Biz Türkler hikâye anlatmayı, masal söylemeyi, destanlarla hemhâl olmayı ötelerden beri sevmişizdir. İster halk hikâyelerimiz ister masallarımız isterse destanlarımız olsun, bizi birbirimize bağlayan önemli kültürel mayalardır. Hani neredeyse dünya kalkıp kopsa, dağlar düzleşse ve seller ortalığı yıkıp geçse masal ve hikâyelerimizle ve elbette şiirimizle bu dünyayı yine kurarız.
Nedir peki hikâye veya masal? Sadece olağanüstü karakterlerin inanılmayacak şeyler yaptığı, ejderhaların ağızlarından saldığı ateşle dünyayı küle çevirdiği, devlerin ay yüzlü kızları kaçırdığı, sonunda ise iyilerin kazanıp kötülerin kaybettiği uydurma şeyler midir? Yoksa bir kültür macunu mudur? Gecelerin, artık belki de o çok uzaklarda kalan gecelerin, birer alaturka sinemaları mıdır? Ya da birçoklarımızın yaptığı gibi burun kıvrılacak ve yerlerini çok daha önemli (!) ‘şey’lerin aldığı, eskilerde kalmış hoş şeyler midir? Herkes kendi dünya görüşünce veya kültüre verdiği öneme göre bu soruyu cevaplayacaktır; fakat benim için halk hikâyesi veya masal, etkisi hiçbir zaman sönmeyecek, anlatıcısı kalmasa da kitaplarda yaşamaya devam edecek ve dahi ölmeyecek bir ögedir. Bu mayaya tutunmamızın bilinciyle halk hikâyelerine ve elbette Türk şiirine verdiğimiz önemle, çizginin dışında tutabiliriz kendimizi. Evet, çizginin dışında olmak iyidir. Birçok unsurla tektipleştirildiğimiz bu dünyada, dışta durup nefes almamızı sağlar. Bunu bazen Dede Korkut’la yaparız bazen Yunus Emre’yle, bazen de Karacaoğlan’la. Ve elbette bazen de Türk Halk Hikâyeleri’yle. Kırgızistan, Tuva, Nogay, Kazakistan vb. halk hikâyeleriyle.
Türk Halk Hikayeleri’ne sadece Türk mitolojisi adı altında bakmamak lazım. Evet, olağanüstü özellikleri olağan özelliklerinden fazladır ama bu hikâyeleri mitolojik birer anlatı deyip bir kenara koymamamız gerekir. Batı nasıl ki Yunan mitolojisine sahip çıkıyorsa, bizim de en az bu seviyede önem vermemiz ve bu hikâyeleri nesilden nesle aktarmamız gerekir. Zeus’u herkes bilirken Dede Korkut’tan bir hikâye bilmemek ne kadar acı.
Yeni bir kitapla tanıştık geçtiğimiz yıl: Bozkır Hikâyeleri. Emrah Ece’nin bu kitabı Ötüken Neşriyat etiketi taşıyor. Aslında kitabı okumadan önce adına baktığımızda İç Anadolu’da geçen, orasının özelliklerini, insanını anlatan hikâyeler içerdiğini düşünebiliriz. Ancak kapağına bakınca başka bir dünyanın kapısından gireceğimizi de anlayabiliriz. Emrah Ece bizi bu kitapta birçok halk hikâyesiyle tanıştırıyor. Yoktan var edilemeyeceğini, sadece yeniden anlatılabileceğini söylediği halk hikâyelerini bize yeni bir versiyonla sunuyor. Yazarın yaptığı kısaca şu: Akademik makale ve tezlerdeki hikâyeleri okuyup yeniden yorumlamış ve bizlere anlatmış. Ve fikirlerime uygun olarak da şunu ekliyor kitabının Mukaddime bölümünde: “Bu hikâyelerin yeniden ve yeniden anlatıldıkça Anka kuşu gibi küllerinden doğacaklarını ve ata yurtlar ile aramızdaki zayıf köprüleri perçinleyeceklerini ümit ediyorum sevgili kaari…”
Emrah Ece neden bizim hikâyelerimiz de bir Rapunzel bir Pamuk Prenses veya Külkedisi kadar bilinmesin ki diyerek çıktığı bu yolda kitabına elli altı hikâye sığdırmış. Bu hikâyelerin biri Kurgu Hikâye, biri Manzum Hikâye, biri Tatar Halk Anlatısı ve biri de Nogay Halk Masalı. Bunların dışında kalan elli iki hikâye Türk Halk Hikâyesi kategorisinde yer alıyor. En çok yer verdiği ise Kırgızistan Halk Hikâyeleri. Yanlış anımsamıyorsam kitabın dörtte biri Kırgızistan Halk Hikâyesinden oluşuyor. Daha sonra ise Tataristan, Tuva, Nogay Türkleri, Başkurdistan, Çuvaşistan, Kazakistan, Karakalpak Türkleri, Özbekistan, Türkmenistan, Altay Türkleri ve Doğu Türkistan Halk Hikâyeleri geliyor.
Halk hikâyelerinin özelliklerine uygun, son derece yalın bir dil ve üslûpla oluşturulan bu hikâyelerin ilki bir Çuvaşistan Halk Hikâyesi olan Alplerin Göçü adını taşıyor. Bu hikâyedeki birçok unsur ve kitabın nasıl bir kitap olduğu, bütün hikâyelere genellenebilir aslında. Ergenekon Destanı’yla da benzer özellikler gösteren bu hikâyede Türklerin yiğit, kahraman, korkusuz ve aynı zamanda merhametli oldukları işlenmiş. Olağanüstü ögelerin, olayların ve dini motiflerin kullanıldığı hikâyede seçilen kelimeler de tam bir Türk Halk Hikâyesi’nin özelliklerine sahip.
Kitapta Kambarkan ezgisi ve Kırgız komuzunun nasıl bulunduğundan dombıranın keşfine kadar birçok müzik türü ve aletinin nasıl bulunduğu da anlatılıyor. Şu fark edilebilir ki müzik aletlerinin veya bir ezginin bulunması genelde acı olayların sonunda gerçekleşiyor. Zaten biz Türklerin bir özelliği değil midir acımızı yakıcı bir türküyle dile getirip sazımızı tıngırdatmak?
Biz Türkler rüyalara önem veririz. Rüya yorumlar veya yorumlatırız. Gördüğümüz bir rüya günümüzü iyi veya kötü devam ettirmemize bile etki edebilir. Hayal kurmanın uçarılığındansa rüyanın mistikliğine ve belki de eminliğine güveniriz. Tıpkı bir Kırgızistan Halk Hikâyesi’ndeki bahadırların da rüyaya önem vermesi gibi: “…Rüyasında gördüğü bahadır da meğer başka bir hanın oğluymuş. O da nicedir ki Kambarkan’ı rüyasında görüp onu özlemle aramaktaymış. İkisi birbirini arayıp sonunda bulmuşlar…”
Hikâyelerin ortak özelliklerinden birinin, olağanüstü olay veya kişileri içerdiğini söylemiştim. Üç gün üç gece ejderhayla dövüşen bahadırlardan bir devi rahatça deviren cücelere, denizleri içen devlerden konuşan hayvanlara kadar birçok özellik görüyoruz. Hatta bazı hikâyeler konuşan hayvanları öne çıkararak bir fabla dönüşmüş diyebilirim. Hayvanlardan da en çok geyik ve kurt motifleri kullanılmış. Fakat yazar beklendiği üzere kurda özel bir anlam atfetmemiş. Bazen çok kötü durumlarda dahi görebiliyoruz kurdu.
Türk Halk Hikâyesi dediğimizde akla en önce Dede Korkut gelebilir. Bu kitapta da Dede Korkut Hikâyeleri’ne anlatım ve tema açısından benzer bir hikâye var. Hikâyelerin çeşitli olması bu benzerliği ortadan kaldırsa da, benzerlik yakaladığımızda okurun yüzünde bir gülümseme belirebiliyor Dede Korkut sevgimizden ötürü: “…Küçük alp tez zamanda büyüdü, at koşturup pusatlandı. Dokuzuna bastığında yaban öküzünü, on ikisine bastığında ise en zorlu bahadırları alt etti, yirmisinde dağları sıkıp suyunu çıkarmaya başladı. Dedesi Tivlet Han, bu alp çocuğa yaraşır ismin Ulıp olduğuna karar vererek ona erlik adını bağışladı. Artık kemâle erdiğini ve soyunu devam ettirebilmek için evlenmesi gerektiğini hatırlattı.”
Üç Avcı ve Orman Ruhu hikâyesi ise diğer hikâyelerden zamansal yönden ayrılıyor. İkinci Dünya Savaşı Sovyetlerinde geçen hikâye çok örtülü de olsa politik göndermeler içeriyor.
Keyifle ve gururla okunan bir kitap Bozkır Hikâyeleri. Yazarını kutlamak lazım böyle bir çalışmaya imza attığı için. Yanlış hatırlamıyorsam en son ikinci baskısını yaptı kitap. Umarım okur yazarın ve kitabın hakkını daha fazla verir.
Biz Türkler hikâye anlatmayı severiz demiştim en başta. Çevremizde hikâye anlatacak bir büyüğümüz kaldı mı bilmem. Yoksa da biz bu kitaptaki hikâyeleri küçük çocuklara veya çevremizdekilere anlatarak hikâyelerin anlatarak sürme geleneğine katkıda bulunabiliriz. Bu kitaptaki kahramanlıkları, yardımseverliği veya kötülüğün sonunun ne olacağını onlara aktarabiliriz, tabii hâlâ hikâye dinlemek isteyecek birileri kaldıysa. Örümcek Adam’ı, Herkül’ü, Süperman’i ya da günümüz Amerikan ‘kahramanlarını’ bilen çocuklar/büyükler niçin Alp Baatır’ı, Tivet Han’ı, Ata Korkut’u bilmesin?
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
25 Mayıs 2020 Pazartesi
23 Mayıs 2020 Cumartesi
Müslümanların kamusal alanda temsili ya da imtihanı
“Tarih tekerrür etmez, fakat bize yol gösterir.”
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine
Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.
Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.
Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.
Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.
İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.
Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine
Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.
Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.
Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.
Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.
İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.
Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bir mektep olarak sokak, bir öğretmen olarak santur
"Santuru öğrendiğimden beri başka bir adam oldum. Gamlı olduğum ya da fukaralık bastırdığı zaman santur çalıp hafiflerim. Ben çalarken başkası konuşsa duymam; duysam da konuşamam. İsterim, isterim ama, yapamam... Ee, sevda bu."
- Nikos Kazancakis, Zorba
Sevgili santuri Sedat Anar'ın kitabı çıktığında (Aralık 2018) müzik tutkunu biri olarak çok heyecanlanmıştım. İletişim Yayınları'nın Sultanahmet'teki merkezine çok sık gitsem de bir süre eve gömüldüğümden kitabı sadece merak etmekle yetindim. Sağ olsun, var olsun Sedat, kısa bir süre sonra ikinci baskısını yapan -ne mutlu- kitabını fakire gönderdi. Kitap bir müddet kütüphanemin raflarında okunma sırasını bekledi. Sıra demişken, öyle yatay-dikey, sıralı-listeli kitap okuyan biri değilim. Vaktini bekledi demek daha doğru belki de. Derken vakit geldi ve aldım elime kitabı, "acaba neden Santurnâme koymadı ismini?" diye düşünerek çevirmeye başladım sayfaları. İsmiyle, sanatıyla Sedat Anar'ı tanısam da hayatına dair hiçbir şey bilmediğimi görünce daha da heyecanlandım. Bazı insanlar, hayata karşı olan gayretleriyle başkalarına ilham olurlar. Böyle bir ömür sürdüğünü her sayfada gördüm.
Şanlıurfa-Halfeti'de başlayan müzik tutkusunu anlatırken okuyucuyu köy hayatına, ebeveyn çıkmazlarına, arkadaş seçimine, kaderin bizim göremediğimiz tüm mucizelerine, sokak müziğinin insana özgüven ve sevgi aşılayan zenginliğine, edebiyatın ve bilhassa şiirin insana daima omuz verişine, kültür çatışmalarına şahit tutuyor Sedat. Henüz kitabının başında "Altını çizmek isterim ki, ben her şeyden önce bir müzisyenim. Dil ve üslubumun zayıflığını hoş görmenizi, sanatsal yetkinliğimi, asıl alanım olan müzik üzerinden değerlendirmenizi dilerim. Bu çalışmada aranmasını istediğim tek şey samimiyettir" dese de, çaktırmadan ve hiç de ukalalık yapmadan bir müzisyenin aslında kitaplarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini gösteriyor.
Son derece akıcı ve samimi biçimde yazılmış olan kitabı ben iki günde bitirdim. Evde iki çocuk ve birçok iş olduğu düşünülürse gayet iyi bir netice olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bunda benim bir gayretim yok, klasik okuma düzeni işte. Asıl gayret Sedat'ın. O, elinden geldiğince başından geçenleri tüm yalınlığıyla anlatmış. Bu yalınlığın içinde oldukça acı(masız) hikâyeler var. Bir belgesel gibi sanki kitap. Hem Sedat'ın hayatındaki önemli kırılma anlarını öğreniyoruz hem de neler okuduğunu, kimlerle tanış olduğunu, ne gibi maceralardan geçerek bugünlere geldiğini, şu anda Türkiye'de parmakla gösterilen bir santuri olmasının ardında nasıl bir mücadele yattığını keşfediyoruz.
İçinden çöp arabasının geçtiği bir sahneye götürüyor bizi Sedat. "Müzik hayatıma dünyanın en güzel sahnesi olan sokakta başladım" demesi bundan. Orada her şey var. Neşe de gözyaşı da... Hacettepe Üniversitesi'nde tarih okumaktan vazgeçip, anacığının "bırak şu tıngırtı işlerini" demesine rağmen sokaktan ve müzikten bir gün bile vazgeçmemiş. Peki babası? O, Anar'ın üniversiteye kazanmasına "hayırlı olsun"dan başka bir şey dememiş klasik bir baba esasında. Klasik diyoruz ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntıları yatıyor işte baba-oğul tarihi arasında. Sedat da zaten "babamı hiçbir zaman anlayamadım; bir müddet sonra da anlamaya çalışmaktan vazgeçtim" diyor. Muhtemelen milyonlarca evlat bu cümlenin altına imzasını atar... İranlı meşhur şair ve mutasavvıf Ferîdüddin Attâr'ın "Ummandan gelen yağmur bulutları gibi var da sefere çık. Seyahat etmeden inci olamazsın." sözünü gönlüne nakşetmiş bizim santuri. Yola revan olmuş, sık sık İran'a gitmiş hem müzik ufkunu hem de santur becerisini geliştirmek için. Bu seyahatlerinde sık sık notlar almış. Öyle güzel diyaloglar var ki altını çizmekten yorulduğum sayfaları hatırlıyorum.
Sedat'ın yalnızlıkla olan ilişkisinde kendime dair çok şey buldum. İnsanın varoluş denen kavramla en çetin mücadelesi yalnızlıkta ortaya çıkıyor. Bu mücadele insana zenginlik katıyor. Yükselişler kadar düşüşler de çok şey öğretiyor. Bu mücadelede maddi-manevi bir kazanç yok. Zaten Hakk'ın rızasından başka bir şeyde gönlü olmayanlar yalnızlığa hem muhtaç hem de mahkum. Eminim ki okuyucular da Sedat'ın bu yalnız(lık) savaşını okurken duygulanacaklar. Bu sayfalardan kendilerine yeni pratikler çıkarabilirler, yeni şairlerle yazarlarla tanışabilirler. Fakir, bilhassa kitaptaki bu tip paragrafları okurken, klarnet çaldığım dönemlerde ağzımdan eksik etmediğim, Muallim Nâci'ye ait olan şu beyti hatırladım: "Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân / ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin."
Sokakta çaldığı dönemlerde Sedat, televizyonlara ve gazetelere hep mesafeli. Ankara sokaklarında çalmak ona hem manevi doyumu veriyor hem de kendini daha fazla geliştirmek için motive ediyor. Şöhretin afet olduğu bilinciyle hareket ediyor. Şimdilerde ismi her ne kadar daha fazla biliniyor olsa da yine de adımlarını mesafeli atıyor, ilişkilerini de bu yönde kuruyor gibi görünüyor. Birçok ülkede konser vermesi ve kaydettiği albümler yaşama bakışında da ona tecrübe kazandırmış, besbelli. Diğer yandan bu tecrübeler yaşanırken, 'bazı şeyler'in içinin ne kadar boşaltıldığına da bizi şahit tutuyor:
"Salon konserlerinde hiçbir zaman sahne kıyafeti giymedim. Hiç unutmam bir gün, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden yaptığım Farsça bestelerimin kaydını dinleyen bir kurumun yetkilisi, Şeb-i Arus töreninden sonra gerçekleşecek konsere beni de davet etti. Kardeşim Selahattin'le sahneye çıkıp çok güzel bir konser yaptık. Bizden sonra, Hz. Mevlânâ'nın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olan bir hanımefendi sahneye çıktı. "Ne güzel böyle gençlerin bu yaşta Mesnevi'ye ilgi duyması ama keşke bu elbiselerle Hz. Mevlânâ'yı anmasaydık" dedi. Ben de dayanamadım, mikrofona yanaştım. "Efendim, valla bize 'ne olursan ol, gel' dediler, biz de geldik. Ayrıca beğenmediğiniz bu elbisem benim nikâhımda giydiğim elbisedir" dedim. Herkes gülmeye başladı. O an şunu çok iyi anladım: Önemli bir zatın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olmakla değerli olunmaz. İnsan insan mı, önce ona bakarım ben."
Santurdan yayılan nağmeleri tehlikeli(?) bulan zabıtalar, kılık kıyafetin insan gönlünden daha mühim olduğunu zanneden zavallılar, belediyelerin kültür(süz) müdürleri, yalnızlık, yoksulluk, dost meclisleri, meşkler, muhabbetler, edebiyat, tarih, şiir... Elbette bu kadar değil. Sedat'ın son derece tehlikeli(!) bir kitap hırsızı oluşu, Ahmet Telli'den Kemal Sayar'a; Cahit Koytak'tan Sagopa Kajmer'e uzanan tanışma hikâyeleri, soyadından mütevellit İhsan Oktay Anar'la aralarındaki kurmaca yakınlık, parasızlık, ev sahipleriyle didişme, kaldırımlarda dövüşme, ne olursa olsun kendinden taviz vermeme... Neticede ortaya çıkan eser de tıpkı sokak gibi bir kitap. Bundan olsa gerek adı da Sokaknâme: Bir Sokak Müzisyeninin Kaleminden...
İnsanın göğüs tahtasını -eskiler öyle dermiş- çok zorlayan metinler var Sokaknâme'de. Dolayısıyla her okuyana ayrı oklar saplayabilir. Kimilerinin -kafa konforlarına aykırı geleceğinden- canlarını sıkabilir. Kimilerine de ilham olabilir, umut aşılayabilir. Sedat'la tokalaşmışlığım, oturup bir yerde çay içmişliğim bile yok. Müziğini çok dinledim ama onu esas bu kitabıyla tanıdım. Ona kocaman teşekkür, tüm sokak müzisyenlerine de yürekten selam!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Nikos Kazancakis, Zorba
Sevgili santuri Sedat Anar'ın kitabı çıktığında (Aralık 2018) müzik tutkunu biri olarak çok heyecanlanmıştım. İletişim Yayınları'nın Sultanahmet'teki merkezine çok sık gitsem de bir süre eve gömüldüğümden kitabı sadece merak etmekle yetindim. Sağ olsun, var olsun Sedat, kısa bir süre sonra ikinci baskısını yapan -ne mutlu- kitabını fakire gönderdi. Kitap bir müddet kütüphanemin raflarında okunma sırasını bekledi. Sıra demişken, öyle yatay-dikey, sıralı-listeli kitap okuyan biri değilim. Vaktini bekledi demek daha doğru belki de. Derken vakit geldi ve aldım elime kitabı, "acaba neden Santurnâme koymadı ismini?" diye düşünerek çevirmeye başladım sayfaları. İsmiyle, sanatıyla Sedat Anar'ı tanısam da hayatına dair hiçbir şey bilmediğimi görünce daha da heyecanlandım. Bazı insanlar, hayata karşı olan gayretleriyle başkalarına ilham olurlar. Böyle bir ömür sürdüğünü her sayfada gördüm.
Şanlıurfa-Halfeti'de başlayan müzik tutkusunu anlatırken okuyucuyu köy hayatına, ebeveyn çıkmazlarına, arkadaş seçimine, kaderin bizim göremediğimiz tüm mucizelerine, sokak müziğinin insana özgüven ve sevgi aşılayan zenginliğine, edebiyatın ve bilhassa şiirin insana daima omuz verişine, kültür çatışmalarına şahit tutuyor Sedat. Henüz kitabının başında "Altını çizmek isterim ki, ben her şeyden önce bir müzisyenim. Dil ve üslubumun zayıflığını hoş görmenizi, sanatsal yetkinliğimi, asıl alanım olan müzik üzerinden değerlendirmenizi dilerim. Bu çalışmada aranmasını istediğim tek şey samimiyettir" dese de, çaktırmadan ve hiç de ukalalık yapmadan bir müzisyenin aslında kitaplarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini gösteriyor.
Son derece akıcı ve samimi biçimde yazılmış olan kitabı ben iki günde bitirdim. Evde iki çocuk ve birçok iş olduğu düşünülürse gayet iyi bir netice olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bunda benim bir gayretim yok, klasik okuma düzeni işte. Asıl gayret Sedat'ın. O, elinden geldiğince başından geçenleri tüm yalınlığıyla anlatmış. Bu yalınlığın içinde oldukça acı(masız) hikâyeler var. Bir belgesel gibi sanki kitap. Hem Sedat'ın hayatındaki önemli kırılma anlarını öğreniyoruz hem de neler okuduğunu, kimlerle tanış olduğunu, ne gibi maceralardan geçerek bugünlere geldiğini, şu anda Türkiye'de parmakla gösterilen bir santuri olmasının ardında nasıl bir mücadele yattığını keşfediyoruz.
İçinden çöp arabasının geçtiği bir sahneye götürüyor bizi Sedat. "Müzik hayatıma dünyanın en güzel sahnesi olan sokakta başladım" demesi bundan. Orada her şey var. Neşe de gözyaşı da... Hacettepe Üniversitesi'nde tarih okumaktan vazgeçip, anacığının "bırak şu tıngırtı işlerini" demesine rağmen sokaktan ve müzikten bir gün bile vazgeçmemiş. Peki babası? O, Anar'ın üniversiteye kazanmasına "hayırlı olsun"dan başka bir şey dememiş klasik bir baba esasında. Klasik diyoruz ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntıları yatıyor işte baba-oğul tarihi arasında. Sedat da zaten "babamı hiçbir zaman anlayamadım; bir müddet sonra da anlamaya çalışmaktan vazgeçtim" diyor. Muhtemelen milyonlarca evlat bu cümlenin altına imzasını atar... İranlı meşhur şair ve mutasavvıf Ferîdüddin Attâr'ın "Ummandan gelen yağmur bulutları gibi var da sefere çık. Seyahat etmeden inci olamazsın." sözünü gönlüne nakşetmiş bizim santuri. Yola revan olmuş, sık sık İran'a gitmiş hem müzik ufkunu hem de santur becerisini geliştirmek için. Bu seyahatlerinde sık sık notlar almış. Öyle güzel diyaloglar var ki altını çizmekten yorulduğum sayfaları hatırlıyorum.
Sedat'ın yalnızlıkla olan ilişkisinde kendime dair çok şey buldum. İnsanın varoluş denen kavramla en çetin mücadelesi yalnızlıkta ortaya çıkıyor. Bu mücadele insana zenginlik katıyor. Yükselişler kadar düşüşler de çok şey öğretiyor. Bu mücadelede maddi-manevi bir kazanç yok. Zaten Hakk'ın rızasından başka bir şeyde gönlü olmayanlar yalnızlığa hem muhtaç hem de mahkum. Eminim ki okuyucular da Sedat'ın bu yalnız(lık) savaşını okurken duygulanacaklar. Bu sayfalardan kendilerine yeni pratikler çıkarabilirler, yeni şairlerle yazarlarla tanışabilirler. Fakir, bilhassa kitaptaki bu tip paragrafları okurken, klarnet çaldığım dönemlerde ağzımdan eksik etmediğim, Muallim Nâci'ye ait olan şu beyti hatırladım: "Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân / ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin."
Sokakta çaldığı dönemlerde Sedat, televizyonlara ve gazetelere hep mesafeli. Ankara sokaklarında çalmak ona hem manevi doyumu veriyor hem de kendini daha fazla geliştirmek için motive ediyor. Şöhretin afet olduğu bilinciyle hareket ediyor. Şimdilerde ismi her ne kadar daha fazla biliniyor olsa da yine de adımlarını mesafeli atıyor, ilişkilerini de bu yönde kuruyor gibi görünüyor. Birçok ülkede konser vermesi ve kaydettiği albümler yaşama bakışında da ona tecrübe kazandırmış, besbelli. Diğer yandan bu tecrübeler yaşanırken, 'bazı şeyler'in içinin ne kadar boşaltıldığına da bizi şahit tutuyor:
"Salon konserlerinde hiçbir zaman sahne kıyafeti giymedim. Hiç unutmam bir gün, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden yaptığım Farsça bestelerimin kaydını dinleyen bir kurumun yetkilisi, Şeb-i Arus töreninden sonra gerçekleşecek konsere beni de davet etti. Kardeşim Selahattin'le sahneye çıkıp çok güzel bir konser yaptık. Bizden sonra, Hz. Mevlânâ'nın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olan bir hanımefendi sahneye çıktı. "Ne güzel böyle gençlerin bu yaşta Mesnevi'ye ilgi duyması ama keşke bu elbiselerle Hz. Mevlânâ'yı anmasaydık" dedi. Ben de dayanamadım, mikrofona yanaştım. "Efendim, valla bize 'ne olursan ol, gel' dediler, biz de geldik. Ayrıca beğenmediğiniz bu elbisem benim nikâhımda giydiğim elbisedir" dedim. Herkes gülmeye başladı. O an şunu çok iyi anladım: Önemli bir zatın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olmakla değerli olunmaz. İnsan insan mı, önce ona bakarım ben."
Santurdan yayılan nağmeleri tehlikeli(?) bulan zabıtalar, kılık kıyafetin insan gönlünden daha mühim olduğunu zanneden zavallılar, belediyelerin kültür(süz) müdürleri, yalnızlık, yoksulluk, dost meclisleri, meşkler, muhabbetler, edebiyat, tarih, şiir... Elbette bu kadar değil. Sedat'ın son derece tehlikeli(!) bir kitap hırsızı oluşu, Ahmet Telli'den Kemal Sayar'a; Cahit Koytak'tan Sagopa Kajmer'e uzanan tanışma hikâyeleri, soyadından mütevellit İhsan Oktay Anar'la aralarındaki kurmaca yakınlık, parasızlık, ev sahipleriyle didişme, kaldırımlarda dövüşme, ne olursa olsun kendinden taviz vermeme... Neticede ortaya çıkan eser de tıpkı sokak gibi bir kitap. Bundan olsa gerek adı da Sokaknâme: Bir Sokak Müzisyeninin Kaleminden...
İnsanın göğüs tahtasını -eskiler öyle dermiş- çok zorlayan metinler var Sokaknâme'de. Dolayısıyla her okuyana ayrı oklar saplayabilir. Kimilerinin -kafa konforlarına aykırı geleceğinden- canlarını sıkabilir. Kimilerine de ilham olabilir, umut aşılayabilir. Sedat'la tokalaşmışlığım, oturup bir yerde çay içmişliğim bile yok. Müziğini çok dinledim ama onu esas bu kitabıyla tanıdım. Ona kocaman teşekkür, tüm sokak müzisyenlerine de yürekten selam!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Mayıs 2020 Perşembe
Algı her şeydir! - III
"Kurumlar güçlerini, sorgulanmamış meşruiyetin devamlılığından alırlar."
- Peter L. Berger, Thomas Luckman (Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi)
Hakikatin bizler için bir anlamı var mı? Örneğin hakikat bizler için ne ifade ediyor ya da hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor? Açıkcası bu sorular karşısında iyimser olamıyorum. Zira bizi hakikatten ziyade manipüle edilenin ilgilendirdiğini gözlemliyorum. Hatta daha da ötesi ve ilginci, hakikatin kendisi değil; ‘çarpıtılmış olmasının bilgisi’ ilgimizi çekiyor. Bugün kolay ulaşıldığından mıdır bilemiyorum ama bilginin hiçbir önemi yok. Önemli nokta şu: Herhangi bir konunun dezenformatif hâlinden çok ‘dezenformasyona uğratılmış olması ihtimali’ heyecanlandırıyor bizi. Artık sansasyon ve spekülasyon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında. Kadim kültürün hayret makamını popülist tavırla bir şaşırma-eğlenme arası ritüele indirgeyen insan ciddi anlamda patolojik vakıa. En kötüsü, bu şaşkınlık histerisini bağımlılığa dönüştürmüş durumdayız.
Kısa süre önce hakkında yazdığım Yalanın Siyaseti’nde ele alınan konulardan biri safsata, diğeri yazarın “hakikatin önemsizleşmesi” dediği ‘post-truth’ idi. Türkçe’de ‘post-truth’ kavramının farklı kullanımları var. Tellekt Yayınları’nın konuyu ele alan ve kitaba da adını veren Hakikat-Sonrası o kavramlardan biri. Lee Mcintyre imzalı eserin çevirisi Mehmet Fahrettin Biçici tarafından yapılmış. Çevirinin son derece başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yüz altmış sekiz sayfalık kitap yedi bölümden oluşuyor. ABD’li olan yazar ülkesinden yaşanmış örnekler vererek hakikatin nasıl önemsiz ve değersiz hâle geldiğini, daha doğrusu getirildiğini göstermeye çalışıyor. Lee Mcintyre bir yandan işleyişle ilgili teknik analizler yaparken diğer yandan -her ne cılız kalsa da- bazı çözüm önerileri sunuyor.
Kitapta ilk olarak siyaset kurumunun yalanla olan ilişkisine değiniliyor. Kurulan bu ilişki tarihsel örneklerle destekleniyor. Ortaya çıkan sonuç, yalanın bir zamanların korkutucu keşfi olan propagandayı geçtiğini ve bir anlamda siyaseten kurumsallaştığını gösteriyor. Bugünün dünyasında yalanın artık kullanılması kanıksanan hatta zorunlu hâle gelen bir siyaset diline evrildiği görülüyor. Kitapta hakikat-sonrası ile propaganda arasındaki farkı; propagandanın içinde gerçek barındırmasa bile amacının ikna etmek, hakikat-sonrasının ise direkt aldatmak olarak tanımlanıyor.
Yazarın hakikat-sonrasının teknik özellikleriyle ilgili söyledikleri teknolojinin geldiği noktayla örtüşüyor. Hız ve ulaşılabilirlik açısından geleneksel medyadan farklı olan sanal ortamın dezavantajları bulunuyor. Bunlardan birkaçını tekzip yapılamaması, binde bir ihtimal tekzip yapılsa bile yalanın etkisinin geri döndürülememesi, gerçeğin artık geçmişin konusu olması sebebiyle önemi kalmaması ve uğranılan zararın telafisinin olması bunlardan birkaçı.
Kitabın genelinde insanların yalan söyleme ihtiyacı ve istediğine değiniliyor ve bu durum, psiko-bilişsel süreçler ile hakikat-sonrası olguları ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılıyor. Burada zihnin yapısı ve işleyişine dikkat çeken yazar, insanın akla değil duyguya önem vermesi, nesnellik aramaması, öznelliği abartması, kişisel inançlarını her şeyin önüne koyması gibi gerekçeler sıralıyor ve psiko-bilişsel acıklamalara yer veriyor. Genellikle, ‘hayatında kendini yeterince meşgul eden gerçeği olduğu’ düşüncesiyle hareket eden insanın, sıkıcı ya da gereksiz bulduğu gerçeğin ilgisini çekmemesi nedeniyle bilgiyi kontrol etmeden ve/veya yalan olduğunu bile bile kullanıma sunmaktan çekinmediği belirtiliyor. Bunun yanında insanın yapısal olarak her zaman zeki olduğu düşüncesi yanlışını kabul etmemesi konusunda meşrulaştırma işlevi gördüğünün altı çiziliyor. Bu tutumu irrasyonel hareket olarak tanımlayan yazar, söz konusu çelişkiyi insanın bir konudaki inanç ve uyum arayışı olduğunu yapılmış deneylerle açıklıyor. Deney örneklerinde mahalle baskısı, kitleye uyma, önyargı ve partizanlık gibi parametrelerin de kullanıldığı ve benzer sonuçlar verdiği görülüyor. Bu çalışmalardan inanç ve duygunun aklın üzerini örterek bilinci teslimiyete ve güdülenmiş akılla hareket etmeye sevk ettiği sonucu çıkıyor.
Kitapta ele alınanları psikolojik ve sosyolojik süreçler dışında siyaset, sermaye, medya ve bilim başlıklarında sıralamak mümkün. Genel olarak bu dört alanın birbiriyle olan gizli ve çıkar amaçlı ilişkileri üzerinde duruluyor. Bu dörtlü çetenin verileri nasıl manipüle ederek kitleleri yanılttığı gösterilmeye çalışılıyor.
Yazar, siyaset kurumunun bir yandan politikalarını yalan üzerinden kurgulayıp toplumu yanılttığını bir yandan da devlet eliyle verileri çıkar amaçlı ve keyfi kullandığını iddia ediyor. Tüm bu süreçlerde devletin yanıbaşında olan sermaye maddi destek sağlarken aslında kazancını büyütmenin peşindedir. Gerekirse bilimsellik olgusunun ağırlığı kullanılarak toplumların yönlendirilmesi sağlanıyor. Bu ağda en bariz görünenin medyanın işleyişi olduğunu söylemek mümkün. Zira medya kendisine verilen aldatma görevini layıkıyla yerine getiriyor. Konuya önce geleneksel medya açısından bakan yazar tarihsel olaylara değinerek medyanın gerçeğin peşinden gitmek yerine kâr için sansasyon haberciliğini keşfine odaklanıyor. Bu keşif, günümüz reyting medyasının temel mantığını da oluşturan ‘gerçeğin değil kitlenin duymak istediğinin verilmesi gerektiği’ anlayışını meydana getiriyor.
Geleneksel işleyiş böyle iken yeni medyanın işin içine girmesi durumu başka bir boyuta taşıdığı görülüyor. Oyuna artık insanların bireysel olarak girebildiği bu aşamada yalanın eskisi gibi planlanarak söylenmesine gerek kalmıyor. Hız ve erişilebilirliğin üst seviyede oluşu plansız hareket etmeyi kolaylaştırıyor. Zira planlama, bir şeyin gerçek veya yalan oluşunu önemsizleştiren üretim ve tüketimin hızıyla yarışamayacak durumdadır. Geleneksel medyanın mücadele etmede oldukça zorlandığı sosyal medya meselenin köpürtme tarafındadır. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış ne kadar enformasyon kullanılırsa o kadar iyidir. Sosyal medyanın kontrolsüz yükselişi değişen haberciliği ortaya çıkarmıştır. ‘Tık avcılığına’ dayalı denetimsiz, özensiz, niteliksiz içerik ‘kullan-at’ mantığıyla işlemektedir. Yapılan araştırmalar yalan haberin gerçek haberden daha çok paylaşıldığını ve ses getirdiğini göstermiştir. Kitleye istediğini vermek için sınırsız manipülasyon yapılmaktadır. Son kertede sosyal medyanın algoritmatik ve filtreli yapısı önem kazanmaktadır. Bu yapı sayesinde istenilen enformasyon seçilebilen kişinin alanına yönlendirilebilmektedir. Algoritma ve filtre yöntemi, hakikat-sonrası olgusunun ticaretten siyasete kadar kullanılabilir uçsuz bir alanın kapılarını açmıştır.
Yazar kısa bir bölümde postmodernizm ve içeriğine değinerek hakikat-sonrası kavramıyla aralarındaki yakınlığa dikkat çekiyor. Teknik özellikleri açısından bağ kurduğu analizini “postmodernizm hakikat-sonrasının atasıdır” şeklinde yorumluyor.
Kitapta karşı kaşıya olduğumuz bu yıkıcı süreci engellemeye yönelik önerilere yer veriliyor. Yazarın en fazla öne çıkardığı ‘eğitim’ ve ‘geleneksel medyayı destekleme’ önerileri, ‘hakikat-sonrasının eğitimli insanların ürünü’ olduğu, geleneksel medyanın da ‘piyasaya tutunmak adına sosyal medyayı fütursuzca taklit ettiği’ tespitleriyle yazar tarafından geçersiz hâle getiriliyor.
Hakikat-Sonrası’nda gerçeğin öneminin ve değerinin kaybedildiği günümüz dünyasının analizi yapılıyor. Bu bağlamda özellikle sermaye, siyaset, bilim ve medyanın perde arkasındaki çıkar ilişkilerine dikkat çekiliyor. Kitap konuyu anlama ve farkındalığı arttırma adına önemli bir ufuk açsa da çözüm açısından günümüz insanının sistem karşısındaki çaresizliğinin ilamı oluyor.
Hamiş: Konuya ilgi duyanların Pasajlar dergisinin ‘post-truth’ sayısını kaçırmamaları tavsiye olunur.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Peter L. Berger, Thomas Luckman (Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi)
Hakikatin bizler için bir anlamı var mı? Örneğin hakikat bizler için ne ifade ediyor ya da hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor? Açıkcası bu sorular karşısında iyimser olamıyorum. Zira bizi hakikatten ziyade manipüle edilenin ilgilendirdiğini gözlemliyorum. Hatta daha da ötesi ve ilginci, hakikatin kendisi değil; ‘çarpıtılmış olmasının bilgisi’ ilgimizi çekiyor. Bugün kolay ulaşıldığından mıdır bilemiyorum ama bilginin hiçbir önemi yok. Önemli nokta şu: Herhangi bir konunun dezenformatif hâlinden çok ‘dezenformasyona uğratılmış olması ihtimali’ heyecanlandırıyor bizi. Artık sansasyon ve spekülasyon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında. Kadim kültürün hayret makamını popülist tavırla bir şaşırma-eğlenme arası ritüele indirgeyen insan ciddi anlamda patolojik vakıa. En kötüsü, bu şaşkınlık histerisini bağımlılığa dönüştürmüş durumdayız.
Kısa süre önce hakkında yazdığım Yalanın Siyaseti’nde ele alınan konulardan biri safsata, diğeri yazarın “hakikatin önemsizleşmesi” dediği ‘post-truth’ idi. Türkçe’de ‘post-truth’ kavramının farklı kullanımları var. Tellekt Yayınları’nın konuyu ele alan ve kitaba da adını veren Hakikat-Sonrası o kavramlardan biri. Lee Mcintyre imzalı eserin çevirisi Mehmet Fahrettin Biçici tarafından yapılmış. Çevirinin son derece başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yüz altmış sekiz sayfalık kitap yedi bölümden oluşuyor. ABD’li olan yazar ülkesinden yaşanmış örnekler vererek hakikatin nasıl önemsiz ve değersiz hâle geldiğini, daha doğrusu getirildiğini göstermeye çalışıyor. Lee Mcintyre bir yandan işleyişle ilgili teknik analizler yaparken diğer yandan -her ne cılız kalsa da- bazı çözüm önerileri sunuyor.
Kitapta ilk olarak siyaset kurumunun yalanla olan ilişkisine değiniliyor. Kurulan bu ilişki tarihsel örneklerle destekleniyor. Ortaya çıkan sonuç, yalanın bir zamanların korkutucu keşfi olan propagandayı geçtiğini ve bir anlamda siyaseten kurumsallaştığını gösteriyor. Bugünün dünyasında yalanın artık kullanılması kanıksanan hatta zorunlu hâle gelen bir siyaset diline evrildiği görülüyor. Kitapta hakikat-sonrası ile propaganda arasındaki farkı; propagandanın içinde gerçek barındırmasa bile amacının ikna etmek, hakikat-sonrasının ise direkt aldatmak olarak tanımlanıyor.
Yazarın hakikat-sonrasının teknik özellikleriyle ilgili söyledikleri teknolojinin geldiği noktayla örtüşüyor. Hız ve ulaşılabilirlik açısından geleneksel medyadan farklı olan sanal ortamın dezavantajları bulunuyor. Bunlardan birkaçını tekzip yapılamaması, binde bir ihtimal tekzip yapılsa bile yalanın etkisinin geri döndürülememesi, gerçeğin artık geçmişin konusu olması sebebiyle önemi kalmaması ve uğranılan zararın telafisinin olması bunlardan birkaçı.
Kitabın genelinde insanların yalan söyleme ihtiyacı ve istediğine değiniliyor ve bu durum, psiko-bilişsel süreçler ile hakikat-sonrası olguları ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılıyor. Burada zihnin yapısı ve işleyişine dikkat çeken yazar, insanın akla değil duyguya önem vermesi, nesnellik aramaması, öznelliği abartması, kişisel inançlarını her şeyin önüne koyması gibi gerekçeler sıralıyor ve psiko-bilişsel acıklamalara yer veriyor. Genellikle, ‘hayatında kendini yeterince meşgul eden gerçeği olduğu’ düşüncesiyle hareket eden insanın, sıkıcı ya da gereksiz bulduğu gerçeğin ilgisini çekmemesi nedeniyle bilgiyi kontrol etmeden ve/veya yalan olduğunu bile bile kullanıma sunmaktan çekinmediği belirtiliyor. Bunun yanında insanın yapısal olarak her zaman zeki olduğu düşüncesi yanlışını kabul etmemesi konusunda meşrulaştırma işlevi gördüğünün altı çiziliyor. Bu tutumu irrasyonel hareket olarak tanımlayan yazar, söz konusu çelişkiyi insanın bir konudaki inanç ve uyum arayışı olduğunu yapılmış deneylerle açıklıyor. Deney örneklerinde mahalle baskısı, kitleye uyma, önyargı ve partizanlık gibi parametrelerin de kullanıldığı ve benzer sonuçlar verdiği görülüyor. Bu çalışmalardan inanç ve duygunun aklın üzerini örterek bilinci teslimiyete ve güdülenmiş akılla hareket etmeye sevk ettiği sonucu çıkıyor.
Kitapta ele alınanları psikolojik ve sosyolojik süreçler dışında siyaset, sermaye, medya ve bilim başlıklarında sıralamak mümkün. Genel olarak bu dört alanın birbiriyle olan gizli ve çıkar amaçlı ilişkileri üzerinde duruluyor. Bu dörtlü çetenin verileri nasıl manipüle ederek kitleleri yanılttığı gösterilmeye çalışılıyor.
Yazar, siyaset kurumunun bir yandan politikalarını yalan üzerinden kurgulayıp toplumu yanılttığını bir yandan da devlet eliyle verileri çıkar amaçlı ve keyfi kullandığını iddia ediyor. Tüm bu süreçlerde devletin yanıbaşında olan sermaye maddi destek sağlarken aslında kazancını büyütmenin peşindedir. Gerekirse bilimsellik olgusunun ağırlığı kullanılarak toplumların yönlendirilmesi sağlanıyor. Bu ağda en bariz görünenin medyanın işleyişi olduğunu söylemek mümkün. Zira medya kendisine verilen aldatma görevini layıkıyla yerine getiriyor. Konuya önce geleneksel medya açısından bakan yazar tarihsel olaylara değinerek medyanın gerçeğin peşinden gitmek yerine kâr için sansasyon haberciliğini keşfine odaklanıyor. Bu keşif, günümüz reyting medyasının temel mantığını da oluşturan ‘gerçeğin değil kitlenin duymak istediğinin verilmesi gerektiği’ anlayışını meydana getiriyor.
Geleneksel işleyiş böyle iken yeni medyanın işin içine girmesi durumu başka bir boyuta taşıdığı görülüyor. Oyuna artık insanların bireysel olarak girebildiği bu aşamada yalanın eskisi gibi planlanarak söylenmesine gerek kalmıyor. Hız ve erişilebilirliğin üst seviyede oluşu plansız hareket etmeyi kolaylaştırıyor. Zira planlama, bir şeyin gerçek veya yalan oluşunu önemsizleştiren üretim ve tüketimin hızıyla yarışamayacak durumdadır. Geleneksel medyanın mücadele etmede oldukça zorlandığı sosyal medya meselenin köpürtme tarafındadır. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış ne kadar enformasyon kullanılırsa o kadar iyidir. Sosyal medyanın kontrolsüz yükselişi değişen haberciliği ortaya çıkarmıştır. ‘Tık avcılığına’ dayalı denetimsiz, özensiz, niteliksiz içerik ‘kullan-at’ mantığıyla işlemektedir. Yapılan araştırmalar yalan haberin gerçek haberden daha çok paylaşıldığını ve ses getirdiğini göstermiştir. Kitleye istediğini vermek için sınırsız manipülasyon yapılmaktadır. Son kertede sosyal medyanın algoritmatik ve filtreli yapısı önem kazanmaktadır. Bu yapı sayesinde istenilen enformasyon seçilebilen kişinin alanına yönlendirilebilmektedir. Algoritma ve filtre yöntemi, hakikat-sonrası olgusunun ticaretten siyasete kadar kullanılabilir uçsuz bir alanın kapılarını açmıştır.
Yazar kısa bir bölümde postmodernizm ve içeriğine değinerek hakikat-sonrası kavramıyla aralarındaki yakınlığa dikkat çekiyor. Teknik özellikleri açısından bağ kurduğu analizini “postmodernizm hakikat-sonrasının atasıdır” şeklinde yorumluyor.
Kitapta karşı kaşıya olduğumuz bu yıkıcı süreci engellemeye yönelik önerilere yer veriliyor. Yazarın en fazla öne çıkardığı ‘eğitim’ ve ‘geleneksel medyayı destekleme’ önerileri, ‘hakikat-sonrasının eğitimli insanların ürünü’ olduğu, geleneksel medyanın da ‘piyasaya tutunmak adına sosyal medyayı fütursuzca taklit ettiği’ tespitleriyle yazar tarafından geçersiz hâle getiriliyor.
Hakikat-Sonrası’nda gerçeğin öneminin ve değerinin kaybedildiği günümüz dünyasının analizi yapılıyor. Bu bağlamda özellikle sermaye, siyaset, bilim ve medyanın perde arkasındaki çıkar ilişkilerine dikkat çekiliyor. Kitap konuyu anlama ve farkındalığı arttırma adına önemli bir ufuk açsa da çözüm açısından günümüz insanının sistem karşısındaki çaresizliğinin ilamı oluyor.
Hamiş: Konuya ilgi duyanların Pasajlar dergisinin ‘post-truth’ sayısını kaçırmamaları tavsiye olunur.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
20 Mayıs 2020 Çarşamba
Bastırılan tüm duygular tatillerde ortaya çıkar
"Senin sosyallik ve dostluk maskenin arkasında barbar bir kimlik var."
- Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam
İnsanın ruh sağlığıyla psikologlar, toplumun vaziyetiyle de sosyologlar ilgilenir. Meslekî zorunluluklar bir yerde insanın yaşam biçimi hâline gelir. Dünyaya ve insanlara daima mesleklerinden, açılan yeni pencerelerden ve yollardan bakmak alışkanlık oluverir. Buna tutku da diyebiliriz. Peki edebiyatçılar ne yapar? Pardon, soruyu değiştireyim: İyi edebiyatçılar ne yapar? Onlar hem psikologların hem de sosyologların yap(a)madığını yazarlar. Önce yaşarlar, gözlem yaparlar, sık sık dalıp giderler -ki her dalıp gitme memleketin insanından ve vaziyetinden mütevellit kaygıyla korku arasında düşünmedir, bir gidip gelmedir- ve nihayet yazıya geçirirler.
Sema Kaygusuz, trajedinin tek bir insanın başına gelip onunla sınırlı kalmadığını gösteriyor Barbarın Kahkahası'nda. Facialar, rezillikler, utangaçlıklar, hor görülmeler tek bir insanın başına gelip de mekanı terk etmiyor. Halkalar hâlinde yayılıyor. Bu yayılış esnasında öfke nöbetleri, varoluş sancıları, ebeveyn kaygıları, ergenlik şımarıklıkları, özgüven eksiklikleri, bağnazlıklar, yobazlıklar, gevşeklikler de yayılıyor etrafa. Trajedi büyüyor. Bir barbar var roman, kim o barbar?
Barbar romandaki herkes. Hatta romanı okuyan herkes. Komple bir barbarlık var. Metindeki bu komple barbarlığa dair konuşmak yersiz, çünkü o zaman romanın büyüsü bozulacak. Şifresi demedim, büyüsü. Romanın bir şifresi yok, ipucu yok, çözülmesi gereken cinayetleri de yok. Herkesin aslında birbiriyle komşu olduğu fakat bu komşuluğu kabul etmemek için her türlü dolabı çevirebileceği bir ortamda, bir motelde, bir mahallede, bir semtte, bir şehirde, bir ülkede, bir coğrafyada, bir kıtada, bir dünyada, çözülebilecek tek şifre insanla çocuk arasındaki ilişki belki de. İnsanın çocukluğu, çocuksuluğu arasındaki paslanmış ilişki. Kısacası insanın kendisiyle olan ilişkisi.
"Gaibe karışan hayalettir çocukluğumuz. Kimi zaman matem havasında, kimi zaman nostaljik içlenmeyle yad ettiğimiz çağ, zannedildiği gibi çocukluğumuz değil, bağrımızda saklı çocuksuluğumuzdur."
Evet, ne demiştik? Bir motel ve birçok karakter. Ancak Sema Kaygusuz metni öyle bir kurmuş ki hiç hissettirmeden sizi önce o moteldeki bir odaya yerleştiriyor, sonra da elinize bir dürbün, bir not defteri, kalem ve soğuk içecek verip şipidak terliklerle o gölgelikten öteki gölgeliğe yürütüyor. Böylece olan biten hiçbir şeyi kaçırmadığınız gibi kendinizi de barbarların ortasında bir barbar olarak buluyorsunuz. Onların dilini bilmiyorsunuz, sizin dilinizi de onlar bilmiyor. Zaten barbar da o demek, yerleşik dili bilmeyen... "Ben bu insanı anlayamam" deyip kaçmak istediğinizde biri dikiliyor karşınıza, "biz de zaten senin dilinden anlamıyoruz" diye. Peki hem yakından hem de dürbünle izlerken olanları, ne tür barbarlar var sahnede? Bakalım bu tirat size de iyi(!) gelecek mi?..
"Sen yapabilirsin. En büyük meziyetin dağılıp tekrar şekil almak. Bütün dertlerini son kullanma tarihini doldurmadan tüketiyorsun. Ateşte erisen, başka şekil alırsın. Kendini kullanma kılavuzun var senin. Daha ne istiyorsun? Al tepe tepe çalıştır, bozulunca söker yenisini yaparsın. Ama ben bildiğin lastik top gibi bi şeyim. Duvardan seker yere düşerim, suya atlar yüzeye çıkarım. Her yere zıplar, aynı biçim geri dönerim. Sen şimdi bu topu alıp uçan balon falan yapmaya kalkıyorsun. Hayatta en illet olduğum şey, tekrar etmek. Eh niye beni tekrarlayıp duruyorsun canımın içi! Yoksa bende sana ait bir şey mi var? Hı?"
Hani sidik yarıştırmak diye bir deyim vardır ya, Kaygusuz bizi bu deyimin tam içine bırakıveriyor. Ortada bir sidik muhabbeti. Havlulara kim çiş yaptı? Kim o şerefsiz? Kim o hain? Kim o kendini bilmez? Kim o duygusal olarak sorunları olabilecek kimse? Kim o insan? Herkesin ağzından farklı bir sıfat türüyor böylece. Peki kim bu herkesler ve nasıllar? Evlenir evlenmez ciddi bir entelektüel kriz yaşayan çift, kasaba milliyetçisi, mutsuz Müslüman, pasif agresif, gıybet makinesi, kadim tıbbın tutkunu, bas bas onaylanma ihtiyacım var diye bağıran bir ergen, her şeyi bilen, hiçbir şeyi bilmeyen, orta yolcu. Karakterlerin isimleri önemli değil. Yazar hiç yormadan, psikoloji bilmişliği yapmadan bir toplumu olduğu gibi sığdırıyor motele. Yaz tatili, tatil olduğundan utanıyor neredeyse.
"Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçek arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."
Sanki bir romanın içinde birçok hikâye varmış gibi geliyor insana. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi. Hepimizin hikâyeleri yani. O çocuğun zıpkınla denize dalma hevesi, ölmek üzere olan hayvanları motelin orta yerine getirmesinde, hepimize dair bir şey yok mu? Görülme isteği, onaylanma ihtiyacı, aynalama, gölgeleme, 'var'ım deme, 'yok' sayılma ve daha neler neler. Çocuk çünkü. Kendinin düşmanı olurken bile insana dost olabilen. Dostluk için yaratılmış gibi duran. Peki aşk yaşadığını zannederken aslında sessizleşmeyi, sönükleşmeyi, şahsiyetsizleşmeyi tadan hiç yok mu aramızda? Elbet var. Tüm bunlar olurken bilgin ve dalgın bir tavırla olanı biteni kaydeden, ölümden sonrası için bir iz bırakmak isteyen yok mu? Çok var eminim ki, eminiz ki. Kaygusuz hepsini toplamış ve demiş ki kısaca: "Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kabusu anlatmamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır."
İnsan ruhundaki karmaşayı bir yaz tatiline, o insanların yaşadığı ülkeyi de bir motele sığdırmış Sema Kaygusuz. Sevgi ve nefret, saygı ve hırçınlık, masumiyet ve intikam bu yüzden iç içe Barbarın Kahkahası'nda.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam
İnsanın ruh sağlığıyla psikologlar, toplumun vaziyetiyle de sosyologlar ilgilenir. Meslekî zorunluluklar bir yerde insanın yaşam biçimi hâline gelir. Dünyaya ve insanlara daima mesleklerinden, açılan yeni pencerelerden ve yollardan bakmak alışkanlık oluverir. Buna tutku da diyebiliriz. Peki edebiyatçılar ne yapar? Pardon, soruyu değiştireyim: İyi edebiyatçılar ne yapar? Onlar hem psikologların hem de sosyologların yap(a)madığını yazarlar. Önce yaşarlar, gözlem yaparlar, sık sık dalıp giderler -ki her dalıp gitme memleketin insanından ve vaziyetinden mütevellit kaygıyla korku arasında düşünmedir, bir gidip gelmedir- ve nihayet yazıya geçirirler.
Sema Kaygusuz, trajedinin tek bir insanın başına gelip onunla sınırlı kalmadığını gösteriyor Barbarın Kahkahası'nda. Facialar, rezillikler, utangaçlıklar, hor görülmeler tek bir insanın başına gelip de mekanı terk etmiyor. Halkalar hâlinde yayılıyor. Bu yayılış esnasında öfke nöbetleri, varoluş sancıları, ebeveyn kaygıları, ergenlik şımarıklıkları, özgüven eksiklikleri, bağnazlıklar, yobazlıklar, gevşeklikler de yayılıyor etrafa. Trajedi büyüyor. Bir barbar var roman, kim o barbar?
Barbar romandaki herkes. Hatta romanı okuyan herkes. Komple bir barbarlık var. Metindeki bu komple barbarlığa dair konuşmak yersiz, çünkü o zaman romanın büyüsü bozulacak. Şifresi demedim, büyüsü. Romanın bir şifresi yok, ipucu yok, çözülmesi gereken cinayetleri de yok. Herkesin aslında birbiriyle komşu olduğu fakat bu komşuluğu kabul etmemek için her türlü dolabı çevirebileceği bir ortamda, bir motelde, bir mahallede, bir semtte, bir şehirde, bir ülkede, bir coğrafyada, bir kıtada, bir dünyada, çözülebilecek tek şifre insanla çocuk arasındaki ilişki belki de. İnsanın çocukluğu, çocuksuluğu arasındaki paslanmış ilişki. Kısacası insanın kendisiyle olan ilişkisi.
"Gaibe karışan hayalettir çocukluğumuz. Kimi zaman matem havasında, kimi zaman nostaljik içlenmeyle yad ettiğimiz çağ, zannedildiği gibi çocukluğumuz değil, bağrımızda saklı çocuksuluğumuzdur."
Evet, ne demiştik? Bir motel ve birçok karakter. Ancak Sema Kaygusuz metni öyle bir kurmuş ki hiç hissettirmeden sizi önce o moteldeki bir odaya yerleştiriyor, sonra da elinize bir dürbün, bir not defteri, kalem ve soğuk içecek verip şipidak terliklerle o gölgelikten öteki gölgeliğe yürütüyor. Böylece olan biten hiçbir şeyi kaçırmadığınız gibi kendinizi de barbarların ortasında bir barbar olarak buluyorsunuz. Onların dilini bilmiyorsunuz, sizin dilinizi de onlar bilmiyor. Zaten barbar da o demek, yerleşik dili bilmeyen... "Ben bu insanı anlayamam" deyip kaçmak istediğinizde biri dikiliyor karşınıza, "biz de zaten senin dilinden anlamıyoruz" diye. Peki hem yakından hem de dürbünle izlerken olanları, ne tür barbarlar var sahnede? Bakalım bu tirat size de iyi(!) gelecek mi?..
"Sen yapabilirsin. En büyük meziyetin dağılıp tekrar şekil almak. Bütün dertlerini son kullanma tarihini doldurmadan tüketiyorsun. Ateşte erisen, başka şekil alırsın. Kendini kullanma kılavuzun var senin. Daha ne istiyorsun? Al tepe tepe çalıştır, bozulunca söker yenisini yaparsın. Ama ben bildiğin lastik top gibi bi şeyim. Duvardan seker yere düşerim, suya atlar yüzeye çıkarım. Her yere zıplar, aynı biçim geri dönerim. Sen şimdi bu topu alıp uçan balon falan yapmaya kalkıyorsun. Hayatta en illet olduğum şey, tekrar etmek. Eh niye beni tekrarlayıp duruyorsun canımın içi! Yoksa bende sana ait bir şey mi var? Hı?"
Hani sidik yarıştırmak diye bir deyim vardır ya, Kaygusuz bizi bu deyimin tam içine bırakıveriyor. Ortada bir sidik muhabbeti. Havlulara kim çiş yaptı? Kim o şerefsiz? Kim o hain? Kim o kendini bilmez? Kim o duygusal olarak sorunları olabilecek kimse? Kim o insan? Herkesin ağzından farklı bir sıfat türüyor böylece. Peki kim bu herkesler ve nasıllar? Evlenir evlenmez ciddi bir entelektüel kriz yaşayan çift, kasaba milliyetçisi, mutsuz Müslüman, pasif agresif, gıybet makinesi, kadim tıbbın tutkunu, bas bas onaylanma ihtiyacım var diye bağıran bir ergen, her şeyi bilen, hiçbir şeyi bilmeyen, orta yolcu. Karakterlerin isimleri önemli değil. Yazar hiç yormadan, psikoloji bilmişliği yapmadan bir toplumu olduğu gibi sığdırıyor motele. Yaz tatili, tatil olduğundan utanıyor neredeyse.
"Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçek arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."
Sanki bir romanın içinde birçok hikâye varmış gibi geliyor insana. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi. Hepimizin hikâyeleri yani. O çocuğun zıpkınla denize dalma hevesi, ölmek üzere olan hayvanları motelin orta yerine getirmesinde, hepimize dair bir şey yok mu? Görülme isteği, onaylanma ihtiyacı, aynalama, gölgeleme, 'var'ım deme, 'yok' sayılma ve daha neler neler. Çocuk çünkü. Kendinin düşmanı olurken bile insana dost olabilen. Dostluk için yaratılmış gibi duran. Peki aşk yaşadığını zannederken aslında sessizleşmeyi, sönükleşmeyi, şahsiyetsizleşmeyi tadan hiç yok mu aramızda? Elbet var. Tüm bunlar olurken bilgin ve dalgın bir tavırla olanı biteni kaydeden, ölümden sonrası için bir iz bırakmak isteyen yok mu? Çok var eminim ki, eminiz ki. Kaygusuz hepsini toplamış ve demiş ki kısaca: "Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kabusu anlatmamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır."
İnsan ruhundaki karmaşayı bir yaz tatiline, o insanların yaşadığı ülkeyi de bir motele sığdırmış Sema Kaygusuz. Sevgi ve nefret, saygı ve hırçınlık, masumiyet ve intikam bu yüzden iç içe Barbarın Kahkahası'nda.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Mayıs 2020 Salı
Bürokrasi labirentinde kaybolan insanların ruh halleri
Yakın zamanda kurulan Vakıfbank Kültür Yayınları, yayın hayatına başlarken seçtiği ilginç ve önemli kitaplarla kısa zamanda adını duyurmayı başardı. Bunlardan biri de Balzac’ın Çalışanın Fizyolojisi adlı, ilk olarak 1841’de yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilmesi neredeyse 180 yılı bulan ilginç eseri.
İlginç diyorum çünkü Balzac’ı Balzac yapan eserlerine pek de benzemiyor. Roman deseniz değil, deneme değil, anı değil, kronik değil, kendine özgü bir tür gibi. Sanki Balzac, onca zorluğun ve mücadelenin içinde beş parasız boğuşurken asap bozucu bir biçimde ‘kapağı devlete atıp’ anlamlı hiçbir şey yapmaksızın ‘salla başını al maaşını’ konforunda yaşayan memurların üzerinde oluşturdukları zehirli etkiden kurtulup yoluna devam edebilmek için gerçekte ne olduklarını ifşa etmek ve kaleminin üzerindeki yüklerinden kurtulup esas işine dönebilmek için verdiği bir arada içinde biriken duyguları ifadeye döküyor. Sonuç nasıl olursa öyle bir tür içinde bu insan tipiyle toplumun gözleri önünde hesaplaşmak istiyor.
Her bir memur tipini ayrı ayrı ifşa edip maskesini düşürmek, ‘dünyanın en aydınlanmış ulusu’ dediği Fransa’yı -kendi ifadesiyle- ‘aptal yerine koyan’ bu insanlarla hesaplaşarak bir yazarın en önemli görevini, toplumunu gerekirse kendi kendisine karşı savunma misyonunu yerine getiriyor. Devlet memuru tipi neyi simgeliyor ya da neyi çağrıştırıyorsa Balzac bunun tam karşı kutbunu temsil ediyor çünkü.
Kendisini Balzac’çı olarak tanımlayan biyografi sanatının büyük ismi -kutup yıldızı mı demeli!- Stefan Zweig, ‘Fransız edebiyatının Napoléon’u dediği hukuk fakültesi öğrencisi Balzac’tan, “Yirmi yaşındaki gencin, noter ya da avukat olmak yerine bir yazar, bir edebiyatçı, bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak istediğini açıklaması, böyle bir şeyi hiç tahmin etmeyen ailede şok etkisi yaratır.” diye bahseder.
Yazarların en hayalperestlerinden biri olarak kabul edilen Balzac, hukuk gibi, mesleklerin en realistiyle karşılaştığında muhtemelen dayanılmaz acılar çekmiş, bu realist dünya karşısında kendisini fazlasıyla savunmasız ve korunaksız hissetmiştir. Edebiyat, onun için bir seçim değil kor halinde yanan karmaşık ruh dünyasının kurtuluşa ermek için zorunlu olarak kendini attığı bir ateş, ateşin en parlak halindeyken yukarı doğru yaptığı bir atılış haliyle geçtiği yeni bir faz belki de.
Bu geçişin tamamlanabilmesi için Balzac’ın hayatta yapamadığı ya da başarısız olduğu ne varsa ateşe atıp yakması gerekiyordu ve de. Kalemi sertti bu yüzden. Kendini yeniden kurmak ve bağımsızlığa ulaşmak için yakması gereken şeylerin ilk sırasında toplumu aldatan insanlar geliyordu ve memurları da bu insanlar arasında görüyordu. Hukuk fakültesinden birilerini birilerine karşı değil toplumu topluma karşı savunabilmek için ayrılıyor, adaletsizliklerin görüldüğü mahkemeler yerine ortaya çıktığı hayatın diplerine dalıyordu.
“Hissettiği tek şey, içinde nereye yönlendireceğini bilmediği bir güç olduğuydu” ve bu güç, ateşin koru arttıkça daha fazla şey yakmaya ihtiyaç duyuyordu. Siyasetin, toplumsal hayatın ve sahte ahlakın çürümüş yanlarını yakarak temizleyebileceğini düşünüyordu.
Balzac, sadece yüreğinde değil davranışlarında da cesur olmak istiyordu. Sadece söyleyerek değil yaparak, karşı çıkarak, acı çekerek yüreğindeki cesareti hissedebiliyordu. İş hayatında ve özel ilişkilerindeki bütün başarısızlıklarından da yazarak değil yakarak kurtuluyordu. Çalışanın Fizyolojisi, tipik bir Balzac kitabı, keskin kaleminden süzülen edebi eser gibi değildir bu yüzden. Yüreğiyle değil beyniyle, ruhuyla değil keskin gözleriyle yazmıştır.
Yazmak için yakmak zorunda olduğu türden, sadece bir kerelik yapılan işlerdendir. Sonraki yıllarda okunması, tekrar tekrar basılması da gerekmemektedir belki. Eserleri arasında önemsenen bir yer işgal etmemektedir. Ama bunu yazan Balzac olduğu için elbetteki değerlidir. Balzac bu kitapçıkla, her şeyi mesele yapan büyük bir yazarın sıradanlığı parçalayıp esas gerçeği gün yüzüne çıkarma ihtiyacını geçici bir zaman için giderir. Tıpkı Eldivenin Geleneksel Tarihi, Süslenmenin Felsefesi, Gastronominin Fizyolojisi, Bir Şampanya Şisesinin Ahlaki Yönden İncelenmesi kitaplarında olduğu gibi ironi dolu eğlenceli metinlerde ele aldığı tipolojiler onu adım adım İnsanlık Komedyası’na götürmüştür.
Balzac bir ifşacıdır. Otuz yaşına geldiklerinde bütün sevgi beklentileri boşa çıkan çaresiz evlilikler içindeki kadınların gerçek hikayesini, zenginliği ve fakirliği, yokluğu ve şatafatı, debdebeyi, paranın ve siyasetin sunduğu yalancı iktidarın insanları ahlaken ne denli çürütebileceğini toplumun bütün tabakalarını içine alacak şekilde ele alır, mesele yapar ve adeta kağıda işler. Satırlarda öfkeli ve zeki bir elin kazmak ya da nakşetmek için gereğinden fazla güç uygulayan darbeleri hissedilir. Bu nedenle, her köşe başında kendine sayısız düşman edinir. Ne var ki eleştirilerden ve düşmanlıklardan etkilenmeyecek kadar büyük, yaşam dolu ve içten gelen bir gücün tesirindedir.
Balzac, “En iyi esinler bana hep en derin korkuları ve çaresizlikleri yaşadığım saatlerde gelir” demiştir ve Çalışanın Fizyolojisi bir bakıma esin gelmeyen zamanlarda yaptığı işlerdendir. Bu sayede çok cesur ve korkusuzca kalemini kılıca dönüştürüyor, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kaybolan insanların ruh hallerini kelimenin tam anlamıyla ifşa ediyordu. “Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir haziran böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir.” diyordu. “Oğlunuza özel bir gelir ya da toprak bırakamayacaksanız...oğlunuza tüm bu eksiklikleri telafi edecek bir deha da aktaramadıysanız, o barbarca, acımasız, ölümcül ifadeyi asla ve kat’a kullanmayınız: ‘o bir memur olacak!" diyordu.
Sanat ve düşünce insanının devlet memuru kadar değer görmüyor oluşunun hesabını sorması gerekiyordu. Büyük Fransız halkının bu büyüklüğünü kaynağına iade etmesi ve ‘memur zihniyetli’ insanların toplumu teslim almasına karşı çıkıp bir şey söylemesi gerekiyordu. Onlar söylemiyorsa eğer, Balzac bütün bir halkı adına bunu yapabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyordu kendisini esin gelmediği zamanlarda.
Heyecansız memurlar için, “Onun için atmosferin durumu koridorların havasıdır, vantilatörsüz odaları dolduran erkek soluğudur, kağıtların ve tüy kalemlerin rayihasıdır; onun toprağı döşeme taşları ya da odacının süzgeçli sulama kabıyla ıslatıp nemlendirdiği, yama yama acayip molozların süslediği parke zeminidir. Gökkubbesi bakıp bakıp esnediği tavan, fiziki çevresi de uçuşan toz zerreleridir.” derken elbette açıkça küçümsüyordu. Bütün memurlar adına havasızlıktan boğulacak gibi oluyor, ayağını toprağa basma ihtiyacı duyuyordu.
Çalışanın Fizyoloji, farklı memur tiplerinin herkesin gözü önünde olduğu halde görünmeyenlerini içeren bir eğlenceli metindir. Benim açımdan fazlasıyla bildik ve tanıdık tipler ve konular bunlar. Genel olarak güncelliğini koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat kitapta bir yer var ki hepsinden daha eğlenceli ve şaşırtıcı. Bu, Özel Kalem tipine dair anlattıkları kısım.
Geçmişinde -1 günlüğüne de olsa- Özel Kalem müdürlüğü yapıp, daha fazla acı çekmemek için kendi isteğiyle derhal ayrılmış biri olarak Özel Kalem tipi beni de yakından ilgilendirdiği için belki de en çok ilgimi çeken yer burası oldu.
Bölüme şöyle başlıyor Balzac: “Özel kalem her daim genç bir adamdır. Yetenekleri ve yetileri sadece bakanın kendisine malumdur.” Sonrasında şöyle şeyler söylüyor:
“Bakanın şikâyetlerini dinler ve onunla birlikte güler. Bakanın maşası rolünü oynar, gazetelerle, lobilerle, editörlerle tatlı tatlı konuşur. Bakanın çeşitli çıkarlarıyla arasındaki gizemli bağlantıdır. Günah çıkartma hücresindeki bir rahip gibi ağzı sıkıdır: hem bilir hem bilmez; bazen her şeyi bilir, bazen hiçbir şeyden haberi yoktur. Neşeden gözleri pırıl pırıl olmalıdır; bakanın kendisi hakkında diyemediğini o diyebilir. Son olarak, onun refakatindeyken bakan kendisi olmaya cüret edebilir...” (sf.59)
“Bu genç adam tam olarak bir devlet adamı değildir, ama siyasetçidir. Arada sırada tek kişilik bir partinin siyasetçiliğini yapar. Neredeyse her daim çok genç olan özel kalem...sadık bir dost rolü oynar, onu pohpohlar ve tavsiyelerde bulunur. Daha iyi danışmanlık verebilmek için dalkavukluğa mecbur olur ya da danışmanlık veriyormuş gibi gözükmek için onu pohpohlar. Bu işi yapan neredeyse tüm genç adamların solgun bir yüzü vardır. Denilen şeyi onayladıklarını ya da onaylamadıkları intibaını uyandırdıkları aralıksız kafa sallama hareketleri, bize kafalarında tuhaf bir şeyin olup bittiğini anlatır. Ne derseniz deyin, ayrım yapmadan onaylar. Özel kalemlerin dağarcıkları, ‘ama’lar, ‘gelgelelim’ler, ‘ne de olsa’lar, ‘ben olsam’lar, ‘sizin yerinizde olsamlar’la (bunu çok kullanırlar) doludur. Yani çelişkilere çıkan tüm ifadelerle.” (sf.59)
Özel kalem tipi, kendine ait olmayan bir güce yaslanan her insanda olduğu gibi dalaverelere bel bağlamak zorundadır. Saygınlık ve prestij için yapamayacağı çok az şey vardır. Gücün her zaman içinde, yanında ve yakınındadır, gerektiğinde kullanım hakkına da sahiptir ama hiçbir zaman gerçek bir iktidar duygusuna sahip değildir. Bu yakıcı hâl, iktidarın asıl kaynağına gün geçtikçe daha fazla bağlanma ve onu yüceltme ihtiyacı doğurur. Bir süre sonra yüceltmelerine devam edebilmek için bu kez kendisini yüceltecek birilerine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, kendinden verdikçe eksildiğini hissederek arası giderek açılan güç karşısında her geçen gün değersizleşiyor ve önemsizleşiyormuş hissine kapılır. Hayatı boyunca kurtulmak istediği bu his hiç olmadığı kadar bütün ruhunu sardıkça bundan kurtulmak için gerçek sahibi olmadığı gücü kendininmiş gibi gören insanlar arar ve bu sayede iktidarla bağ kurma arayışında hazır bekleyenlerin en zayıfları arasından çok geçmeden bulur. Sonrasında her iki taraf da birbirini kullanır ama günün sonunda iki taraf da her güçsüz insanda olduğu gibi güçle temas ettikçe zayıflıklarının esiri haline gelerek büyüklük kompleksine kapılıp her sıradanlıktan kahramanlık çıkarmaya çalışır.
Sonrasındaysa bir Balzac çıkar işte ve bu görkemli rüya acı bir sonla nihayet bulur.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
İlginç diyorum çünkü Balzac’ı Balzac yapan eserlerine pek de benzemiyor. Roman deseniz değil, deneme değil, anı değil, kronik değil, kendine özgü bir tür gibi. Sanki Balzac, onca zorluğun ve mücadelenin içinde beş parasız boğuşurken asap bozucu bir biçimde ‘kapağı devlete atıp’ anlamlı hiçbir şey yapmaksızın ‘salla başını al maaşını’ konforunda yaşayan memurların üzerinde oluşturdukları zehirli etkiden kurtulup yoluna devam edebilmek için gerçekte ne olduklarını ifşa etmek ve kaleminin üzerindeki yüklerinden kurtulup esas işine dönebilmek için verdiği bir arada içinde biriken duyguları ifadeye döküyor. Sonuç nasıl olursa öyle bir tür içinde bu insan tipiyle toplumun gözleri önünde hesaplaşmak istiyor.
Her bir memur tipini ayrı ayrı ifşa edip maskesini düşürmek, ‘dünyanın en aydınlanmış ulusu’ dediği Fransa’yı -kendi ifadesiyle- ‘aptal yerine koyan’ bu insanlarla hesaplaşarak bir yazarın en önemli görevini, toplumunu gerekirse kendi kendisine karşı savunma misyonunu yerine getiriyor. Devlet memuru tipi neyi simgeliyor ya da neyi çağrıştırıyorsa Balzac bunun tam karşı kutbunu temsil ediyor çünkü.
Kendisini Balzac’çı olarak tanımlayan biyografi sanatının büyük ismi -kutup yıldızı mı demeli!- Stefan Zweig, ‘Fransız edebiyatının Napoléon’u dediği hukuk fakültesi öğrencisi Balzac’tan, “Yirmi yaşındaki gencin, noter ya da avukat olmak yerine bir yazar, bir edebiyatçı, bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak istediğini açıklaması, böyle bir şeyi hiç tahmin etmeyen ailede şok etkisi yaratır.” diye bahseder.
Yazarların en hayalperestlerinden biri olarak kabul edilen Balzac, hukuk gibi, mesleklerin en realistiyle karşılaştığında muhtemelen dayanılmaz acılar çekmiş, bu realist dünya karşısında kendisini fazlasıyla savunmasız ve korunaksız hissetmiştir. Edebiyat, onun için bir seçim değil kor halinde yanan karmaşık ruh dünyasının kurtuluşa ermek için zorunlu olarak kendini attığı bir ateş, ateşin en parlak halindeyken yukarı doğru yaptığı bir atılış haliyle geçtiği yeni bir faz belki de.
Bu geçişin tamamlanabilmesi için Balzac’ın hayatta yapamadığı ya da başarısız olduğu ne varsa ateşe atıp yakması gerekiyordu ve de. Kalemi sertti bu yüzden. Kendini yeniden kurmak ve bağımsızlığa ulaşmak için yakması gereken şeylerin ilk sırasında toplumu aldatan insanlar geliyordu ve memurları da bu insanlar arasında görüyordu. Hukuk fakültesinden birilerini birilerine karşı değil toplumu topluma karşı savunabilmek için ayrılıyor, adaletsizliklerin görüldüğü mahkemeler yerine ortaya çıktığı hayatın diplerine dalıyordu.
“Hissettiği tek şey, içinde nereye yönlendireceğini bilmediği bir güç olduğuydu” ve bu güç, ateşin koru arttıkça daha fazla şey yakmaya ihtiyaç duyuyordu. Siyasetin, toplumsal hayatın ve sahte ahlakın çürümüş yanlarını yakarak temizleyebileceğini düşünüyordu.
Balzac, sadece yüreğinde değil davranışlarında da cesur olmak istiyordu. Sadece söyleyerek değil yaparak, karşı çıkarak, acı çekerek yüreğindeki cesareti hissedebiliyordu. İş hayatında ve özel ilişkilerindeki bütün başarısızlıklarından da yazarak değil yakarak kurtuluyordu. Çalışanın Fizyolojisi, tipik bir Balzac kitabı, keskin kaleminden süzülen edebi eser gibi değildir bu yüzden. Yüreğiyle değil beyniyle, ruhuyla değil keskin gözleriyle yazmıştır.
Yazmak için yakmak zorunda olduğu türden, sadece bir kerelik yapılan işlerdendir. Sonraki yıllarda okunması, tekrar tekrar basılması da gerekmemektedir belki. Eserleri arasında önemsenen bir yer işgal etmemektedir. Ama bunu yazan Balzac olduğu için elbetteki değerlidir. Balzac bu kitapçıkla, her şeyi mesele yapan büyük bir yazarın sıradanlığı parçalayıp esas gerçeği gün yüzüne çıkarma ihtiyacını geçici bir zaman için giderir. Tıpkı Eldivenin Geleneksel Tarihi, Süslenmenin Felsefesi, Gastronominin Fizyolojisi, Bir Şampanya Şisesinin Ahlaki Yönden İncelenmesi kitaplarında olduğu gibi ironi dolu eğlenceli metinlerde ele aldığı tipolojiler onu adım adım İnsanlık Komedyası’na götürmüştür.
Balzac bir ifşacıdır. Otuz yaşına geldiklerinde bütün sevgi beklentileri boşa çıkan çaresiz evlilikler içindeki kadınların gerçek hikayesini, zenginliği ve fakirliği, yokluğu ve şatafatı, debdebeyi, paranın ve siyasetin sunduğu yalancı iktidarın insanları ahlaken ne denli çürütebileceğini toplumun bütün tabakalarını içine alacak şekilde ele alır, mesele yapar ve adeta kağıda işler. Satırlarda öfkeli ve zeki bir elin kazmak ya da nakşetmek için gereğinden fazla güç uygulayan darbeleri hissedilir. Bu nedenle, her köşe başında kendine sayısız düşman edinir. Ne var ki eleştirilerden ve düşmanlıklardan etkilenmeyecek kadar büyük, yaşam dolu ve içten gelen bir gücün tesirindedir.
Balzac, “En iyi esinler bana hep en derin korkuları ve çaresizlikleri yaşadığım saatlerde gelir” demiştir ve Çalışanın Fizyolojisi bir bakıma esin gelmeyen zamanlarda yaptığı işlerdendir. Bu sayede çok cesur ve korkusuzca kalemini kılıca dönüştürüyor, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kaybolan insanların ruh hallerini kelimenin tam anlamıyla ifşa ediyordu. “Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir haziran böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir.” diyordu. “Oğlunuza özel bir gelir ya da toprak bırakamayacaksanız...oğlunuza tüm bu eksiklikleri telafi edecek bir deha da aktaramadıysanız, o barbarca, acımasız, ölümcül ifadeyi asla ve kat’a kullanmayınız: ‘o bir memur olacak!" diyordu.
Sanat ve düşünce insanının devlet memuru kadar değer görmüyor oluşunun hesabını sorması gerekiyordu. Büyük Fransız halkının bu büyüklüğünü kaynağına iade etmesi ve ‘memur zihniyetli’ insanların toplumu teslim almasına karşı çıkıp bir şey söylemesi gerekiyordu. Onlar söylemiyorsa eğer, Balzac bütün bir halkı adına bunu yapabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyordu kendisini esin gelmediği zamanlarda.
Heyecansız memurlar için, “Onun için atmosferin durumu koridorların havasıdır, vantilatörsüz odaları dolduran erkek soluğudur, kağıtların ve tüy kalemlerin rayihasıdır; onun toprağı döşeme taşları ya da odacının süzgeçli sulama kabıyla ıslatıp nemlendirdiği, yama yama acayip molozların süslediği parke zeminidir. Gökkubbesi bakıp bakıp esnediği tavan, fiziki çevresi de uçuşan toz zerreleridir.” derken elbette açıkça küçümsüyordu. Bütün memurlar adına havasızlıktan boğulacak gibi oluyor, ayağını toprağa basma ihtiyacı duyuyordu.
Çalışanın Fizyoloji, farklı memur tiplerinin herkesin gözü önünde olduğu halde görünmeyenlerini içeren bir eğlenceli metindir. Benim açımdan fazlasıyla bildik ve tanıdık tipler ve konular bunlar. Genel olarak güncelliğini koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat kitapta bir yer var ki hepsinden daha eğlenceli ve şaşırtıcı. Bu, Özel Kalem tipine dair anlattıkları kısım.
Geçmişinde -1 günlüğüne de olsa- Özel Kalem müdürlüğü yapıp, daha fazla acı çekmemek için kendi isteğiyle derhal ayrılmış biri olarak Özel Kalem tipi beni de yakından ilgilendirdiği için belki de en çok ilgimi çeken yer burası oldu.
Bölüme şöyle başlıyor Balzac: “Özel kalem her daim genç bir adamdır. Yetenekleri ve yetileri sadece bakanın kendisine malumdur.” Sonrasında şöyle şeyler söylüyor:
“Bakanın şikâyetlerini dinler ve onunla birlikte güler. Bakanın maşası rolünü oynar, gazetelerle, lobilerle, editörlerle tatlı tatlı konuşur. Bakanın çeşitli çıkarlarıyla arasındaki gizemli bağlantıdır. Günah çıkartma hücresindeki bir rahip gibi ağzı sıkıdır: hem bilir hem bilmez; bazen her şeyi bilir, bazen hiçbir şeyden haberi yoktur. Neşeden gözleri pırıl pırıl olmalıdır; bakanın kendisi hakkında diyemediğini o diyebilir. Son olarak, onun refakatindeyken bakan kendisi olmaya cüret edebilir...” (sf.59)
“Bu genç adam tam olarak bir devlet adamı değildir, ama siyasetçidir. Arada sırada tek kişilik bir partinin siyasetçiliğini yapar. Neredeyse her daim çok genç olan özel kalem...sadık bir dost rolü oynar, onu pohpohlar ve tavsiyelerde bulunur. Daha iyi danışmanlık verebilmek için dalkavukluğa mecbur olur ya da danışmanlık veriyormuş gibi gözükmek için onu pohpohlar. Bu işi yapan neredeyse tüm genç adamların solgun bir yüzü vardır. Denilen şeyi onayladıklarını ya da onaylamadıkları intibaını uyandırdıkları aralıksız kafa sallama hareketleri, bize kafalarında tuhaf bir şeyin olup bittiğini anlatır. Ne derseniz deyin, ayrım yapmadan onaylar. Özel kalemlerin dağarcıkları, ‘ama’lar, ‘gelgelelim’ler, ‘ne de olsa’lar, ‘ben olsam’lar, ‘sizin yerinizde olsamlar’la (bunu çok kullanırlar) doludur. Yani çelişkilere çıkan tüm ifadelerle.” (sf.59)
Özel kalem tipi, kendine ait olmayan bir güce yaslanan her insanda olduğu gibi dalaverelere bel bağlamak zorundadır. Saygınlık ve prestij için yapamayacağı çok az şey vardır. Gücün her zaman içinde, yanında ve yakınındadır, gerektiğinde kullanım hakkına da sahiptir ama hiçbir zaman gerçek bir iktidar duygusuna sahip değildir. Bu yakıcı hâl, iktidarın asıl kaynağına gün geçtikçe daha fazla bağlanma ve onu yüceltme ihtiyacı doğurur. Bir süre sonra yüceltmelerine devam edebilmek için bu kez kendisini yüceltecek birilerine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, kendinden verdikçe eksildiğini hissederek arası giderek açılan güç karşısında her geçen gün değersizleşiyor ve önemsizleşiyormuş hissine kapılır. Hayatı boyunca kurtulmak istediği bu his hiç olmadığı kadar bütün ruhunu sardıkça bundan kurtulmak için gerçek sahibi olmadığı gücü kendininmiş gibi gören insanlar arar ve bu sayede iktidarla bağ kurma arayışında hazır bekleyenlerin en zayıfları arasından çok geçmeden bulur. Sonrasında her iki taraf da birbirini kullanır ama günün sonunda iki taraf da her güçsüz insanda olduğu gibi güçle temas ettikçe zayıflıklarının esiri haline gelerek büyüklük kompleksine kapılıp her sıradanlıktan kahramanlık çıkarmaya çalışır.
Sonrasındaysa bir Balzac çıkar işte ve bu görkemli rüya acı bir sonla nihayet bulur.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
17 Mayıs 2020 Pazar
Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz
"Olabildiğince yalnız kalmalıyım. Hayatta başardığım ne varsa yalnızlığıma borçluyum."
- Franz Kafka
"Yalnız yaşayan bir insanın yapacağı tek şey; daha fazla yalnızlaşmaktır."
- E. M. Cioran
Edebi yapıtlarda, en çok işlenen konulardan biridir yalnızlık. ‘Olmak’ maruz kalmaktır der üstat Cioran. Bu kitapta ‘Olmak ’an itibarıyla yalnız kalmaktır. İyi yazılanlar hep iyi bir yalnızlık eseridir. Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz. Hep bir kendine, yani yalnızlığa kaçıştır yazmak eylemi. En önemli eserlerden; en önemli, kıymetli bir yalnızlık akar. Bunu görmek için de yalnızlığın ne olduğunu bilmek, onu yaşamak, hissetmek, var olduğunun bilincinde olmak şarttır.
Efendim, yazı dünyasına harika eserler kazandırmak için adeta ant içmiş, durmadan, yılmadan, yorulmadan, çalışan bir yayınevi olan Jaguar; yine nefis bir eser sunuyor bizlere. Yukarıda anlaşıldığı üzere yalnızlık, kalabalıklar arasında olan bir yanlıkla; edibin yalnızlığıyla karşı karşıyayız. Büyük yazar, Sergio Chejfec’in dünyası; biz okuyan, yazan, araştıran, merak eden, didinen insanlara yabancı gelmeyecektir. Bu dünya tanıdık, bize yakın, bizimle olan bir dünya. Yazarın kendi dünyası çok farklı olmasa gerek, kitaptan. O zaman Benim İki Dünyam, başta yazarın sonra da hepimiz dünyasıdır. Görebiliyoruz, hissedebiliyoruz, anlayabiliyoruz…
Yazarın yaşı olur mu bilmiyorum. Yazarın yaşı; yazdıkları, okudukları ve hissettikleridir, şüphesiz. Elli yaşında olsun yazarımız, kahramanımız. Bir kitap fuarı için yolu düşer, bir konferans için. Kendini şehirde yürüyerek bulur sürekli. Yeni insanları, parkları, caddeleri, hayvanları keşfetme peşine düşer. Keşfettikçe geriye düşer, geriden gelir. Ne yaptığınız bilemez halde sadece yürür, izler ve gözlemler. İzlemesi yetmez çoğu yerde. Gözlemlemesi de gerekiyor, gidip gelmeler arasında gözlemlemek lazım.
Gözlemek ve yürümek, metafizik kaygılarının odak noktasına yerleşir bir yerden sonra. O zaman iki benliğinin farkına varır yazar. Kendisi yürüyen kişi midir? Hayalinde, geçmiş ile gelecek arasında durmadan beynini kemiren, etrafına anlam yüklemek için; eşyadan, kendinden, insanlardan, ülkeden, dünyadan uzaklaşan ama aslında pek de uzaklaşamayan kişi midir? Yoksa her ikisi mi? Her iki dünya mı veyahut. Kendisinin olduğu ve de olamadığı dünya. Var ile yok arasındaki dünya…
Somut gerçekçiliğin ve soyut varlığın iç içe geçtiği bu kitapta, isimsiz yazar- kahramanımızla yol almak zaman zaman rahatsız edici olduğunu da, yazar-kahramanımızı anlamaktan zorluk çekebileceğimizi de bir yerden sonra anlıyoruz. Bu tespit, yalnızlığınızın ve ona yüklediğiniz anlam ölçüsünde değer kazandığını da özellikle belirtmek istiyorum. Anlamak, empati gerektiriyorsa eğer bunu bu kitapta yaşamadan elde edemeyeceğiniz bir şey olduğunu da söylemem gerekiyor.
Hasan Ali Toptaş bir söyleyişinde “Edebiyatın merkezi dildir” demişti. Benim İki Dünyam'ı okurken kelimenin tam anlamıyla nefis bir dil şöleni ile karşı karşıya olduğunuzu daha ilk sayfada anlıyorsunuz. Tabi ki burada, kitabın çevirmeni Bülent Kale’nin büyük emeğinin katkısı çok çok büyüktür. Bunu söylemeden geçemeyeceğim: Dillin lezzeti, kurgunun iskeletidir. Bunu herkesin anlamasını da bekleyemeyiz, ama bunu doğruluğunu kaleme, yazıya ve en önemlisi de okumaya gönül veren herkesin çok iyi bildiğinin farkındayım.
Fazla söze ne hacet, dillin mükemmelliği, kurgunun nefis ilerleyişi, yalnızlığı somut gerçekliği, gözlemenin verdiği rahatsızlığı, var oluşun metafiziksel sancısı… Sanatta, yazıya, okumaya ve insana dair çoğu şey bu kitapta sizi bekliyor.
Bu kadar kıymetli eserleri yayın dünyasına kazandıran yayınevleri, bu kitapların hakkıyla okuyanlar için ne büyük hizmetler verdiğini her kaliteli çeviri sonrasında bir kere daha anlıyordur. Yazana, çevirene, çevirtene, okuyana selamlar olsun...
Doğan Yalçın
twitter.com/emsar4949
- Franz Kafka
"Yalnız yaşayan bir insanın yapacağı tek şey; daha fazla yalnızlaşmaktır."
- E. M. Cioran
Edebi yapıtlarda, en çok işlenen konulardan biridir yalnızlık. ‘Olmak’ maruz kalmaktır der üstat Cioran. Bu kitapta ‘Olmak ’an itibarıyla yalnız kalmaktır. İyi yazılanlar hep iyi bir yalnızlık eseridir. Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz. Hep bir kendine, yani yalnızlığa kaçıştır yazmak eylemi. En önemli eserlerden; en önemli, kıymetli bir yalnızlık akar. Bunu görmek için de yalnızlığın ne olduğunu bilmek, onu yaşamak, hissetmek, var olduğunun bilincinde olmak şarttır.
Efendim, yazı dünyasına harika eserler kazandırmak için adeta ant içmiş, durmadan, yılmadan, yorulmadan, çalışan bir yayınevi olan Jaguar; yine nefis bir eser sunuyor bizlere. Yukarıda anlaşıldığı üzere yalnızlık, kalabalıklar arasında olan bir yanlıkla; edibin yalnızlığıyla karşı karşıyayız. Büyük yazar, Sergio Chejfec’in dünyası; biz okuyan, yazan, araştıran, merak eden, didinen insanlara yabancı gelmeyecektir. Bu dünya tanıdık, bize yakın, bizimle olan bir dünya. Yazarın kendi dünyası çok farklı olmasa gerek, kitaptan. O zaman Benim İki Dünyam, başta yazarın sonra da hepimiz dünyasıdır. Görebiliyoruz, hissedebiliyoruz, anlayabiliyoruz…
Yazarın yaşı olur mu bilmiyorum. Yazarın yaşı; yazdıkları, okudukları ve hissettikleridir, şüphesiz. Elli yaşında olsun yazarımız, kahramanımız. Bir kitap fuarı için yolu düşer, bir konferans için. Kendini şehirde yürüyerek bulur sürekli. Yeni insanları, parkları, caddeleri, hayvanları keşfetme peşine düşer. Keşfettikçe geriye düşer, geriden gelir. Ne yaptığınız bilemez halde sadece yürür, izler ve gözlemler. İzlemesi yetmez çoğu yerde. Gözlemlemesi de gerekiyor, gidip gelmeler arasında gözlemlemek lazım.
Gözlemek ve yürümek, metafizik kaygılarının odak noktasına yerleşir bir yerden sonra. O zaman iki benliğinin farkına varır yazar. Kendisi yürüyen kişi midir? Hayalinde, geçmiş ile gelecek arasında durmadan beynini kemiren, etrafına anlam yüklemek için; eşyadan, kendinden, insanlardan, ülkeden, dünyadan uzaklaşan ama aslında pek de uzaklaşamayan kişi midir? Yoksa her ikisi mi? Her iki dünya mı veyahut. Kendisinin olduğu ve de olamadığı dünya. Var ile yok arasındaki dünya…
Somut gerçekçiliğin ve soyut varlığın iç içe geçtiği bu kitapta, isimsiz yazar- kahramanımızla yol almak zaman zaman rahatsız edici olduğunu da, yazar-kahramanımızı anlamaktan zorluk çekebileceğimizi de bir yerden sonra anlıyoruz. Bu tespit, yalnızlığınızın ve ona yüklediğiniz anlam ölçüsünde değer kazandığını da özellikle belirtmek istiyorum. Anlamak, empati gerektiriyorsa eğer bunu bu kitapta yaşamadan elde edemeyeceğiniz bir şey olduğunu da söylemem gerekiyor.
Hasan Ali Toptaş bir söyleyişinde “Edebiyatın merkezi dildir” demişti. Benim İki Dünyam'ı okurken kelimenin tam anlamıyla nefis bir dil şöleni ile karşı karşıya olduğunuzu daha ilk sayfada anlıyorsunuz. Tabi ki burada, kitabın çevirmeni Bülent Kale’nin büyük emeğinin katkısı çok çok büyüktür. Bunu söylemeden geçemeyeceğim: Dillin lezzeti, kurgunun iskeletidir. Bunu herkesin anlamasını da bekleyemeyiz, ama bunu doğruluğunu kaleme, yazıya ve en önemlisi de okumaya gönül veren herkesin çok iyi bildiğinin farkındayım.
Fazla söze ne hacet, dillin mükemmelliği, kurgunun nefis ilerleyişi, yalnızlığı somut gerçekliği, gözlemenin verdiği rahatsızlığı, var oluşun metafiziksel sancısı… Sanatta, yazıya, okumaya ve insana dair çoğu şey bu kitapta sizi bekliyor.
Bu kadar kıymetli eserleri yayın dünyasına kazandıran yayınevleri, bu kitapların hakkıyla okuyanlar için ne büyük hizmetler verdiğini her kaliteli çeviri sonrasında bir kere daha anlıyordur. Yazana, çevirene, çevirtene, okuyana selamlar olsun...
Doğan Yalçın
twitter.com/emsar4949
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)