12 Eylül 2023 Salı

Hep aynı olana maruz kalmak

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak’ta modern zamanların ürettiği sahte biriciklikten dem vuruyor. Chul Han, metinlerinde insanı merkeze alarak eleştirel bir düşünce üreten nadir çağımız yazarlarından. Belki de filozoflarından. Chul Han’ı önemli kılan ürettiği düşünceyi tek bir izlekte ele almaması, modern zamanlara dair neredeyse her olguyu birbirine bağlamakta ve bağlantı kurmaktaki ustalığı.

Modern zamanların öznesi olan insan, kendisini farklı kılmanın peşindedir Chul Han’a göre. Farklı kılma eylemini ise ötekiyi kovarak, kendisini her anlamda ötekinin varlığından soyutlayarak başarmak ister. Öteki ortadan kaldırıldığında ise kişi, yapay bir dünya kurmuş olur kendisine. Kendisini şekillendirdiği örneklemeler, modern zamanın ve kapitalizmin teknoloji vasıtasıyla ona dayattığı modellerdir çünkü. Böyle olunca da ortaya birbirinin aynısı, farklı kişiler çıkmaktadır. Herkes kendisini marjinal bulurken, aslında koca bir insanlık sürü konumuna düşmüştür.

Aynının terörü” diye tanımlar bu çıkmaz sokağı yazarımız. Dünya yapaydır çünkü sanal bir yaşam sürdürülmektedir. İnsanlar seyahat etmektedir ama hiçbir deneyim yaşamamaktadır. Takdir kendisini like’a bırakmıştır. Bilgi yığını vardır ama kavrayış yoktur. Ciltler dolusu kitaplardan bilgiye erişme çabası, çalışma yerini yüz kırk karakterlik tweetlerden ham bilgi almaya bırakmıştır. Bilge vardır ama onda olan aslında sadece kabuktur, hiçbir mevzuyu derinlemesine kavramamıştır o, sadece o mevzuya dair birkaç cümle söz söyleyebilmektedir. Tweet atmasına yetecek kadar. Gelen like’lar da kendisini tatmin etmesi için yeterlidir. Birçok takipçisi vardır ama tek bir dostu yoktur. Yeni bir kişiyle karşılaşmıyor, tanışmıyordur ama binlerce kişiyle etkileşim halindedir. Hal böyle olunca insanın yaşadığı dünya “sanal”, “yapay” bir dünyadır. Gerçekliğin olmadığı bir dünyada da kendine haslık kaybolmuş, her yeri “aynı”lar kaplamıştır.

Teknoloji bir oto-propaganda aygıtı olmuştur. Ötekine, farklılığa ihtiyacımız yoktur. Önümüze halihazırdaki profilimizden yola çıkarak ilgimizi çekecek şeyleri çıkarır. Sınırsız tercih özgürlüğünün olduğu bu sanal dünyada hoşumuza gideceğinden emin olduğumuz videoları izler, programları takip eder ve hesaplarla takipleşiriz. Hep aynıya maruz kalırız. Farklı biriyle karşılaşıp da tanışmaz, onun bize katacağından habersiz hep aynının içinde bir ilüzyona maruz şekilde yaşamımızı sürdürürüz. Dijital ağlar, etrafımızı kuşatmıştır. “Dijital ekran hayrete müsaade etmez.” Dünya bir reklam sahnesine dönmüştür, insanlar da dahil olmak üzere her canlı ve her eşya, her duygu ve her değer bir üründür, tanıtılmalıdır, beğeni toplamalıdır, ilgi çekmelidir. Beğeni toplamayan ürün, (insan da olsa!) kendisine sahnede yer bulamaz. Dolayısıyla kişiyi hayrete düşürecek bir ötekiye bu sahnede yer ayrılmamıştır. Öteki yoksa, hayret de yoktur. Hayret yoksa bir insanın kendine özel bir yolculuktan bahsedilemeyecektir. Ancak kendi yolculuğunu gerçekleştirebilen insanlar, biriciklik konumuna erebilir. Kendi yolculuğuna çıkamayıp ona sunulan yola girenler ise, yolun içindekilere de uyacak böylece taklit bir yaşama sahip olacaklardır.

Her şeyin ve herkesin aynılaşması, anlamı da ortadan kaldırır. Anlam ortadan kalktığında yaşam kadar ölüm de anlamsızlığa bürünür. Oysa yaşam kadar ölüm de insanın kendisine, kendisini gösterir. Kendilik, biriciklik kendine ait bir yolculuğu, bir yaşamı olanların sahip olduğu bir şeyse, ölüm de elbette kişinin kendisine aittir. Günümüz toplumu ise acıya, eksikliğe, olumsuzluğa karşı bir zırh kuşanmıştır. O daima pozitifliğin peşindedir. Oysa daimi pozitifliğin kendisi negatif bir sonuca gebedir. Salt pozitiflik, aslında aynı zamanda salt negatiflik demektir. Çünkü anlam, pozitiflik ile negatifliğin birlikte olmasından doğar. Pozitiflik kadar negatiflik de insanı geliştirir, diri tutar, olgunlaştırır. Modern insan önce ölümü çıkarmıştır hayatından, sonra da tüm negatiflikleri. Hastalık kötüdür, başarısızlık kötüdür, aksilik kötüdür. Ondan kaçmalıyız, daima mutlu ve neşeli olmalıyız. Bütün bunlar haksızlıktır. Bu düşünce de insanı daimi mutsuzluğa sürükler. Sadece kişi veya eylem değil, duyguda da öteki dışlanmıştır.

Chul-Han, Ötekini Kovmak’ta “öteki”nin içine giren tüm meseleleri tek tek ela alıyor. Derinlemesine inceliyor ve insan yaşamıyla bağdaştırarak eksikliklerini, bu eksikliğin açtığı gedikleri tespit ediyor. Böylece modern insanın düştüğü çıkmaz sokağı bir kez daha tüm çıplaklığıyla tarif ediyor. Çıkmaz sokak dememizin nedeni ise modern insanın bu sokağı kendi eliyle var etmesi. Yoksa sokağın bir çıkışı var. O da eserde.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

8 Eylül 2023 Cuma

"Adı söylenince ürperen" çiçek gibi bir kitap

Dergâh Dergisi’nin son dönem genç şairlerinden Eda Fırat’ın Ses Efekti kitabı Dergâh Yayınları etiketiyle şubat ayında yayımlandı. 55 sayfadan ve 22 şiirden oluşan Ses Efekti rafine bir kitap görünümü veriyor. Şairleri belli bir akıma katı çizgilerle hapsetmeyi her zaman için çok doğru bulmasam ve bunun geçerli bir yöntem olduğunu düşünmesem de Eda Fırat’ı biçim yönünden Yeni Hececiler grubuna yakın görüyorum. Şiirlerin hemen hemen tamamı bu şekilde yazılmış.

Kitabı baştan sona bir seferde okuduğumda şunu söyleyebilirim: Eda Fırat lirizmin sınırlarına dayanıyor ve şiirlerde oldukça karamsar bir dünya çiziyor. İmgeye fazla yaslanmadan ama imgeden tam da kopmadan, açık şekilde oluşturulmuş tertipli bir kitap Ses Efekti. Merhum dostumuz Bülent Parlak’ın melankolisiyle Ziya Osman Saba’yı yer yer hissetmedim değil.

Şiirlerde karamsar bir hava var demiştim. Bunu zaman zaman yalnızlık, ama tek başına olmayan bir yalnızlık, “Hazırız, neden gelmiyor kimse”, kırgınlık, ümitsizlik, “Her dizesi kurumuş bir güldür şiirim / Sirenler, şehir ve ansızın bir şarkıya / Çok yüksekten atlar gibi hatta / Yitirdiğim en nadide parçamdır ümidim”, gibi duygular da izliyor. Bu duygular aslında şiirde çok tehlikeli duygulardır. Şiirin niteliğini götürüp bir anda arabesk sözler yığını arasında bulabilir şair kendini. Ancak Eda Fırat’ın, genç bir şair olmasına rağmen bu tuzağa çok fazla düşmediği kanaatindeyim. Bu tür duyguları dozunda ayarlamış. Yer yer neo-epik bir havaya da yaklaşmış bulunuyor bu ayarlamayı yaparken.

(Ara söz olarak şunu da söylemek istiyorum: Kitapta genel manada söz sanatları başarılı şekilde kullanışmış ancak teşhis konusunda şairin daha başarılı olduğunu söylemek isterim.)

Çok atak, enerjik bir kitap değil Ses Efekti. Bunu olumsuz manada söylemiyorum, bir tespit anlamında kullanıyorum. Daha durgun, saldırgan olmayan bir şiiri var Fırat’ın. Tabiî bu duruma seçtiği konular da yön vermiş. Fırat’ın söylediklerini bağırarak söyleyemezsiniz zaten. Seslenirsiniz ama içinizden, hatta kendinize. Zaten birçok şiirde de şairin şiiri kendine yazdığını ve şiirini bir sağaltım aracı olarak kullandığını düşündüm. Hatta hayıflanmaları bile, bence, şairin kendine yönelik: “Çocukça ağrılar duyuyorum kimisine göre / Günde on iki saat durmaksızın sabahın dördünde tak! / Kadersizlik, kötü şans, iyi kalp / Hırpalanmış bir boşluğu dolduruyor aşk

Eda Fırat’ın hayat karşısında acemi bir şiiri olduğunu söyleyebilirim. Bunun kitabın daha ilk şiirinden (Sesleniş) anlaşıldığını düşünüyorum -ki ilk şiirler önemlidir bir kitap için. Bu tür başlangıç şiirleri aynı zamanda şairi de tanımamızı kolaylaştırır. Ben bu şiirden kitabın genel havasını sezdiğimi ve şairin şiiri hakkında bir örneklem gördüğümü düşünüyorum: “Bir odadaydık dünya o odada, bırakmasan ellerimi / Bulmasan kendine yeni evler ve savaş ortamında bir gemi”. Umutsuzluğun içinde bir umut sezilse de bu umut kitabın genel havasına da çok fazla yansımıyor. Ara sıra anlık parıltılar halinde görebiliyoruz.

Kıta düzeni olarak tek bir biçim yok Ses Efekti’nde. 3’lü, 4’lü, 5’li mısralardan oluşan kıtalarla oluşturulmuş şiirler olduğu gibi farklı mısra sayısından oluşan şiirler de mevcut. Genel manada ise şiirlerin başlangıç ve sonlandırılışlarını başarılı buldum. Bu durum okurun zihninde şiirler hakkında olumlu bir imaj bırakır her zaman. Sözü, kitabın en sevdiğim şiirlerinden biriyle bağlamak istiyorum. Bence bu bölüm Eda Fırat’ın şairliğini kanıtlıyor okura. Şüpheye Çalım şiirinden bahsediyorum. Şiirin ilk bölümün buraya alıp yazıyı sonlandıralım. Eda Fırat çok daha iyi şiirler yazacaktır diye düşünüyorum. Bunun belirtisini bu kitapla verdi bana göre:

“Sabah tomurcuklandı, şüphe sökülmedi
Sırrı açığa vermedi ebruli yıldızlar
Yalnızlık kanırtır kabuğu düşmüş yaraları
Her şeyi boğulur gibi anlatır cömertçe akan

Su Temizlemez irinli yaraları bu hoyratlıkları
Silinmez nemi duvarın yapışmış boğazıma
İşte şurada bir kavga bitip tükenmez
Çocuk gözleriyle bize güler Asyalı”

Mehmet Akif Öztürk

Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu?

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in son faslında “Ne kadar hatıra ve insan… Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsediyorum. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum…” diyerek şahsi manifestosunu ortaya koymuştu aslında. Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda yaşayamayacağını, belki Merkez Efendi’nin dervişi olabileceğini, belki de hiçbir şey yapmayıp lakayt kalabileceğini ekliyordu sonra. Ve nihayet: “Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünya arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum.

Hepimizin “şuur ve benlik” buhranında çocuk olarak kaldığı, “olmak ve olmamak” davasında sık sık bocaladığı gerçeği Tanpınar’ın romanları, denemeleri ve hatta mektupları okunduğunda önümüze seriliyor. Gerçeği yeniden hatırlıyoruz diyemeyeceğim çünkü gerçek gün gibi, gece gibi, mevsimler gibi ortada. Bazen yağan yağmurla, kopan fırtınayla, sararan yapraklarla, asfalta düşen meyvelerle unutur gibi oluyoruz hakikati, çünkü örtünüyor. Ama sonra yeni bir kıyamet devri. İstanbul’da yaşayanlar için şehri bulmak, şehri yaşamak kadar zor. Hissiyatı diri tutmak, “her şeye rağmen” ya da “her şeyle beraber” İstanbul’da “olmak”, çetin bir mücadele gerektiriyor. Kitaplar, bunu bir nebze hafifletiyor.

Mehmet Samsakçı; Tanpınar’ın Eşiğinde adlı kitabında, Tanpınar’ın "değişerek devam etmek, devam ederek değişmek" mefhumundan sık sık söz eder. Buna Besim F. Dellaloğlu da bilhassa “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” kitabında değinmiş, açmıştır. Hayatta her şey bütünüyle; insanıyla, çevresiyle, kültürüyle ve hatta görgüsüyle değişirken şehirlerin de olduğu gibi kalması mümkün değil. Burada nostaljiyle romantizm, isyanla mücadele arasında bir yer seçmek de gerekmiyor illa. Bir tek bunu anlamak, yani değişerek devam etmeyi, devam ederek değişmeyi iyi çözmek gerekiyor. Bugünün dervişleri başka, bugünün şairleri başka, müzisyenleri ve mimarları başka. Ama tasavvuf, edebiyat, mûsıkî, mimarî genel çizgileriyle, adabımuaşeretiyle, ahlâkıyla, üslubuyla orada bir yerlerde duruyor. Kim nasıl alır, nasıl yaşar bilinmez ama genel kaidelere kılıf bulmak da bugünün insanının bir hüneri.

Tanpınar söz konusu olduğunda İstanbul’u onun her eserine işlemiş bir hazine olarak bulmak mümkün. Bu hazineden neler taşmıyor ki? Sadece sokakları, evleri, çeşmeleri, türbeleri değil elbette. Mûsıkîşinasları, şairleri, şeyhleri, esnafı… İnsan, mekân ve zaman; Tanpınar’ın zihnini, belki de kalbini en çok yoran, bazen de dinlendiren meseleler. Bu meselelerle uğraştığı ve Türkçenin en leziz üslubuyla yazdığı için bugün hâlâ ona başvuruyor, ondan bahsediyoruz. Sadece ondan mı? Ahmed Râsim, Ahmed Refik Altınay, Refik Halid Karay, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Nihad Sami Banarlı, Cemalettin Server Revnakoğlu, Süheyl Ünver, Sermet Muhtar Alus, Tâhirülmevlevî ve daha çok pek münevverimiz, mutasavvıfımız, edibimiz anlatmalara doyamamış İstanbul’u. Burada meraklısı için pek keyifli bir okuma önerisi geliyor: İstanbul’un 100 Yazarı, Kübra Andı – Mehmet Samsakçı, İBB Kültür A.Ş Yayınları, 2009.

Her şey devasa bir bütünün parçalara ayrılmaması, parçalara ayrılsa bile birbirinden çok uzaklaşmadan ötede beride durabilmesi için belki de. Çünkü her şey İstanbul’da ve İstanbul her şey de. Samsakçı kitabının girişinde Yaşadığım Gibi’den bir paragraf kullanmış, bu çok yerinde olan tercihi hemen aktaralım: “İstanbul işte budur. Nereye bakarsak bakalım, hangi ufuklara hasret çekersek çekelim, biz İstanbul’da ve İstanbul’la göreceğiz. Bütün tarih boyunca bu hep böyle oldu. Son beş yüz yılın hikâyesi, bir şehrin terbiyesi ve tebcilinden başka nedir? Şiirden, sanattan, muaşeretten dine kadar her şeyde İstanbul’un payı vardır.

Mehmet Samsakçı, Tanpınar’ın İstanbul’unda işte bu payların peşine düşüyor. “Genel hatlarıyla edebiyatımızda İstanbul” bahsiyle açılan kitap, medeniyet-edebiyat-şahsiyet arasında bir şehir çiziyor, Tanpınar’ın gözüyle ve gönlüyle. Göz ve gönül deyince; İstanbul’un mevsimlerine, ağaçlarına, sularına, lodosuna, sisine, gecelerine, mahallerine, camilerine, dergâhlarına, Boğaziçi’ne, Beyoğlu gazinolarına, İstanbul’un mimarlarına ve mimarisine, sahaflara, Kapalıçarşı’ya, Beyazıt’a, kahvehanelere, Dergâh dergisine, İkbal Kahvesi’ne, işgal anılarına, Fatih’e ve dolayısıyla fetih yıldönümlerine uğramamak mümkün değil. Kitabın içindeki neşe, son bölümle beraber hüznü çağırıyor sayfalara: bir rüyadan arta kalmanın hüznü. Çünkü bu bölümde eski İstanbul var, artık duyulmayan satıcı sesleri, kaybolan mahalle, yalnız eğlenen ve belki de bu yüzden hiç eğlenemeyen şehir, kaldıysa bir boşluk sokak ortası oyunları, giderek sıkışan yahut tamamen betonlaşan mesire yerleri, tüm sevinçleriyle bayram günleri. Bu kitaba samimice mesai harcayacak bir okur, Tanpınar ve İstanbul üzerine yeni bir okuma planı kurabilir. Bu yeni okuma planı aslında ‘yeniden’ olacaktır. Zira Tanpınar’sız İstanbul veya İstanbul’suz Tanpınar okumak mümkün değildir.

Evet, Tanpınar eskiyi, eskide kalanı ne kadar seviyor ve eski hayat değerleri ve unsurlarının gidişinden ne kadar ıstırap duyuyorsa bir o kadar da yeniye bağlıdır” diyor Mehmet Samsakçı ve şöyle devam ediyor: “O, Türkiye’de yaklaşık son 250 yıldır yapıldığı gibi bu iki dünyadan birisini sevmenin diğerine düşman olmak anlamına gelmediğini, gelmemesi gerektiğini bilen bir entelektüeldir. Bir insanın, mensubu olduğu milletin tarihini, kültürünü yapan unsurları, mesela itikadını, zevkini, estetiğini ve yaşama üslubunu günden, şimdiden kopmaksızın ve istikbal ufkunu kaybetmeksizin sevmenin ve bilmenin altın anahtarını bulmuş yazarlardandır.

O altın anahtar, İstanbul’dur. Her İstanbul sevdalısı gibi Tanpınar’da zaman zaman maziperest ya da nostaljik bulunmuştur. Halbuki Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Reşat Ekrem Koçu, Sâmiha Ayverdi ne yaptıysa, Tanpınar da onu yapmıştır. Yalılarıyla, konaklarıyla, Boğaz’ıyla, safalı gün ve geceleriyle ilgilenmiştir evvela, yani İstanbul’un aristokrat tarafıyla. Ama mütevazı evlerin, mütevazı insanların hayatlarını da konu edinmiştir. Böylece ortaya bereketli, hareketli, zevkli bir İstanbul fotoğrafı, daha doğrusu fotoğrafları süzülmüştür kaleminden. “Tanpınar’ın salt bir nostaljinin insanı olduğu asla söylenemez” diyor Samsakçı. Çünkü: “O sadece yeniyi, aktüeli, günü sevmek için mutlaka eskiye düşman olmak lazım gelmediğini, tarih sevgisi ve şuuruna sahip olmanın da yeni düşmanlığı demek olmadığını düşünür.

Hiçbir komplekse ya da modaya kapılmadan bir İstanbul anlatmaya çalışmıştır Tanpınar. Yegâne merkezi, muhabbetidir, yani sevgisidir. Nasıl bir sevgi olduğunu da “Muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşluğun ta kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.” diyerek anlatır Beş Şehir’de. Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir. Peki o halde, yazıya başlık olan soruyu cevaplayıp öyle bitirelim. Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu? Belki annesini, babasını, akrabalarını. Belki yanık bir türküyü. Belki Üsküdar’ın ezan sesini, Fatih’in genetik kodlarını. Belki Boğaz’da ve mesire yerlerinde cilveleşen âşıkları, onların tutkularını. Belki Huzur’u, belki Mahur Beste’yi, belki bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü. Belki “hep aynı boşluk” göründü gözüne ama “yaşadığım gibi” demesini de bildi. Onun İstanbul’da aradığı, yitiğiydi.

Hepimiz yitiğimizi arıyoruz bu şehirde; o yüzden ayrılamıyoruz, kopamıyoruz ve daha çok seviyoruz. Ona bir şey olmasın diye delirirken, ondan kurtulmayı da düşünebiliyoruz. Velhasıl kelam: “Doğrusu da budur. İstanbul, ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Eylül 2023 Pazartesi

Okyanus aşırı aşk

"Aramızdakinin ne olduğunu anladık, bu aşktı."

Simone de Beauvoir’ın, yirmi yılı aşkın bir süre birlikte olduğu Amerikalı sevgilisi Nelson Algren’e yazdığı mektuplar sadece ikilinin aşkını değil, aynı zamanda bir dönemin edebi, sanatsal ve kültürel hayatını da gözler önüne seriyor. Üç yüz dört mektuptan oluşan derleme, Tülay Evler ve Pınar Öztamur çevirisiyle Alfa Yayınevi tarafından yayımlandı. Nelson Algren’in yayınevi ve ajansları tarafından konulan yayın yasağından dolayı sadece Simone de Beauvoir’ın mektuplarına yer verilen kitapta; neredeyse çeyrek asıra yayılmış bir aşkı tek taraflı okuyabiliyoruz. Beauvoir’ın manevi kızı Sylvie Le Bon de Beauvoir tarafından kaleme alınan önsözde; ikilinin yaşadığı fırtınalı aşka ve mektupların akıbetine değiniliyor. Algren’in ölümünden sonra ortaya çıkan bu mektuplara Beauvoir’ın ne kadar şaşırdığını, Algren’in münzevi yaşamı ve yalnız ölümünü, cesedine kimsenin sahip çıkmayışını ve çoğunlukla ismi Sartre’la yaşadığı ölümsüz aşkıyla anılan (hatta Sartre’la yan yana mezarlarda yatan) Beauvoir’ın Algren’in yüzüğüyle gömüldüğünü öğreniyoruz. Yine kitabın başına eklenmiş ve 1908’den 1986’ya kadar uzanan kronolojideyse ikilinin buluşma tarihleri not edilmiş.

Fransa’da feminist hareketi başlatan, kadın hakları savunucusu, aktivist, yazar ve Sartre’la yaşadığı aşkla bilinen Beauvoir; 1947’de yaptığı Amerika seyahatinde Nelson Algren’le tanışır ama ne yazık ki ikili birbirinden ayrılmak zorundadır çünkü farklı kıtalarda yaşamaktadırlar. 1947 şubatında başlayan mektuplarda aşk, tutku ve coşku öyle derinleşir ve özlem öyle fazlalaşır ki Beauvoir dayanamayıp yeniden Amerika seyahati yapar. Yirmi yıl boyunca sürecek ve birbirlerinin kıtalarına adım attıkları kısıtlı vakitlerde ilişkilerini doya doya yaşayan çiftin aşkı süregider. Beauvoir, mektuplarının tamamında özleminden, birlikte geçirdikleri vakitten, sonsuza dek Algren’in karısı ve aşığı olarak kalmak istediğinden bahseder. Sartre’la özgürlükçü bir aşk anlaşması yapan Beauvoir’ın, Algren’e bağlılığı okuyanları şaşırtır. Yoğun aidiyet ve sığınma duygusuyla dolu mektuplar sadece ikilinin aşkını anlatmaz, ülkelerinin politik durumundan sosyo-kültürel yaşamına kadar bir çok şeye değinir.

Örneğin 13 Haziran 1947 tarihli mektubunda, Beauvoir, Amerikalı sevgilisine Albert Camus isimli arkadaşının Yabancı isimli kitabından sonra Almanların Paris işgalini alegorik olarak anlattığı Veba isimli bir kitap yayımladığını haber vermektedir. St Germain semtindeki ünlü Cafe de Flore’a “bu bizim varoluşçu kafemiz, aşağıda bir sürü insan var ama ben birinci katında tek başıma çalışıyorum,” der, St Germain semtindeki ağaçları seyrederek “bir kadın romanı yazıyorum,” der. Paris’teki entelektüel yaşamı, Sartre’ı, Gide’i, Camus’yü anlatır. Marcel Proust’un da yayımcısı olan ünlü Galimard Yayınevi'nde katıldığı kokteyllerden birine gelen John Steinbeck’ten bahseder.

İkili birbirlerinin ülkelerinin literatürünü okur, aynı zamanda birbirlerinin kitaplarının çevrilmesine destek olurlar. Simone “Moby Dick’i okudum, çok beğendim,” der. Mark Twain’i okuduğunu, Henry James’in en çok Yürek Burgusu’nu sevdiğini anlatır. Bir Avrupalının gözünden Amerikan Edebiyatını görürüz. Bize Goncourt ödülünü, Sartre’la konuşmalarını ve hatta Kopenhag, İsveç, Londra gibi seyahatlerini detaylarıyla anlatır.

Edebiyatçıların gizli çekmecelerini karıştırıyormuşum hissi verse de aşk mektuplarını okumayı çok seviyorum. Bu mektuplarda da onların sadece aşklarına değil, aynı zamanda bir dönemin kültürel yapısına hakim olup, sosyolojik yapısını inceleme fırsatı bulurken, entelijansiyanın yaşamlarına da konuk oldum. Aşk mektubu seven, okuyan, yazan herkese tavsiyemdir…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

Hayal ile hakikat arasında trajikomik bir roman

17 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, yazarlık yaşamına 1883’te Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başlar. 1896’da İkdam gazetesinde roman ve öyküleri tefrika edilirken üne kavuşur. Dönemin en çok okunan yazarı olur. Cadı ise “Garaib Faturası Külliyatı”nın ikinci romanıdır. Bu yıl Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından günümüz Türkçesine uyarlanarak okuyucuya takdim edilmiştir.

Eserde ruh ve ispirtizma konuları işlenmiştir. Ayrıca ölüm felsefî olarak ele alınmış ve tartışılmıştır. Diyalogların çoğunda metafizik olayları inkar edenler olduğu gibi bunun gerçek olduğunu da savunanlar vardır. Öyle ki romanın bir kısmında ruh çağırma toplantısı yapılırken Şükriye Hanım’ın babası, İsprit Reisiyle uzun uzun konuşur. Fakat bu konuşma bir vakitten sonra tartışmaya döner. Olaylar farklı bir akışa doğru ilerler...

Kitabın başlangıcı ise Fikriye adındaki genç bir hanımla olur. Fikriye dayısının evinde tek çocuğuyla yaşayan dul bir kadındır. Ancak onu evde istemeyen bir yengesi vardır. Amacı bir an önce Fikriye’yi evlendirmek ve evinden gitmesini sağlamaktır. Bir gün kılavuz kadınla görüşerek Naşit Nefi Efendi adında bir bey bulurlar. Bu beyi Fikriye’ye de söylerler fakat Fikriye bu duruma sıcak bakmaz. Evliliği istemediğini söyler ki, kitabın bu kısımlarında toplumun özellikle kadınların eş seçme hakkındaki özgürlükleri tartışılır. Zira Emine Hanım, daha gelenekselci bir portre çizerken, Fikriye dönemine göre daha modern bir kadın portresi çizer.

Gelgelim bir gün Fikriye’nin annesinin arkadaşı olan yaşlı bir kadın çıkagelir. Naşit Nefi Efendi’nin ilk karısının ölüp hortladığını, bu beyle nikahlanan kadınları da öldürmeye çalıştığını anlatır. Duyduklarından şaşkına dönen Fikriye, yengesine çok öfkelenir. Fakat ne var ki yengesi bu tür şeylere inanmadığını söyler. Bunun üzerine Naşit Nefi Efendi’nin eski eşi olan Şükriye Hanım’ın evine giderler. Tüm olan biteni bir de ondan dinlemek isterler.

Başlarda Şükriye Hanım, çok serzenişlerde bulunur. Fakat sonrasında yaşadıklarını kaleme aldığını söyleyerek, ortaya bir kitap çıkarır. Ve başından geçenleri anlatmaya başlar...

Nitekim evliliğinin ilk günleri normal geçerken bir gün çocuklara sürekli yemiş gelmesi onun dikkatini çeker ve bu yemişlerin kimin getirdiğini araştırır. Bu araştırmaların sonucunda da cadı anneyi yani Binnaz Hanım’ı öğrenmiş olur. Fakat bu bilgi giderek canını sıkmaya başlar. Zira hâlini eşine de açar ama o da konu hakkında bir şey söylemez. Tabii hâl böyle olunca Şükriye Hanım’ın içini giderek büyük bir kuşku kaplar.

Günler geçince de evde garip şeyler olmaya başlar. Nitekim Naşit Nefi Efendiyle birlikte Binnaz Hanım’ın yazdığı mektubu bulurlar. Bunun nasıl gerçek olduğunu şaşkınlıkla ve korkuyla anlamaya çalışırlarken bu olayın ardından daha ilginç olaylar yaşanmaya başlar. Şükriye Hanım’ın her günü kabusa döner ve bunun böyle gitmeyeceğini söyleyerek babasıyla birlikte plan yapar. Birkaç gün içinde de planı başarılı olarak gerçekleştirirler. Ancak nöbet tuttukları bir gecede kahve pişirirlerken ağır haşhaş kokusu onları baygınlaştırır. O sırada Şükriye Hanım, Binnaz Hanım’ı görür. Aceleyle babasını uyandırır. Adam ise tabancasıyla ateş etmeye başlar fakat silah boştur. Üstelik bu duruma Binnaz Hanım, kahkaha ile karşılık vererek üzerlerine saldırır. Bu maceranın üzerinden Şükriye Hanım ve babası sağ salim kurtulur. Fakat Şükriye Hanım bir daha eşi Naşit Nefi Efendiye geri dönmez.

Hikayenin sonunda da Emine Hanım anlatılanlara ikna olur. Fikriye’yi evlendirmekten vazgeçer. Naşit Nefi Efendi ise bir daha evlenmez. Ancak günün birinde komşu yalısında oturan Kadir Bey’den mektup alır. Mektupta yazılanlar onu adeta şaşkına uğratır. Zira kendisine kötülük yapan kişiyi yani Aramdi Hanım’ı öğrenir.

Bunun üzerine mektupta yazılanları gazete aracılığıyla herkese duyurur fakat ne var ki kadınlar ona inanmak yerine cadı hikayesine inanmaya devam eder...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Ölüm yaşla, sırayla değildir. Gençliğine güvenme."

"Yoksa hakikat adını verdiğimiz her şey hayalden ibaret midir?"

"Dünya fani, ahiret baki..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

30 Ağustos 2023 Çarşamba

Duyarlı insanın gücü ve yaşadığı zorluklar

"Ancak sığlıktan uzak, engin ve kendine özgü iki ayrı dünyayı içlerinde barındırması insanları birbirine bağlayabilir."
- Rainer Maria Rilke, Çünkü Zordur Sevgi

Jenn Granneman, yayın hayatını uzun yıllardır sürdüren "Introvert, Dear" adlı blogun kurucusu. Bütünüyle içe dönük insanlara hitap eden bu blog, internet aleminde "keşke en ince detayına kadar dilimize çevrilse" dediğim çalışmalardan biri olmuştur hep. 2019'da Hep Kitap tarafından meraklılara sunulan İçedönüklerin Gizli Yaşamı, alanındaki boşluğu doldurmuş şahane bir çalışmaydı. Özellikle içe dönüklerin hem gülerek hem de ağlayarak okuyabilecekleri bu kitapla birlikte Jenn Granneman ülkemizde de tanınır oldu. Timaş Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Duyarlı isimli kitapta Granneman'ın yanında Sensitive Refuge ortaklarından ve yazarlarından Andre Sólo da var. "Gürültülü, Hızlı ve Sürekli Üstümüze Gelen Dünyada Aşırı Hassas Olmanın Saklı Gücü" alt başlığını taşıyan çalışmada Sena Bayraktar'ın oldukça akıcı ve lezzetli çevirisine de şahitlik etmiş oluyoruz.

Kitabın ilk bölümünde duyarlı olma hâlini bir kusur mu yoksa süper güç olarak mı ele almak gerektiği üzerine yorumlar yapılıyor. Yaşadığımız çağ ile birlikte üzerimize her gün, her saat, her saniye yağan bilgi bombardımanı düşünülecek olursa duyarlı olan insanların işi hayli zor. Hassas ve duyarlı insanlar, her gün bu üstümüze üstümüze gelen dünyada olanları çok daha derinden hissediyorlar. Dolayısıyla duyarlılık hem kusur hem de süper güç olarak ayrı ayrı ele alınabilir. Hiç şaka kaldıramamak, aşırı tepkiler vermek, utanmak ya da kendini suçlamak için yer aramak, eleştiri kaldıramamak, çabuk alınmak gibi hâller duyarlılığı dikkatlice değerlendirmeyi gerektiriyor. Hassas ve duyarlı olmanın kötü bir şöhreti var yazarlara göre. Google'a "Çok hassasım" yazıldığında karşımıza çıkan makaleler şöyle oluyor genellikle: "Çok hassasım, nasıl daha dayanıklı olurum?", "Hassas olmayı nasıl bırakabilirim?".

Hassas insanların duymayı hiç istemedikleri şeylerden biri "Neden bu kadar hassassın?" sorusudur. Bu, bir insana yöneltilen "Neden yürürken ayaklarını kullanıyorsun?" sorusundan farksızdır. Meseleyi daha pürüzsüz biçimde anlayabilmek için şu satırları okuyalım: "Hassas yerine karşılık veren / tepkisel demek daha uygun düşer. Vücudunuz ve zihniniz, çevrenizde olup bitenlere daha fazla karşılık veriyor demektir. Kalp kırıklığına, acıya, kayıplara daha fazla tepki verirsiniz. Ama aynı zamanda güzelliğe, yeni fikirlere ve neşeye de daha fazla tepki verirsiniz. Başkalarının yüzeyle yetindiği yerde siz derine inersiniz. Başkaları pes edip bir sonraki işe geçtiğinde siz hâlâ düşünmeye devam edebilirsiniz."

Kitabın en güzel özelliklerinden biri, bazı bölüm sonlarında insanlara daha önce yöneltilmiş soruların cevaplarının bulunması. Mesela "Hassas olmak size ne ifade ediyor?" sorusuna verilen cevaplar oldukça önemli. Bunun yanı sıra hassas ve duyarlı bir insan olup olmadığınızı anlamak için bir test de bulunuyor. Jenn Granneman ve Andre Sólo, zamanımızda insanlara devamlı püskürtülen 'mutlu olma zorunluğu' ve 'güçlü ol miti'ne karşı duyarlı bakışı öneriyorlar. Duyarlı bakış, bize şunları dedirtiyor:

- Herkesin bir sınırı vardır - ve bu iyi bir şeydir.
- Başarı, beraber çalışmayla gelir.
- Merhamet meyvelerini verir.
- Duygularımızdan çok şey öğrenebiliriz.
- Kendimizi önemsediğimizde daha büyük, iyi şeyler yapabiliriz.
- Sakinlik de eyleme geçmek kadar güzeldir.

Yazarlara göre duyarlı olmanın insana sunduğu beş büyük armağan var: empati, yaratıcılık, duyusal zekâ, işlem derinliği, duygu derinliği. Hepsine bakıldığında duyguları daha yoğun yaşayan hassas insanların ne kadar güçlü ilişkilere, güçlü işlere kapı açabileceği, dolayısıyla dünyaya ne kadar ilham olacakları da dikkat çekici bir nitelik kazanıyor. Özellikle empati ve duygu derinliği noktasında tüm insanların ortak bir zeminde buluşabilmesi, dünyamız için fevkalade önemli olsa da bu şimdilik sadece bir ütopya. O yüzden biz, yazarların realiteye yakın yorumlarına bakalım: "Kişisel düzeyde bakıldığında duygu derinliği, hayatı bereketle yaşamanıza da olanak sağlar. Duygusal tepkilerin ölçüldüğü çalışmalarda, duyarlı insanların hem pozitif hem negatif deneyimlere daha güçlü tepki verdiği gösterilmiştir. En büyük tepkiyi alan deneyimlerin pozitif olduğunu zevkle hatırlatalım. Bu, duyarlı insanların neden genelde yüksek idealleri olduğunu, başkalarıyla güçlü bağlar kurduklarını ve özellikle güzellik söz konusu olduğunda -güneşli bir sonbahar gününde yapraklarla kaplı bir sokak veya köşedeki sokak sanatçısının çaldığı gitarın sesi gibi- hayattaki küçük şeylerden büyük keyif aldıklarını açıklar."

Aşırı uyarılma, sadece hassas veya duyarlı insanları değil, pek çok insanı olumsuz etkileyebilecek bir durum. Şurası bir gerçek ki duyarlı insanlar ve içe dönük insanlar bu aşırı uyarılma meselesine dair büyük sınav veriyorlar. Ailelerin kalabalıklaşması, şehirlerin kalabalıklaşması, sessiz alanların giderek azalması, freelance çalışma düzeniyle beraber iyice evlere kapanma, sürekli tatil peşinde koşan ülkelerde çocukların her an evde olması durumu, geleneksel toplumlardaki o hiç bitmeyen aile ziyaretleri, 'toplantıkolik' işverenler, toksik ilişkiler, narsisistlerin devamlı ön planda olması, dünya üzerinde olan biten her şeyin anında sosyal medyada yankı bulması, bilen bilmeyen herkesin her konuda uzmanca yorumlar yapabilmesi... Sayılamayacak daha birçok etken var. Kitapta bu konuyla ilgili olan bölümü dikkatle okudum ve epey yararlandığımı söyleyebilirim. Şuraya lütfen dikkat:

"Bazılarının kovası büyükken bazılarının -duyarlılarınki- küçüktür. Kimse kovasının büyüklüğünü seçemiyor, hepimiz uyaranlarla başa çıkacak farklı bir sinir sistemiyle ve farklı bir kapasiteyle dünyaya geliyoruz. Ama duyusal işleme zorluğu çeken çocuklarla ve yetişkinlerle çalışan iş ve uğraşı terapisti Larissa Geleris'e göre, kovanın boyutu ne olursa olsun her ses, duygu ve koku, onu biraz dolduruyor. Kovanız kuruyorsa canı sıkkın, rahatsız hatta depresif hissedersiniz. Kovanız dolup taşıyorsa da stresli, bitkin ve tükenmiş -hatta belki panik hâlinde, öfkeli ve kontrolden çıkmış- hissedersiniz. Herkesin belli bir uyaran eşiği vardır ve herkes kovasının doğru oranda dolmasını ister, böylece ne yetersiz ne de fazla uyarılırlar. Örneğin, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan bir çocuk, kovasının hep kuru olduğunu hissedebilir. O yüzden kendisini uyarmak amacıyla parmaklarıyla masaya vurur veya sınıfta oturduğu yerde tepinir. Siz duyarlılar için durum tam tersidir: Kovanız, iş yerinde geçirilen bir gün sonrası ya da evde çocuklara bakmak gibi gündelik aktivitelerle hemen dolar. Geleris durumu, 'Kova dolduğunda taşar ve düzensizlik ya da aşırı uyarılma gözlemleriz. Duyu sisteminiz, 'Hayır, daha fazlası olmaz. Yeteri kadar bilgi işledim, filtreledim, aşırı yüklendim ve artık daha fazlasını kaldıracak kapasitem yok' diyordur' diye açıklıyor."

Herkesin duyarlı bir tarafı olduğu muhakkak. Kimileri bununla gurur duyuyor, kimileri alay ediyor, kimileri de hassas olmaktan utanıyor. Bu kitap uygulanabilir alıştırmalar ve güncel araştırmalar eşliğinde pek çok düğümü çözüyor. En önemlisi de kişiyi kendisiyle barıştırma noktasında ilk adımı atan taraf oluyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Ağustos 2023 Pazartesi

Anadolu’yu içeriden görebilmek

Reşat Nuri’nin Anadolu Notları, aslına bakılırsa oldukça sıradan denebilecek satırlar içerir. İşi gereği Anadolu’nun pek çok yerine yolculuklar yapmak durumunda olan bir Milli Eğitim müfettişi yazarın karşılaştıkları, yaşadıkları ve gözlediklerinden oluşan, içten ve kendiliğinden yazılmış yazılardır. Romantik gibi gözükse de oldukça gerçekçidir. Yazarın, görüp düşündüklerini zorlanmaksızın basitçe dile getirdiği yerler oldukça değerli tespitler içerir.

Özel bir gayret ve amaç yokmuş gibi hissettirdiği için midir bilinmez ama okurken kendinizi bir anda dönemin atmosferine bütünüyle kapılmış bulursunuz. O sıradan cümlelerin lirik bir şekilde ruhunuza işlediğini hissedersiniz. Çok az yazar Anadolu’yu Reşat Nuri kadar içeriden görebilirmiştir. Onu, bir tiyatro dekoru gibi olması gereken her şeyi eksiksiz fazlasız yazının gerekli yerlerine yerleştirmiştir. Oyuncular ilk andan itibaren bellidir ve mutlaka ilginç bir olay örülmektedir. Anadolu, onun büyük sahnesidir. Anadolu insanı ise basitliğinin ve çaresizliğinin içinde sakladıklarını sadece kalpten bir bağla bağlandıklarına açtığı, ancak yakından tanımakla kendini gösteren ve bu nedenle üzerinde epeyce çalışılması gereken oyuncularıdır.

Bu yazılar bir bakıma yol notlarıdır. Özellikle yolların ve vasıtaların durumunu, kaldığı otellerin temizliğini, yediği yemeklerin ve içtiği suyun kalitesini çok dert edinir Reşat Nuri. Sineklerden başı derttedir. Kalacak otel, yiyecek lokanta bulmakta sıkıntı çekmektedir. Dönem, 30’lu 40’lı yıllardır ve yazar, bir şehirden bir diğerine giderken yanında mutlaka su taşımaktadır çünkü temiz su bulamama ve ancak kaynatarak içmek durumunda kalma gibi zorluklar yaşanma olasılığı bulunmaktadır.

Anadolu’nun eğlencesizliği ve keyifsizliği de onun için bir başka önemli konudur. Akşam olunca mütevazi kapıların ardına çekilen ve dışarıdan bakıldığında hayli sıkıcı denebilecek küçük hayatların iç tarafına yönelik gerçek bir merak ve ilgi duymaktadır. Onun yazarlığının sırrı da galiba bu gerçek merakın peşinde, bitmeyen bir heyecanla arayışta olduğunu hissettirmesidir. Dışarıdan görünenle değerlendirme yapmayacak kadar yazarlığının bilincindedir.

Tulûat tiyatroları üzerinde önemle durur mesela. Bu tiyatrolar durgun suyun dalgalanmasına neden olduğu için, bu kapalı insanların gönlünü eğlenceye ve bir bakıma kısa süreliğine dış dünyaya açtığı için hayli önemlidir. Onun izlediği, tiyatrolar değil tiyatrolar esnasında halkın nasıl izleyip nasıl tepkiler verdiği, oyunculardan hangilerini daha çok beğendiği, kendisini daha çok hangi tiplerle özdeşleştirdiğidir.

Denebilir ki Reşat Nuri, Anadolu’yu bir büyük tiyatro oyunu gibi durmaksızın izlemiştir. Kendisinin de ana kahramanı Anadolulu karakteridir. Bu kadar bütünleşince de ister istemez hem her şeyi yakından ve içeriden hem de görülmeyen açılardan görme imkânları bulmuştur. Buna bağlı olarak aynı zamanda bu insanları ve hayatlarını savunma ihtiyacı duymuştur, denebilir.

Örneğin, Anadolu’yu gezen veya gözlemlerini yazan pek çok kişinin en çok şikâyet ettikleri konulardan biri, mahalle kahveleridir. Genel eğilimimiz bunun miskin şarkın sembolü olduğu yönündedir. Geriliğimizi hatırlatmakta, her türlü serseriliğin, kumarın, kavganın ve dedikodunun mekânı gibi algılamaktayızdır. Mehmet Akif’in sert dizeleri hepimizin hafızasındadır. Oysa Reşat Nuri öyle düşünmemektedir.

Kahveler üzerine olan yazılarından birini, kendi tabiriyle “tam kahve düşmanlarının tasvir ettiği gibi bir kahve”den yazamaktadır. (s.158). Bu küçük kasabada henüz saat akşamın 6.30’udur ve hayat çoktan evlerin içine çekilmiş, kandiller yanmıştır. Ne kadar evsiz barksız ve evlerinde sıkılmış insan varsa kahveye toplanmıştır. Oyun oynayanlar, dedikodu yapanlar, ertesi gün kurulacak pazara gelmiş köylüler, serseriler, emekliler…

Güzel amma burasını kapatırsan biz bu kadar kişi bu saatte nereye gideceğiz?” (s.158). diye sorar ve şöyle devam eder: “Ben neyse ne…Bugün varsa yarın yok…Gelgeç bir misafir…Fakat ötekiler ne yapacaklar? Şu neredeyse sobanın içine girecek başı, boynu sarılı ihtiyarın evde acaba ateşi var mı? Bekleyeni var mı? Karısının bu zamana kadar yaşamış olması şüpheli…İçinde artık bulunmayan sıcak ve rahat köşeyi arar gibi durmadan döndüğü, kıpırdandığı yatağa şimdiden girerse sabahı nasıl bekleyecek?” (s.159).

Tıpkı bunun gibi kahvede o an gördüğü memurların, esnafın, köylülerin hayatlarını ayrı ayrı hayal eder ve genellikle eğlencesiz, tekdüze, yorucu ve neşesiz, kimsesiz bulur. Kahve bütün bunlar için kesin ve önemli bir ihtiyaçtır. Taşra yalnızlığının ve bunaltısının atıldığı ender mekânlardan biridir.

Bu insanlara zamanlarını neden burada öldürüyorlar demek de çok yanlıştır çünkü burada geçirilen zaman sanılanın aksine hiç de ölü değildir. Bilakis, en canlı hallerini içeriyor olabilir. Bu insanlardan özellikle eğitimli olanların neden kitap okumadıklarını sormak da ona göre çok yersizdir. Her ne kadar bu insanların bir kısmı kasabanın ileri gelenleri, okuyup yazmışları olsa da neden kitap okumuyorlar demek “Niye piyano çalmıyorlar’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lazım gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir.” (s.160). Bu ise çocukluktan itibaren buna göre yetişmiş ve bu şekilde yaşamış olmaktan gelen güçlü itiyatlar gerektirmektedir.

İşsizleri de savunur Reşat Nuri. Bu insanlar kahvelere geldikleri için işsiz değildirler; işsiz oldukları için kahvelere gelmektedirler. Burası da olmasa işsizliklerine bir de yalnızlık ve bunalım eklenecektir. Hele artık tekaüte ayrılmış devlet düşkünleri! Bu insanlar hiç değilse henüz şahitleri hayatta olan üç beş hatırayı anlatacak birilerini bulmakta ve bu sayede hayata tutunmaktadırlar. Ya bu da ellerinden alınırsa?

Her durumda Anadolu insanını savunacak bir şey bulsa da bu durum kaleminin vakarından kaybettirmez. Bir kere daha, onların yaşadıklarını içeriden duymakla ilgili bir durumdur bu. İçeriden görebilme kaçınılmaz bir savunma ihtiyacı doğurur. Yazarlık ise tam anlamıyla içine girebilmekle, görünmeyene nüfuz edebilmekle ilgili olduğundan, bu yazılar kalıcıdır.

Anadolu Notları’nın bir başka ilginç bölümü -belki de en ilginç yeri- para ve Anadolu insanının parayla olan ilişkisi üzerine olan yazılardır. Özellikle köylüde para fikri üzerine birkaç yazı yer alır ki hayli ilginç gözlemler barındırır. Okuduktan sonra bugüne kadar neden bu bölüm üzerinde yeterince durulmadı acaba diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Çok ince ve bir o kadar derin tahlillerle yüklü bir bölüm bu da.

Anadolu köylüsü ilk bakışta paraya fazla önem veriyormuş, para karşısında zaafları varmış gibi gözükür. Reşat Nuri bunu, para düşkünlüğünden çok paranın ele geçtiğinde mutlaka doğru kullanılmasının hayati derecede önemli oluşuna bağlar: “Anadolu’nun paraya tapıyor görünmesi hasisliğinden değil, onun en lüzumlu yerde kullanmak fikir ve meylinden doğar…toprağın, sermayelerin en aşınmazı olduğunu o herkesten iyi anlamıştır. Hasılı Anadolulu hasis değil sadece taş ve kayadan koparırcasına güçlükle eline geçirdiği birkaç parayı ucu ucuna getirmek gayretiyle yanan bir fakirdir.” (s.259).

Bir keresinde de Reşat Nuri’nin içinde olduğu araç yolun bir yerinde batağa saplanır. Şoför telaşla ne yapacağını bilmeyerek uğraşsa da nafile, kımıldatamaz. İlerdeki tepede onları izleyen bir köylü oturmaktadır. Şoför, uzaktan, “Haydi baba. Mandaları al, gel..” (s.263) demesi üzerine Reşat Nuri, şaşırarak “görünürde köy filan yok bu adam kalktı nereye gidiyor” diye sorma ihtiyacı duyar. Bunun üzerine şoför, “An ne çarıklı bezirgândır onlar…Makinelerin yolun neresinde batacaklarını bilirler. Mandalarını bir yerlere saklayıp kapana kısılmamızı gözetlerler. Artık ne tutturabilirlerse insaflarınadır.” (s.263-264).

Gerçekten de köylü, fırsattan istifade etmenin türlü yollarını bilen, kurnaz bir adamdır. Bu kervan geçmez yolda bütünüyle adamın insafına kalmışlardır. Durumdan istifade yüksek bir ücret talep edeceği, şantaj yapacağı bellidir fakat şoförün mırın kırın edeceğini düşünen adam daha baştan Reşat Nuri’yi gözüne kestirerek “çıkarırım ama ücretini senden alırım, tamamsa” der. Reşat Nuri, “Kavga edecek bir şey yok baba…Anlaşırız” diyerek sorumluluğu üstlenir. Derken, adam aracı battığı yerden çıkarınca çok yüksek bir ücret olduğunu düşünse de 25 kuruş talep eder. Gerçekteyse yapılan işe mukabil oldukça makul bir rakamdır. Reşat Nuri bunun üzerine şöyle der ki bu onun genel bakışını da yansıtır: “Efendi Anadolulu…Boşuna yorulma. Sen ahlaksızlığa karar verdiğin zaman da beceremeyeceksin.” (s.265).

Son bir not olarak, devlette uzun süre çalışıp kenara çekilenlerle köylünün tutumunu karşılaştırdığı bir yerde şöyle der: “Köylüdeki yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda [devlet düşkünlerinde] yediğini yememiş görünme manisi…Fakat birincinin yalanı, ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar vakur ve sempatiktir…” (s.270).

Reşat Nuri okuduğunuzda, yalansız bir şeyler okumanın zevki edebiyatla birleşerek kendimizi bir tiyatro sahnesinde izleme hissi yaratır. Ve oyun sıkıcı değilse bunun nedeni, içimizden geçirip bir türlü hayata dökemediğimiz, olanca eksik yanlarımızdır!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca