cümleye benzeyen cümleleri kitabın başından sonuna kadar birçok kez tekrar ediyor. Şimdi bana şunu sorabilirsiniz: Peki biz “Kara Kitap” ta ne okuyacağız? Hemen anlatayım sizlere:

Galip, İstanbul’da doğmuş ve büyümüştür. Kendisi avukatlık yaparak geçimini sağlamaktadır. Eşi Rüya ise amcasının kızıdır. Bir gün Rüya kısa bir not bırakarak evi terk eder. Galip, eşinin üvey abisi ve bir gazete de tanınmış bir köşe yazarı olan Celal’e ulaşmaya çalışır ancak kısa bir zaman sonra onun da ortadan kaybolduğunu anlar. Galip, Celal’in köşe yazılarından yola çıkarak Rüya’yı ve Celal’i aramaya başlar. Bu arayış sırasında galip, aklına o güne kadar gelemeyecek serüvenler yaşayacak, tarihin görünmeyen yüzünde gemisini İstanbul’a doğru sürecektir. İstanbul’un farklı noktalarına, caddelerine, sokaklarına, gecekondu mahallelerine gidecek, İstanbul’un gizemli yeraltına inecek ve tarihin farklı yüzüyle karşılaşacaktır. Maddi olan ile olmayan iç içe geçecek ve aslında Galip eşini ararken gerçekte neyi aradığını öğrenmeye başlayacaktır. Galip öğrenecek ve öğrendikçe arayışı son bulmayacak, tam tersine artarak eşi ve üvey abisinin nerede olduğunu merak edecektir. İşte, Galip’in eşini ve onun gazeteci abisi Celal’i arama sürecindeki Galip’in geçirdiği değişimi anlatıyor aslında kitap. İnsanın kendisi olma arayışını.
  
Ayrıca belirtmem gerekir ki kitap ağırlıklı olarak sonuçtan ziyade süreci anlatarak kendi merkezini meydana getirmekte. Kitabı ilk okumaya başladığınızda daha önce belki de bazılarımızın karşılaşmadığı bir gariplik dikkatimizi çekiyor. Bu gariplik Orhan Pamuk’un değişik denebilecek yazım tekniği. Bunun yanı sıra detaycı bir yazarla da karşı karşıya olduğunuzu da belirtmeliyim. Kitabın, tasavvuftan beslenerek hikâyesini anlatması ve bu anlatımı kitaba bir polisiye havası verecek şekilde yapması da kitabın üzerinde farklı bir hava bırakıyor. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar okuyucunun ilgisini ve merakını canlı tutmayı bu kadar çok ayrıntıyı verirken başarabilmesi ve “tasavvuf-polisiye-aşk” kurgusundaki dengeyi çok iyi kullanması kitabı edebi açıdan da oldukça başarılı yapıyor.
        
“Ancak, anlatacak hiçbir şeyi kalmayan insan kendisi olmaya iyice yaklaşmış demektir.”
           
Herkese iyi okumalar.

Ozan Şen

14 Ekim 2012 Pazar

Sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için

"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim..."

Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.

"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."

"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."

"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."

Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.

"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”

"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."

Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.

"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"

İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.

"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."

"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...

"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...

"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."

Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.

"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

13 Ekim 2012 Cumartesi

Her şeyin kaynağı aşktır, ilim dedikodudur

"Aşk imiş her ne var âlemde.
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak."


Okuduğunuz gibi, ben demiyorum Fuzûlî diyor. Benim fikrim umurunuzda olacaksa söyleyeyim, Ata Demirer'in "Eyvah Eyvah" adlı filmindeki repliğine katılıyorum: "Valla aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum."

Nereden nereye geldik bir paragraf içinde. Lakin Abdülhak Şinasi Hisar da 88 sayfada sizi 15. yüzyıldan 20. yüzyıla varıncaya dek aşk gezintisine çıkarıyor. Ucu bucağı olmayan bir aşk bahçesi düşünün. İster yalnız ister sevdiğinizle, müthiş bir gezintiye çıkacaksınız bu kitapla.

"Her derde çâre var güzelim, aşka çâre yok."
- Abdülhak Hâmid

"Cânıma bir merhabâ sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."

- Bursalı Ahmed Paşa

Bahsettiğim bu gezintide bazen şairlerin sitemlerini dinleyeceksiniz, bazen de hislerinin coşkusunu. Dolayısıyla hem ruhunuzu dinlendirecek hem de hafızanıza eski Türkçenin nakış nakış işlenmiş güzelliklerini ekleyeceksiniz.

"Görmemek yeğdir görüp divâne olmakdan seni."
- Sâbit

"Nesin sen ben de bilmem cân mısın cânân mısın kâfir."
- Nedîm

Aşka dair seçilmiş mısralar ve beyitlerden oluşan bu güzide kitap, nadide bir antoloji kıymetinde. Cep mesajı niyetine kullanmayınız, yârinize mektup yazarken faydalanınız. Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntıları ondan.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Ekim 2012 Cuma

Geçmişe dönüp şimdiyi görmek isteyenlere

Bugün 12 Ekim 1934. Kastamonu, İnebolu'da Türk Edebiyatı'nın usta bir kalemi dünyaya geliyor. Okuduğu değerli üniversite ve bölümlerine rağmen o soluğu yazmakta alıyor, yazmakla soluyor. 1972'de "Tutunamayanlar" ile kalbimize dokunuyor, 1973'te "Tehlikeli Oyunlar" ile aklımızla alay ediyor, aynı yıl "Korkuyu Beklerken" ile hikayelerini bir başlık altında toplayıp, "başımıza bunlar da mı gelecek?" dedirtiyor. Gerek gündelik hayatı anlatma derinliği, gerekse kelime zenginliği ile "Korkuyu Beklerken", Oğuz Atay'ın bir hikâye hazinesi oluyor.

"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır dedim, kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."

Ona "Türkiye'nin Ruhu" demenin yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki "Türkiye'nin Kalemi" demek daha yerinde olur. Zira bu kitabındaki karakterlerle ve o karakterlerin düşünceleriyle gerçekten de bu ülkenin tansiyonunu ölçmüş ve raporlamıştır Oğuz Atay. Özellikle "Beyaz Mantolu Adam", belki de hepimizizdir. Tekrar tekrar kendimizi okumamız gerekmektedir.

“Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim.”

Şimdi sıra bu kitabı henüz okumayanlarda. Korku kapınızda. Yeter artık onu beklediğiniz. Kapıyı, yani kitabın kapağını aralayın. Evet, artık 39 yıl önceden şimdiyi görmek için önünüzde hiçbir engel kalmadı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

"Dünyanın başlangıcı aşktır" diyenlere

İskender Pala'nın son kitabı, "Benim aşka inancım kalmadı hiç, sorma, sorma" diye tempo tutan tüm "aşksızlara" bir ders niteliğinde. Kitabın her bölümü ayrı bir ödev sunuyor okuyucusuna. Önce "aşk nedir?"den başlıyor, arada tarih sahnesinden güzel hikayeler sunuluyor ve kapanışta artık zihninizde özlem duyacağınız harikulade bir aşk resmediliyor. "Aşka Dair" her şey, İskender Pala'nın diri ve tahrik edici üslubunda saklı.

"Aşkın başlangıcı "görme", sonucu "bakma"dır. İlk görüş anında başlayan ilginin sırasıyla sevgiye, bağlılığa, kalbin erimesine, tutkuya, özleme ve nihayet aşka dönüşmesinin bir tek gayesi vardır; sevilenin yüzüne bakabilmek, o ilk görüş anının lezzetini ve hazzını derece derece artırarak kemale erdirebilmek."

Kitap hakkında çok şey yazmak istemiyorum çünkü konusu aşk olan eserlerde ciddiyetli bir gizem vardır. Bu gizemi bozmamak adına sizi İskender Pala'nın "Aşka Dair"ini okumaya davet ediyorum. Davete icabet etmek iyi bir şeydir.

"Gam, bir âşıkın en kadim ve vefalı dostudur. Kim sadık bir dosttan vazgeçmek ister ki? Yüreğinde bir gam taşıyan âşık, o gamdan güç alır, bir gün bitivermesinden korkar. Çünkü kalpteki gam devamlı sevgiliyi düşünmek demektir. Oysa bir âşık, sevgiliyi düşünmediği vakit nefessiz kalacaktır. Üstelik bur gamın sonunda mükafat vardır: Vuslat!.."

Mevsim sonbahar. Zaman; aşk size daha çok yaklaşmadan, aşka dair bir şeyler, ama önemli şeyler öğrenme zamanıdır. Siz de Adem ile Havva'nın aşkını dünyanın başlangıcı sayıyorsanız, aşkın en derinine inmek için bu kitabı "nefes" olarak kullanabilirsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hakikât içinde rivayet, rivayet içinde hakikât arayanlara

Ara sıra size de oluyordur; bir kitabı görürsünüz, ilginizi çeker, o an için önceliğiniz farklıdır, o kitapta da aklınız kalmıştır. Aradan birkaç ay geçer, tesadüf eseri kitabı raftan kendinize bakarken görürsünüz, bu sefer merakınıza yenilerek yemişim önceliğini dersiniz ve raftan kitabı alıp yutarcasına okumaya başlarsınız... İşte sevgili Serhat Poyraz’ın Şehristan Rivayetleri kitabı benim hayatıma böyle girdi.

Konstantiniye’de sıradan bir gün. Dilenci çocuk, avare avare gelip geçenlerin yüzlerine bakınmaktadır. Belki azıcık da olsa yardım ederler diye. Derken o çocuğun hayatını sonuna kadar değiştirecek bir el omzundan çeker alır onu ve bir teklifte bulunur.

Teklifte bulunan Kara Agop’tur. Teklifi alan başkişimiz Yavuz Ali’dir. Kimselerin ve hatta devlet erkanının dahi haberi olmayan loncanın adı Mest-i Esved’tir. Çocuğu hocası Penyücek’tir. En yakın arkadaşı Hayri’dir. Yavuz Ali’nin, loncanın yaptığı işleri onaylamadığı için ipten kurtardığı adam Ali Cengiz’dir. Konstantiniye’nin dokunulmazlığı da olan serserisi Macit’tir.

Bu kitap hakkında internetten bulabileceğimiz bütün yazılarda “büyülü” kelimesini kullanmışlar. Ortada büyü falan yok. Özenle seçilmiş karakterler, eski şehrin mahalleleri, gelenekleri, edebi- adabı var; okurunu sayfalardan içeri çekip gizli bir labirente sokan işgüzar bir yazar var; ortada son yılların “en iyi”si olabilecek gerçek bir roman var!

Serhat Poyraz, henüz 19 yaşında yazmaya başladığı romanını 23 yaşındayken bitirmiş. Dört sene sonra da yayımlatabilmiş. Bu kadar genç bir yazarın böylesine usta işi bir roman yazmasına ben akıl da sır da erdiremedim sayın okuyucu. Lâkin, okuduklarım bana “iyi edebiyat”a neden ihtiyacımız olduğunu bir kere hatırlatmaya yetti de arttı bile...

Serhat Poyraz’ın muhteşem ilk romanı “Şehristan Rivayetleri”, Türk Edebiyatına burun kıvıran mahrem yüzlere sille-i osmaniye nakşetmekten de geri kalmayacaktır. Serhat’ın üslûbunu ve yazı dilini çok meşhur başka bir yazarımıza benzetmekten de geri kalmayacak toplumumuz, eminim. Çünkü ve sanırım bu şekilde yazan iki yazarımız vardır Türkiye’de. İsmi ben söylemiyorum, okuyunca anlayacaksınız zaten.

Roman denilen şey böyle bir şey olmalı. Alkışlar Serhat Poyraz’a gelsin.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Ekim 2012 Salı

Ölüm Evi Güzellik Salonu'na hiç de hoş gelmediniz

Mario Bellatin, sadece 43 sayfada bir hastalığı vücudunuza olmasa da beyninize yerleştirebiliyor.

Kısa romanlar bazen uzun romanlardan çok daha zahmetli bir şekilde kurgulanmış oluyor. “Güzellik Salonu”ndaki öykü de aynen böyle.

Mario Bellatin, Perulu bir ailenin oğlu olarak 1960’ta dünyaya gelmiş. İlk kitabı Mujeres de sal 1986 yılında yayımlanmış. Güzellik Salonu ise Bellatin’in Türkçedeki ilk kitabı (2011), İspanyolcadan çeviren de Şevin Aksoy. Bellatin, doğuştan bir nedenle sağ kolunu kullanamıyor. Biraz da dikkat çekmek amacıyla sağ koluna takılı olan protezin kafasına gemi korsanı kancası geçiriyor.

Güzellik Salonu’nu tek cümleyle özetle dese birisi aynen şöyle derim: “Yalnız bir adamın dramı!”.

Kadın kıyafetleri giyerek geceleri eğlenmeye çıkan anlatıcımız, aynı zamanda Güzellik Salonu’nun sahibidir de. Henüz on altı yaşına varmadan evden kaçmış. Aldığı duyumlara göre ülkenin kuzeyinde iyi para varmış. Anlatıcımız bu noktada diyor ki, gördüğüm muamele her ne olursa olsun, yirmi iki yaşımdayken güzellik salonunu açacak kadar çok param olmuştu.

Erkeklerle beraber olan anlatıcımız gayet sıkı bir dille Homokatilleri Çetesi’nden korunmanın yollarından tutun da, güzellik salonunu hastalık kapmış ve kaptığı hastalık çok ilerlemiş olan AIDS’li erkekleri bünyesinde barındıran bir “Ölüm Evi”nin nasıl oluştuğuna kadar anlatıyor.

Güzellik salonunun giriş kapısında kadın erkek herkese hizmet yazsa da , salonun amacı doğrultusunda hizmet verdiği süre boyunca çok az erkek giriyor içeriye. Ancak anlatıcımız salonunu bir güzellik salonu olmaktan çıkarıp, hastanelerin bile kabul etmediği hastaların ölüm gününü bekleyen bir ölüm evine dönüştürdüğünde ise bu sefer sadece erkerk hastalar içeri alınıyor.

Kitabın tanıtımında Albert Camus’nün Veba romanını çağrıştırdığı NY Times reklamı olsa da ben bu fikre katılmıyorum. Olsa olsa bu roman da salgın bir hastalığı metafor olarak kullandığı içindir. Anlatım olarak Bellatin’in Camus’yle pek alâkası olmadığını söylemeliyim.

Sonuç olarak, salonu dahil neredeyse her şeyini belli bir amaç uğruna feda etmesine rağmen, öldüğü zaman kimsenin kendisi için bir damla gözyaşı akıtmayacak olması, bir adamı yalnız bir adam yapar. Anlatıcımız da yalnızlığını paylaşmak için yazmış bu kitabı. Okunmalı.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar