31 Mayıs 2024 Cuma

“Çıkar nâlîni, pîşinde duran Vâdî-i Eymen’dir”

Yazıya başlık olarak seçtiğim dize, 19 Mayıs sene 1337’de [1921], Süheyl Ünver’e gönderilmiş bir manzum davetiyedendir. “” adına ve “Süheyl’e” ithafına sahip şiirin bu dizesi, Süheyl Bey’in artık insan-Allah ilişkisine dair tüm soru(n)larına çözüm bulacağının da bir işaretidir. İşaret, ömrü siyaset - ticaret - velayet üçgeninde geçmiş; fevkalade bir şair, müstesna bir âlim ve sadrında nice hikmetlerin asılı durduğu bir mürşid-i kâmil olan Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Efendi’ye aittir. İlk dizesinde Taha Suresi’ne atıfla yol açan Mecdî Efendi, şiirinin son kıtasındaki bir başka dizeyle de Süheyl Bey’i fizik müşkülatından kurtarıp metafizik iklime çağırır: “Yemendir sanma meclâsı Süheyl-i kalb-i Mecdî’dir.

Mecdî Efendi’nin talebe çevresi münevverlerle doludur. Bilhassa tabipler, edipler, irfan sahibi kimselerle çevrili olan bu muhitin seyr ü sülük metodunu da Kuşadalı İbrahim Halvetî belirlemiş, Ahmed Amiş Efendi keskinleştirmiştir: sohbet. Amiş Efendi’nin “Biz tarikatı kaldırdık, yerine sohbeti koyduk. Bizi sevenler sohbette bulunanlardır” sözü, esasında bir başka sözünün de şerhidir. O, “Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini de ben ref ettim” diyerek bundan sonra feyzi tekkelerde değil, sadece ve sadece sohbette aramak gerektiğine dair de son sözü() söylemiştir. Esasında Amiş Efendi’nin ilk okuyuşta anlaması güç, pek çok sözü vardır. “Tekkelerden feyz kalktı”, “Vahdet çeşmesi Halvetîlerde ve Kâdirîlerdedir, geri kalanında bir şey yoktur”, “Sermayemiz kuru muhabbettir. Ya bunun sulusu olur mu? Olur a! Tekke şeyhlerinin muhabbeti.” sözleri bunlardan sadece birkaçı. Ancak cumhuriyet devri ve sonrası Türk tasavvuf tarihi iyi çözümlenmek istiyorsa, bu sözlerin altı çizilip metafiziğin rasyonalizasyonu gözetilerek akıl-kalp çizgisinden çıkmadan yorumlanmalı. Amiş Efendi’nin içinde bulunduğu Halvetî-Şâbânî yolunun Kuşadaviyye şubesi; merkezine muhabbeti almasıyla, giyim-kuşam gibi zahirî usullerle riyazet ve erbain gibi batınî usulleri çizgi dışı bırakmasıyla meşhurdur. Bu sebeple de tasavvufta “melâmî mesleğini” benimsemiş bir niteliğe sahiptir. Ancak Amiş Efendi’nin yasaklaması üzere bu yolun dervişlerinin ağzından “Melamet” sözü dahi işitilmez. Ehline malumdur ki olması gereken de budur.

Fatih Sultan Mehmed’in türbesini bekleyen son derece sırlı zâtlardan biri olan Niğdeli Bekir Efendi, bu kutlu vazifeyi Amiş Efendi’ye bıraktıktan sonra, Amiş Efendi de “Fatih türbedârı” olarak bilinir. 113 yıla ulaşmış ömründe iki elin parmaklarını geçmeyecek bir mürit halkası vardır ancak bu da niceliğin değiş niteliğin kıymetini bizlere gösterir. Zira bu halkada Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi, Evrenoszâde Sâmi Bey, İsmail Fenni Ertuğrul, Babanzâde Ahmed Naim, Hüseyin Avni Konukman, Yozgatlı Yusuf Bahri Nefesli, Abdülaziz Mecdî Tolun, İsmail Saib Sencer, Bursalı Mehmed Tâhir, Ahmed Avni Konuk gibi isimler vardır. Söz buraya gelmişken, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi’nin, Ahmed Güner Sayar’ın babası Abbas Sayar’ın kayınpederi olduğunu da belirtmem gerekiyor. Zira Ahmed Güner Sayar hocanın yazdığı kitapların ekseriyetinde bu ilişkinin büyük bir rolü olduğu ortadadır: Sahhaf Raif Yelkenci, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Âkif Ersoy, Şeyh Bedreddin, A. Süheyl Ünver'le Sohbetler ve nihayet kavuştuğumuz Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun. Kitaplar ve insanlar arası ilişkiyi daha iyi anlamamız için şu güzide hatırayı da hocadan nakletmeliyim: “Rahmetli dedem Yusuf Bahri [Nefesli] Efendi, daha ilkokul günlerimde, bana Kur’an okumayı öğretmiş, Kur’an’ı yüzünden okumayı tamamladıktan sonra onunla birlikte, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinden Abdülbâki Gölpınarlı’nın yaptığı seçmeleri içeren bir kitabın okunmasına geçmiştik. Mesnevi okumalarından biraz yol almıştık ki dedem, rahmet-i rahmana kavuştu. Ben de 12 yaşımda yetim kaldım. Dedem bana, tılsımlı bir isim bırakmıştı. Bu isim, kendisinin sohbet mürşidi, Fatih’in Türbesi’ni bekleyen Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi idi. Bu zât hakkında dedemden şunu duydum: Ben, kimseye inâbe etmem. Ben, kutb-u cihân gördüm.

İşte bu tılsımlı isim, sırlı zât; kendinden sonrası için -tabiri caizse- hâlini bir talebesinden bir başka talebesine geçirip, aramızda gezinmeye devam etmiştir. Onun, “Ağzımdan çıkan sözleri zamanla unuturum. Fakat ne söylersem, hâdisat-ı âlem öylece zuhur eder” sözü, Mecdî Efendi’de de “Benim söylediğim sözlerin en geçi, mutlaka yedi seneden önce tahakkuk eder” cümlesiyle karşılık bulmuş. Misal: Süheyl Bey, Mecdî Efendi’yi Amerika’da hekimlik ihtisası için yaptığı başvuruya dair haberdar eder. Mecdî Efendi “Ben, böyle şartlı gitmene razı değilim. Sonra, buna mukabil, mecburen seni, oraya buraya gönderecekler. Ben, seni burada dizimin dibinden ayırmak istemem. Sen oraya bir gün gidersin, şartsız gidersin” dedikten sonra ‘yedi sene kaidesi’ni hatırlatır. Süheyl Bey hiç sorgulamadan başvuruyu geri alır. 1927’de Âkil Muhtar Özden Bey, Süheyl Bey’i Paris’e şartsız yollar. Mecdî Efendi’nin sözü hakikate dönüşür. Süheyl Bey, Paris’e gitmeden evvel Mecdî Efendi’yi ziyaret eder ve “Efendim, Paris’ten bir emriniz var mı?” diye sorar. Efendi, “İstanbul’daki hâlini muhafaza et!” diye buyurur. Süheyl Bey’in notu şöyle: “Bu söz beni dünyanın batakhanesinde korumuştur.

Mecdî Efendi bir müddet siyasetle, bir müddet de ticaretle uğraşmıştır. Onun, İttihat ve Terakki içinde liderlik ettiği Hizb-i Cedid, partiye de tabiri caizse “ayar” vermiş, meclisteki hitabet kuvveti hazirunu hizaya getirmiştir. Bilhassa fırkanın kuvvetli isimlerinden Talat Paşa’ya söyledikleri siyasi geçmişimiz adına da bir turnusol kâğıdıdır. Mecdî Efendi’nin talebelerinden Osman Nuri Ergin anlatıyor: Talat Bey, “Efendi, şu bizim cemiyete bir tarîk şekli versek, acaba nasıl olur?” diye soruyor. Mecdî Efendi, “Ne gibi?” karşılığını verince “Mesela şövalyelerin sâlik oldukları tarikler gibi” diyor. “Eh olur a, Mevlevi olalım” diyor Mecdî Efendi. Talat Bey, “Olmaz, Mevlevilik eksantriktir” diyor. Daha sonra Mecdî Efendi’nin Kâdirî, Rufâî, Bektâşî önerilerini de geri çevirmiştir Talat Bey. Esasında Mecdî Efendi her şeyin farkındadır. Nihayet birdenbire ona dönüp şu cevabı verirler: “Ben, sana bir şey söyleyeyim mi Talat Bey? Senin dilinin altındaki ben biliyorum. Yani farmason olalım diyeceksin, değil mi? Bunu aklından çıkar.

12 Nisan 1920’de hükumet Meclis-i Mebusan’ı resmen kapatır. Meclis II. Başvekili olan Mecdî Efendi fesih kararını tebliğ ettikten sonra kararı Sultan Vahdettin’e de bildirir. Akabinde doğruca Fatih’in türbesine, Amiş Efendi’nin yanına gider ve “Efendim, bu memleketin hâli ne olacak?” diye sorar. Amiş Efendi “Mecdî! Mecdî! Düşman girer, çıkar. Allah din-i İslâm’ı hıfzeder. Türk devleti ilâ yevmil-kıyâm payidâr olur.” diyerek yanıtlar. Bu esasında Amiş Efendi’nin kendini irşad eden Kadızâde Ömer Halvetî’den aldığı bir derstir. Ömer Efendi vaktiyle şöyle buyurmuştur: “Ahmed! Gittiğin yerlerde aç kalırsam diye korkarsan, benim dinimden değilsin, yapamam yok, yaparım var!”. Velhasıl, Kuşadaviyye şubesinde korkuya, vehme yer yoktur. Zaten müjde bellidir: “Ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” Amiş Efendi, vefatına takaddüm eden günlerden birinde harem-i aliyyeleri Rüveyde Hanım’a “Artık ben gidiyorum” demiş, Rüveyde Hanım da “Bu işleri yapmadan nereye gidiyorsun?” diye sorunca “Yerime zorlu birini bıraktım. Onu öyle bir seçtim ki, bu işlerin hepsini temizler ve düzeltir” cevabını vermiş. Ahmed Güner Sayar hocanın aktardığı bu anekdottan sonra akıllara “Bu zorlu adam kimdi?” sorusu düşüyor. Burada Mecdî Efendi’nin Amiş Efendi’ye nasıl mülaki olduğunu anlatan Mahir İz’i okumak belki bir işaret sağlayabilir: “Mecdî Efendi’yi Mesnevîhan Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi anlatmıştı. Bir gün Bayezid’de Fatih Türberdarı Amiş Efendi ile karşılaştığında, elini öpeyim derken, boynuna sarılıp, bütün kuvvetiyle sıkmaya başlar. ‘Ver şeyhim’ diyerek nasib almak ister. Amiş Efendi, kurtulmak istedikçe, Mecdî Efendi, sarılır, sıkar ve ‘vermezsen bırakmam’ der. Amiş Efendi, ‘verdim be adam’ diyerek kendini kurtarır.

Amiş Efendi’nin sıfat hâlifesi olan Mecdî Efendi, bu son derece sırlı mürşidinin cenaze namazını kıldırdıktan sonra fasılasız biçimde irşad sohbetlerini sürdürür. Amiş Efendi, kendisine tâbi olanları tasavvufî perhizlerle katiyen yormazmış. Keza erbain gibi zorlu ödevler asla vermezmiş. Günde bin, üç bin, beş bin Allah demekte zorlanan başka bir yolun müntesibine “Getir bakayım sen o şeyhini de sakallarını yolayım onun, bir kere ihlaslıca Allah deyin kâfi!” dediği vakidir. O, sadece günlük bir tespih boyu estağfirullah ile salavat çekilmesini istermiş. Bol bol Kur’an okumak, Kur’an dinlemek, dünyevi vazifeyi asla boş bırakmamak yine öğütleri arasındaymış. Hatta gün içinde kendisini ziyarete gelen dervişlerine “Mesainizi bitirmeden sakın buraya gelmeyin!” diye tembihlermiş. Mecdî Efendi de mürşidine güzide bir bağlılıkla istikameti sürdürmüş, kendi konumuna “Ehl-i dil, feyz-i kemâlâtı hakîkatte arar / kalb-i Mecdî o ziyâ âlemine rev-zendir” beytiyle ışık tutarken, bir başka beytiyle de hikmet kaynağını ilan eder: “Nebî aşkıyla sûzânım odur feyyâz-ı ihlâsım / cihân dönse yine dönmem bu kudsî kıblegâhımdan.

Mecdî Efendi’nin sohbet halkası tıpkı mürşidinin olduğu gibi iki elin parmağını geçmez bir ilim ordusunu haizdir: Osman Nuri Ergin, Dr. Süheyl Ünver, Muallim Cevdet, Sahhaf Raif Yelkenci, Dr. Cevad Yarar, Kütahyalı Kâmkâr Uluğ, Kilisli Sakıb Efendi, Eczacı Cemil Tuna, Hasan Basri Çantay. Amiş Efendi’den sonra kendisini ziyarete gelenler arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey, Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi ve Eşref Ede Efendi de yer alıyordu. Abdülbâki Gölpınarlı, uzun bir süre Mecdî Efendi’den nasibini beklemiş, hazrete pek çok şiirler yazmış ancak umduğuna erişememiştir. Şu üç dizesini not edelim: “Meded rahmeyle oldum serseri”, “Bırakma vâdî-i firkatte lütfet âciz ü nâçâr”, “Bilirsin Mecdiyâ kim intizâra tâkatim yoktur”.

Sohbetleriyle irşad faaliyetlerini sürdüren Mecdî Efendi, ilmi çalışmalarıyla da bugüne uzanan ve geleceğe uzanacak hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi, ondan fazla nüshasını karşılaştırıp önemli tashihlerden sonra yaptığı tercümedir: Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil. Anılar yumağını çözerken, onun, Amiş Efendi’nin pek çok sözünü de açıkladığını görüyoruz. Mesela, Amiş Efendi’nin “Allah olmak kolay, Muhammed olmak zordur” sözüne şöyle bir şerh getirir: “Allah’ta cemal ve celal tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da halk eden O’dur. Bununla beraber, küfre razı değildir. Muhammediyyet mertebesi ise, yalnız cemal tecellisidir. Muhammed, ancak küfrü olmayan şeyleri yapmakla mükelleftir, bu ise zordur.

Profesör Hilmi Ziya Ülken, birkaç defa Mecdi Efendi’yle görüşmüş. Kendisinin “Spinoza ile Şeyh Ekber arasında mukayeseler yapmasına” Mecdî Efendi pek sıcak bakmamış. Bu konu dahilinde Osman Nuri Ergin’in tanıklığı, bize felsefe-tasavvuf, akıl-ilham-ı zâtî, filozof-mutasavvıf çatışmasına dair Mecdî efendinin tutumunu -yahut irfanını- gösteriyor. Sözler, Mecdî Efendi’ye ait: “Felsefe ile tasavvuf arasında büyük fark vardır. Felsefe aklî ilimlerdendir. Akıl dairesinde hasıl olan malumata vukuf demektir. Felsefede aklın maverasına irtika yoktur. Hülasa itibariyle, felsefe nefse raci bir ilimdir. Tasavvuf ise, imate-i nefs ile aklın mafevkinde ilham-ı İlâhî ile hasıl olan ve hakikatü’l-hakayıka ait bulunan kemalat-ı ulviye ile tahalli ve tezeyyün demektir.

Netice-i kelam; Ahmed Güner Sayar hocanın çalışmaları, memleketin kıldan ince kılıçtan keskin dönemlerine dair turnusol kâğıdı. Hocanın özellikle izini sürdüğü şu patikanın lezzeti, her birimiz için oksijen deposu: Kuşadalı İbrâhim Halvetî, Mehmed Tevfik Bosnevî, Ahmed Amiş Efendi, Mecdî Efendi, Süheyl Ünver. Hocanın Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolun kitabının sadece dipnotları bile yakın dönem Türk tasavvuf tarihinin "off the record" membaı. Siyaset, ticaret ve velayet üçgeninden sağ çıkmış bir sultan Mecdî Efendi. Neden sultan? Talebelerine bakmak kâfi. Zira talebe işi hayatî. Kuşadalı İbrâhim Efendi'nin "İndallah, talebe hocadan üstündür" sözü, yolun devamını kuşatmış. Bu sözü aktaran Süheyl Bey. Ama söz nereden geliyor, nasıl bugünlere taşınmış ve nasıl tatbik edilmiş? Bu kutsal gönüllü insanlara hayran olmamak mümkün değil. Ahmed Güner Sayar hocanın Mecdî Efendi'ye dair çalışması, Süheyl Bey'in "işi" elbette: "Sen, Mecdî Efendi üzerine kitap yazacaksın. Sana verdiklerim, bende olanların yüzde biri... Mecdî Efendi: Süheyl! Seninle benim şöhretim bu dünyada bin yıl sürer' demişti." (27.11.1981)

Meraklısı için sayfalarca yazmaya, günlerce konuşmaya doyulamayacak bu kitap için Ahmed Güner Sayar hocaya medyun-u şükrânız. Amiş Efendi’nin tavsiye buyurdukları niyazla bitirelim: Mevlâ gönül safası, beden hafifliği versin!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Jean Baudrillard ve zihin kapıları

Jean Baudrillard deyince akla gelen ilk kavram simülasyondur. Gerçekliğin yitirildiğini keskin ve sahih bir dille aktaran düşünür, simülakr ile meşhur olmuştur. Öyle ki çalıştığı alanda bir otorite olarak kabul edilmiştir.

Simülakr, bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm anlamına gelir. Baudrillard için ise durum tam da öyle değildir. Düşünüre göre simülakr, hakikati gizleyen şey değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını zaten söylemekte, göstermektedir. Simülakr, hakikatin ta kendisidir.

Akla hemen tasavvufi düşünce gelebilir. Tasavvufi düşüncede de hakikat, gözle görünen değildir. Görünen, hakikatin büründüğü örtüdür. Dolayısıyla aynı şekilde hakikat olarak baktıklarımız bize aslında bir görüntü olduğunu söylemektedir. Hakikat, örtünün altında yatmaktadır. Evren, tam anlamıyla bir simülasyondur. Bu nedenle görüntüye takılan, hayalde aldanmıştır.

Elbette Baudrillard, tasavvufi düşünceyi savunmamaktadır. Biz burada benzerlikten yola çıkarak bir ara bilgi verdik.

Baudrillard’ın örneğiyle simülakr kavramını daha anlaşılır hale getirelim. Bir kişi hasta değil, hastaymış gibi yapıyorsa eğer, doktor onu muayene ettiğinde bir hastalığının olmadığını anlar ve ortaya çıkarır. Ancak simülasyonda kişi hasta değildir ve doktor muayene ettiğinde hastalık semptomları görür. İşte simülasyon bu yüzden tehlikelidir. Öne sürdüğü, gösterdiği şey gerçek değildir.

Baudrillard simülasyon düşüncesi ile Batı’yı karşısına alır, Batı medeniyetini eleştirir. Ona göre Batı medeniyetinin ulaştığı sonuç bir yalandır. Çünkü ona göre simülasyonun nedenleri teknoloji, akılcılık, hümanizm yanlısı entelijansiya, sorumsuzluk, bencillik, bilinçsizlik, ilkellik, barbarlık, kültür karşıtı olmaktır. İlkellik, barbarlık gibi nedenler ahlaki alana dahilken, diğer nedenler Batı medeniyetinin ürettiği nedenlerdir. Yani simülasyon bir ahlakın olmadığı toplumda ikinci olarak da Batı medeniyetinin egemen olduğu toplumda görülür. Bu iki nedenin neticesi bilinçsiz toplumdur. Bugünkü toplum bilinçsiz olduğu için simülasyonun farkında değildir. Onlara simülasyonun hakikatin yerini aldığı söylense ciddiye almayacaklar, gülecekler, dudak kıvıracaklardır. Oysa aslında yapmaları gereken şey tam tersi bir tepkidir.

Bugün Tanrı’nın yerini simülasyon, dinin yerini de kodlar almıştır ve ortaya yapay bir insan, yapay bir gerçeklik çıkmıştır. Ancak bilincini teknolojinin emrine veren, kişiliğini de Batı medeniyetinin sunduklarına göre şekillendiren insanlar simülasyonun da simülasyonun parçası olduklarının da farkında değillerdir. Baudrillard simülasyon teorisi üzerine modern hayatı, kavramları ve insana ait değerleri yeniden ele almış, eleştirmiş, yerden yere vurmuş, yapılan hataları sert ve acımasız bir dille aşikar etmiştir. Moderniteyi, postmodernizmi, erilliği, feminizmi, cinselliği, savaşları, hızı, çağı, imgeleri, sanatı, fotoğrafçılığı, hipergerçekçiliği ve daha birçok konuyu açmazlar, çıkmazlar, çelişkiler ve yanılgılar üzerinden temellendirmiş, nereden nereye evrildiğini ve evrilme esnasında ortaya çıkan sapmaların mahiyetini işaret etmiştir.

Baudrillard’a göre gerçeklik, dipsiz bir yarığa gömülmüştür.

Mike Gane tarafından yazılan Radikal Belirsizlik, Jean Baudrillard üzerine okumak ve düşünmek isteyen, düşünürün dünyasını yakından görmek isteyen her okur için yeri doldurulamayacak çapta geniş bir eser. Gane biz okurlara düşünürün zihin kapılarını açıyor, fazla derine dalmadan ama yüzeysel de geçmeden bizi düşünürün dünyasıyla tanıştırıyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Naneyi Yedik Lokantası’na rezervasyon yaptırdınız mı?

Annem ismimi Gürkan koymayı düşünmüş ama son anda fikrini değiştirip Mert koymuş. Bu kitabı, konulmamış ismime, Gürkan’a ithaf etmek istiyorum.” diye konuşmaya başlıyor, son zamanların çok satan ve iyi yazan kalemlerinden Mert Arık. Naneyi Yedik Lokantası, oldukça eğlenceli bir babaannenin dünya turuna çıkmazdan önce torunu Güneş’e bir demet nane bırakmasıyla başlıyor, biz de bu maceranın peşinde iz sürüyoruz. Aklınıza daha başta gelen soruyu ben de sorayım o vakit: Peki Güneş, bu naneyle ne yapacak? Sorunun cevabı, yazarın kurgusunda incelikli bir anlatıyla veriliyor. Aslında Ayvayı Yedik Müzesi’ni okuyanların, oradaki hikâyeyi hatırlayanların aklına geleceği bir yanıt var, dedikten sonra yeniden babaannenin torununa bir kutu içinde verdiği nane kokusunu duyalım.

Bu arada Mert Arık’ın pek tabi ebeveynlerine karşı sevgi ve saygısı var; ancak babaannelere, anneannelere ve dedelere olan hürmeti ve muhabbeti daha derin gibi. Çünkü kurduğu diyaloglar yine pek muhtemel bizzat yaşadığı, duyduğu, gördüğü, hissettiği tecrübelerden mülhem. Babaanne, yine çok uzaklara gitmiş, Güneş elindeki nanelerle ne yapacağını düşünüyordur. Bu sırada ablası Rüya’dan yardım isteyen Güneş, babaannesinin bir tesadüf sonucu karşısına çıkan Trüf adlı köpeğin tasmasına sıkıştırılmış bir mektubu hatırlar. Malum trüf, aslında besin değeri yüksek bir mantar türü. Köpek Trüf ise bir mantar bilimci tarafından özel yetiştirilmiştir. Yazar, böylesi güzel bilgi ve örgülerle çocukların dağarcığını geliştiriyor, belirtelim. İşte Trüf’ün hikâyesinden ilhamla açılan lokanta, zamanla herkesin ilgi odağını dönüşür; fakat çılgın babaanne bu işi daha sonra kızına devreder.

Güneş, bu hatırayı hatırlarken, elindeki naneye bakıyor ve onunla ne yapacağını düşünüyordur. Ve aklına bir fikir gelir: Önce annesinin lokantasının ismini değiştirecektir. Evet Trüf ismi çok anlamlıdır; ama akılda kalıcı değildir. İnsanların merak edeceği bir isim bulmak için aklının kollarını sıvar ve yeniden düşünmeye başlar. Sonunda harika bir isim bulur: Naneyi Yedik Lokantası! Menüde yer alan ‘Naneli Uçan Hamburger’, ‘Uranüs Soslu Naneli Kuru Fasulye’ gibi yiyecekler de en az işletmenin adı kadar sıra dışıdır.

Bu arada söz konusu lokanta iki sene içinde inanılmaz bir şöhrete sahip olur. Bosna Hersek’ten Kazakistan’a, Kırgızistan’dan Japonya’ya, Almanya’dan Belçika’ya, Tunus’tan Nepal’e, Arjantin’den Meksika’ya, Bolivya’dan Singapur’a kadar dünyanın dört bir yanında şubeleri açılır. Lokantadaki yemekler, burada üretilen tatlar, tüm dünyaya yayılır. Hatta insanlar yaptıkları yemeklere yeni isimler bile koyar, var olan birçok yemek ismi değişir. Öyle ki yemeklere yeni isimler bulmayı çok seven insanlar, bunu eğlenceli bir oyun hâline getirirler.

Mert Arık, kitabın sonuna genç okurlarının Naneyi Yedik Lokantası menüsüne yemek kazandırmaları adına not yeri bırakmış ki oldukça sempatik ve interaktif bir renk olmuş. Özetle Serdar Turali’nin çizgileriyle şekillenen Naneyi Yedik Lokantası, soğuk esprilerle yapılan sıcak servisler, sürekli isimleri değişen kasabalılar, bir köpek tarafından yer altından çıkarılan mantarlar, dünyanın en ilginç yemeklerinin pişirildiği bir lokanta ve sokak hayvanlarına güvenli bir alanda ‘umut’ olmak için kenetlenmiş iyiliksever bir ekibin hikâyesi. Velhasıl yazar, herkesin oturacağı bir gönül sofrası kurmuş, sadece karnı değil, kalbi de acıkanları da bekliyor…

Sevim Şentürk

28 Mayıs 2024 Salı

Sırrın peşinde, hikmetin gölgesinde

"Ey can, sana aklı niçin vermiş veren?
Kendini bil, yolunu bul yitip gitmeden.
Baykuş gibi ne gezersin viranelikte,
Yerin akdoğan gibi sultanın eliyken?"
- Ömer Hayyam, Rubailer

İstanbul'da yaşayan biri ne zaman Boğaziçi'ne gitse, sahilde biraz yürüyüş yapsa, sonra dönüp karşı kıyılara şöyle bir baksa, ağzından çıkan ilk cümle ekseriyetle şöyle oluyor: Yaşamıyoruz be! Bu negatif düşüncenin hemen ardından da şikayet faslı açılıyor: Paran varsa yaşarsın? Her iki cümle de yaşamın içindeki güzelliklere, insanın gönlünü ferahlatacak hayret verici işaretlere, kısaca 'göğe açılan gizli geçitlere' meraklı olmayan ya da yaşamın temposu içinde bu merakını kaybeden kimselerin cümlesi. Oysa şu an hayattasın, yaşıyorsun ve şehir içinde bir yerden bir yere gitmek için servete ihtiyacın yok. Bu güzellikler hep vardı, biraz başını kaldırmaya fırsatın olsa görecektin zaten. Üstelik, bu imkânı kaç defa buldun da aklının ucundan bile geçmedi seyretmek. Sadece baktın, görmedin. Yedin, içtin, geçtin.

Muhyiddin Şekûr ismi bana hep yaşamın içindeki manevi işaretleri, yakalanması gereken manevi hazları, hayretin ve temaşanın insan için ne kadar vazgeçilmez duygular ve zevkler olduğunu hatırlatır. O, tuttuğu 'sufi günlükleri'nde kendi başından geçenleri anlatırken bizleri de bir farkındalığa taşımak istiyor: "Modern yaşamın hayli dikkat dağıtıcı ortamında insanın kendini fark etmesi hem kendilik bilincinin ön koşuludur hem de kişisel dengenin sağlanmasında elzemdir. Eğer kişi kendini nasıl fark edeceğini ve koruyacağını bilmiyorsa; meydan teknolojiye kalacak ve onu teknoloji yönlendirecektir. Böyle bir durumda kendini kişisel bir krizin içinde bulması an meselesidir."

Bu krizi günümüz insanı sadece bazı günlerde değil, günün neredeyse pek çok saatinde yaşıyor, bu dertle karşı karşıya kalıyor. Akıntıya teslim olmak neredeyse bir kaçış rotası oldu. Hayal ettiğimiz bir yaşam yok, günü kurtarmaya çalışan ama kendini kurtaramayan kitleler hâline dönüştük. Oysa şahsiyet derdimiz olmalıydı. Geçmiş zamanla konuştuğumun farkındayım, bu gelecekten yana umutsuz olduğum anlamına gelmiyor ama görünen köy de kılavuz istemiyor. Kıyama geçmek için teçhizat sıkıntısı çekiyoruz. Tam yeniden başlayacakken yine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çoğu zaman bıktım dediğimiz şey de aslında bu, değişmeden devam etmek. Dünle bugün ve bugünle yarın arasında hiçbir fark olmaması. Halbuki Muhammedî öğüt belli: Dünün bugüne, bugünün yarına benzememeli. Gelişmeli, güçlenmeli ve bilmelisin.

Hayatta kalmanın sırrını kendinin farkında olmak ve dengeyi korumak şeklinde özetliyor Şekûr. Her ikisi için de kuvvetli bir anlayış ve seziş gerekiyor: "İnsanın hangi nefs düzeyinde yaşadığını anladığı o an, muazzamdır. Zaman zaman insana kendi halinin ne olduğunun ayan beyan gösterilmesi veya görmesine izin verilmesi tamamen ilâhî rahmettendir. İşte böylesine zor anlarda insan kendi kendine şunları düşünebilir: Şu an elimden gelen bu kadar. İlerlemek istiyorum fakat nasıl yapacağımı tam olarak bilemiyorum. Yine de en azından ne durumda olduğumun farkındayım ve biliyorum ki şu an her zamankinden çok daha uyanık bir haldeyim."

Çaresizlikle karşı karşıya olduğumuzda onu bastırmaya, yok saymaya çalışıyoruz. Halbuki kabul etsek ve acziyetimizi fark etsek, rahmeti karşılayacağımız o kutlu anla karşı karşıya kalacağız. Eşikteki beklemek yerine nasıl olursa olsun diyerek bir an evvel geçmeye çalışıyoruz. Geçerken içimizdeki cevheri ve güzel duyguları heba ediyoruz. İki damla gözyaşı dökmenin, bu hâl ile dua etmenin nasıl bir lütuf olduğunu anladığımızda, her şeyin değişmeye başlayacağını da fark ediyoruz aslında. Çünkü Şekûr'un da dediği gibi "O'nun iyiliğinin kalbe işleyişi o kadar berrak ve keskindir ki, buna nail olan kimse, ilâhî rahmeti tattığını kesin ve şüphesiz olarak bilir."

Su Üstüne Yazı Yazmak, Gölgeler Koridoru ve şimdi de Mercan Resiflerinin Ötesi. Muhyiddin Şekûr; olaylar, mekanlar, zamanlar arasında gezinirken yaşam tecrübelerine kitapları ve filmleri de katık ediyor. Böylece modern zamanların maddi-manevi anlamda darda olan insanına yeni rotalar gösteriyor, yeni yelkenler açması gerektiğini söylüyor. O alıştığımız nazik üslubuyla. Kitap boyunca onun tecrübelerini okurken 2000'li yıllar sonrasındaki anılarına da tanıklık ediyoruz. Seyahatleri, halvet tecrübesi, hilafete mazhar olması, Matrix filmine tasavvufî bakışlar, Attar'ın kuşları, Şeyh Abdülbedi, yazında İstanbul'da geçirdiği Berat Kandili ve Ayşe Şasa'ya dair anılar, mürşidinin vefatı... Okunan her bir anı Sure-i İnşirah'ı hatırlatıyor: Fe inne maal usri yusra. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Mercan Resiflerinin Ötesi, "Şeyhin Deyişleri" bölümüyle son buluyor. Bir dervişin, mürşidinden duyduklarını evvela kâğıda, sonra da gönlüne geçirmesi fevkalade değerlidir. Diğer tüm insanlık için inciler parıldar bu notlardan. Ben de yazıyı o sözlerden birkaçını aktararak bitirmek istedim, vesselam.

"Dünyada bir tek derviş dahi kalsa, o derviş tüm dünyaya bir rahmettir."

"Her insanın içinde, yüz bin canavar vardır. Şeyh, canavarlarınızı size fark ettirir ve başlarını uçurur. Şeyh, çöp kamyonuyla gezen bir çöpçüye benzer."

"İnsan varoluşunun gerçek değerini ancak Allah'ı hakkıyla ananlar bilebilir."

"Size verilmeyenleri değil, verilenleri düşünün."

"Eğer bir Allah dostuna sahipseniz ve ona uymazsanız, sizi terk edecektir."

"Bizler bu hayatta başkalarının acılarını görmezden geldiğimiz sürece Cenâb-ı Hakk bizim için soyut kalacaktır. Elbette kendi trajedilerinizle, kendi acılarınızla, kayıplarınızla, hayal kırıklıklarınızla, kırılan umutlarınız ve hayallerinizle de ilişki kurabilirsiniz."

"Proje sizsiniz, bunu asla unutmayın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Mayıs 2024 Pazartesi

Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek

Zaman zaman pandemi günleri aklımıza geliyor ve peşi sıra şu cümle ağzımızdan çıkıyor: Allah bir daha yaşatmasın! Amin elbette ama o zamandan bu zamana bilhassa sosyal ortamlarda insan sağlığı için ne değişti, bilemiyoruz. Her şey aynı, çünkü insanlar aynı. Evlerimizde belki bir nebze daha dikkatliyiz ama dışarıdan mikrobu, virüsü getiren de biziz. Kolonya konusunda sıkıntı yok, bol bol kullanıyoruz. Bir de hayatımıza baharatlar, kuruyemişler daha kuvvetli biçimde girdi. Bağırsak ikinci beyin, dolayısıyla iyi yağlarla beslenmeli: fındık, ceviz, zeytinyağı. Buhurdan yeniden revaçta. İngiliz nanesi, lavanta, limon en sık kullanılan uçucu yağlar. Baharat konusundaysa ağız tadından biraz vazgeçip bağışıklık sistemine yatırım yapıyoruz: sumaklar, kekikler, naneler. Son olarak; mineral ve vitamin desteği konusu zirveye çıkmış durumda. Magnezyum şart ve onun çalışması için d3 k2 de şart, omega 3 olmazsa olmaz, c vitamini vazgeçilmez, probiyotik sen bizim her şeyimizsin. Peki ellerden ne haber? Arada yıkıyor muyuz?

İşin ruh sağlığı tarafından da bahsetmemiz gerekiyor. Ara sıra uzmanların, bazen de meraklıların kullandığı, hatırlattığı kavramlardan biri olan "resilience" iyice geldi çöktü yaşamımıza. Psikolojimiz ne kadar dayanıklı? Bitik durumdaysak nasıl ayağa kalkarız? Düştüysek ne yana doğru yardım çağrısında bulunmalıyız? Hem yabancı hem de yerli bodoslama atladılar okurların üzerine. Elbette çok fayda gördüğümüz, tekrar okumak istediğimiz kitaplar da vardı, yani hepsi bir moda olarak akmadı gözümüzün önünden. Ama sahiden iyi olan kitaplar hep kıyıda köşede durdu. Kimisi az sayfa sayısı, kimisi alengirli ismi, kimisi de yazarının yeterince tanınmıyor oluşuyla silik kaldı. Bunlardan biri de bazılarımızın Spinoza Mucizesi kitabıyla tanıyıp radarına aldığı Frédéric Lenoir. İsmi oldukça iyi seçilmiş: Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak. Çevirmeni de okurun işini her zaman kolaylaştıran ustalardan: Murat Erşen.

Lenoir, hayatta kalmaya çalışırken aynı zamanda olgunlaşmaya da demir atmak gerektiğini düşünüyor. Bu kısa kitabına rehber niteliği kazandırmaya gayret ederken bunu planlamış. Kriz zamanları ansızın geliyor ve insanların markete gidip bisküvi stoklamanın hemen sonrasında düşünmesi gereken onlarca şey oluyor. Bunu yaparken akıl sağlığını, ruh sağlığını korumak, diğer yandan hayatı belirlenen çerçeve içinde sürdürmeye çalışmak hiç kolay değil. Lenoir, bu kadar acı zamanlar yaşamış olmanın pek çok tecrübe kazandırması gerektiğini vurguluyor, elbette haklı. Önemli olan ah vah etmek yerine ya da ederken, yaşanacak bir hayatın olduğunun bilincinde kalmak. Bu şuuru, olabildiğince iyi duygularla, düşüncelerle, eylemlerle beslemek.

İnsanın bu dünyadaki en hayati meselesinin özgürlük mü yoksa güvenlik mi olduğu her tartışılır. Özgürlüğü yakalamadan güvenliği, güvenliği bulmadan özgürlüğü yaşamak güçtür şüphesiz. Frederic Lenoir, güvenliği önceliyor. Spinoza'nın "Her şey, var olma gücüne göre, varlığını sürdürmeye çabalar" sözünü hatırlattıktan sonra, Portekizli nörolog Antonio Damasio'nun da bu sözü teyit eden şu açıklamasını aktarıyor: "Canlı organizma, yaşamın birçok rastlantısına karşı yapılarının ve işlevlerinin tutarlılığını koruyacak şekilde inşa edilmiştir."

Sahiden de günümüzde insan bedeniyle ve ruhuyla ilgilenen -bunları birbirinden ayırmayan- tüm bilim alanları bu noktada birleşmiş gibiler. İnsanın bedeni nasıl yaralarını kendi başına onaracak bir takım çantasına sahipse, ruh da belirli besleyici kanalları bularak kendini belli bir vasatta tutabiliyor. Kendini güvende hissetme bahsinde Lenoir'in yorumu şöyle: "Güvenlik ihtiyaçlarımız karşılandığında, içimizde en derin neşeleri yeşerten gelişme ihtiyaçlarımıza daha fazla odaklanabiliriz: Çiçeklenmekte olan aşkın yarattığı neşe, kendimizi gerçekleştirmemize ve tanınmamıza olanak sağlayan mesleki başarılarımızın verdiği neşe, ilerleme kaydeden ruhumuzun yaratıcı, entelektüel ve ruhsal sevinçleri vb."

Zorluklarla baş etmek için en büyük motivasyon kaynağı ve hareket noktası, zorluklarla baş etmeyi istemektir. "Saldım çayıra Mevlâ'm kayıra", "Su akar yolunu bulur", "Gün ola harman ola" gibi sözler günü kurtarmak için belki bir nebze ferahlık verebilir ama yaşam oldukça sert biçimde bizi beklemektedir. Burada bizi zorluklara karşı dirençli tutacak diğer nokta, sevgi bağlarıdır. Bu bağlar hem insanlara hem de işimize, meşguliyetlerimize doğru yayılmalıdır. Derin travmaları, zorlu depresyonları, aşılmaz kaygıları silip süpüren başlıca mesele, insanın kendisini güzel ve iyi şeylerle meşgul edebilmesi, hayırlı ve nitelikli insanlarla bir araya gelebilmesidir. Aksi yıkıma doğru götürür ve giden aracın frenleri tutmayacak durumdadır. Lenoir burada etimolojik bir atıfta bulunuyor: "Çincede 'kriz' kelimesi bir tehlike, diğeri fırsat anlamına gelen iki ideogramla temsil edilir. Yunancada ise 'kriz' kelimesinin etimolojisi, bir seçim yapma gereğini ifade eder. Her kriz (kişisel ya da kolektif) bizi seçimler yapmaya ve önümüze çıkan yeni fırsatları yakalamaya yöneltmelidir.

Felsefe, edebiyat, psikoloji, tasavvuf ve diğer pek çok alanda karşımıza çıkan, her insanı etkileyen konulardan biri de yaşamın anlamıdır. Bir şeylere anlam vermek, anlam bulup çıkarmak, anlamlı kılmak insan için direncin, uyumun, devam etmenin yoldaşıdır. Pek çok sorunun cevabı, ne kadar anlamlı yaşanıp yaşanmadığında saklıdır: Yaşamayı sürdürmemin sebebi ne? Beni sadece ölüm korkusu mu ayakta tutuyor? Dolu dolu yaşamak için ne yapıyorum? Gerçekleştiremediğim şeyler karşısında ne hissediyorum? Önem verdiğim ve değersiz bulduğum şeyler arasındaki farklar nelerdir? Burada düşünülmesi gereken diğer nokta: Anlam aramak başka, anlam vermek başka. İnsan, anlam arayışı diyerek bir ömrü tüketebilir çünkü neyde anlam bulabileceğini bilmeyebilir. Hatta anlamın ne olduğundan bile bihaber olabilir. Ancak anlam vermek, bir çabanın sonucudur. İnsanın iç dünyasını, iç âlemini, sufilerin deyişiyle cennetini inşa eden bir süreçtir. Sonuç bitişin, süreç devam edişin sembolüdür. Kabul edelim ya da etmeyelim, insan sembollerle yaşar. Semboller, anlam vermenin en önemli arzu ve haz kaynağıdır aynı zamanda. Peki anlam verme içinde en büyük yakıtımız nedir? Lenoir burada inanca işaret ediyor: "Tanrı'ya, ebedi yaşama inanmak ya da manevi bir yola girmek, yaşamak için sebepler verir. Derin bir imana sahip insanlar hayatın karşılarına çıkardığı büyük imtihanlara en iyi dayanabilenlerdir."

İlginçtir ki güvenlik arayışıyla başlayan kitap özgürlük ihtiyacı ve ölümle yüzleşmek gibi konularla sona eriyor. Bu özellikle seçilmiş bir yol mu bilmiyorum ama çok anlamlı olduğu söylenebilir. Gerçek tutsaklığın, zihinsel kurtuluşun yolları iyice çözümlenmeli ve kaçınılmaz istikamet olan ölümün bir son olmadığı iyice bilindiğinde, 'rıza göstermek' gibi kutsal bir farkındalığa kapı açılacaktır. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak işte bu konuyla sona eriyor: eylemek ve rıza göstermek. Lenoir burada Stoacılığın en önemli temsilcilerinden Seneca, Marcus Aurelius ve Epiktetos'a dikkat kesilmek gerektiğini söylüyor. Dostlarına ve sevenlerine mektuplarını, sohbetlerine bırakmış bu önemli isimlerin kitaplarını da hatırlayalım: Ahlak Mektupları, Kendime Düşünceler ve Enkheiridion. İşte, Epiktetos'un Enkheiridion'da söylediği "İnsanlara eziyet veren, gerçeklik değil, onun hakkındaki yargılarıdır" sözü, 9. yüzyılda yaşamış bir Budist keşiş olan Tilopa'da şöyle karşılık bulmuş: "Seni bağlayan, şeyler değil, senin şeylere olan bağlılığın". 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Kenan Rifâî ise bir nutk-i şerifinde "Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o'sun sen / insanlığı; sade yiyip içmekte mi sandın?" diye sorduktan sonra bizi bir ikaz-nasihat tartısına çeker: "Hâlin neyse, müşteri sen oldun o hâle / noksanı meğer, Adl-i İlahi'de mi sandın?"

Ahenk diyorum, ahenk. İnsanın hem kendisiyle hem başkalarıyla, kainatla olan geçimini kolaylaştıran, huzura erdiren ve daimi ferahlık imkanını sunan o engin duygu. "Bir iklîmin manzarası, mîmârîsi ve halkı arasında hâlis ve tam bir âhenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür" diyor Yahya Kemal. Her birimiz birer vatan (âlem) olarak düşünelim ve iç ahengimizi oluşturan meselelerle olan ilişkimizi gözden geçirelim. Onun talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar "Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kâinâta nakleder" diyerek diğer boyutu da hatırlatıyor. Durarak olmaz, çalışmak ve daima çalışmak. Kendini bitirmeden, her seferinde yeniden başlama hazzını sinede tutarak. Başkalarına da gölge olarak, el tutarak, tutup kaldırarak. Başka türlü hayat, henüz biz yaşarken memat oluverir çünkü. Kitabın yazarı da ahenge vurgu yapıyor: "Hayatta hissettiğimiz mutluluk, dinginlik veya tatmin; dış dünyanın her zaman rasgele gerçekleşen olaylarına değil, iç dünyamızdaki ahenge bağlıdır."

Kriz bitmiyor, umut da bitmiyor. Zor zamanlarda olgun bir tavır sergilemek sadece bizi hayatta tutmuyor, başkalarına da hayat veriyor. Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak, bunu hatırlatan bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hem tarihî hem de aktüel bir mesele: faiz-riba

Bu kitabın varlığından bir dostumun yazdığım yazıların altına ısrarla Süleyman Uludağ hoca banka faizini haram olarak görmüyor diye yazınca haberdar oldum, merak edip okumak istedim. Konuyu iyice anlayayım diye aheste aheste okudum. Dürüst olmak gerekirse kitap benim ezberimi bozdu . Konunun bütün boyutlarını kılı kırk yararcasına tartışması sayesinde çok istifade ettim. Böylece meseleyi sağlıklı bir şekilde yorumlama yeteneğim gelişti ancak tam anlamıyla tatmin etmedi. Zira kitap Müslümanların modern dünyadaki ihtiyaçlarını karşılama adına İslam’ın iktisad felsefesine olan inancı azaltıyor. Halbuki günümüzde ikincisine katkı yapmak birincisinden daha önemli. Üstelik Süleyman Uludağ gibi uzmanlık alanı tasavvuf olan bir hocadan bu da çok beklenirdi.

Hocamızın konuya bakışı çok kısa olarak şöyle: Faiz ne Kur’an’da ne hadislerde ne de fıkıhta kullanılan bir kavram değil. İslam dünyasında kullanımın yaygınlaşması yakın tarihte olmuştur. Kur’an’da riba kavramı vardır. Riba kesin olarak haramdır. Ancak ribanın tanımı ve illeti konusunda bir anlayış birliği yoktur. Kur’an’ın yasakladığı riba cahiliye ribasıdır. Bu verilen borcun vadesi dolunca katlanarak artmasıdır ki bu tefeciliktir. Kur’an bunu yasaklamıştır. Şu halde Kur’an’ın riba tanımı katlamalı, fahiş faizdir. İlleti de ekonomik sömürü ve köleleştirmektir. İslam buna asla izin vermez. Hadislerde ifade edilen riba tanımları Kur’an’a uymaz. Bunların hepsi ahad haberdir, yani tevatür derecesine ulaşmadığı için iman konusu olamaz. Fıkıh alimlerini yaptığı içtihatlar da bizi bağlamaz. Kaldı ki aynı konuda birinin haram dediğine diğeri helal demektedir. Günümüz ekonomik sorunlarını çözme yeteneğinden mahrumdur.

Tarihte İslam alimleri faiz problemini çözemedikleri için hile-i şer’iyyeye başvurmuşlar, sorunları böylece hasıraltı etmişlerdir. Günümüzde de bu anlayış devam etmektedir.

Sağlıklı ekonomilerde makul seviyede faiz alıp vermenin dinen hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü birisine borç para vermek paranın kullanım hakkından vazgeçmektir. Borcu alan bu parayı alarak değerlendirmekte ve para kazanmaktadır. Bu da alınan faizin bazı İslam alimlerinin iddia ettiği gibi karşılıksız para olmadığını gösterir. Bu fikirleri Batılı iktisatçıların faiz teorilerinden aldığını görüyoruz.

Hocamıza göre ribaya benzeyen, kat kat aşırı faiz haramdır.
Kat kat olmasa bile fakire faizle verilen kredi mekruhtur.
Ticaret yapan zenginlerin faizle kredi alması ise mübahtır.
Katılım bankalarının diğer bankalardan farkı yoktur. 
Bunların fakirlere hiçbir faydası yoktur.
Günümüzde riba ile mücadele etmek için faizli müesseselerin olması kaçınılmazdır. Ancak faizli işlemlerin hak ve adaletten uzaklaşıp zulme dönüşmesi her an mümkün olduğu için ciddi bir şekilde mücadele edilmelidir. Dindarlar Karzı Hasen Kasaları oluşturmalıdır.

350 sayfalık kitabı kısa bir yazıda özetlemek yanlış anlaşılmalara sebep olabilir ama özü bu şekilde. Hocamızın haklı olduğu yerler var, ancak katılım bankalarını itibarsızlaştırıp karzı hasen sandığı gibi hayali bir yapı önermesi en önemli çelişkisi. Faizli bankalar ile katılım bankalarını aynı kefeye koyması ise çok büyük haksızlık. Zira en azından bu kurumlar dinen meşru kabul edilen alanlarda ekonomik işlem yapıyor. Diğerlerinin böyle bir derdi yok. Ayrıca katılım bankalarını diğerleri gibi para ticareti yapmakla suçlaması doğru değil. Bana göre bütün eksiklerine rağmen katılım bankaları dindarlar için tek çıkar yol...

Diğer taraftan eğer kişi borcunu ödemezse faiz işlemeye devam ediyor ki bu işlem çok hızlı bir şekilde ribaya dönüşüyor ve adamın hayatı mahvolabiliyor. Banka borçluya bir kolaylık göstermediğine göre tefeciden ne farkı kalıyor? Hiç... Ödediğin sürece sorun yok ama ya bir aksilik oldu ödeyemedin... İşte o zaman dananı kuyruğu kopuyor. Böyle borç altında inleyen, ömrü banka faizi ödemekle geçen çok insan var.

Süleyman Uludağ hoca benim sevip saydığım, samimiyetine güvendiğim bir hocamızdır. Engin birikimi ile meseleyi ortaya koyması, öğrenilmesine katkı yapması, çağın en önemli bir sorununu oldukça realist biçimde ele almaya çalışmasını takdir ettim. Ancak meseleyi eksik değerlendirmesi ve sadece ekonomik işlemlere odaklanması konunun özünden uzaklaştırmış.. Diyelim ki banka faizini helal kabul ettik, eğer bu bankaya para yatıran insanların böyle bir kaygısı yoksa, Müslümanca bir hayat yaşamıyorlarsa ne anlamı olabilir? Hiç.. Dinin hiçbir emir ve yasağına uymayan bir insanın İslamî usulle boşanmaya çalışması gibi inandırıcılıktan uzak değil mi? Dini kaygıları olan bir insan da parasının nasıl kullanıldığını bilmeden bu bankalara yatırır mı? Yatırmaz. Mecbur kalıp onlardan faizli kredi aldıysa bir faydası olabilir.

Müslümanların maddi konularda başarılı bir imtihan vermediğini düşünüyorum. Nasıl mazeretlere sığınıp çağa teslim olmak yanlışsa din adına insanları çaresizliğe itmek, hileye başvurmaya zorlamak da yanlış... Önemli olan malla olan imtihanımızı kazanmak... Bunu başaramadıktan sonra gerisi boş...

Söyleyeceklerimin özü budur. Kitap hakkında çok karmaşık duygular besliyorum. Hoca konuyu iyi analiz etmiş ama maalesef aynı başarıyı temellendirmede gösterememiş. Ayrıntıda boğulmuş. İçinden çıkamamış. Ancak konuyu farklı boyutları ile öğrenmek isteyenler için tavsiye ederim. Kitabın en önemli hizmeti de bu olsa gerek..

Süleyman Tuğrul

23 Mayıs 2024 Perşembe

Anlatının krizi, deneyimin yokluğu

Baba ölüm döşeğindedir. Oğullarını yanına çağırır ve onlara üzüm bağında gömülü bir define olduğunu söyler. Oğullar heyecanlanır, hemen işe koyulurlar, kazarlar, defineyi aramaya başlarlar. Fakat defineyi bulamazlar. Hazinenin olmadığını görürler. Üzülürler ama sonbahar geldiğinde babalarının onlara başka bir hazine bıraktığını fark ederler. “Bereket altında değil, emektedir.” Çünkü bağdan kaldırdıkları hasat tüm ülkedeki bağlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur.

Byung- Chul Han, Anlatının Krizi’nde Walter Benjamin’den bu fablı aktardıktan sonra Benjamin’in sözlerini alıntılıyor: “Nereye gitti bütün bunlar? Hâlâ adamakıllı bir şeyler anlatacak insanlara rastlanabiliyor mu? Ölüm döşeğindeki insanlardan, bir aile yüzüğü gibi kuşaktan kuşağa geçen böylesine dayanıklı sözler bugün nerede var? Bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor? Deneyimine dayanarak gençlerle baş etmeyi kim deneyecek?” Fablda babanın oğullarına aktardığı hazine, deneyimdir. Deneyim, anlatı suretiyle varlık kazanmıştır. Chul Han’ın deyimiyle deneyime karakterini anlatı verir.

Deneyim sürekliliğe bağlıdır. Modern insan kendisini süreklilikten soyutlamıştır, böyle olunca da deneyim yoksulluğuna düşmüştür. Anlatıda deneyim eksik olduğunda veya hiç olmadığında ise anlatı, anlatı olmaktan çıkmıştır. Chul Han’a göre bugün anlatı yerini enformasyona bırakmıştır.

Fransız günlük gazetesi Le Figaro’nun kurucusu Hippolyte de Villemessant Okurlarım açısından Paris’in Latin Mahallesindeki bir tavan arası yangını Madrid’deki bir devrimden daha önemlidir” diyerek enformasyonu özetlemiştir. Çünkü okurun güdüsü sadece meraktır, okur acelecidir. Sosyal medya aceleciliği daha da pekiştirmiştir. Belli sayıda harften oluşan haberleri saniyeler içerisinde daldan atlayarak kat eder, merakı giderilir ve yazıyla işi biter.

Anlatı yoğunlaşmayı, oyalanmayı gerekli kılar. Aceleci bir okurun anlatıdan alacağı bir pay yoktur. Anlatı okuru, dinleyicisi veya muhatabı yavaş olmak zorundadır. O dikkatini vermeli, zihninde muhatap olduğu cümleleri iyice pekiştirmeli, öze ulaşmalı ve alacağını almalıdır. Alacağı, geçici olmayacaktır, onunla birlikte yaşayacaktır.

Enformasyon devrinde ise okur alacağını alarak merak duygusunu giderir, aldığını unutur. Alacağı onunla birlikte yaşamaz, her an yeni bir habere maruz kalacaktır o, anlık tatminlerle hayatını sürdürecektir.

Dolayısıyla enformasyon hayatta kalmaz, kaydedildiği an okura ulaşmalıdır. Modern zamanda mesafesizlik yerini boşluğa bırakmıştır. Belli bir mesafeden belli bir dikkat ve çabayla ulaşılan bilgi, kişinin tarihle ve kaderle bir yerde buluşması gibidir. O bilgi, hayatidir. Anlık kayıtlarla sunulan haber ise, enformasyon formuyla hayati değil, zevkî bir tecrübedir.

Benjamin örnek olarak Heredotos’u verir. Heredotos sadece hikayeyi anlatmıştır, hikaye üzerine hiçbir çıkarım yapmamıştır. Ancak hikayesi/hikayeleri bugün hala varlığını korumaktadır. İnsanlar, bilginler üzerine yorumlar sunmakta, çıkarımlar yapmaktadır. Çünkü hikaye tükenmez ve okuyanla yaşar. Enformasyon çağında işte bu kaybolmuştur. Her an havada onlarca yüzlerce haberler uçuşmaktadır ve okur yakalayabildiğini yakalamakta, sonra yenisini yakalamak için elindekini tekrar fırlatmaktadır.

Anlatı Krizi, modern zamanın kaybettirdiklerinin pekişmesi ve hatırlanması adına önemli bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_