Sevgili dost,
Canım arkadaşım,
Sevdiğim,
....
Böyle güzel, içten seslenişlerle başlayan mektuplar almayalı ne çok zaman olmuş... Teknoloji, kağıt-kalemin ve beklemenin o tatlı telaşını uzaklaştırdığından beri hayatımızdan; birine ulaşmak, birilerine bir şeyler anlatmak nasıl da ‘kolay’.
Oysa mektup demek özen demek biraz da; zarflar, kağıtlar almak, postaneye gitmek, vakit ayırmak demek... Kıymetli... Bu yüzden belki de edebiyattaki yeri çok ayrıdır mektup türünün.
Leyla Erbil, edebiyatımızın çizgidışı yazarı, metnin ve dilin sınırlarını zorlamayı seven o güzel kalem, Mektup Aşkları’nda yine ezber bozuyor. Tek bir karaktere yazılan mektuplarla kurguladığı bir roman yazıyor.
Jale’ye gelen mektuplar okuyorsunuz roman boyunca; başka başka kişilerden, farklı şehirlerden gelen mektuplar...
Sacide, Ferhunde, Ahmet, İhsan, Zeki, Zeki'nin babası Abdullah ve Reha'nın mektupları geliyor Jale’ye. Jale’ye aşık erkeklerin sözcükleri, kız arkadaşların paylaştıkları mahrem konular ve tüm mektuplarda okuduğumuz 1940’ların siyasi ve toplumsal yapısı...
Ve en çok da aşk; kadın ve erkek ilişkileri...
"Aslında erkekleri sağduyudan yoksun, bizden çok zayıf, duygusal yaratıklar olarak görüyorum. Bence olay şu: Üzerimizde kurdukları buyurganlık (ki bu onların ham gücüne dayanıyor) yüzünden kendimizi korumak üzere yalan, hep yalan söylemişiz onlara. Bizim zekâmızı geliştiren bu yalanlar onları bizim aptallarımız durumuna sokmuş. (...) Ancak işin enteresan yanı, tarih boyunca erkeği zekamızla oyalayıp idare etme duyumuz öylesine gelişmiş ki, her kadın zekâsıyla, tevarüs ettiği kurnazlıklarla içten içe durmadan yenmiş erkeği. Ne var ki aslında yendiği şeye yenilmiş gibi görünerek yaşadığı ikiyüzlülüğü de hazmedemeyen kadın, mutsuzluğun pençesine düşmüş durumdadır."
Jale’ye yazılmış mektupları okurken, bazen, sanki Jale’nin yatak odasına gizlice girmiş de bir kutu içinde bulduğunuz mektupları okuyormuş gibi oluyorsunuz. Kitabın böyle değişik, başka bir tadı var.
Başka başka dillerden, özenli sözcüklerle akıp gidiyor; aşklar, kavgalar, yolculuklar...
“Aşk var dostum, aşk var ve her şeyi iyi ediyor aşk, dünyayı güzelleştiriyor. İnsan ruhu ancak aşkla şahikasına kavuşuyor...”
Mektup Aşkları, ezber bozan metinleri seven ve el yazısıyla yazılmış o zarif mektupları özleyenlere iyi gelecek bir kitap...
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
23 Ekim 2012 Salı
22 Ekim 2012 Pazartesi
Yaraların kadar derinsindir
"Yaralarım çok derin, sonu yok bu kederin
Kendime seçtiğim yer, şimdi olmuş ellerin..."
- Müzeyyen Senar'dan bir hicâz
1936 doğumlu usta şairlerimizden Hilmi Yavuz, YKY vasıtasıyla bizlere yepyeni şiirlerini sundu. Çok yakın bir zaman önce çıkan "Yara Şiirleri", yara, aşk ve hüzün ile dolu.
Klasik Hilmi Yavuz üslubunun bu son örneklerinde, şair biraz da kendinden yola çıkıyor. Hayatını adım adım okuyucularına takip ettiriyor. Kapanışı yaparken yine kendi hayatından belki de en temel tecrübesini gösteriyor bizlere.
"Akrep izleri var, hüznün altında,
Yaramız? yarası sığ, öyle derin;
Ne zamandı kuşatıldık kusmukla
Utançtır, vuruyor yüzüne gölgelerin..."
52 sayılık bu eser, YKY'nin "kare kitap"larından çıktı. Dolayısıyla arşivlik. 3 bölümden oluşuyor ve her bölümde derin izler bırakıyor, derin yaraları sorguluyor, sorgulatıyor.
Kendime seçtiğim yer, şimdi olmuş ellerin..."
- Müzeyyen Senar'dan bir hicâz
1936 doğumlu usta şairlerimizden Hilmi Yavuz, YKY vasıtasıyla bizlere yepyeni şiirlerini sundu. Çok yakın bir zaman önce çıkan "Yara Şiirleri", yara, aşk ve hüzün ile dolu.
Klasik Hilmi Yavuz üslubunun bu son örneklerinde, şair biraz da kendinden yola çıkıyor. Hayatını adım adım okuyucularına takip ettiriyor. Kapanışı yaparken yine kendi hayatından belki de en temel tecrübesini gösteriyor bizlere.
"Akrep izleri var, hüznün altında,
Yaramız? yarası sığ, öyle derin;
Ne zamandı kuşatıldık kusmukla
Utançtır, vuruyor yüzüne gölgelerin..."
52 sayılık bu eser, YKY'nin "kare kitap"larından çıktı. Dolayısıyla arşivlik. 3 bölümden oluşuyor ve her bölümde derin izler bırakıyor, derin yaraları sorguluyor, sorgulatıyor.
"Kalbimdir, arzulara tercüman;
Yara yok, görünmüyor,
Ama kan akıyor, hâlâ akıyor,
Tenimi kavura kavura."
"Yeni yetme" bir şair olarak, biraz da "Hilmi Hoca" hakkında bilgi vermek isterim. Hilmi Yavuz "Doğu Şiirleri" ile 1978 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, "Zaman Şiirleri" ile de 1987 Sedat Simavi Büyük Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Bu iki eserini daha önce önerdiğim "Hüzün Ki En Çok Yakışandır Bize" adlı toplu şiirleri arasında bulabilirsiniz.
"Var'la yok bir'dir;
Hüzünle oyun olmaz;
Yalnızlığın birliğini duy,
Sonsuzluğun da..."
Nobel Edebiyat Ödüllü ve Şilili şair Pablo Neruda'nın 100. yoğum yıl dönümü dolayısıyla, Neruda'nın şiirlerini Türkçeye kazandırdığı için kendisine 2004 yılında Şili Cumhurbaşkanlığı Özel Şeref Madalyası verildi.
Bu kadar dolu bir şiir geçmişi olunca, Hilmi Yavuz'u takip etmek, okumak ve şiirleri üzerinden ödevler çıkarmak da bizim görevimiz oluyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
17 Ekim 2012 Çarşamba
Kalbi olanın, hüznü de vardır
"Mesleğimiz hüzündür, meşrebimiz...
Derin yaprağı acıların ve küllerin
Akarsuyun alnında bir sırma kemerin
Kalb ve sevde işçiliğiyle
Dokuyup yere serdiği
Tütünü ve kuşatmayı
Bilenin ve bilmeyenin."
Devir, kalbî duyguların tükendiği bir devir. Artık insanlar sadece bitkisel yağlardan uzak durarak bitkisel yaşamdan korunabileceklerini sanıyorlar. Oysa kalp sadece biyolojik bir organ değil, insanın baştan ayağa kadar duruşunun da ifadesidir. Hüzün ise bir kalbe sahip olduğunu bilenlere mahsustur. Bir kalp, sadece kan değil duyguları da dağıtır tüm vücuda. İnsan kanla olduğu kadar, duygularıyla da yaşar. İşte tüm bunların farkında olan ruhlar için Hilmi Yavuz'un 1989 yılında Can Yayınları'ndan basılan ve şimdilerde bulunması biraz zor kitaplarından, toplu şiirlerini barındıran "Hüzün Ki En Çok Yakışandır Bize"yi önermek isterim.
"Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız...
Biz ki sessiz ve yağız
Bir yazın yumağını çözerek
Ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze..."
76. yaşını geride bırakan Hilmi Yavuz, acemisinden tecrübelisine tüm şairlerin bir ödev gibi okuması gereken şairlerden hiç şüphesiz. Bu eserinde daha önce "Bakış Kuşu", "Bedreddin Üzerine Şiirler", "Doğu Şiirleri", "Mustafa Suphi Üzerine Şiirler", "Yaz Şiirleri", "Gizemli Şiirler" ve "Zaman Şiirleri" adı altında kitap olarak yayınlanan tüm şiirlerini bulmak mümkün. Bulmak için biraz uğraşmanız gerekebilir, ancak hem kütüphaneniz hem de kalbiniz değerli bir eser sahibi olacaktır.
"Kalbim, sevdalara sığmayan kalbim
Bir dağı içeriyor geçerken..."
Hilmi Yavuz için "dil beğenisi en yüksek şairlerimizden biri" diyordu Cemal Süreya. Onun için "şiirini bilinçle yazan, bunun için de ne yaptığını bilen bir şair" diyen isim ise Fethi Naci idi. Adnan Binyazır ise son noktayı "şiir, bir dil olayı olduğuna göre, Türk şiirinin dilini yaratmada Hilmi Yavuz'un emekleri az değildir" diyerek koymuştu.
"Zaman, bendim!..
Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim
Ve aşklar o ilk şiirden arta kalandı..."
Giderken şunu da söylemek isterim, Can Yayınları bu toplu şiirleri artık basmıyor. Lakin Yapı Kredi Yayınları, "Büyü'sün, Yaz!" adı altında Hilmi Yavuz'un toplu şiirlerini şubat 2006'dan beri basıyor. Kitap, eylül 2012'de 5.baskısı yapmıştı. Bilgilerinize diyor, bu kitapla birlikte kalbinize ve hüznünüze "edebi" anlamda da sahip çıkmanızı diliyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Derin yaprağı acıların ve küllerin
Akarsuyun alnında bir sırma kemerin
Kalb ve sevde işçiliğiyle
Dokuyup yere serdiği
Tütünü ve kuşatmayı
Bilenin ve bilmeyenin."
Devir, kalbî duyguların tükendiği bir devir. Artık insanlar sadece bitkisel yağlardan uzak durarak bitkisel yaşamdan korunabileceklerini sanıyorlar. Oysa kalp sadece biyolojik bir organ değil, insanın baştan ayağa kadar duruşunun da ifadesidir. Hüzün ise bir kalbe sahip olduğunu bilenlere mahsustur. Bir kalp, sadece kan değil duyguları da dağıtır tüm vücuda. İnsan kanla olduğu kadar, duygularıyla da yaşar. İşte tüm bunların farkında olan ruhlar için Hilmi Yavuz'un 1989 yılında Can Yayınları'ndan basılan ve şimdilerde bulunması biraz zor kitaplarından, toplu şiirlerini barındıran "Hüzün Ki En Çok Yakışandır Bize"yi önermek isterim.
"Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız...
Biz ki sessiz ve yağız
Bir yazın yumağını çözerek
Ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze..."
76. yaşını geride bırakan Hilmi Yavuz, acemisinden tecrübelisine tüm şairlerin bir ödev gibi okuması gereken şairlerden hiç şüphesiz. Bu eserinde daha önce "Bakış Kuşu", "Bedreddin Üzerine Şiirler", "Doğu Şiirleri", "Mustafa Suphi Üzerine Şiirler", "Yaz Şiirleri", "Gizemli Şiirler" ve "Zaman Şiirleri" adı altında kitap olarak yayınlanan tüm şiirlerini bulmak mümkün. Bulmak için biraz uğraşmanız gerekebilir, ancak hem kütüphaneniz hem de kalbiniz değerli bir eser sahibi olacaktır.
"Kalbim, sevdalara sığmayan kalbim
Bir dağı içeriyor geçerken..."
Hilmi Yavuz için "dil beğenisi en yüksek şairlerimizden biri" diyordu Cemal Süreya. Onun için "şiirini bilinçle yazan, bunun için de ne yaptığını bilen bir şair" diyen isim ise Fethi Naci idi. Adnan Binyazır ise son noktayı "şiir, bir dil olayı olduğuna göre, Türk şiirinin dilini yaratmada Hilmi Yavuz'un emekleri az değildir" diyerek koymuştu.
"Zaman, bendim!..
Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim
Ve aşklar o ilk şiirden arta kalandı..."
Giderken şunu da söylemek isterim, Can Yayınları bu toplu şiirleri artık basmıyor. Lakin Yapı Kredi Yayınları, "Büyü'sün, Yaz!" adı altında Hilmi Yavuz'un toplu şiirlerini şubat 2006'dan beri basıyor. Kitap, eylül 2012'de 5.baskısı yapmıştı. Bilgilerinize diyor, bu kitapla birlikte kalbinize ve hüznünüze "edebi" anlamda da sahip çıkmanızı diliyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
16 Ekim 2012 Salı
İnsanın kendisi olmasının yolu nedir?
“Hiçbir
zaman kendisi olamaz insan”
Bu cümle Orhan Pamuk’un tabiriyle
romanın “gizli merkezi”. Şimdi bazı okuyucular bana kızabilirler romanın bütün
sırrını anlattım diye. Hemen heyecanlanmayın çünkü yazar bu cümleye benzeyen
cümleleri kitabın başından sonuna kadar birçok kez tekrar ediyor. Şimdi bana
şunu sorabilirsiniz: Peki biz “Kara Kitap” ta ne okuyacağız? Hemen anlatayım
sizlere:
Galip, İstanbul’da doğmuş ve
büyümüştür. Kendisi avukatlık yaparak geçimini sağlamaktadır. Eşi Rüya ise
amcasının kızıdır. Bir gün Rüya kısa bir not bırakarak evi terk eder. Galip,
eşinin üvey abisi ve bir gazete de tanınmış bir köşe yazarı olan Celal’e
ulaşmaya çalışır ancak kısa bir zaman sonra onun da ortadan kaybolduğunu anlar.
Galip, Celal’in köşe yazılarından yola çıkarak Rüya’yı ve Celal’i aramaya
başlar. Bu arayış sırasında galip, aklına o güne kadar gelemeyecek serüvenler
yaşayacak, tarihin görünmeyen yüzünde gemisini İstanbul’a doğru sürecektir.
İstanbul’un farklı noktalarına, caddelerine, sokaklarına, gecekondu
mahallelerine gidecek, İstanbul’un gizemli yeraltına inecek ve tarihin farklı
yüzüyle karşılaşacaktır. Maddi olan ile olmayan iç içe geçecek ve aslında Galip
eşini ararken gerçekte neyi aradığını öğrenmeye başlayacaktır. Galip öğrenecek
ve öğrendikçe arayışı son bulmayacak, tam tersine artarak eşi ve üvey abisinin
nerede olduğunu merak edecektir. İşte, Galip’in eşini ve onun gazeteci abisi
Celal’i arama sürecindeki Galip’in geçirdiği değişimi anlatıyor aslında kitap.
İnsanın kendisi olma arayışını.
Ayrıca belirtmem gerekir ki
kitap ağırlıklı olarak sonuçtan ziyade süreci anlatarak kendi merkezini meydana
getirmekte. Kitabı ilk okumaya başladığınızda daha önce belki de bazılarımızın
karşılaşmadığı bir gariplik dikkatimizi çekiyor. Bu gariplik Orhan Pamuk’un
değişik denebilecek yazım tekniği. Bunun yanı sıra detaycı bir yazarla da karşı
karşıya olduğunuzu da belirtmeliyim. Kitabın, tasavvuftan beslenerek hikâyesini
anlatması ve bu anlatımı kitaba bir polisiye havası verecek şekilde yapması da
kitabın üzerinde farklı bir hava bırakıyor. Kitabın ilk sayfasından son
sayfasına kadar okuyucunun ilgisini ve merakını canlı tutmayı bu kadar çok
ayrıntıyı verirken başarabilmesi ve “tasavvuf-polisiye-aşk” kurgusundaki
dengeyi çok iyi kullanması kitabı edebi açıdan da oldukça başarılı yapıyor.
“Ancak,
anlatacak hiçbir şeyi kalmayan insan kendisi olmaya iyice yaklaşmış demektir.”
Herkese iyi okumalar.
Ozan Şen
14 Ekim 2012 Pazar
Sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için
"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim..."
Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.
"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."
"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."
"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."
Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.
"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”
"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."
Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.
"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"
İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.
"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."
"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...
"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...
"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."
Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.
"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.
"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."
"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."
"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."
Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.
"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”
"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."
Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.
"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"
İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.
"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."
"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...
"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...
"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."
Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.
"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
13 Ekim 2012 Cumartesi
Her şeyin kaynağı aşktır, ilim dedikodudur
"Aşk imiş her ne var âlemde.
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak."
Okuduğunuz gibi, ben demiyorum Fuzûlî diyor. Benim fikrim umurunuzda olacaksa söyleyeyim, Ata Demirer'in "Eyvah Eyvah" adlı filmindeki repliğine katılıyorum: "Valla aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum."
Nereden nereye geldik bir paragraf içinde. Lakin Abdülhak Şinasi Hisar da 88 sayfada sizi 15. yüzyıldan 20. yüzyıla varıncaya dek aşk gezintisine çıkarıyor. Ucu bucağı olmayan bir aşk bahçesi düşünün. İster yalnız ister sevdiğinizle, müthiş bir gezintiye çıkacaksınız bu kitapla.
"Her derde çâre var güzelim, aşka çâre yok."
- Abdülhak Hâmid
"Cânıma bir merhabâ sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."
- Bursalı Ahmed Paşa
Bahsettiğim bu gezintide bazen şairlerin sitemlerini dinleyeceksiniz, bazen de hislerinin coşkusunu. Dolayısıyla hem ruhunuzu dinlendirecek hem de hafızanıza eski Türkçenin nakış nakış işlenmiş güzelliklerini ekleyeceksiniz.
"Görmemek yeğdir görüp divâne olmakdan seni."
- Sâbit
"Nesin sen ben de bilmem cân mısın cânân mısın kâfir."
- Nedîm
Aşka dair seçilmiş mısralar ve beyitlerden oluşan bu güzide kitap, nadide bir antoloji kıymetinde. Cep mesajı niyetine kullanmayınız, yârinize mektup yazarken faydalanınız. Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntıları ondan.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak."
Okuduğunuz gibi, ben demiyorum Fuzûlî diyor. Benim fikrim umurunuzda olacaksa söyleyeyim, Ata Demirer'in "Eyvah Eyvah" adlı filmindeki repliğine katılıyorum: "Valla aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum."
Nereden nereye geldik bir paragraf içinde. Lakin Abdülhak Şinasi Hisar da 88 sayfada sizi 15. yüzyıldan 20. yüzyıla varıncaya dek aşk gezintisine çıkarıyor. Ucu bucağı olmayan bir aşk bahçesi düşünün. İster yalnız ister sevdiğinizle, müthiş bir gezintiye çıkacaksınız bu kitapla.
"Her derde çâre var güzelim, aşka çâre yok."
- Abdülhak Hâmid
"Cânıma bir merhabâ sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."
- Bursalı Ahmed Paşa
Bahsettiğim bu gezintide bazen şairlerin sitemlerini dinleyeceksiniz, bazen de hislerinin coşkusunu. Dolayısıyla hem ruhunuzu dinlendirecek hem de hafızanıza eski Türkçenin nakış nakış işlenmiş güzelliklerini ekleyeceksiniz.
"Görmemek yeğdir görüp divâne olmakdan seni."
- Sâbit
"Nesin sen ben de bilmem cân mısın cânân mısın kâfir."
- Nedîm
Aşka dair seçilmiş mısralar ve beyitlerden oluşan bu güzide kitap, nadide bir antoloji kıymetinde. Cep mesajı niyetine kullanmayınız, yârinize mektup yazarken faydalanınız. Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntıları ondan.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
12 Ekim 2012 Cuma
Geçmişe dönüp şimdiyi görmek isteyenlere
Bugün 12 Ekim 1934. Kastamonu, İnebolu'da Türk Edebiyatı'nın usta bir kalemi dünyaya geliyor. Okuduğu değerli üniversite ve bölümlerine rağmen o soluğu yazmakta alıyor, yazmakla soluyor. 1972'de "Tutunamayanlar" ile kalbimize dokunuyor, 1973'te "Tehlikeli Oyunlar" ile aklımızla alay ediyor, aynı yıl "Korkuyu Beklerken" ile hikayelerini bir başlık altında toplayıp, "başımıza bunlar da mı gelecek?" dedirtiyor. Gerek gündelik hayatı anlatma derinliği, gerekse kelime zenginliği ile "Korkuyu Beklerken", Oğuz Atay'ın bir hikâye hazinesi oluyor.
"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır dedim, kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."
Ona "Türkiye'nin Ruhu" demenin yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki "Türkiye'nin Kalemi" demek daha yerinde olur. Zira bu kitabındaki karakterlerle ve o karakterlerin düşünceleriyle gerçekten de bu ülkenin tansiyonunu ölçmüş ve raporlamıştır Oğuz Atay. Özellikle "Beyaz Mantolu Adam", belki de hepimizizdir. Tekrar tekrar kendimizi okumamız gerekmektedir.
“Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim.”
Şimdi sıra bu kitabı henüz okumayanlarda. Korku kapınızda. Yeter artık onu beklediğiniz. Kapıyı, yani kitabın kapağını aralayın. Evet, artık 39 yıl önceden şimdiyi görmek için önünüzde hiçbir engel kalmadı.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır dedim, kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."
Ona "Türkiye'nin Ruhu" demenin yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki "Türkiye'nin Kalemi" demek daha yerinde olur. Zira bu kitabındaki karakterlerle ve o karakterlerin düşünceleriyle gerçekten de bu ülkenin tansiyonunu ölçmüş ve raporlamıştır Oğuz Atay. Özellikle "Beyaz Mantolu Adam", belki de hepimizizdir. Tekrar tekrar kendimizi okumamız gerekmektedir.
“Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim.”
Şimdi sıra bu kitabı henüz okumayanlarda. Korku kapınızda. Yeter artık onu beklediğiniz. Kapıyı, yani kitabın kapağını aralayın. Evet, artık 39 yıl önceden şimdiyi görmek için önünüzde hiçbir engel kalmadı.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)