Sedat Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sedat Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Bir mektep olarak sokak, bir öğretmen olarak santur

"Santuru öğrendiğimden beri başka bir adam oldum. Gamlı olduğum ya da fukaralık bastırdığı zaman santur çalıp hafiflerim. Ben çalarken başkası konuşsa duymam; duysam da konuşamam. İsterim, isterim ama, yapamam... Ee, sevda bu."
- Nikos Kazancakis, Zorba

Sevgili santuri Sedat Anar'ın kitabı çıktığında (Aralık 2018) müzik tutkunu biri olarak çok heyecanlanmıştım. İletişim Yayınları'nın Sultanahmet'teki merkezine çok sık gitsem de bir süre eve gömüldüğümden kitabı sadece merak etmekle yetindim. Sağ olsun, var olsun Sedat, kısa bir süre sonra ikinci baskısını yapan -ne mutlu- kitabını fakire gönderdi. Kitap bir müddet kütüphanemin raflarında okunma sırasını bekledi. Sıra demişken, öyle yatay-dikey, sıralı-listeli kitap okuyan biri değilim. Vaktini bekledi demek daha doğru belki de. Derken vakit geldi ve aldım elime kitabı, "acaba neden Santurnâme koymadı ismini?" diye düşünerek çevirmeye başladım sayfaları. İsmiyle, sanatıyla Sedat Anar'ı tanısam da hayatına dair hiçbir şey bilmediğimi görünce daha da heyecanlandım. Bazı insanlar, hayata karşı olan gayretleriyle başkalarına ilham olurlar. Böyle bir ömür sürdüğünü her sayfada gördüm.

Şanlıurfa-Halfeti'de başlayan müzik tutkusunu anlatırken okuyucuyu köy hayatına, ebeveyn çıkmazlarına, arkadaş seçimine, kaderin bizim göremediğimiz tüm mucizelerine, sokak müziğinin insana özgüven ve sevgi aşılayan zenginliğine, edebiyatın ve bilhassa şiirin insana daima omuz verişine, kültür çatışmalarına şahit tutuyor Sedat. Henüz kitabının başında "Altını çizmek isterim ki, ben her şeyden önce bir müzisyenim. Dil ve üslubumun zayıflığını hoş görmenizi, sanatsal yetkinliğimi, asıl alanım olan müzik üzerinden değerlendirmenizi dilerim. Bu çalışmada aranmasını istediğim tek şey samimiyettir" dese de, çaktırmadan ve hiç de ukalalık yapmadan bir müzisyenin aslında kitaplarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini gösteriyor.

Son derece akıcı ve samimi biçimde yazılmış olan kitabı ben iki günde bitirdim. Evde iki çocuk ve birçok iş olduğu düşünülürse gayet iyi bir netice olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bunda benim bir gayretim yok, klasik okuma düzeni işte. Asıl gayret Sedat'ın. O, elinden geldiğince başından geçenleri tüm yalınlığıyla anlatmış. Bu yalınlığın içinde oldukça acı(masız) hikâyeler var. Bir belgesel gibi sanki kitap. Hem Sedat'ın hayatındaki önemli kırılma anlarını öğreniyoruz hem de neler okuduğunu, kimlerle tanış olduğunu, ne gibi maceralardan geçerek bugünlere geldiğini, şu anda Türkiye'de parmakla gösterilen bir santuri olmasının ardında nasıl bir mücadele yattığını keşfediyoruz.

İçinden çöp arabasının geçtiği bir sahneye götürüyor bizi Sedat. "Müzik hayatıma dünyanın en güzel sahnesi olan sokakta başladım" demesi bundan. Orada her şey var. Neşe de gözyaşı da... Hacettepe Üniversitesi'nde tarih okumaktan vazgeçip, anacığının "bırak şu tıngırtı işlerini" demesine rağmen sokaktan ve müzikten bir gün bile vazgeçmemiş. Peki babası? O, Anar'ın üniversiteye kazanmasına "hayırlı olsun"dan başka bir şey dememiş klasik bir baba esasında. Klasik diyoruz ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntıları yatıyor işte baba-oğul tarihi arasında. Sedat da zaten "babamı hiçbir zaman anlayamadım; bir müddet sonra da anlamaya çalışmaktan vazgeçtim" diyor. Muhtemelen milyonlarca evlat bu cümlenin altına imzasını atar... İranlı meşhur şair ve mutasavvıf Ferîdüddin Attâr'ın "Ummandan gelen yağmur bulutları gibi var da sefere çık. Seyahat etmeden inci olamazsın." sözünü gönlüne nakşetmiş bizim santuri. Yola revan olmuş, sık sık İran'a gitmiş hem müzik ufkunu hem de santur becerisini geliştirmek için. Bu seyahatlerinde sık sık notlar almış. Öyle güzel diyaloglar var ki altını çizmekten yorulduğum sayfaları hatırlıyorum.

Sedat'ın yalnızlıkla olan ilişkisinde kendime dair çok şey buldum. İnsanın varoluş denen kavramla en çetin mücadelesi yalnızlıkta ortaya çıkıyor. Bu mücadele insana zenginlik katıyor. Yükselişler kadar düşüşler de çok şey öğretiyor. Bu mücadelede maddi-manevi bir kazanç yok. Zaten Hakk'ın rızasından başka bir şeyde gönlü olmayanlar yalnızlığa hem muhtaç hem de mahkum. Eminim ki okuyucular da Sedat'ın bu yalnız(lık) savaşını okurken duygulanacaklar. Bu sayfalardan kendilerine yeni pratikler çıkarabilirler, yeni şairlerle yazarlarla tanışabilirler. Fakir, bilhassa kitaptaki bu tip paragrafları okurken, klarnet çaldığım dönemlerde ağzımdan eksik etmediğim, Muallim Nâci'ye ait olan şu beyti hatırladım: "Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân / ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin."

Sokakta çaldığı dönemlerde Sedat, televizyonlara ve gazetelere hep mesafeli. Ankara sokaklarında çalmak ona hem manevi doyumu veriyor hem de kendini daha fazla geliştirmek için motive ediyor. Şöhretin afet olduğu bilinciyle hareket ediyor. Şimdilerde ismi her ne kadar daha fazla biliniyor olsa da yine de adımlarını mesafeli atıyor, ilişkilerini de bu yönde kuruyor gibi görünüyor. Birçok ülkede konser vermesi ve kaydettiği albümler yaşama bakışında da ona tecrübe kazandırmış, besbelli. Diğer yandan bu tecrübeler yaşanırken, 'bazı şeyler'in içinin ne kadar boşaltıldığına da bizi şahit tutuyor:

"Salon konserlerinde hiçbir zaman sahne kıyafeti giymedim. Hiç unutmam bir gün, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden yaptığım Farsça bestelerimin kaydını dinleyen bir kurumun yetkilisi, Şeb-i Arus töreninden sonra gerçekleşecek konsere beni de davet etti. Kardeşim Selahattin'le sahneye çıkıp çok güzel bir konser yaptık. Bizden sonra, Hz. Mevlânâ'nın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olan bir hanımefendi sahneye çıktı. "Ne güzel böyle gençlerin bu yaşta Mesnevi'ye ilgi duyması ama keşke bu elbiselerle Hz. Mevlânâ'yı anmasaydık" dedi. Ben de dayanamadım, mikrofona yanaştım. "Efendim, valla bize 'ne olursan ol, gel' dediler, biz de geldik. Ayrıca beğenmediğiniz bu elbisem benim nikâhımda giydiğim elbisedir" dedim. Herkes gülmeye başladı. O an şunu çok iyi anladım: Önemli bir zatın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olmakla değerli olunmaz. İnsan insan mı, önce ona bakarım ben."

Santurdan yayılan nağmeleri tehlikeli(?) bulan zabıtalar, kılık kıyafetin insan gönlünden daha mühim olduğunu zanneden zavallılar, belediyelerin kültür(süz) müdürleri, yalnızlık, yoksulluk, dost meclisleri, meşkler, muhabbetler, edebiyat, tarih, şiir... Elbette bu kadar değil. Sedat'ın son derece tehlikeli(!) bir kitap hırsızı oluşu, Ahmet Telli'den Kemal Sayar'a; Cahit Koytak'tan Sagopa Kajmer'e uzanan tanışma hikâyeleri, soyadından mütevellit İhsan Oktay Anar'la aralarındaki kurmaca yakınlık, parasızlık, ev sahipleriyle didişme, kaldırımlarda dövüşme, ne olursa olsun kendinden taviz vermeme... Neticede ortaya çıkan eser de tıpkı sokak gibi bir kitap. Bundan olsa gerek adı da Sokaknâme: Bir Sokak Müzisyeninin Kaleminden...

İnsanın göğüs tahtasını -eskiler öyle dermiş- çok zorlayan metinler var Sokaknâme'de. Dolayısıyla her okuyana ayrı oklar saplayabilir. Kimilerinin -kafa konforlarına aykırı geleceğinden- canlarını sıkabilir. Kimilerine de ilham olabilir, umut aşılayabilir. Sedat'la tokalaşmışlığım, oturup bir yerde çay içmişliğim bile yok. Müziğini çok dinledim ama onu esas bu kitabıyla tanıdım. Ona kocaman teşekkür, tüm sokak müzisyenlerine de yürekten selam!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf