6 Haziran 2020 Cumartesi

Yeni bir hayat kurmak için kendini aramak

20 Eylül 2019'da çok önemli bir isim göçtü bu dünyadan: Kâmuran Şipal... Eğer bugün Hermann HesseAlfred AdlerElias CanettiJungRilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun. Onun anmadan bu yazıya başlamak, taş yemek gibi olurdu. Oysa taşları yemek yasak.

Hermann Hesse'nin yazdıkları içinde çok ayrı bir yer tutuyor Klein ve Wagner. Öyle ki Yapı Kredi Yayınları kitabı roman olarak kategorileştirmemiş, anlatı demiş. İkisi arasında gidip gelen, başıyla sonuyla son derece sarsıcı, insanı iç dünyasına döndürmeye çabalarken yazarın kendi sorgulamalarını da ortaya döken bir kitap. Ama asla bu kadar değil. Hesse, kitabı yazdığı dönemde kişisel yaşamında bir bunalıma giriyor, ailevi sorunlar diyelim. Kapısını çaldığı isim Carl Gustav Jung. Muhtemel ki şifasına ulaşmaya çabalarken Jung'dan öğrendikleriyle bir anlatı-roman kurgulamak istemiş olacak ki Klein ve Wagner'in en büyüleyici tarafı bilinçaltına dalıp, Jung'un 'persona' teorisini herkesin anlayabileceği biçimde aktarması. Jung'un kült eseri Dört Arketip'teki yeniden doğuş çeşitlerini hatırlatan bir hikâyesi olduğunu da söyleyebilirim. Hadi biraz daha derinleşelim ve hem Hesse'nin hem de Jung'un doğu düşüncesine ve doğu mistisizmine olan merakını da hatırlayarak kitaptaki birçok cümlede tasavvufua dair izlerin olduğunu da önemseyelim.

Friedrich Klein çalıştığı bankada saygın bir memur. Ev yaşamında sadık bir koca. Ancak bir gün -ki bu bir travmasının, bir anısının harekete geçmesiyle ilgili diye düşünüyorum- bankadaki bir miktar parayı zimmetine geçirir, güneye doğru yola çıkar. Yanında bir çanta dolusu paranın dışında sadece sahte bir pasaport ve tabanca vardır. Hesse burada bize ipucu verir sanki. Pasaportun sahteliği, Jung'un 'persona' teorisindeki "Dışarıya bakan rüya görür ve hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır ve kendini keşfeder" sözünü hatırlatır. Tabanca ise bir ölüm vakasını, bir cinayeti ya da katliamı. Güneyde bulacağını sandığı hayat ona en ters noktadan bir tokat savurur. Sürekli kabuslar görür. Öyle ki cinnete varan krizler yaşar. İşte bu krizlerden birinde ailesini katleden ilkokul öğretmeni Wagner aklına geliverir. Wagner adeta onun bilinçaltına oturur, yerleşir. Klein kendisini Wagner'le özdeşleştirir. Bir zaman sonra artık ondan ayrı biri olmadığını düşünecek seviyeye bile gelir.

Hesse oyununu kurmuştur. Ana karakter ve "cennet ve cehennemini kendi içinde taşıyan" Klein, anti-kahraman Wagner, bilinçaltı, persona, sahte bir yaşam, kaçınılması güç gerçekler ve ölüm... Evi terk ettiği için çocuklarını bir daha göremeyecektir Klein ve bu durum ona depresyonu en derin boyutlarda yaşatır. Belki de terk ettiği için değildir bu göremeyiş, öldürdüğü içindir, buna kim cevap verebilir? Wagner? Olabilir. Artık yaşamında aradığı anlama hiçbir zaman ulaşamayacağını düşünürken kafasının içindeki Wagner'i de bastırıp ondan kurtulamaz. Geldiği yerin yükü, ulaştığı yerin hayal kırıklıkları ve ruhundaki düzleşmesi mümkün olmayan engebeler adeta ölümü çağırır. Kaygı başlarda biraz sempatikmiş gibi görünse de insanın ruh düşüklüğünden tez yararlanır, nitekim Klein da canına kıyıverir. İçindeki Wagner onun katili oluverir.

Miguel Serrano'nun Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları kitabını okuduktan sonra, Hesse'nin anti-kahraman olarak Wagner ismini seçmesine bir anlam biçmeye çalıştım. Müziğe olan ilgisi malumdu. Acaba bu Wagner, Richard Wagner olabilir miydi? Tamam, kitaptaki Wagner bir katildi, ailesini katletmişti, ruhsuzdu, insani değerlerle hiçbir alakası yoktu. Ama ismen bir Wagner daha vardı ki sanatçıydı, çok büyük bir müzisyendi, beste tekniğiyle zirveydi, doğrudan insan ruhuna hitap ediyordu. Klein'ın ulaşmak istediği anlamla, varmak istediği karakterle bir alakası olabilir miydi? Muamma elbette, ama bir merak olarak zihinde dalgalanması bile Hesse'nin meziyetiydi.

Kitaptaki bazı alıntıların da Hesse'nin Alman romantizminde bağlı olduğu silsileyi aşikar ettiğini söyleyebilirim. "İnsan kendi yaşamına yön verdiğine, kendi kendisinin kılavuzu olduğuna inanır; ama öte yandan en içsel varlığı karşı konulmaz bir güç tarafından yazgısına doğru çekilip götürülür." diyordu Goethe. "Yalnızca bir tek bilgelik vardı, yalnızca bir tek inanç, bir tek düşünüş: İçimizdeki Tanrı bilgisi." diyerek bu sözü şerh ediyordu sanki Hesse.

Friedrich Klein'ın hissettiği her duygunun ve düşüncenin, yaptığı her eylemin ardında bir boş kapı vardı sanki. Hiçliğe, hiçe uzanan bir kapı. Bu durum Hermann Hesse'nin yazım sürecine dair bazı ipuçları veriyor aslında. 1911'de Hindistan'a yaptığı yolculuk, ona doğu düşüncesinin sırlarını açmıştı. İnsan bu dünyaya ruhunu inşa etmek için, kendini ve varoluş amacını bulmak için geliyordu. Anlamı arıyordu, o büyük anlamı. Hesse de bu boş kapıyı açmaya uğraşıyordu belli ki. Şöyle diyordu: "Önemli olan ne varsa ruhunda barındırıyordu insan, dışarıdan kimse ona el uzatamazdı. Yeter ki kendisiyle savaş durumunda olmasın, kendi kendisiyle sevgi ve güvene dayalı bir yaşam sürsün, üstesinden gelemeyeceği bir şey gösterilemezdi."

Bilinçaltının gizemiyle insanın kendi içine doğru yönelmesinin kitabı Klein ve Wagner. Aynı zamanda Hermann Hesse'nin karakterler ve düşünceler arasında içini döktüğü, kendisinden kaçma maksadı kendine ulaşma olan bir adamın öyküsü. Yeni bir hayat kurmak için evvela yeni bir benlik inşa etmenin hikâyesi. İncecik ama aslında kapkalın bir kitap. Polisiye görünümlü bir varoluş sorgulaması da denebilir. Zaten insanın yaşam öyküsü de böyledir: kendinden kaçar, kendini arar.

Yazıyı bitirirken, Behçet Çelik'in Belleğin Girdapları adlı romanını da anma ihtiyacı hissettim. Orada da hatıraların eşliğinde kendini bulmak için her şeyden, en önce de kendinden kaçan bir adamın öyküsü var zira. Kendinden kaçak, keskin bıçak ama biricik, daima biricik olan insanın hem en doğal hem de en tuhaf hâlleri var her iki kitabın da damar damar atan sayfalarında. Çünkü bellek acımasızdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Haziran 2020 Cuma

Emek vermeye gönüllü öğretmenler için bir rehber

Dünyayı emek verdiğimiz çocuklar güzelleştirecek.

Her mesleğin başka başka zorunlulukları ve sorumlulukları var hiç şüphesiz ve bunda bütün insanlık olarak hem-fikiriz. Öğretmenlik ise sorumluluk noktasında bana göre başı çekiyor. Bir bina yanlış yapıldığında zor da olsa maddi zarar kapatılabilir, bir çizim hatalıysa yeniden çizilebilir. Fakat aynı durum öğretmenlikte geçerli değildir. Bir öğretmenin yaptığı ufacık hata yıllara bedel olabilir ve bu hatanın farkına varıldığında genellikle her şey için çok geçtir. Atatürk, “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” demiş ve eklemiştir: “Eserinizin kıymeti, yaptığınız fedakârlığın derecesi ile orantılı olacaktır.”. Bir nesli yetiştirmek isteyen kişinin derdi sadece para kazanmak ya da işsiz kalmamak olmamalıdır. Eğer öyleyse çok daha iyi para kazanılacak meslekler vardır. Öğretmenin derdi, insan yetiştirmek olmalıdır. Bir neslin sorumluluğunu almak; paradan puldan, makamdan mevkiden daha değerlidir. Sırf Atatürk’ün bu sözünü okuduğunda bile insan omzunda o sorumluluğu hissetmeli ve bu mesleğe başlamadan önce bir kere daha düşünmelidir.

Müjdat Ataman, Açılın Ben Öğretmenim kitabında emek vermeye gönüllü öğretmenlere kendi deneyimlerini anlatıyor. Giriş kısmında “Herkes iyi öğretmen arayadursun, kimse iyi bir öğretmen nasıl olunur bunu konuşmuyor” diyerek biz öğretmenlere daha iyi öğretmenler olmaya adım atmak için bazı yöntemlerin kapısını aralıyor. İçeriye adım atmak ise bize düşüyor.

Üniversitede öğrendiklerimizi ne kadar ezberlersek ezberleyelim, o sınıfa girdiğimiz anda asıl macera başlıyor ve çocukların bazı söylemleri karşısında insan tüm bildiklerini unutabiliyor. Bu yüzden ezberlemek ve ezberletmek yerine düşünmek ve düşündürmek yazarın bize işaret ettiği nokta oluyor. “Yanıtı hemen verilebilecek sorular yerine, yanıtı düşündürecek sorular sormayı deneyin demek için Bloom’un taksonomisini ezberletmeme gerek yoktu.” diyen Müjdat Ataman, ezber yerine düşünmenin önemini vurguluyor.

Müjdat Öğretmen, geçmişteki eğitimle şimdikini karşılaştırarak şöyle diyor: “Biz öğrenciyken bilgiyi temsil eden öğretmeni can kulağıyla dinlemek zorundaydık çünkü anlatılacak bilgiye başka türlü erişme şansımız yoktu.” diyor. Bilgiye bu kadar kolay erişilebilen bir çağda öğretmen olan bizlere ise şu cümlelerle bir yol gösteriyor: “Beni dinlemiyorlar, demek aynayı karşı tarafa tutmaktı. ‘Beni dinlemeleri için ne yapıyorum?’ sorusu ise aynayı kendimize tutmak olacaktı. Ne yazık ki aynayı karşı tarafa tutmak hepimizin düştüğü bir yanılgı oysa aynayı kendimize tuttuğumuzda gelişim için ilk adımı atmış olacağız.” Bu sözleriyle Müjdat Ataman, önemli bir gerçeği yüzümüze vurmuş. İlkokul yıllarımda evimde bilgisayar yoktu. Yani benim o bilgiyi okulda öğretmenimden almam gerekiyordu. Elimizin altında akıllı telefonlarımız da yoktu. Anlayamadığımız bir konuya ya da çözemediğimiz bir sorunun cevabına istediğimiz zaman ulaşamıyorduk. Şimdi öyle değil. Öğrenci konuyu bizden dinlemek istemezse, ilgisini bir şekilde çekemezsek akşam gidip bir video açarak bizden dinlemek istemediği konuyu rahatlıkla öğrenebilir. Artık bilgiye ulaşmak bu kadar kolay. Bu noktada biz öğretmenlere daha büyük görevler ve sorumluluklar düşüyor. Sürekli düşünmek, araştırmak ve farklı öğretim yöntemleri geliştirmek zorundayız. Çünkü bu çağda bizi dinlemedikleri için öğrencileri suçlayamayız. İşte bu kitapta da çeşitli yöntemler sunuyor bize yazar. Bu yöntemlerden uzaktan eğitimde kullanabileceğim çok basit bir yöntemi derslerimde uygulamaya başladım ve ilk günden “Hocam ders ne çabuk bitti” gibi muhteşem bir geri dönüş aldım. Bir öğretmen için öğrencilerinden duyabileceği en güzel cümlelerden birisi olabilir bence bu cümle. Derse gelirken ayakları geri geri giden öğrenciler yerine, dersin çabuk bitmesinden yakınan öğrenciler görmek öğretmene de iyi gelecektir elbette.

Kitaptaki yöntemlere değinmeyi burada gerekli bulmuyorum, meraklısı açıp okuyacaktır. Fakat bir noktaya özellikle değinmek istiyorum. Kitabın sonunda yazar, devletteki bir okuldan istifa edip özel sektörde çalışma kararı aldığını söylüyor. Başka alanlarda devletten istifa edip özel sektörde çalışmaya başlayanlara rastlamıştım. Öğretmenlikte ise bu durumla ilk kez bu kitapta karşılaştım. Günümüzdeki özel sektör şartlarını düşününce ise bu duruma hayret etmeden geçemedim. Zira özel sektörde “tecrübe” diye bir şart var ki buna sahip değilseniz sizin bu mesleği ne kadar sevdiğinizle, çalışma hevesinizle, yeni şeyler öğrenip kendinizi geliştirme gayretinizle, yöntemlerinizle ya da tekniklerinizle çoğunlukla ilgilenilmiyor. Bu durum da ister istemez heves kırıyor. Fakat kişi işini seviyorsa aramaktan vazgeçmiyor.

Yazımı bitirirken “Sevgiyle başlamayınca yol alamıyoruz” diyen yazara kulak veriyorum ve özellikle bu meslekte sevgiyle yol alırsak zorlukların da üstesinden geleceğimize tüm kalbimle inanıyorum. Bir öğretmen bir çocuğu yetiştirir, bir çocuk ise dünyayı değiştirebilir. Bu yüzden yaptığımız işin ciddiyetinin farkında olmalı ve dünyaya sevgi tohumları ekecek öğrencileri nasıl yetiştireceğimizi arayıp bulmalıyız. Öğretmenlik işsiz kalmamak için tercih edilebilecek bir meslek değildir ve bu meslek gerçekten emek vermeye gönüllü olanlara emanet edilmelidir.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

4 Haziran 2020 Perşembe

Duygulara dair yeni ve sıra dışı sözcükler

Şu an gözlerinizi kapamanızı istesem, acaba hangi duygular gelir içinize, ne hissedersiniz? Heyecan, merak, üzüntü, özlem… Belki de “abhiman”; yani, sevdiğiniz biri tarafından kalbiniz kırıldığında yaşanan acı ve kızgınlık. Duygunun kökeninde üzüntü ve şok var ama hızla şiddetli ve yaralanmış bir onura dönüşüyor. Belki de yıkık dökük binalara ve terk edilmiş yerlere karşı konulmaz bir çekim hissiniz var; yani, “ruinenlust.”

Tüm duygularımızın, bir grup temel duyguya indirgenebileceğine dair teoriler var. Bu temel duygular; mutluluk, üzüntü, korku, iğrenme, öfke ve şaşırma. Diğer tüm duyguların, bu duyguların temelinde oluştuğu düşünülüyor bazılarına göre. Tıpkı ana ve ara renkler gibi. Ancak bu durum, o duygulara temastan kaçınmamızı engellemiyor elbette. Dilimizde bariz bir karşılığı olmayan ancak içimizden hissedilen duygular rüyalarımızı, davranışlarımızı, düşüncelerimizi belki de karşılığı olandan daha fazla etkiliyor. Çünkü bilincimize getirebildiğimiz duygular dillendirebildiklerimiz ve ifade edebildiklerimiz, peki ya dile getiremeyip etkisini hissettiklerimiz?

Duygular Sözlüğü’nün yaratıcısı Tiffany Watt Smith, Queen Mary Üniversitesi’nde Duygular Tarihi Merkezi’nde araştırma görevlisi bir yazar. Kitabıyla bir tür duygu haritasında ilerlememizi ve duyguların antropolojik, sosyolojik, psikolojik açılımlarıyla duygulara dair yeni ve sıradışı sözcükler öğrenmemizi sağlıyor. Bu sözcükler, iç dünyamızın derinliklerine erişebilmemize destek oluyor.

Kitabın önsözünde yazar bazen duyguların bize ait değil de bizim duygulara ait olduğumuza dair bir ifade kullanıyor. Burada insan ruhsallığının duygulardan oluştuğuna yaptığı vurgu, ruhsal sağlığın duygulardan geçtiğini düşündürüyor bana. Kitapta duygulara dair birçok tarihsel anekdota da rastlıyoruz. Örneğin Antik Yunan’da bazı kişiler isyankar öfkeyi, hastalıklı bir rüzgarın getirdiğine inanıyormuş. İlk Hıristiyanlar da can sıkıntısının, kötü niyetli şeytanlar tarafından ruha yerleştirildiğini düşünüyormuş...

Duygu nedir, diye düşündüğümüzde, bunun cevabı kuşkusuz sadece psikolojik kişisel tarihimizde yatmıyor. İçinde yaşadığımız kültürle, coğrafyayla, inançlarla, sosyo-ekonomik, politik tüm diğer değişkenlerle de belirleniyor. Kitapta yer alan bir bölümde bahsedildiği gibi, 17. yüzyıl soylularından François de la Rochefoucauld, en coşkulu dürtülerimizin bile geleneğe uyum sağlama ihtiyacından ortaya çıktığını kabul ediyormuş. Ona göre, “Bazı insanlar eğer aşk hakkında konuşulduğunu duymamış olsalardı asla âşık olmazlardı.

Yazar kitabın tüm duyguları kapsama ya da iç dünyamızın derinliğine inip merkezine varma hevesinde olmadığını söylüyor. Derdi, daha çok, duygularımızın nasıl şekil değiştirdiğine ve birbirlerine nasıl karıştığına ilişkin bir rota sunmak. Ve aynı zamanda iç dünyamızın karmaşıklığını bir grup duyguya indirgemeye çalışanlara çok daha fazlasının olabileceğini göstermek.

Kitapta yaklaşık 150 duygudan bahsediliyor. Benim duygu hazneme dahil olan birkaç tanesine bu yazı vesilesiyle yer vermek isterim: “Papua Yeni Gineli Baining halkı ‘awumbuk’ dedikleri, çok sevilen bir misafir gittiğinde çöken kasvet ve durgunluk hissini içine çekmesi için gece dışarıya bir kâse su bırakıyorlarmış. Üstelik bu ritüel her seferinde işe yarıyormuş.”. Bir diğer duygu da “amae.” Japon psikanalist Takeo Doi’ye göre, “bir kişinin sevgisini çantada keklik görmek ve değerini bilmemek anlamına geliyor ve bu duygu, karşılığında şükran duyma gereği görmeden birinden destek aldığınız zaman ortaya çıkıyor. Hatta çok çalıştığımız zamanlar kendimize de biraz amae göstermemiz teşvik ediliyor.”. Bir de Hollandalıların ifade ettikleri bir duygu var ki, içinizi yumuşacık yapıyor; gezelligheid. Yani dışarısı soğuk ve kasvetliyken sizin arkadaşlarınızla sıcak ve rahat hissettiğiniz duygusu.

Duygularımızı ifade ederken sözcüklere ihtiyacımız var; ve her seferinde bu sözcükleri zenginleştirmeye... Ancak bu şekilde kendimizi ve ötekini gerçek anlamda kavrayabilmemiz mümkün olabilir. Bu bağlamda Tiffany Watt Smith’in çok kıymetli bir işe imza attığını belirtelim. Umarım devamı gelir ve bu kitap bir duygu külliyatının kurulmasını sağlar.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel

Herkes kendini anlayan bir dosta ihtiyaç duyar

Çok etkileyici bir roman. İnsanların dinlenilme ve anlaşılma arzusunu çok güzel anlatmış.

Bizi dinleyen, anlayan, anlattıklarımızı kimseyle paylaşmayan, istediğimiz her an ulaşabilir olan. Üstelik bizi her seferinde sıcak bir gülümsemeyle karşılayan biri olsa hayatımızda nasıl olurdu? Kitabı okudukça insanın hayattaki en temel arzusunun birileri tarafından anlaşılabilmek olduğu gerçeği çıkıyor karşımıza.

Roman, ABD’nin küçük bir güney kasabasında, sağır bir kuyumcu olan Singer’ın etrafında gelişiyor. Farklı farklı hayatların Singer’ın etrafında birleşimini ve insanın trajik duygusu haline gelen anlaşılma duygusunun hayata yansımalarını görüyoruz.

Kitap dilsiz ve sağır olan iki arkadaşın hikâyesiyle başlıyor. İkisi bir arada çok mutlular. Küçük şeylerden mutlu olabilmeyi öğrenmişler. Singer elleriyle konuşuyor ve arkadaşıyla birlikteyken çoğunlukla konuşuyor. Aslında Singer çok zeki bir karakter. Okuma yazma biliyor, dudak okuyabiliyor ve elleriyle de iki farklı dili simgeleyebiliyor. Arkadaşı Antonapoulos iletişim kurmada Singer kadar maharetli değil. Çok fazla iletişime geçtiği de söylenemez. Tüm bunlara rağmen Singer arkadaşının gözlerine baktığında zeki ve onu anlayan birini görüyor. Onu anlayan biri…

Anılarının ortağı, yanında kendi olabileceği bir arkadaş Antonapoulos. Singer bu arkadaşı için çok fazla fedakârlık yapıyor. Sonra bir şekilde yolları ayrılıyor arkadaşıyla. Daha sonra bir pansiyona taşınıyor Singer. Böylelikle romanın diğer kahramanları da onun hayatına dâhil oluyorlar. Ya da şöyle söylemeliyim, bahsettiğimiz karekterler onu hayatlarına dahil ediyorlar.

Genç bir kız olan Mick, siyahi bir doktor olan Copeland, lokantacı Biff ve aykırı bir gezgin işçi olan Blount. Hepsi Singer’a anlatıyorlar kendilerini, dertlerini… Saatlerce konuşuyorlar onunla.

Singer onları yüzünde bir gülümsemeyle karşılıyor her seferinde. Dudak okuduğu için tüm dikkatiyle dinliyor onları. Kendi elleri ise hep cebinde… Ve tüm bu insanlar kendilerini anlayan tek kişinin Singer olduğunu düşünüyorlar. Singer onların dünyasında git gide daha büyük bir yer kaplamaya başlıyor.

Romanın başlarında Jake Blount, "Bir insan bilir de başkasına anlatamazsa ne yapar, ne eder?” diyor. Ve aslında bu cümle romanın kilit cümlesini oluşturuyor bence. Singer’ı insanların dünyasının merkezine oturtan da tam da bu işte. İnsanları koşulsuz kabul ediyor, yargılamıyor, dinliyor. Sadece jest ve mimikleriyle de olsa onlara anlaşılmış oldukları hissi veriyor.

"Herkes dilsizi, olmasını istediği gibi, kendisine göre tanımlıyordu.”. Kimse kendi önemli dünyasını anlatma cazibesine ara verip de onun dünyasını sormuyordu, hâlbuki. -öyle ya beni ancak benim gibi biri anlar, Singer beni anladığına göre farklı, özel biri o, benim gibi- diye düşünüyorlardı belki de. Ya da Singer’la karşılaşıncaya kadar kimse onlara varlıklarını hissettirmemişti.

Bu arada her bir karakterin kendi dünyalarında bir varoluş mücadelesi verdiğini görüyoruz.

Biff: ”Ölüm. Bazen onu oda kendisiyle hissederdi neredeyse….. Ne anlamıştı? hiçbir şey. Nereye gidiyordu? Hiçbir yere. Ne istiyordu? Bilmek. Neyi? Bir anlamı. Niçin? Bilmece.

Mick: ”… istiyorum- istiyorum- istiyorum, bütün düşünebildiği buydu…. Ama istediği şeyin gerçekte ne olduğunu bilemiyordu.

Doktor Copeland adalet istiyordu ve bunun için bir yaşam mücadelesi veriyordu. Blounth'un ise kafası karışıktı ne istediği konusunda ama özgürlüğü arzuluyordu.

Singer’ın etrafında bunlar olurken; Singer’in içinde neler oluyor, Singer tüm bu olanları nasıl algılıyor?

O da konuşmak, anlaşılmak istiyor. Onun hayatının merkezinde ise arkadaşı Antonapoulos var. Yolları ayrılmak durumunda kalsa da Singer hep onu düşünüyor, onunla yaşıyor. Ona mektuplar yazıyor. Arkadaşının okuma yazmasının olmadığını bilse de… Her yazdığı mektubu göndermiyor ama gönderdiklerini de arkadaşı Antonapoulos’a okuyup anlatabilecek bir dilsiz olduğunu umuyor.

Arkadaşına yazdığı mektuplardan birinde etrafındaki bu yeni insanlardan bahsediyor Singer.

"Hepsi çok meşgul insanlar. Gerçekten de o kadar meşgul insanlar ki, hayal edemezsin. Gece gündüz işlerinde çalışıyorlar demek istemiyorum. Kafalarında her zaman o kadar çok yapacak iş var ki, bir türlü rahat vermiyor onlara. Odama çıkarlar o kadar çok konuşurlar ki, anlayamam insanlar yorulmadan nasıl bu kadar uzun süre açıp kapayabiliyorlar ağızlarını. (Fakat New York Cafe’nin sahibi farklı onlardan, ötekilere benzemiyor o). Ötekilerin hep nefret ettikleri bir şey vardır. Yemekten, uyumaktan, şaraptan ya da dostça bir arada bulunmaktan daha çok sevdikleri olur hep. İşte bunun için bu kadar meşgul onlar.

Yaa! Özgürlük ve korsanlar. Evet, kapital ve demokratlar. İşte böyle konuşuyor. O bıyıklı, çirkin adam. Sonra kendi söylediğinin tersini söylüyor, özgürlük bütün ülkülerin en büyüğüdür diyor. Şu içimdeki müziği bir yazabilsem, bir müzisyen olabilsem. Mutlaka yapmam lazım bunu diyor genç kız. Hizmet edelim, bırakmıyorlar diyor zenci doktor. Bu, benim halkımın en yüce ihtiyacıdır. Ya! Diyor New York Cefe’nın sahibi. Düşünceli birisi o.

Yüreklerindeki bu sözler rahat bırakmıyor onları.

Ve Singer şu sözlerle bitiriyor mektubunu;

Ben sensiz olamam, beni anlayan sensiz edemem.
Sadık Dost
John Singer

Herkes bir dosta ihtiyaç duyar bu dünyada…
Kendisini anlayan bir dosta…

Kitapta insanın bencil tarafına da vurgu yapılıyor sanki. Herkes bir şekilde kendini anlatma derdinde. Bir başkasını anlama çabası ise pek göze çarpmıyor.

Kitapta bahsettiğim ana karakterler dışında birçok farklı karakterin dünyasına da değinilmiş. İnsanların Singer’ı bu kadar kendi dünyalarına dahil etmeleri gerçekten çok çarpıcı. Ana karekterlerin dışında onu tanıyan tanımayan hemen herkes ona bir şeyler anlatıyor ya da onun hakkında konuşuyor. O kadar ki; bir Türk onun Türk olduğunu, biri onun Angola Sakson olduğunu, birisi Yahudi olduğunu bir başkası ajan olduğunu söylüyor. Aslında insanlar kalabalıklar içinde yalnızlar, o kadar yalnızlar ki, yalnızlıkları nispetinde var ediyorlar Singer’ı hayatlarında. Ama işin ilginç yanı Singer da bu kalabalıklar içinde yalnız kalıyor.

Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz

1 Haziran 2020 Pazartesi

Arkadaşlıkta saadet ne kadar mümkün?

"Psykhe" dizisiyle İletişim Yayınları birçok önemli kitabı dilimize kazandırdı. Bebeklikten ergenliğe, ebeveyn olmaktan emekliliğe birçok kuşağı konu alan bu kitaplar arasında narsisizm, tükenmişlik, anoreksiya ve bulimiya, kendine güven ve saygı, hayır demeyi bilmek, internet bağımlılığı, zor bir ailede büyümek, duygusal stres ve manipülasyon, zor anneler, modern dünyanın çocuklar üzerindeki zararlı etkileri, aldatmanın psikolojisi, manevi taciz gibi birçok konu işleniyor.

Dizide en çok kitabı neşredilen yazar ise 1953 Almanya doğumlu Wilhelm Schmid. Berlin, Paris ve Tübingen’de felsefe eğitimi alan yazar bir dönem Zürih’teki bir hastanede hastalara "felsefeyle manevi destek" hizmetinde bulunmuş. Düşmanlığın FaydalarıMutsuz OlmakAşkKendiyle Dost OlmakSakin OlmakHediye Vermek ve Almak ÜzerineAnne Baba ve Büyükanne Büyükbaba Olmanın Sevinçleri Üzerine adlı kitapları neşredilen Schmid'in kitapları birçok dile çevrilmeye devam ediyor. Bu yazıda hakkında bahsetmeye çalışacağımız kitabının adı ise Arkadaşlıktaki Saadete Dair. Orijinal adı Vom Glück der Freundschaft olan eserin çevirisi Tanıl Bora'ya ait. Bora'nın diğer bazı Schmid kitaplarını da dilimize çevirdiğini belirtelim.

70 sayfalık Arkadaşlıktaki Saadete Dair, iki önemli meseleyi dert ediniyor. Bunlardan biri günümüzde arkadaşlık kurmanın gittikçe zorlaşması, diğeriyse kurulan arkadaşlıkları sürdürebilmenin önemi. Bu iki mesele arasında ise şu sorulara cevap aranıyor yazar tarafından: Gerçek bir arkadaş nasıl olmalıdır? Arkadaşlığın farklı türleri nelerdir? Kişinin çok arkadaşının olması iyi ya da gerekli bir şey midir? Nasıl arkadaş edinilir? Arkadaşlığa özen göstermek neleri kapsar? Ömür boyu arkadaş kalmak mümkün müdür? Arkadaşlık ilişkisi duygusal, manevi ve zihinsel olarak bize ne kazandırır? Arkadaşlıkta yaşanan sorunlar nasıl aşılır? Kendimizle arkadaş olmak ne demektir ve gerekli midir? Samimiyet, yakınlık ve ilgi, arkadaşlığın olmazsa olmazları mıdır? Arkadaşsız kalmak hayatımızda nasıl bir yoksunluğa yol açar?

'Bütün hayal kırıklıklarının telafisi' olan internet, arkadaşlık konusunda da son derece etkili bir konumda yer alıyor. Gün geçtikçe imrenilen arkadaşlıkları, nefret edilecek arkadaşları, doğru-düzgün bir arkadaş bulabilmenin ya da bulamamanın sebeplerini internette arıyoruz, buluyoruz. Belki de bulduğumuzu zannediyoruz. "Arkadaşlık, şayet araya bir fecaat girmezse, yaşam boyu idi bir vakitler; modernliğin seyri içindeyse, tıpkı aşktaki gibi, yaşamın bir bölümüyle sınırlı bir ilişkiye dönüştü, ancak birbirini gözden kaybedene kadar sürüyor." diyor Schmid. Dolayısıyla internetin dışında kentsel dönüşümün, aile ve akrabalık ilişkilerinin zedelenmesinin de arkadaşlık kavramını bir kenara sıkıştırdığı söylenebilir rahatlıkla. 'Toplumsal yalnızlaşma tehdidi' bir ucu keskinliğinden parıldayan bir balta gibi gidip geliyor arkadaşlıkların üzerinde. Tamamen mecburiyetten kurulan ilişkiler, 'kendinden kaçan'ların bir sığınak olarak gördüğü ilişkiler, sömürge tipi ilişkiler, başlarda samimi olup gittikçe alışverişe dönen ilişkiler... Artık yüzlerce arkadaşlık türünden bahsetmek mümkün...

Schmid bunca kalabalık ve karmaşık arkadaşlık stratejileri arasından üç türlüsünü önemsiyor. Zevk arkadaşlığı, fayda arkadaşlığı ve hakiki arkadaşlıklar. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi ilk iki tür, ömürlük değil dönemlik arkadaşlıkları ilgilendiriyor. Zira zevkler ve faydalar sona erince arkadaşlık da bitiyor. Ancak hakiki arkadaşlık cefayı, sefayı, vefayı bir bütün olarak kucaklayıp esas dostluğun temelini kuvvetlendiriyor. Hakiki arkadaşlık, hakiki dostlukların arka bahçesini hazırlıyor. Burada Schmid, çok önemli bir konuya da değiniyor: Hakiki bir arkadaşlık kurmaya çalışmadan önce, kişinin kendini keşfetmesinin önemi: "Her arkadaşlığın temelinde, insanın kendisiyle arkadaş olması yatar."

Hakikaten de kendiyle dost olamayanlar -ki yazarın bu konudaki kitabı gayet verimli- karşılarındakini sadece yoruyorlar. Kim olursa olsun karşılarındaki insanı sadece dert anlatma, acı paylaşma, nadiren de neşelenme aracı olarak görüyorlar. Hatta görüyorlar çok naif bir ifade olur, onlar daima kaçtıkları kendilerinden kurtulmak için bir vasıtaya ihtiyaç duyuyorlar. Dolayısıyla kurdukları arkadaşlıklar yap-boz biçimini alıyor. Zamanla parçalar kayboluyor, boşluklar büyüyor ve 'tezgâh' kapanıyor. Mesafe burada 'olmazsa olmaz' filtre. Hiç değilse iki taraftan birinin bu mesafeyi olabildiğince dikkatli kurması gerekiyor. Yoksa ne mi oluyor? Okuyalım: "Yaşam tümüyle iki kutupludur, böyle olması bir arıza değil, çelişkilerle yaşamayı beceremeyen insanların sırtında aşırı yüktür olsa olsa. Mesele, tıpkı aşk gibi arkadaşlığa da tezatlar arasında nefes aldırabilmededir; iyi duygularla nahoş meseleler arasında, anlayışla yanlış anlaşılma hatta anlayışsızlık arasında; işin esası, yakınlıkla mesafe arasında."

Arkadaşlığı önemsiyorum ancak zor buluyorum, epey zor. Bir evlilikten ve hatta ebeveynlikten bile daha zor. Çünkü insan bozuluyor, insan kötülük üretmeye gittikçe daha çok yatkınlaşıyor. İnsan hep bir kusur arıyor fakat kendine dair hiçbir kusuru görmemek konusunda ısrarcı davranıyor. Gönülden, samimi bir arkadaşlığa ne kadar inansam da günümüzde, özellikle de büyük şehirlerde bu tip ilişkiler kurmanın oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Huzur vermiyor, sakatlıyor arkadaşlıklar artık. Çok umutsuz bir kapanış olmaması adına, son paragrafı Schmid'in şu güzel cümleleriyle bitirmek isterim:

"Nasıl da bahtiyar edicidir, beni gözeten birisinin, hâlimi hatırımı, nerede olduğumu, ne yaptığımı soran, onun için varlığımla yokluğumun bir olmadığı birisinin mevcudiyeti! Bir başkasının bedeniyle değilse bile ruhen-manen benimle olması, her vakit ona gidebilecek ve yanında kendimi dostça karşılanmış hissedebilecek olmam -onun da benim yanımda aynısını hissetmesi- şu hayatta emin olduğum bir şey demektir benim için."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Dünyanın çilesinden kaçabilir miyiz?

İbrahim Ethem Hz. menkıbeleriyle tasavvuf anlatılarının ve veliler kervanının önde gelen şahsiyetlerinden. Belh’in hükümdarıyken sahip olduklarını ve saltanatını terk etmesi sebebiyle destanlaşan hayatı, İslam edebiyatında manzum ve nesirlere dönüştü. Hayatı ve kişiliği etrafında oluşan hikayeler, destanlar ve menkıbeler şeklinde edebî eserlere konu oldu. Hakkında yazılanlar ve sözlü gelenekle aktarılanlar İslâmiyet’i halka peygamberler gibi kutlu şahsiyetlerin hayatlarından örnek göstererek anlatma amacı taşıyordu. Necip Fazıl da aynı amaçla, yazdığı yüzün üzerinde eserde olduğu gibi, kendi deyimiyle Allah demenin yasak olduğu bir dönemde bu piyesi yazdı. Menkıbeler etrafında dolaşarak yazılan piyes beş perde halinde 1978’te yayınlandı.

Piyes iki dervişin hükümdar İbrahim Ethem’in huzuruna getirilmesiyle başlar. Dervişler camide namaz sonrasında cemaate "Böyle Müslümanlık olmaz" diye nida etmiş, sultanın halinden de "İşi gücü sırmalı elbiseler, altun tasmalı tazılar arasında, sülün ayaklı küheylanlar sırtında ava çıkmaktan ibaret olan bir sultandan ne hatır gelir?" diyerek şikâyet etmişlerdir. İbrahim Ethem onları huzuruna çağırır fakat, cezalandırmak için değil dervişlik hakkında sorular sormak için. Onların gerçekten hak ehli zatlar mı yoksa ham ve kaba softalar* mı olduklarını öğrenmek ister. Çünkü avda yaşadığı, menkıbelerde çokça anlatılan bir olay onu sarsmıştır. Buna göre, İbrahim b. Ethem gençlik çağında avlanırken, hâtiften ya da avlamaya çalıştığı ceylandan iki kez: “Sen bunun için mi yaratıldın yoksa bu işe mi memur kılındın?” diye ses duymuştu. Dervişleri adeta sorgular ama cevaplarından mutmain olmaz. Kendisine edilen ihtarın anlamını onlarda bulamasa da ruhunu tırmık tırmık pençelerler.

‘’İbrahim Ethem - Allah'dan dilerim ki, bir gün, bu yolu tam gösterebilecek birini çıkarsın karşıma!
Derviş - Allah bir gün belki de seni çıkarır senin karşına...’’
Çünkü bir cevap vermek yahut dervişlik onların elinde değildir. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak O’dur.
"İbrahim Ethem - Sen arada bir hikmetli lâflar ediyorsun, ama dilediğimi veremiyorsun!"
"Derviş - Haddime mi düşmüş benim... O verir. O!.."
"İbrahim Ethem - İstemekle mi verir?"
"Derviş - Dilerse istetir, öyle verir. Dilerse ne istetir ne bir şey; uykunun içinde bile tepene tokmakla vurup seni kaldırır, verir."

Öyle de olur. Tahtında uyuyakalan hükümdar tavanda tüyler ürpertici bir tokmak sesiyle uyanır. Kim var orada diye bağırır, ses ‘‘Yabancı değil, bir katar devem vardı; kaybettim, onu arıyorum.’’ der. İbrahim Ethem ‘‘Deli misin sen kaybolan develeri sarayın damında arıyorsun?’’ diye sorunca ses, heybetli, tane tane ‘‘Ey gafil, sen de Allah’ı ipek ve atlas kaftanlar içinde inci ve altın tahtlar üzerinde mi arıyorsun?’’ diye cevap verir. Halk arasında da çokça bilinen bir menkıbedir bu olay aynı zamanda.

İkinci perdede karşımızda arayış içinde bir hükümdar vardır. Halkını ayak divanında toplar, muradı kendisini Hakka götürecek bir Allah ehli bulmaktır. Omuzundaki saltanat yükünü taşıyamayacak haller geçirmektedir. Halkının rızasını da alarak ayrılmak ister. Ona göre koyunun hesabını dahi düşünen Hz. Ömer bu rikkatiyle imtihanı kazanacaktır, ama kendi omuzları bu yükü taşıyamamaktadır. ‘Ya benim çilem, hepsi boş, hepsi riyakarlık.’ diye düşünerek sahip olduğu unvan ve mülkü terk eder.

"Onu bulacağım! Beni yaratanı bulacağım! Yaratıldığımdaki murada ereceğim! Alemleri insan için, insanı da kendi visali için yaratanı bulacağım.’’

Aslında İbrahim Ethem sahip olmak ve olmak arasında bir tercih yapmıştır. Erich Fromm’a göre “Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılık, yaşamı ya da ölümü sevme eğilimleriyle birlikte, insan varoluşunun en önemli sorunudur. "Ol-mak", yüzeysel görüntüleri aşıp, onların ardındaki gerçeği kavramakla gerçekleşebilir ancak. Kendisini sürgün eder, zühd ve ruhi ahlaka yönelir.

"Bu dünyada ne varsa gurbet... Bütün varlıklar yokluk, bütün sahiplikler yoksunluk…" "Pişiyorsun, ya İbrahim Ethem kaynamaya, fokurdamaya başlıyorsun!"

Üçüncü perdede İbrahim Ethem’in çilesi başlar, bu süreç aynı zamanda O ve Ben’i okuyanların bileceği gibi Necip Fazıl’ın kendi yolculuğu ve çilesiyle örtüşür. Aynı şekilde Yunus Emre piyesinde geçen nefsle olan mücadeleye de benzer. Karakteri yine nefs ve şüpheyle yüzleştirir. Nefs nedir? Ben’den ayrı bir varlık mı? Kötülüğü emreden bir ses mi, fısıltı mı? O ve Ben de kendisine gelen hataratları** anlattığı bölümde Necip Fazıl’a gelen düşüncelerle benzeşir İbrahim Ethem’e kendi içinden gelen ses. Nefsi algılayışı Çile’ de ‘benim köpek nefsim’ diye anlattığı bölümdeki gibidir. İbrahim Ethem de nefsinden sıkıntı içindedir. Öyle ki dağda kendi halinde olan bir çobanın haline imrenir. Necip Fazıl gibi, çilededir.

"Nasıl huzur içinde olabilirim? Perişanım nefsimden, nefsimin üflediği zehirli nefeslerden."

Dördüncü perdede olaylar Necip Fazıl’ın başka bir tiyatrosu olan Reis Bey’de yaşananlarla örtüşmektedir. Reis bey hapse girer, kendisine sataşan suçlulara müşfik bir şekilde muamele eder. Bu davranışı onların taşkın davranışlarını ve kalplerini yumuşatır. Benzer şekilde gemide bir adam insanları güldürmek için İbrahim Ethem’i alay konusu eder, sataşır. O da bunu hilm içerisinde karşılar. Hali hem adamın, hem gemideki insanların haline sirayet eder.

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş." (Fussilet, 34)

Son perdede bir balıkçının yanında çalışır, ağ dikmekle nefsini meşgul etmek ister. Bir yandan da nefs hakkında balıkçıya, aslında okuyucuya, bilgiler aktarır. Çünkü Necip Fazıl verdiği yüze yakın eserde olduğu gibi net bir senaryoyla belirgin hatlar çizerek okuyucuya bir şeyler aktarmak derdindedir. Dava anlayışının, kendi hayatı, arayışı ve buluşunun piyese yansıdığı muhakkak. Diğer eserlerinde de görülen kendine has üslubu ve üzerinde durduğu nefs, ölüm, çile, hakikat gibi temel konuları yine İbrahim Ethem menkıbeleri üzerinden işler. Nefs nedir? Dervişlik nedir? Bir müminin hali nasıl olmalıdır? İnsanın arayışındaki çilede ne tür engeller vardır? Bu çile olmadan tamamlanmak mümkün müdür?

Bir Ruh Macerası’nda Ayşe Şasa’ya hocası Kemal Tahir şöyle der. "Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın! İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden korumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.”. İbrahim Ethem de sahip olduklarını terk ederek dünyanın çilesinden kaçmanın aksine tam ortasına düşmüştür. Kendi el emeğiyle kazanmak ve helal lokma yemek bu yolda ilk amacıdır. Vefatının da sınır boylarında gönüllü olarak nöbet tutarken olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Kolay bir hayata, iyi imkanlara sahipken bunu tercih etmesinin bir anlamı ve sebebi vardır. Burada tacı tahtı bırakmak kavramı bir metafor olarak düşünülebilir. Bu terk ediş, hakikati ararken girilen yolun rahat ve kolayın olmayacağı bir yol olduğu anlamını taşır. Her insan için yapabileceği, kaldırabileceği ölçüde bir yük, zahmet ve imtihan vardır. Zahmet olmadan, zorluklar olmadan insan tamamlanamamaktadır. Bu durum psikolojinin de felsefe ve dinlerin de üzerinde durduğu bir konudur. Pozitif psikolojide karakter erdemlerinin ortaya çıkması, hayatın anlamlı olması için bir zorluk, bir çile yaşanması gerektiği vurgulanır. Çünkü belli karakter erdemlerini kazanmış olduğuna hemfikir olduğumuz insanlara baktığımızda görürüz ki yaşadıklarının ortak özelliği zorlanmış olmalarıdır. Zahmet çekmişlerdir. Ve ancak çekilen zahmet ölçüsünde bir itminan, anlam ve rahmet vardır.

Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna

*Ham ve kaba softa: Nfk’nın birçok eserinde kullandığı tabir. ("İslam’ı kendi çıkarları uğruna ve başkalarının emelleri doğrultusunda kullanıp, kafalarına göre Müslüman portresi belirleyen ve de halka bunu yutturmaya çalışan, sonuç itibari ile de İslam düşmanlarının eline müthiş bir koz veren insanlardır.")

**Hatarat: “Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak” anlamındaki hutûr kökünden türeyen hâtır kelimesinin çoğulu olup insanın iradesi dışında zihnine gelen iyi veya kötü düşünceleri ifade eder.

Yazıda Faydalanılan Kaynaklar:
https://issuu.com/sibirturan/docs/nameefd1e4 (Kitaba buradan ulaşılabilir)
Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak
Gül, Halime. İbrahim bin Ethem ve tasavvuf tarihindeki yeri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
Nurcan Öznal Güder, Dâstân-ı İbrâhim Edhem (yüksek lisans tezi, 1992),
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-b-edhem#2-edebiyat
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=haber-detay&kod=395

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Tanpınar'da "yerli" ve "milli": bir yaşayamama tezahürü

Tadı damağımda kalan kitapları ara ara yeniden satın almak ya da başka yayınevlerince yapılan baskılarını bulup bir kez de oradan okumak gibi bir huyum vardır.

Önemli yabancı metinleri farklı çevirilerden birkaç kez okumak da aynı huyun devamı sayılabilir. (Gerçi, her defasında çevirilerden birinin tadı ötekilerine baskın gelir ve sonrasında okunan tatsız çeviriler çoğu kez kitabın orijinal değerinden götürür ama yine de yapmak gerekir.)

Bir yıl kadar önce, Tanpınar’ın Yapı Kredi Yayınları’nın kısa bir dönem için yayımlayıp son verdiği baskılarını bulmak ve hepsini sil baştan okumak istediğimde garip bir durumla karşılaştım.

Yeni baskılarının olmadığını biliyordum elbette ama internetteki sayısız kitapçıdan birinde kolaylıkla bulabileceğimden ve makul fiyatlarla alabileceğimden de çok fazla şüphe duymuyordum.

Fakat, kısa sürede Tanpınar’ın YKY baskılarını bulmanın hiç de kolay ve maliyetsiz bir iş olmadığını, dahası bir kitapçının, Tanpınar’ı asla Dergah Yayınları’ndan okumayacak pek çok müşterisi olduğunu söylemesiyle, konunun nasıl bir ideolojik sahiplenme çabasının çatışma alanı olduğunu anlar gibi oldum.

Anlatılanlara göre, Dergâh ve YKY, Tanpınar’ın yayın hakları konusunda karşı karşıya gelmişlerdi ve sonrasında, mücadeleyi Dergâh kazanmıştı. Bu durum belli ki YKY tarafındaki kimi kişilerce Tanpınar’ın karşı saflara kaptırılması gibi algılanmıştı. Sonrasında da Dergâh’tan okumayarak bu tepkilerini ortaya koymak gibi matbuat alemimizdeki ilginç protestolardan birine kalkışmışlardı.

Tanpınar aynı Tanpınar’dı elbette ve Dergâh da -bilindiği gibi- ülkenin hatırı sayılır önemdeki yayınevlerinden biriydi. Herhangi bir özensizlik ya da Tanpınar’ın hatırasını ticarete çevirme açgözlülüğü gibi durumlardan söz edilemezdi. Ama, ‘karşı mahalle’dendi işte ve sırf bu yüzden Tanpınar’ı oradan okumak, Tanpınar’ın da bilmediği yeni anlamlar içeriyordu.

Ben, gerçek anlamda bir Tanpınar tutkunu olmadığım için listemdeki eksikleri yine Dergâh’tan tamamlayarak bu tartışmadan uzak durdum.

Gerçek bir Tanpınar tutkunu değilimdir, evet. Beş Şehir’i severim ama nedense çok fazla yüceltmem mesela (Yaşadığım Gibi’de Beş Şehir’dekinden daha iyi Bursa yazıları vardır ama bugüne kadar pek kıymetinin bilindiğini görmedim.)

Beş Şehir, bana şehir kitabından çok edebiyat tarihinin farklı şehirlerde canlandırılma çabası gibi gelir. Tanpınar, Ankara kalesine ya da Bursa ovasına bakarken o topraklara dair yazılanları içli -ve de hicranlı bir şekilde- romantik bir dille kaleme alır ve bütün bir yazın onun dilinden kolaj halinde kelimelere dökülür. Beş Şehir, ‘geçmiş’in kitabıdır ve Tanpınar, geçmişi farklı bir gözle yeniden kurmak için büyük bir düşünsel enerji harcamaktadır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü de elbette onun zamanla olan meselesinin yansımasıdır, önemli bir eserdir ama dürüst olmak gerekirse, etkilenmem gerektiği kadar etkilendiğim bir kitaptır (Ya da belki YKY’den okumadığım içindir!).

Paylaşamadığımız nedir peki? Tanpınar, büyük bir dahi ve bu yüzden kaptırmamaya mı çalışıyoruz? Evet, elbette bir dehasından söz etmek gerekir ama esas mesele onun dehası mıdır pek belli değil.

Esas mesele şurada gizli ki Tanpınar hem doğuyu hem de batıyı iyi bilen bir düşünce ve edebiyat adamı. Birini diğerinin önüne koymadan her ikisini de görebilen ve meselelerimizi terazinin her iki kefesinde aynı aynda tartabilen bir entelektüel olduğu için ağır basan taraf, yalnızca kendi kefesindekileri değil karşı kefedekileride de alabileceğini düşünen bir hırsa sahip.

Tanpınar, gazete ve dergi yazılarından oluşan Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde genç bir yazarın yazdığı bir hikâyeyle ilgili, görüşüne başvurmasından bahseder. Hem doğuyu hem de batıyı ‘bilen’ bir genç yazardır bu kişi ve yazdıkları, Tanpınar’ın sözleriyle devam edersek,

Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.

Sonrasında Tanpınar, olabildiğince kırmadan düşündüklerini anlatır genç yazara:

Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber, onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duyamadım.

Sonrasında, genç yazar ilk önce kızar gibi olur. Bunun üzerine Tanpınar, bütün bunları sırf tenkit etmek, karşı tarafın heyecanını soğutmak için söylediği gibi bir tepki alacağından korkar kısa bir süre ama genç yazar da -neyse ki- onunla aynı fikirdedir:

Doğru..hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkar olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuyum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alakamız kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençberler, velhasıl maddi ve manevi sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer.

Bizim şimdilerde ‘kimseye söz düşürmeyen’ yerli ve millicilerimizi de çok iyi anlattığını düşündüğüm bu sözler üzerine Tanpınar, bunun sebeplerini çok düşündüğünü ve şu sonuca vardığını belirtir:

Çok düşündüm ve neslimizin büyük bir ıztırabını buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…

İnsanımızın bütün dertlerini, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanıyıp bilen, bilmekle kalmayıp, bütün bunların acısını üzerinde duyduğunu düşünen ve nihayet okuduğumuz frenk kitaplarını susturarak kendi sesimizin duyulmasını sağlamaya çalışan yerli ve millici arkadaşların düşüncelerinde bir cansızlık olduğu gözüküyor.

Yazdıkları şeylerde, Tanpınar’ın kastettiği, içinden yaşamışlığın sıcaklığı yok. Bu nedenle kolay karikatürize edilebilen, insanların cansız nesnelere kolay dönüşebildiği bir yerli ve millilik bu. (İdris Küçükömer’in ‘Türkiye’de sol sağdır sağ soldur’ demesi gibi ‘Türkiye’de doğucular batıcı batıcılar doğucudur’ desek yeridir.)

Bilenler bilir ki Anadolu’da ‘yerli’ kelimesi insanlar için kullanılmaz. ‘Yerli tohum’dan, ‘yerli gübre’den, ‘yerli domates’ten, ‘yerli inek cinsleri’nden bahsedilir ama insanın yerlisinden bahsedilmez.

Belki ‘yabancı’ manasında ‘yaban’ denilen kişiler vardır ama yerli denilenler -Tanpınar’ın genç yazarının behsettiği türde- gerçekte olmayan, kuklalardır. Anadolu’da kimse kendisinin yerli -ve de milli- olup olmadığını sorgulamaz (İstanbul’a mahsus bir maraz mıdır diye sorası geliyor insanın.)

Belki de gerçek yerlilik kim değil ne sorusunun cevabında gizlidir ve aynı toprağın üzerindeki herkesi eşitleyen bir geniş yüreklilik gerektirir.

O nedenle, kim yerli ve milli kim değil sorusu Tanpınar’ın genç yazarının yazdıklarındaki gibi bir olmamışlık ve cansızlık taşır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve çekici görünür, söylemek istediğiniz her şeyi aksi sorgulanamaz bir şekilde söylediğinizi zannettirir ama esasında söylenenler insansız sözlerden ibarettir.

Belki de eksik olan Tanpınar’ın, aynı kitabın bir başka yerinde söylediği şu sözlerde gizlidir: "Garp’la Şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir."

Yerlilik ve millilik vurgusu, Tanpınar’ın bahsettiği türde bir yaşayamamanın tezahürüdür ve tam da bu nedenle, ancak sayısız genç yazar ve entelektüel adayı üretebilir. İşin kötüsü, sorulabilecek bir Tanpınar bulmak da bugün artık o kadar kolay olmayabilir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca