10 Temmuz 2021 Cumartesi

Knausgaard ve yazma serüveni

Aşırı odaklanmanın dikkatsizlik doğurması gibi, bir şeyi aşırı derecede yapmaya çalışma da tam tersine bir tıkanma yaratabiliyor. Yazmak, buna en iyi örnek belki de çünkü yazmaya fazlaca çalışmak, acaba ne yazsam diye takılıp kalmak hemen her zaman içeriğin kaybolup gitmesine ve ne kadar düşünürsek düşünelim açığa çıkıp geri gelmemesine sebep oluyor.

Yazmak, iyi yazmak, insanın kendiyle baş başa kaldığı bir etkinlik olduğundan aracısızca bir ilişki kurmayı gerektiriyor ve istemsizlik, tam olarak bu aracısızlığa karşılık geliyor. Kendiliğinden, öylece geliveren düşünceler bize rağmen bizi alıp bir yerlere götürüyor ve o andan itibaren yazan öznenin kim olduğu tam olarak belli olmuyor.

En sıradan görüntüler, en unutulmuş sandığımız hatıralar ya da en önemsiz gördüğümüz hadiseler bir anda hiç bilinmeyen sırlara kapı aralıyor. Buna biz de şaşırıyoruz, bir bisikletin kırılan telleri yıllar önce gittiğimiz bisiklet tamircisinin, öğlen yemeğini yerken simsiyah olmuş elleriyle tuttuğu ekmeğin üzerine bulaşan siyahlığa aldırış etmeyişine götürebiliyor. Bu görüntü neden bizde takılıp kaldı tam olarak bilmiyoruz. İlginç ve sıra dışı ya da hayret uyandırıcı oluşu bunu tek başına açıklamıyor. Geçmişi hatırlamamız için içinde mutlaka insanlardan bize geçen duygular saklaması gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, aslında olayları ya da görüntüleri hatırlarken aslında duyguları ve dolayısıyla insanları hatırlıyoruz; burada hatırladığımız şey bisiklet tamircisi ya da onun elleri değil ekmeği tutarkenki halleri ve daha önemlisi bunun bizde yarattığı duygular oluyor.

Peki o halde bu gibi bizi geçmişin istemsizce bizde kalmış hatıralarına, görüntülerine ya da duygularına götüren anlar açığa çıkmak için neden kimi zaman çok uzun yıllar bekliyor? Çünkü, belki de bizde kalan duyguların tam olarak hissedilmesi ve açığa çıkması için geçmesi gereken bir süre oluyor. Yani, bisiklet tamircisinin kirli elleriyle yemek yerkenki hallerinin bizde bıraktığı iz ve hisler tamamlanmış bir şey olarak bize geçmiyor ve bizdeki hayat tecrübeleriyle yeniden işlenip tamamlanıyor ve hiçbir zaman son halini vermek mümkün olmuyor. Sürekli şekil ve içerik değiştirerek bizdeki varlığı sürüyor. Ama ilk ortaya çıkışını kendi yoğunluğu ve etki gücü belirliyor. O ana kadarsa bizim irademiz dışındaki bir alan. Açığa çıktığı andan itibarense bize ait ve tabi hale geliyor.

Yani demek istediğim, istemsizce ortaya çıkan bir duygu o andan itibaren bütünüyle bize ait ve tabi oluyor, tam da bu nedenle üzerinde her türlü oynama ve şekil vermeye en uygun hammaddeye dönüşüyor. Elle tutulamaz duyguların en somut halde görünür olmasına imkân veren bir malzeme oluşturuyor (Proust’un kurabiyesi gibi!). Ama önce güçlü bir biçimde bir anda istemsizce açığa çıkması gerekiyor. Başarılı eserler, genellikle böylesine bir anlaşılmazlık içeriyor. En sevdiğimiz insanların istemsizce bağlı olduklarımız oluşu da boşuna değil! En çok onlar birlikte değilken bile bizimle olmaya devam ediyorlar çünkü… Onları düşünürken her defasında kendimizi de yeniden şekillendirmemize ve böylelikle en sonunda bulmamıza izin veriyorlar.

Bu tür şeyler düşününce aklıma Knut Hamsun gelir hep. Nobel ödüllü Norveçli ünlü yazara başarıyı getiren -ya da kendisine giden yolun kapılarını açan da diyebiliriz pekâlâ- eser, Açlık romanı olmuştur. Onu yazıncaya kadar farklı yazma denemeleri, hikâye, aşk romanı ve oyunlar yazmışlığı vardır fakat hepsi de üzerine düşünülerek kaleme alınmış şeylerdir. Büyük yazarların etkisi altında kapıda dökülmüş ilerdir ve belki etkilenmenin de sorunlu yanı, etkilenene benzemekten çok ona benzemeyi fazlaca düşünmekle ilişkilidir.

Zorlu bir hayat Hamsun’u olgunlaştırmış, terzilik, muhasebecilik, kum ocağında katiplik gibi işlerde çalışmış ve çok zaman aç kalmıştır. Ve istemsizce açığa çıkma tecrübesi onu, açlığını paylaştığı küçük bir tavan arasında bulmuştur: “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir, Kristiania [Oslo]’da aç gezdiğim günlerdeydi. Tavan arasında uyanık yatıyordum. Alt kaltta bir saatin altıya vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık; insanlar merdivenleri inip çıkmaya başlamışlardı…” Böyle anlatır gerçek anlamda yazar oluşuna giden kapıyı açan anahtarı. Kendi de tam anlayamamıştır görüldüğü gibi ve sonrasında kendisine karşı koyamayarak yazar, yazar ve yazar… Böylelikle, Açlık gibi Dünya Nimeti gibi önemli eserleri ortaya çıkar.

Bir başka kuzeyli, Norveçli yazar, Karl Ove Knausgaard’ın İstemsiz (Monokl Edebiyat) adlı küçük kitabını okurken düşündüm bunları. Tanımadığım bir isimdi. Meğer, Kavgam adlı seri kitaplarıyla dünya çapında bir etkiye neden olmuş, ülkesinde hem çok satan hem de çokça tartışılan bir isimmiş. Kitapları kısa sürede 30’un üzerinde dile çevrilmiş. Böyle bakınca hızlı ve kolay bir başarı gibi de duruyor olanlar ama İstemsiz’i okuyunca, tıpkı Hamsun’da olduğu gibi hiç de öyle olmadığını anlıyor insan çünkü gerçek başarının sırrı istemsizlikte yatıyorsa o da kendine karşı samimi olmaktan geçiyor ve buna ulaşmak epeyce bir acıdan ve zamandan sonra ancak gerçekleşiyor.

Bu ince kitapta kendi tecrübesini anlatıyor Knausgaard ve kafalardaki sorulara cevaplar veriyor. Yazmanın çok basit görünen en zor işlerden olduğunu ifade ediyor. Yazdığını, çünkü ölümlü hayatın ancak bu sayede kendini bulduğunu söylüyor: “Niye yazdığım sorusu kulağa basit geliyor, fakat basitlik yanıltıcıdır, sonuçta Güney İsveç’te, masamın başında üç gündür herhangi bir ilerleme kaydetmeksizin oturuyorum. İlk aklıma gelen şey, yıllar önce televizyonda gördüğüm bir yazar röportajıydı; ‘Yazıyorum çünkü öleceğim,’ diyerek girmişti stüdyoya. Belli ki uzun süre düşünmüştü, hatta belki söylediğine kendisi de gerçekten inanıyordu, fakat kazağını pantolonunun içine sokmuştu ve sözlerinin ağırlığıyla giysilerinin pejmürdeliği onu ciddiye almayı güçleştiriyordu.

Bu “basit” görüntü ve o an, onun yazma serüveninde çok önemli bir istemsizlik kapısını açıyor bir bakıma. Edebiyatın anlamını kavrıyor: “Kazağını pantolonunun içine sokması sözleri ile arasında bir uzaklık doğuruyor ve ölümün ağırbaşlılığı ile hayatın teklifsizliği arasındaki uçurumu belirgin kılıyordu. Bu uçurum edebidir; edebiyat tam olarak bunu, gerçek olan bir şey ile gerçeğin ortaya çıktığı ortam arasındaki alanı araştırır. Don Quixote’nin alanıdır bu, gördüğünü sandığı şeyler ile gerçek dünya arasındaki uzaklıkta ortaya çıkmıştır; Madame Bovary’nin alanıdır bu, dünyanın olmasını istediği biçimi ile gerçek biçimi arasındaki uzaklıkta şekil bulur.

Yazmak, Knausgaard için tıpkı okumak gibi bir eylemdir; her an her yerde ve her şekilde yapılabilir ya da öyle olduğunda gerçek anlamda yazar olunabilir. Kendiliğinden, istemsizce ve öylece geliveren düşüncelerle ilerleyen bir süreçtir. Tıpkı yaşamın kendisi gibi yani! Sürekli anımsadığımız geçmiş hatıraların kendiliğinden bugünkü yaşamımızda karşımıza çıkan olaylarla ilintili hale gelmesi gibi bir bütünlüktür aynı zamanda. Bu ilintilenme anları kendimizle güçlü ve yoğun ilişki kurduğumuz anlardır: “Yaşamlarımızı bu anlarda süreriz; hatırladığımız ve kimliklerimizi çevresinde oluşturduğumuz anlar çoğunlukla istisnadır. Proust’un istemsiz anıları çok güçlü bulmasının nedeni budur; sisli bir sonbahar gününde asfaltın kokusunun [asfalt kokusu benim için de çok güçlü bir hatırlatıcı olmuştur hep!] veya haşlanmış uskumru ve sirkeli salatalık sandviçinin tadının canlandırdığı anılar hiç işlemden geçmemiştir, onlarda zaman neredeyse ham olduğu gibi düşünce ve belleğin denetiminin de ötesindedir, gerçekten yaşandığı biçimi ile yaşama bağlıdır.”. Bütün bunları sonradan işleriz ama bu anlar yaşandığı zamanın kokusunu ve tadını hiç yitirmediği için yazdıklarımızı kendisine benzeten bir güce her zaman sahiptir. Bu anlarda duygular ile düşünceler hep birlikteymişçesine birleşir ki her iyi kitabın başlıca sırrı da burada gizlidir.

İstemsizlik aynı zamanda dış dünyanın bizi nasıl gördüğü ya da bizimle ilgili ne düşüneceğine karşı kayıtsız bir boş verme de içerir. “Yazmak, bir şeyin erişilebilir olmasını, ortaya çıkmasını sağlamaktır.” ve bu yolda kişi adeta etrafından soyutlanmış bir kendi başınalık oluşturmuştur. Bu süreç düşüncesizlik de doğurur: “Düşünceler istemsizliğin düşmanıdır, insan bir şeyin başkalarına nasıl görüneceğini düşünürse, önemli veya iyi olup olmadığına kafa yorarsa, hesap ve rol yapmaya girişirse söz konusu şey artık kendisinde istemsiz ve erişilebilir değildir, onu yaptığımız şey olmanın ötesine geçemez.”.

Kısacası, yazmak için başkalarını bir tarafa bırakmalı, olabildiğince masum olmalıdır ve masumiyet genellikle bugünde değil geçmişte yaşayan bir alandır. Bu nedenle, bütün iyi eserler geçmişte geçer ve bütün iyi kitapların kahramanları bir yerlerde bize benzer. İstemsizce açılan kapılar bir daha kapanmamak üzere bizi bir yerlere, çok derinden yaşadığımız ama sanki hiç yaşanmamış gibi bir hayal ülkesine götürürler.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

6 Temmuz 2021 Salı

İlk günahı sorgulama ve onu telafi etme yolculuğu

Korkular, insanı frenler. Yaşanmış acı tecrübeler, o tecrübeyi bize getiren neyse, işte ondan kaçmamıza sebep olur. Böyle böyle hayattan kaçarız. Kendimizi küçümsemişizdir bir kere çünkü. Bir dersin öğretmeni bize bağırdığında, o dersi hayatımız boyunca bir daha öğrenemeyebiliriz. Öğretmen talebeye bağırdığı için, o öğretmenin dersi, o talebe için bir korku unsuru olmuştur. Korku geçene kadar dokunulmaz korku unsurlarına. Korku geçene kadar, korkuya dokunmadan yaşamaya çalışır kişi. Ama korku, dokunarak geçer. Korkuya galip olmak için ona dokunmak gerekir. Peki bu romanda dokunmadan yaşayan kim? Adalet.

Başkarakteri Adalet olan romanın esas konusunu, doktorundan kısa süre sonra öleceğini öğrenen Adalet’in film gibi gözünün önünden geçen hayatını izlerken, hayatında işlediği ilk günahı sorgulaması ve bu günahı telafi etme yolculuğu oluşturuyor. Bu dikkat çekici konuyu işlerken Nermin Yıldırım, hayata dokunmak, korkuların üstüne gitmek gibi önemli mesajlar veriyor okura. İlk günahını telafi etmek için, büyüdüğü mahalledeki çocukluk arkadaşını bulma yolculuğunu okuyoruz Adalet’in. Can yoldaşı Hülya’yı da yanına alıp yolculuğa çıkan Adalet’e biricik dostu Hülya ile birlikte derin bir suçluluk duygusu eşlik ediyor. Adalet, çocukluk arkadaşından zorla aldığı ayıcığını ona geri teslim etmeden bu suçluluk duygusundan kurtulmayacağını düşünüyor. Adalet’in bir oyuncak ayıya tüm günahlarını bağlamasını mühim bir nokta olarak gördüm, bunun ne kadar sağlıklı olduğu tartışılabilir tabi, ancak okura Adalet’in inatçı kişiliği ve psikolojisiyle ilgili önemli bilgiler verdiği kanısındayım. Kitabı okuyacak olanlara ipucu vermemek için oyuncak ayı bahsini kapatıyorum.

Adalet’in hayatında sembolleşmiş önemli kişiler var, beş yaşındayken kaybettiği babası, babaannesi, ve hiç sevilmemiş bir karakter olarak karşımıza çıkan annesi. Dokunmadan ile birlikte Nermin Yıldırım’ın üç kitabını okumuş oldum, ancak sevilmemiş, sevgisiz karakterler bağlamında yazarın eserlerinde bir ortaklık olduğunu düşünüyorum. Adalet’in annesinin, ve belki de kendisinin de, sevilmemiş karakterler olmaları bu açıdan dikkate değer. Yakın zamanda okuduğum Gülten İkizoğlu’nun Ötesi kitabında, bir çocuğun, ilk nesnelerinin anne ve babası olduğu, onlar tarafından nasıl bir muamele görürse, çocuğun kendi yaşamı boyunca da öyle bir özdeğer algısı geliştireceği yazıyordu. Dokunmadan’ın Adalet’ine de bu psikolojik saptamayı göz önüne alarak bakarsak, romanın psikolojik boyutta da okura çok şey katacağını görmek mümkün olacaktır. Tabii, bu, romandan çıkarılabilecek psikolojik saptamaların yalnızca biri.

Nereye gideceğini değil, nasıl gideceğini bile değil, sadece gideceğini önemseyen keşişler gibi geçtim koridoru. Ne göreceğini değil, nasıl göreceğini değil, sadece göreceğini düşünüp sevinen gözü yeni açılmış körler gibi ittim kapıyı.

Adalet, hüzünlü olduğu kadar matrak, hüznünü matraklık perdesiyle gizleyen, güçlü ve inatçı bir karakter. Çocukluk arkadaşını bulmayı kafasına koyar koymaz, ona içinde bulunduğu ölümcül hastalık bile engel olamıyor. Bu yolculuk, aslında Adalet’in kendi içine doğru yaptığı bir yolculuk olarak da yorumlanabilir. Yol, insana çok şey katıyor. Yaptığı içsel yolculuğun yanında Sadi Seber’le tanışması, Adalet’in hayatına, kendinden bile gizlediği bir heyecanı da katıyor belki de.

Nermin Yıldırım’ın, okuru içsel bir yolculuğa, hüznün yanında umuda ve ayağa kalkmaya teşvik ettiğini düşünüyorum. Okurunu hem hüzünlendiren hem de umutlandıran bu güzel romanı okuyacak olan herkese, keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Abdülkâdir Geylânî'nin irşad eden sohbetleri

"Seyyâh olup şu âlemi ararsan
Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz
Ceddi Muhammed’dir eğer sorarsan
Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz.
"
- Yûnus Emre

Velîler, müridlerini en önce sohbet usulüyle irşad ederler. "Gavsü'l-Âzâm" Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de nasihat türünün en kuvvetli örneklerinden oluşan sohbetleriyle hem dervişlerini eğitmiştir hem de bugünlere dek gelen eserleriyle el'an birçok Hak ve Resul âşığının kalbini feyzyâb etmektedir. Geylânî Hazretlerinin sohbetlerine dair birçok yayınevi tarafından eserler neşredilmiştir. Sayfa sayısı ve ciltli oluşuyla hacimli olarak tanımlanabilecek bu eserler birçok evin en güzide yerinde okunmayı beklemektedir. Zaman zaman başvurulsa da bazen dilin ağırlığından bazen de modern zamanların -maalesef- bitmek bilmeyen yorgunluğundan o eserler kıyıda köşede beklemeye devam etmektedir.

Fütûhû'l-Gayb, çok kolay okunabilmesinin yanı sıra hem bir tasavvuf yoluna bağlanmış müridleri hem de bu meselelere dair merakı olan muhibbanı tam kalbinden vuracak nitelikte bir eserdir. Sohbet usulünü yaşayan ve yaşatan bir niteliğe sahiptir. Öyle ki okurken insan kendini Geylânî Hazretlerinin dizinin dibinde hissedebilir, zaman zaman kalbi huzura erişirken zaman zaman da sıkıntıya düşebilir. Bunun sebebi hazretin bizlere ulaşan nasihatlerinde her şey belirgin olmasıdır. Zamane tasavvuf kitaplarının ekseriyetinde gördüğümüz sözü dolaştırma eylemine hazretin müsaadesi olmamıştır. Allah'ın emirleri ve yasakları gayet açıktır ve büyük velîler bu açıklığı olduğu gibi bizlere sunmaktadır. Hazretin vaazlarına, üslubuna ve günümüze ulaşan eserlerine dair Süleyman Uludağ hocamız bu hususta şöyle yazmıştır: "Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkādir-i Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar. Bu sebeple eserleri tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden sayılır. Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih eder. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verir. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. Bilhassa el-Fetḥu’r-rabbânî ve Fütûḥu’l-ġayb’da insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâm âlemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür."

Bu tip kitapların incelemesini yapmak elbette ki bizim boyumuzu aşar zira incelenecek bir şey yoktur. Aşk-ı İlahi ve aşk-ı Resul ile dolu olan bu türden kitapları başımızın üstüne koyup sık sık, tekrar tekrar okumak gerekiyor. Sufi Kitap tarafından Ocak 2019'da neşredilen Fütûhû'l-Gayb, günümüzde neşredilen diğer tasavvuf klasiklerinden önemli bir farka sahip. Kitabın tercümesini yapan Mehmet Bilal Yamak öyle güzel bir takdim yazısı kaleme almış ki bu metin okuyucuyu kitaba derhâl hazırlayacak ve bir an evvel okumak için gereken iştiyakı sağlayacaktır. Yamak takdim yazısında kalbin madde ritmine nabız, mana ritminin bozulmasına da kabz denildiğini hatırlatarak gönül dünyasının kabz hâlinde olduğunu ifade ediyor. Evet, günümüz insanının gönül dünyası bir kabz hâlindedir. Öyle bir plan dairesinde yaşamaktayız ki bu plan bizim duygularımızla, hislerimizle ve Kavuşmak İstediğimizle aramıza büyük sınırlar çizmektedir. Sürat, hareket ve Yamak'ın zikrettiği gibi tam bir cevelan hâlinde yaşamaktayız. Dönüyoruz, dolaşıyoruz ama bu dünyaya geliş sebebimizin çok uzağında yer alıyoruz. Buna yer almak da denmez, koca bir boşlukta bir şeylere tutunuyoruz. Maalesef ki tutunduğumuz şeyler ilimden de irfandan da yaratılış gayemizden de oldukça uzak. İşte tam burada, keskin bir inziva sonrasında gerçekleşen sohbetlerin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Geylânî Hazretleri Bağdat'ta Ebu'l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs vasıtasıyla tasavvufa intisab edip (Yine Süleyman Uludağ hocamızdan öğrendiğimize göre kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler) peşinden ilim tahsiline sarılarak medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuduktan sonra vaaza başlasa da bir süre sonra inzivaya çekiliyor. Hakikati eşyada, insanda ve kalplerde bulamayan böyle ariflerin sıklıkla başvurduğu inzivanın İmam Gazzâlî gibi bir büyük müderrisi de şehrinden uzaklaştırıp kendisine döndürdüğünü hatırlatıyor Mehmet Bilal Yamak.

Yirmi beş sene sürmüştür Geylânî Hazretlerinin inzivası. Bu inzivalar ne zaman nihayete eriyor? Elbette 'ötelerden' gelen bir takım işaretlerle. Nitekim Pîr-i Türkistan Ahmed-i Yesevî Hazretlerinin de mürşidi olan Hâce Yûsuf Hemedânî Bağdat'a geldikten sonra Geylânî Hazretlerine hitaben "Sen fıkhı, fıkıh usulünü, hilâfı, nahvi, lügat ve tefsiri iyice talim ettin. Ben sende hurma olabilecek bir tohum ve bir kök müşahede ediyorum" demiş ve onun yeniden vaaza dönmesini istemiştir. Bu manevî emirden hemen sonra Gavsü'l-Âzâm Abdülkâdir Geylânî Hazretleri vaazlarına yeniden başlar. Fütûhû'l-Gayb, oğlu Abdürrezzâk’ın babasının meclislerinde topladığı yetmiş sekiz vaazdan meydana gelmektedir. Bazı Fütûhû'l-Gayb baskılarında bu vaazların sonuna hazretin ölürken yaptığı vasiyet ve soy şeceresi de eklenmektedir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin (1077 - 1165/66) yaşadığı dönemde bir şeyhin mânevî otoritesini kabul edip de çevresinde sohbet halkalarının oluşması hemen hemen yeni vuku bulmuştur. Zamanla dervişlerin şeyhleriyle olan ilişkileri belirli kurallara bağlanmış ve tekkeler inşa edilmiştir. Bu zamanlarda oluşan ilk tasavvuf kolları Kassâriyye, Cüneydiyye, Bâyezîdiyye, Hakîmiyye, Hereviyye gibi adlarla anılmıştır. Geylânî Hazretlerine nisbet edilen tasavvuf mektebinin adı ise Kādiriyye'dir. Nasıl ki Ahmed Yesevî’ye nisbet edilen Yeseviyye Orta Asya’da, Ahmed er-Rifâî’ye nisbet edilen Rifâiyye Ortadoğu'da, Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî'ye nisbet edilen Şâzeliyye Kuzey Afrika'nın batısında yayılmaya başladıysa Abdülkādir Geylânî’ye nisbet edilen Kādiriyye ise Irak başta olmak üzere Müslüman coğrafyasının her tarafına yayılmıştır.

Kādiriyye yolunu Anadolu'ya taşıyan (15. yy) isim; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin müridi iken onun emri üzerine Hama’ya gidip Abdülkādir Geylânî’nin soyundan olan Hüseyin el-Hamevî’den hilâfet alan Eşrefoğlu Rûmî olmuştur. Kādiriyye’nin Eşrefiyye kolunun pîri olan Eşrefoğlu Rûmî'nin irşad faaliyetleri daha çok Bursa ve İznik arasında sınırlı kalmıştır. 17. yüzyılda ise Rûmiyye kolunun pîri İsmâil Rûmî; İstanbul'dan hem Balkanlara hem de Anadolu'ya uzanan geniş bir coğrafyaya Kādiriliği taşımıştır. Onun İstanbul-Tophane’de kurduğu tekke, diğer Kādirî tekkeleri nezdinde de merkez, yani âsitâne olarak kabul edilmiştir. Beyoğlu ilçesinin Tophane semtinde Kādirîler Yokuşu'nda bulunan âsitâne, 1765 ve 1823 yangınlarında zarar görmüş; III. Mustafa, II. Mahmud ve II. Abdülhamid’in onarım faaliyetleriyle ayakta kalabilmiş fakat 1997'deki yangınla büyük bir bölümü harap olmuştur. Yapılan çalışmalarla eskiye en yakın formuna kavuşturulan âsitâne el'an faaliyetlerini sürdürmektedir.

Hem hazretten hem de mektebinden bahsettikten sonra Fütûhû'l-Gayb'a dönelim. Evvela Kutbü'l-Aktâb Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin en mühim nasihatlerinden birini okuyalım: "Seni, her türlü eksiğinle, kusûrunla, günâhınla, sevâbınla gerçekden seven ve hatâ ettin diye seni terk etmeyen, bir tek Allah'dır. Eğer bunu bilseydin Allah'dan başka bir kimseye kulluk etmezdin."

20. asrın mürşid-i bî-nazîri, ârif-i billah, vâsıl-ı ilallah, vâkıf-ı esrâr-ı ilâhî, sâkî-i aşk-ı subhânî Es-Seyyid Eş-Şeyh Muzaffer Ozak'ın bir ses kaydı vardır. "Abdülkâdir Geylâni Hazretlerinin Vaazları Neden Çok Te'sîrliydi?" başlıklı bu kayıttan öğrendiğimize göre imkân buldukça vaazlar veren ve aynı zamanda âlim olan oğlu, "Baba, sen ne zaman vaaz etsen, halk kafasını duvarlara vuruyor, halbuki ben de vaaz ediyorum üstelik birçok hakâik-i Kur`âniyyeden bahsediyorum ama hiç kimseye te'sîri olmuyor. Bunun sebebi nedir?" diye sormuş. Babası hem ona hem de tüm Müslümanlara, son derece kıymetli bir nasihat olarak kabul edilecek şu cevabı vermiş: "Evlâdım, başkasına söyleyeceğin sözü, vereceğin nasîhatı evvelâ kendin yap ki te'siri olsun. Başkasına söylediğini kendisi yapmayanın sözünde te'sir olmaz."

Görüleceği üzere hazretin ifadeleri hem bire bir konuşmalarda hem de vaazlarda son derece açık ve keskin. Kitap boyunca bunu görmek, hissetmek mümkün. Hazret, El-Hac Muzaffer Ozak'ın başka bir ses kaydından öğrendiğimize göre şeytanın bile foyasını ortaya çıkaracak ilimlere sahiptir. Bu ilimleri kendisi fıkıh, kelâm ve tasavvuf olarak açıklar ve şöyle buyurur: "Rabbim, bana üç ilim ihsân buyurmuşdur. Bu ilimlere âgâh olup bunlarla âmil olanlar, neyin Rahmâni neyin de şeytânî olduğunu bilirler."

Fütûhû'l-Gayb, yukarıda da belirttiğimiz gibi yetmiş sekiz sohbetin derlenmesiyle oluşuyor. Mehmet Bilal Yamak'ın son derece anlaşılır ve sürükleyici diye tabir edeceğimiz çevirisi, hazretin eşsiz üslubuyla insanı manalardan manalara koşturuyor. Bu sohbetler mü'minlerin nelerle meşgul olması gerektiğinden türlü belâlara dûçar olmanın sebeplerine; manevi ölümün ne olduğundan kalbin üzerindeki bulutları dağıtmaya; Allah'a yaklaşmaktan keşif ve müşahedeye; sufîlerin hâllerine tâbi olmaktan tevekkül ve makamlarına; mürşid vesilesiyle Allah'a vâsıl olmanın keyfiyyetinden müridin hâllerine ait tafsilata; sıdk ve samimiyetten sâlikin ne zaman ruhanîler zümresine dâhil olacağına; uykunun zemminden zühde; muhabbetin şartlarından nefs ile cihada; çarşıya pazara çıkıp her gördüğünü isteyen ile sabredenlere dek dinî hayattan sosyal hayata, iktisadî vaziyetten ömür denen seyir defterinin akıbetine varıncaya dek her mevzuyu kuşatıyor.

Rabbim bu koşulardan ganimetlerle döndürsün. Sohbetleri buraya uzun uzadıya almak, kitabı almaya mani olabileceğinden kısa bazı alıntıları aktararak yazımı bitirmek isterim.

"Kul bütün sebeplerden kesilinceye kadar cevap gelmez o kapıdan."

"Hayır ve selamet namına ne var ise hali muhafazadadır."

"Haller evliyaya, makamlar abdallara mahsustur. Senin hidayetini temin ise Allah'a aittir."

"Eğer Allah sana mal mülk nasip eder de o mal mülk seni Kendisine itaatten alıkoyarsa, seninle Allah arasında perde olur nasip ettikleri. Hatta nimeti veren ile değil de nimet ile uğraştığından dolayı elinden çekip alır o malı mülkü."

"Hakkında takdir edilen eğer bela ise tahammülün bol olsun, sabret. O belaya muvafakat halinde ol, nimetlenmeye bak ondan, fenâ bulmaya çalış belada."

"Belaların iç yüzü, Mevlâ'nın sana olan muhabbetini müjdeliyor."

"Kalbini mahlukata ait hiçbir şeyle meşgul etme."

"Rahatlık namına ne var ise Allah'a teveccüh edip onun emrine muvafakatta ve Mevlâ'nın huzuruna râm olmaktadır. İşte böyle olursa kul dünya haricinde kalabilir. Bir de bakmış ki yol göstericisi şefkat olmuş, rahmet olmuş, lütuf olmuş, sadaka olmuş."

"Seven sevdiğinden gayrısını tercih mi edermiş? Bela, sevenlerin kalplerinin çengelidir; nefslerinin ise bağı. Alıkoyar onları matlublarından başkasına meyilden; meneder Hâlıklarından başkası ile sükûn bulmaktan ve O'nun gayrına dayanmaktan."

"Eğer nefsine karşı şefkatin varsa dikkatli ol!"

"Sende sana dair ne varsa her şeyi ve Allah'ın gayrı ne varsa hepsini putlar gibi gör."

"Unutma ki nusret sabırda, çıkış yolu ise sıkıntılarda gizlidir."

"Tek ama tek Kendisine muhabbet edilmesini sever."

"Takdir buyurduğu şeye rıza gösterebilmeyi iste. Çünkü bilemezsin ki sen hayır hangisindedir."

"Bazen öyle olur ki Allah, bela ve musibeti yağdırır üzerine ki böylece ricalullah mertebesi merteben, evliya ve abdallar menzili de menzilin olur."

"Tasavvuf dediğin kîl u kâl vasıtası ile elde edilecek bir şey değildir. Tasavvufa vâsıl olanlar, ancak âdetlerinden ve hoş görülen şeylerden el ayak çekmekle vâsıl oldular. Dervişlere ilim ile değil yumuşaklıkla sokulasın. Çünkü ilim; dervişleri ürkütür, yumuşaklık ise onlarla ünsiyet peyda etmene vesile olur."

Feyzleri üzerimize daim olsun. Hû...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Temmuz 2021 Pazartesi

Çorak bir kalbin aşk ile yeniden hayat buluşu

Sâmiha Ayverdi Hanımın kitaplarını hem bir kültür hazinesi hem de edebiyatımızın en nadide eserleri olarak görüyorum. Nitekim kullandığı kelimeler olsun, kurduğu cümleler ve betimlemeler olsun insanın gönül dünyasına ayna tutarken zihinlerde de yeni yeni ufukların açılmasına vesile oluyor.

Özellikle geçmişe dair anlattığı tiyatro, şehir mimarisi ve İstanbul eğlenceleri okuyucuya tarihi yönden bilgi verirken hiç bilinmeyen ya da kulağa gelmeyen geleneklerimizi de ortaya çıkartarak kültür dünyamıza katkı sağlıyor. Kitapları ile geçmiş ve gelecek arasında köprü kuruyor.

Mesihpaşa İmamı romanında ise okuyucusunu öyle geçmişin rüzgarına bırakıyor ki Sâmiha Hanım, sanki o dönemleri sinematografik olarak gözümüzde canlanmasına, karakterlerle bire bir hemhal olmamıza vesile oluyor... Halis Efendi, orta yaşlarında, yakışıklı üç çocuk babası olan bir adamdır. Hayatı sürekli cami ve ev arasında geçer fakat öyle huzursuz öyle çoraklaşmış bir gönlü vardır ki ne ailesiyle ne de çevresindeki insanlarla bir türlü geçim edemez. Kibri ile insanları küçümseyip onlarla hep üst perdeden konuşur. Çoğu zaman ağzı, dili olmayan mazlum hayvanlara bile kötü muamelelerde bulunduğu görülür.

Ne acı ki bu yaptıklarından bir an pişmanlık duymaz ömrünü gaddarlıkla sürdürmeye devam eder ama karşısına ilahi bir ceza olarak marangoz Tahir çıkar hep...

Bu adam öyle bir inançsız, içkiye müptela olmuş bir adamdır ki Halis Efendi’ye sırf imam olduğu için türlü cefalar çektirmekten geri durmaz. Yakasını bırakmaz...

Halis Efendi, gel zaman git zaman kendini iki ateşin ortasında kalmış gibi hissetse de yoluna sabırla devam etmeye çalışır fakat bazı zamanlar onun için bu o kadar zor olur ki camiyi kaçacağı sığınak gibi görmeye başlar... Fakat yine dönüp dolaşacağı yer aynı olur. Kaçmak istedikleriyle yüz yüze gelir. Eşi Gülsüm Hanım'dan gitgide uzaklaşarak onun yanında dahi olmak istemez. Zavallı Gülsüm Hanım, eşinin bu sevgisiz ve kendisine gösterdiği hoyratça davranışlardan kimseye bir şey demese de zehirli bir aşı yemiş gibi köşesine çekilip kalbinde hiç geçmeyecek bir hüznü sessizce büyütür fakat Pembe Hanım, her ne kadar bunakta olsa kızının çaresizliğini damadının ise zalimliğini görür ve Halis Efendi’ye karşı hep öfkesini dile getirir...

Halis Efendi, kayınvalidesinin bu öfke nöbetlerine alışık olsa da bir zaman sonra evlatları için aynı sabrı gösteremez. Özellikle tıp okuyan büyük oğlu Abdullah’ın asi halleri ve inançsız fikirleriyle deliye döner. Oğlunun evden gitmesini ister fakat Abdullah öyle bir adamdır ki babasına inat evde kalır hiçbir yere gitmez. Aksine arkadaşlarını eve çağırarak Pembe Hanım’ın geçmişe dair anlattığı hikâyeleri dinler ve savunduğu düşünceleri konuşarak günlerini geçirir.

Halis Efendi’nin ise bu duruma fena halde canı sıkılır ve içten içe isyan ederek evde hayatını sürdürmeye çalışır. Fakat tek derdi Abdullah değildir diğer evlatlarıyla da anlaşamaz. Hele ki kızının musikiyle ilgilenmesine asla rıza göstermez.

Yalnız hukuk okuyan oğlu Zahit’e kendini yakın görür. Bunun nedeni ise onun diğer kardeşleri gibi asi olmayışındandır. Nitekim Zahit, sessiz, sakin bir gölge misali evde babasına karşı gelmeden yaşayan bir adamdır. Ne ağabeyi gibi asi ne kardeşi gibi hayallerini ulu orta serendir. O işlerini çoğu kez ustalıkla örttüğü perdenin arkasından yapar kimseye asıl yüzünü göstermezdi. Nitekim Halis Efendi zahirde kötü gördüğü Abdullah’ı bilirken geçen zaman içinde asıl kötü olan evladını acı bir kederle öğrenir... Anlar ki hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değildir, evlatları bile...

Tabii hayat sadece hane içinde devam etmez Halis Efendi, bir zaman sonra marangoz Tahir’in büyük değişimine şahit olur ve bu değişim öyle bir değişim olur ki Halis Efendi’de bundan nasibini alır. Daha önceleri can düşmanı bildiği bu adamla gerçek dost olur.

Ve öyle bir zaman gelir ki aşk, Halis Efendi ve ailesi için çoktan cehennem kapılarını kapatıp onlar için cennet kapılarını açar. Hediye ile birlikte Halis Efendi’nin duvarları yıkılıp taş kalbi bir çiçeğin nahifliğine dönerken, Abdullah’ın karanlık dünyasına hiç batmayacak bir güneş doğar. Ve aşk bir kez daha kutlu bir zaferle ruhları diriltir...

Kitaptan en sevdiğim birkaç alıntı:

"Anladım ki dünya bir ayna... biz iyi, biz güzelsek, o da iyi, o da güzel. Biz çirkin, biz kötü isek, o da çirkin o da suratsız."

"Demek ki, hayatta en sözü geçkin âmil aşktı. Ve her insan vücudu gemisi, aşkı dümenine göre istikamet alıyordu."

"Öyle ya... Şu fâni dünyada yalan, hile ne içindi? Mademki hep ölecektik, şu halde ne diye birbirimizin çukurunu kazıyor, birbirimize diş tırnak gösteriyorduk?"

"Âdeta açılmak üzere iken koparılan kalın bir cildin baskısı arasında kurutulan çiçekler gibi..."

"Amma bu hayat sofrasında cefa varsa sefa da eksik değildi."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

Yere göğe sığmaz bir dert: hasret

"Gelmiş o bîvefâ sebeb-i hayretim sorar
Bilmezlenir de nâle-i pür-hasretim sorar."

Hasret ile yollara düşmek, hasret ile ağlamak, hasret ile ölümü beklemek, klasik edebiyatın ve Türk edebiyatının pek çok alanının ve türünün, tükenmez yegâne meselelerinden biridir. Klasik edebiyatın âşığı hasret ve aşk acısı ile kûy-ı yârda gözyaşı döker de sevgilinin mahallesini seller alır, iki büklüm olur hasretinden âşık, kanlı gözyaşları dökmekten sararıp solar. Sevgili elifliğini hiç bozmazken, âşık dal olmuştur. Hasret ne yere ne göğe sığmaz bir dert ola ki, bir tek klasik edebiyatın meselesi olmamıştır, türkülerde, atışmalarda da adına ve imâsına rastlanır sürekli.

"Elif kâmetine hayran olduğum
Gece gündüz hayâline döndüğüm
Hep senin içindir boyun eğdiğim
Yoksa zapt etmez bu yerler beni.
"

Öyle bir hal imiş ki, ayrılık, ölümü ayrılığa tercih etmişler, ölümü beklemişler, ölüm Allah’ın emri demişler de ayrılığı ve hasreti kabullenememişler. Ve elbette romanların da konusu olmuş aşk ve hasret. İşte, Ucunda Ölüm Var da bu romanlardan biri.

Ucunda Ölüm Var, Kemal Varol’un hasret ve ayrılık meselesini oldukça lirik bir şekilde işlediği bir roman. Ağıtçı kadın karakteri üzerinden aşkı, bekleyişi, bekleyişin çökertciliğini ve ölümün nasıl ayrılığa tercih edildiğini tasvir ediyor roman boyunca. Romanın en çarpıcı kısmı ise, bence Ağıtçı kadının öleceğini bildiği halde pür aşk bir halde yine de yollara düşmesi. Herhalde yol gitmek, iz sürmek elli yıl bekleyişin acısını, hasretin yangınını hafifletiyor diye düşündüm okurken.

Ağıtçı kadın, isminden de anlaşıldığı gibi ağıtçılık yapıyor, nerede bir kimse tebdil-i mekân etse, oraya gidiyor, göçmüşün sevdiklerinden hikayesini dinliyor ve bunun üzerine ağıdını yakıyor. Yaktığı ağıt karşılığına göz silimliği adı verilen bir para alan ağıtçı, bu vesileyle nafakasını sağlamış oluyor. Roman, bu vesileyle eskide kalmış kültürel bir unsura da telmihte bulunuyor. Bu şekilde nafakasını sağlıyor. Eski kültürlerde daha yaygın bir gelenek olan ağıtçılık geleneği, gelişmiş toplumlarda da bir gelenek görülüyor. Romanda ağıtçının gittiği her cenaze evinde ölünün hikayesini, uzak ve yakın geçmişini dinlemesi, Prof. Dr. Erman Artun’un Anonim Türk Halk Edebiyatı Nazmı kitabında okuduğum bir anekdota itti beni:

Ağıtçı, ölünün uzak yakın geçmişini, çoğu kez geçmişini bugüne getirerek, ölüyü de konuşmalarına katarak anlatır. Törene katılanların da koro halinde sözlere, seslenişlere, ağlamalara katılmalarıyla aynı zamanda bir anlatı ve dramalaştırmalı bir gösteri niteliği kazanır.

Kitabın okuru oldukça sürükleyen konusunu ise, bir gün ağıtçı kadının işini yapmayı aniden bırakması, elli yıl önceki sevgilisi Heves Ali’nin rüyasında ona öldüğünü haber verip ağıdını yakmaya çağırması üzerine ağıtçı kadının yollara düşmesi, şehir şehir gezmesi oluşturuyor. İşin dikkat çekici yanı ise, yine rüyasında aldığı bilgiye göre karakterin on üç gün sonra ölecek olması. İşte bu nokta, bence ölümün ayrılığa tercih edilmesine bir örnek teşkil edebilir.

Ağıtçı Kadın’ın gördüğü düş üzerine Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Arkanya’da bazen Heves Ali sandığı, bazen de tesadüf ettiği tebdil-i mekân etmiş kimselerin ağıdını yakıyor. Sanki, rüyasında onu çağıran ses, bu şehirlerdeki kimselerin ağıdını yakmadan vefat etmemesi için çağırmış gibi ağıtçı kadını. Ağıtçı kadının hüzünlendiren öyküsünün yanında gittiği şehirlerde ağıtlarını yaktığı kimselerin hikayeleri de birbirinden hazin ve göz dolduruyor. Kitabın sonunda ise, ağıtçı kadının kendi kendini vefat etmiş olarak bulması, romana mistik bir atmosfer de katıyor.

Ucunda Ölüm Var, lirizm ve hoş üslubun bir araya geldiği, okuru içine çeken bir eser. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

30 Haziran 2021 Çarşamba

Susamların ışığından zambakların gölgesine

Susam ve Zambaklar, John Ruskin’in 1864’te Manchester’da yaptığı konuşmalarını kapsar. Bu konuşmalar iki farklı başlık altında toplanmış; birinci kısma Susam, ikinci kısma Zambaklar adı verilmiştir. Ruskin’in sanatsal bakış açısının, eleştirmenliğinin, şairane tabiatının ve daima diri tuttuğu hayretinin kitaba kuvvetli bir şekilde sindiğini söyleyebiliriz. Topluma dair meseleleri sanatla ilişkilendirerek yorumlamış; özellikle kitaplar, kadınlar ve eğitim gibi mühim konular üzerinde gerçekçi tespitlerde bulunmuştur.

Kitabın ilk bölümü “Susam: Kralların Hazineleri” başlığıyla karşımıza çıkar. Ruskin bu başlığı kitaplara ve eğitime ayırmıştır. Doğru kitaplar okumayı doğru çevrelerle ve insanlarla karşılaşmak kadar değerli bulmuştur. “Niteliksiz kitaplar okuyarak cahil insanlarla mı bir arada olmak istersiniz yoksa klasik kitapları başucu kitabınız yaparak soylu bir çevrenin içinde mi yer almak istersiniz?” diye sormuştur çekinmeden. Klasik kitapların bir sarayın kapısını açabilecek anahtarlar olduğunu, insanın o kapıdan girdiğinde soylu bir duruş ve anlayışla kuşatılacağını savunmuştur. Ruskin’e göre bu soylu noktaya gelebilmek kolay değildir. Bunun için iyi kitaplarla çevrili odalarda durmadan okumak; okunanları özümsemek, kitaplardan yayılan ışığın zihne, ruha, hayata karışması için çaba harcamak gerekmektedir. Sözcüklerin anlamları üzerinde düşünmek, heceleri didik didik etmek, yazarın ruhunu kavramaya çalışmak bu yolda olmazsa olmazlardandır. İyi bir okur bence’leri bir kenara bırakmalı; yazarın heveslerini, tutkularını, yaşamını iyi tanıyıp onunla zihin ve ruh düzeyinde duygudaşlık kurmalıdır.

Ruskin’e göre iyi bir okur bir maden işçisi gibidir. Toprağın altındaki cevhere, yani yazarın anlam dünyasına ulaşmak için incecik oyuklar açmaya, didinmeye, ellerini kir içinde görmeye razıdır. Bunun için aletleri, gücü, ruhu, nefesi, sesi daima yanında ve hazır olmalıdır. Ruskin bu hazırlığın ve birikimin sağlanabilmesi için de özellikle eğitim unsuruna vurgu yapmıştır. Ailelerin çocuklarından beklediği makam mevki meselesine soğuk yaklaşmış, onun yerine hayatta ilerleme fikrini ailelerin içine bir kıvılcım olarak yerleştirmek istemiştir. Hayatta tek gayenin alkışa susayan, övgülere boğulan, görünmeyi seven insanlar yetiştirmek olmadığını; çocukların iç dünyalarını zenginleştiren, yeteneklerini açığa çıkaran ortamlara ihtiyaç duyulduğunu söylemiştir. Hayreti, gayreti, iyiliği, kalp güzelliğini diri tutmanın asıl hedefler olması gerektiğini vurgulamıştır. Yine bu noktada kitapları ve bilginin ışığını başköşeye koymuştur. Bu bölümün başlığının Susam olmasının manidar tarafı budur. Susam çiçekleri ışığı ve sıcaklığı çok sever. Ruskin’e göre insanlar bilgininin ışığında yetişmiş susamlardan yapılan ekmekleri yemelidir. Bir toplum ancak bu şekilde ilerleyebilir. Fakat Ruskin burada bazı şikâyetlerini de dile getirir. Duygularını ve düşüncelerini disipline edemeyen, bir yığın olmaktan öteye geçemeyen, tek amacı para kazanmak olan bir toplumun bu denli yanlış konumlanmış bir zihinle kitap okuması, bilgiye değer vermesi mümkün değildir. Harcamalarını kitaptan yana kullanmayan, bir tabloyu kömür madeni gibi satmaya kalkan, değerli çanak çömleklere demir muamelesi yapan insanların doğaya ve sanata yeterince özen göstermemesi de bu durumun tabii bir sonucudur. Ruskin bu bölümü her şehirde içinde harika kitapların yer alacağı devasa kütüphanelerin kurulması hayaliyle sonlandırır.

Kitabın ikinci kısmı ise kadınlara ayrılmış olan “Zambaklar: Kraliçelerin Bahçeleri” kısmıdır. Zambak çiçeği yapısı gereği nazik, hassas ve özen isteyen bir çiçektir. Bu bölümde Ruskin kadınları zambaklara benzetmiş, erkeklerin o zambakların gölgesinde dinlenerek huzura kavuşacaklarını söylemiştir. Yazarın konuşmalarını yaptığı yılları gözden geçirdiğimizde kadınlarla ilgili düşüncelerinin gayet ilerici bir bakış açısıyla yazıldığını görüyoruz. Ruskin toplumda kadınların varlık alanının sadece ev ortamından ibaret görülmesine karşı çıkar. Onların eş, çocuk, ev işleri eksenindeki bir hayattan daha fazlasıyla hemhâl olmaları gerektiğini savunur. Erkeklerin birer şövalye olmalarını, kapris yapsalar bile eşlerinin gönüllerini daima hoş tutmaları gerektiğini söyler. Erkek ve kadınlar için ayrı hak ve görevler belirlenmesine tepkilidir. Kadınlara atfedilen kalıplaşmış görevleri sorgular. Kadını erkeklerin içinden çıkamadıkları ya da başarısızlığa uğradıkları durumlarda onları derleyen, toplayan, yatıştıran bir güç olarak görür. Hatta bu görüşünü Shakespeare’in kitaplarındaki güçlü kadın ve zayıf erkek karakterlerden örnekler vererek sağlamlaştırır. Bu metinlerde erkek karakterler daima bir yanlışın pençesinde kıvranırlar. Güçlü kadınlar ise gerek akıl vererek gerek yol göstererek hiç olmazsa içlerindeki merhameti hissettirerek erkekleri o cendereden kurtarırlar. Ruskin kadınların bu noktada dalga dalga yayılan bu gücünü över, bunun olmazsa olmaz bir özellik olduğunu düşünür ve bunun için de bir kadının mükemmel olması gerektiğini savunur. Bölümün ilk sayfalarında zaman zaman feminizme yaklaşan satırları, sonrasında kusursuz bir kadın arayışına doğru evrilir. Kadın zeki olmalıdır ve zekâsını kendisi için değil kocası için kullanmalıdır. Daima sabırlı, anlayışlı, güzel, bakımlı, dinamik olmalı; evin huzurunu sağlayan ve kendini geliştiren bir çaba içinde hareket etmelidir. Ruskin kadınlara erkeklerin kusurlu hareketlerini engellemelerini, yanlışlarının nedeni olarak kendilerini sorgulamalarını tavsiye eder. Ona göre kadınlar her yönden eğitilmelidir. Klasik yapıtları okumalı, duygusal kitaplardan kaçınmalıdırlar. Duygusallığın, aşkın ve sevginin zayıflık olarak addedildiği bir zamanda yani Victoria döneminde yaşayan Ruskin’in kadınların duygusal dünyasının alevlendirilmemesini istemesi bu anlamda gayet manidardır. Kadın mükemmel olmalıdır ama duygu dünyasıyla değil. Sanatsal çabalarıyla, varlığıyla ve duruşuyla yapmalıdır bunu.

Ruskin’in hayatına ufak bir gezinti yaptığımızda ve Effie Gray adlı filmi izlediğimizde bazı boşlukları daha kolay doldururuz. Ruskin, ailesi tarafından mükemmel bir yetenek olarak görülmüş ve ona sürekli kusursuz olduğu hissettirilerek büyütülmüştür. Ailesine göre hiçbir güç hatta kadın, aşk, evlilik bile onun sanatsal dehasını gölgelememeli, başarısını düşürmemelidir. Ruskin’in bakışları doğada, heykellerde, tablolarda hayret ışıltısıyla gezinirken karısına yani Effie Gray’e bu şekilde hiç bakmamış, ona gereken özeni göstermemiştir. Kitabında kralların bahçelerinde açan ve sürekli ihtimam isteyen zambaklara benzettiği kadınlardan saymamıştır onu. Çünkü kadın kusursuz olmalıdır ve onun karısı bütün insanlar gibi kusurlu ve eksiktir. Ruskin’in bu gerçeği yakınında beliren bir kadınla daha net görmesi onun karısına soğuk davranmasına neden olmuştur. Dönemin baskıcı anlayışı, aile yapısı ve Ruskin’in kendini sanata abartılı şekilde adaması da bu düşüncelerini perçinlemiştir.

Zambaklar kısmındaki kadın egemen anlayışın yazarın yaşam öyküsündeki ‘kadını yok sayma’ durumuna evrilişinin okurda hayal kırıklığı yarattığını söyleyebiliriz. Düşünürüz ki Ruskin düşüncelerini baskıdan kurtarmaya çalışan ve bunları sadece konuşarak ve yazarak özgürleştiren bir yazardır. Söylediklerini hayatına uyarlayabilmek; çevresini, ailesini, dönemini geriye atıp yoluna devam edebilmek onun için pek mümkün olmamıştır. Fakat Ruskin’in parlayan yeteneklerini, sanata ve eleştiri dünyasına yaptığı katkıları es geçmemek gerekir. Susam ve Zambaklar bunun en güçlü kanıtlarından biridir. Ruskin’in 1800’lerin İngiltere’sinde yaptığı bu cesur konuşmalar bugüne ışık tutmuş, kitap toplumsal tespitleri ve günümüze uzanan haklı değerlendirmeleriyle klasikler arasında sıkıca tutunmuştur.

Esra Türedi
twitter.com/esraturedi_

29 Haziran 2021 Salı

Sevincini bulmak ama nasıl?

Mustafa Kutlu’nun son hikâyelerinden olan Sevincini Bulmak, esasında iki arkadaşı eksen alır. Onlar üzerinden geriye dönüş tekniği ile diğer karakterler tanıtılır. Hikâyemiz lisede kitaplar aracılığıyla tanışmış Suna ve Elif’in dostluklarını, hayal kırıklarını, acılarını, mutluluklarını ve iç yolculuklarını işler. Kitap iç içe geçmiş öyküleri bünyesinde barındırır. Kendi başlarına ele alındığında her karakter bir hikâyedir. Yazar ise, Suna dışında diğer karakterleri üstünkörü sunar okuyucuya. Farklı anlatım tarzlarını bünyesinde barındıran Sevincini Bulmak kesinlikle okuyucusundan entelektüel birikim ister. Edebiyattan ve yakın tarihi bilgiden yoksun olanların anlamakta zorlanacağı bir eserdir. Suna ve Elif üzerinden ilerleyen eserde geçmişe giderek aileleri tanıtılır.

Suna’nın dedesi Sefer ekonomik sıkıntılar sebebiyle köyden İstanbul’a göç eder. Askerlik arkadaşının yardımıyla maddi anlamda güçlenince eşini ve çocuklarını da getirtir. Fıstıkağacı’na yerleşirler. Yazar, Fıstıkağacı semti üzerinden Anadolu’dan gelen göçler ile büyük şehirlerin değişen çehresini sorgular ve değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul ederken “hangi değişim” diyerek okuyucuyu düşündürür. Müteahhitlerin buldukları tüm ahşap evleri yıkıp yerine betonlar diktikleri değişim mi? Yoksa ilerleme ve ferahın olduğu değişim mi?

Kutlu, mahalle kültürünü “mahalle medeniyet ile kültürün, milletin asırlar içinde süzüp aldığı İlkelere, tecrübeye, acı ve sevince, ahlaka, mimari ve estetiğe, adalet ve merhamete, hizmet ve hürmete, devlet ile münasebete dayanan bağımsız bir birim idi.” diyerek açıklar. Bireyselliğin esas alındığı beton dünyasında mahalle kültürünün yerini AVM ve siteler, horozdan korkan çocuklar almıştır. Tüketim toplumunun sonucu doyumsuzluk ve onun da getirisi depresyondur der.

Harun, Sefer’in oğludur. Babasından kendisine kalan ahşap evde eşi Lamia ile yaşar. Harun’un vefatından sonra müteahhitlerin ısrarına dayanamayan Lamia, Harun apartmanın kurulmasına izin verir. Suna, tarih öğretmeni babası, edebiyat öğretmeni annesi, ninesi Kevser Hanım ve ablası Sevim ile bu apartmanda yaşar. Erken yaşta babası vefat eder. Dedesi Harun Efendi’nin adını alan Harun apartmanında dört kadın hayatlarına devam ederler.

Elif ise, küçük yaşta annesini kaybeder. Lisede Suna ile tanışırlar. Üniversitede Sanat Tarihi okur. 28 Şubat döneminde başörtülü kızların yanında yer alan Elif, Serdar ile evlenir. Serdar’ın iş hayatına atıldıktan sonraki değişimi sonucu boşanırlar. Elif kızı Nilüfer ile hayatına devam eder. Elif’in durumuna yazar fazla eğilmeden oldubitti şeklinde anlatır. Elif’in boşanma süreci, eşinin değişimi, kızı ile kuşak farkı başlı başına bir hikâyeyi bünyesinde barındırır esasen.

Suna, Yeni Türk edebiyatı alanında doçent olup Ahmet Hamdi Tanpınar hayranıdır. Tanpınar sempozyumunda tanıştığı Ali Balkan’la evlenir bu evlilik her ikisi içinde kendilerini arama sürecinin bir devamıdır. Ruhsal olarak boşlukta olan karakterlerimiz evlilikle beraber yoldaş olurlar. Bu yoldaşlık kendi doğal ortamından çıkmakta zorlanan Ali Balkan’ın Suna’dan ayrılması ile biter. Bu durum karşısında boşluğa düşen Suna üniversitenin yozlaşmış ortamında daha fazla barınamaz. Köye taşınır.

Hikâyedeki kadınlar erkekler tarafından yalnız bırakılmış ama güçlü kalmaya devam etmişlerdir. Suna, ablası Sevim, Elif ve Nilgün aldatılan ve yarı yolda bırakılmış kadınlardır. Yazar, Suna’nın ağzından ev kadını ve iş kadını olmayı sorgulatır. Ev kadınlığının küçümseniyor olması ve kamusal alanda var olmak için iş kadını vasfının alınmak zorunda olmasına üstü kapalı değinip geçer. Ev kadını olmak mı? İş kadını olmak mı? Kadının var olması için külfet altına mı girmesi gerek? Bu ve benzeri sorular hiç bitmeyecek. Belki de kadın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini fıtratını göz önünde bulundurarak, kendini ispatlama zorunluluğundan sıyrılıp bulmalıdır. İşte o zaman yükleneceği misyon kendini tamamlayacaktır.

Elif’in kızı Nilüfer’in durumu günümüz gençliğinin küçük bir yansımasıdır. Nilüfer her gün bir istekle annesine gelir. Bir gün hafız olacaktır diğer gün başka bir şey. “Kemençe ister ama caz dinler.” Ne istediğini bilmeyen, izlediği Kore filmlerinin etkisinde kalan, düşünmeyi külfet gören, üniversitede dahi bilgi seviyesi yerlerde olan neslin bir parçasıdır Nilüfer.

Kitabın bir diğer önemli yanı Tanpınar’ı tanımayanlara bir nebze olsun tanıtabilecek potansiyelde olması. Tanpınar’ın günlüklerinden (Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa) okuyucuya pasajlar sunarak kitaba ayrı bir hava katar. Tabi Tanpınar’ı anlatırken eleştirisini de esirgemez. Tanpınar iki arada bir derede kalmıştır. Mesela camiyi mükemmel tasvir eder ama camide iki rekât namaz kılmaya yanaşmaz. Araftadır Tanpınar, bu durum Tanzimat’tan beri inancını kaybeden aydınımızın genel dramıdır.

Kitapta dört zaman dilimi karşımıza çıkar. Bunlar: Köyden kentte göç, 28 Şubat ile ardından gelen 2000’ler ve günümüz.

Bir diğer karakterimiz Cemil Efendi’dir. Aslında ilk okunduğunda önemsiz görülecek bir karakterdir Cemil Efendi. Şehirli insana bir alternatif olarak karşımızdadır. Cemil Efendi köylüdür. Şehir ve köy arasında gidip gelir. Üniversitede çalışır. Suna’nın her şeyden vazgeçtiği sırada köyüne davet eder. Suna’nın hayat seyri tam olarak bu noktada değişir. Yazar kitap boyunca modern hayatı eleştirir. Köy, modern dünyanın zayıf ama karşıt gücüdür. Şehir hayatına karşı köy hayatını öne sürmüş olur. Yazar hikâyesinde kendini gizlemez. Açıkça “sevgili okuyucu buradayım” der. Bu durum roman ve hikâye için kusurlu bir durum olsa da sanırım Kutlu, tam olarak bunu yapmak istiyor. Kitabın öğretici yanını öne çıkarıp sanatsallığını arka planda bırakıyor.

Mustafa Kutlu’nun birçok öyküsünde karşımıza çıkan kentteki insanın yorgunluğu bu eserde daha geniş açılımlarla yeniden karşımızdadır. Buradaki anlatım tarzı, Müslüman saatini sorgulaması, günümüz sorunlarının tarihsel evrimini okuyucuya sunması kitabı ayrı bir noktaya getirir. Kitap okuyucuda tamamlanmış hissiyatı uyandırmaz. Huzur ve huzursuzluk arasında bir yerde bırakır. Eserin sonunda Suna’nın deyimiyle “sanat bizi hakikatin eşiğine taşır. Ondan sonrası dua yani din.” Velhasıl yazar sevinci buldurmaz, sevince gidecek yola ışık tutar.

Kitap, şehir hayatına, gençliğe, aydınımıza, akademik camiaya, kadınlara birçok eleştiri getirir. Hikâye boyunca okuduklarınız ufkunuzu genişletebilir, karamsarlığa da düşürebilir ya da böyle geldi böyle gidecek diyebilirsiniz. Öte yandan çözüm sunmadan eleştiri yapmak kolay diyebilirsiniz. Yazarımız ise sorduğu sorulara karşılık “Ne Yapmalı?” sorusuyla okuyucuya “Bu memlekette yaşanmaz abi, bir an önce yurt dışına çıkmalı deyip, tabanları yağlayarak kaçanlardan olmayacaksın. Bilakis burada kalıp doğru bildiğin yolda yürüyecek, o karanlık tabloyu aydınlatacaksın.” diyerek yol gösterir.

Göçlerle başlayan hikâye Suna’nın kendini bulmak amacıyla köye dönmesiyle biter. Suna’nın sonu ne oldu? Kendini tamamen buldu mu? Köyde yaşayabildi mi? Sevincini buldu mu? Yazar bunların cevabını vermez. Bizim hayal dünyamıza bırakır. Neredeyse her taraftan teknolojiyle kuşatılmış olan biz şehirli insanını, yazar yeniden doğaya çağırır. Modern dünyada yaşıyoruz. Çağdan kaçamayız ama bu durum bizi tabiattan koparmamalı. Doğa evimize aldığımız birkaç çiçekte değil. Temiz hava evimizin minnacık balkonundan süzülüp gelmeyecek. Sevincini bulmak mı istiyorsun? Doğaya, özüne dönmelisin.

Son olarak kapanışı Cemil Efendi ile yapalım: “Anlamıyorum Hocam. Köylümüz şehre kaçmak için kırk takla atıyor. Şehirli şehirden bıkmış köye göçmek istiyor. Bu nasıl iş?

Edibe Hanım
edibehanim95@gmail.com