13 Aralık 2023 Çarşamba

Hitler ve Stalin üzerinden Haziran 1941

Her savaşın başlangıcı karanlık bir odanın kapısını açmak gibidir. Karanlıkta nelerin saklı olduğunu hiçbir zaman kimse bilemez.

Hitler, Rusya ile savaş halindeyken kurmuştu bu cümleyi. Çünkü Almanya da Britanya da Japonya da hatta Rusya da savaşın galibinin Hitler ve Almanya olacağını düşünüyordu. Fakat tarih, düşünülenin aksini ispatlamaktan hiçbir zaman vazgeçmez. Mesela o vakitte Japonya’nın aldığı bir yanlış kararla imparatorluğunun çökeceğini kimse bilmiyor, tahmin etmiyordu. Savaşlar sadece savaşan devletlerin uluslarının değil, dünyada yaşayan tüm ulusların hayatını ve kaderini doğrudan etkiler. İşin trajik yanı ise dünyanın bütün uluslarının kaderini etkileyenin devletten ziyade aslında tek bir lider olduğu gerçeğidir.

John Lukacs, Haziran 1941’de İkinci Dünya Savaşı’nı, etkilerini, başlangıcını, diğer devletlerin hamlelerini liderler üzerinden yorumluyor. Lukacs, Hitler ile Stalin’i eserinin en temel noktası olarak belirliyor. Onların savaşta yaptığı adımlar, kurduğu planlar değil sadece merceğe alınan; iki liderin kişilikleri, zaafları, hırsları, egoları, zihni ve duygusal yapıları da önümüze seriliyor.

Liderlerin misyonu geleceği dizayn etmektir. Dizayn ederken lideri oldukları ulusa yeni bir kader çizerler. İroni buradadır: Lider, geleceği dizayn ederken kendi geçmişinden kurtulamaz. Hal böyle olunca da ulus, liderinin geçmişinin çizikler attığı bir kader planında bulur kendini. Tarih bu nedenle trajedilerle ve kaybedişlerle doludur. Örneğin, Hitler’in başına gelmiş en kötü şey intihar etmesi değildir, Alman halkını uğrattığı yıkımdır.

Tarih bilimi gerçeğin peşinde koşarken tuhaf bir şekilde gerçeğin çarpıtılmış halini de üreterek var olur. Tarihçi çarpıtmaları temizlemek, ayıklamak ve saf gerçeği ortaya çıkarmak için kolları sıvar ve kendi tarih yazımını var eder. Ancak o da belli çarpıtmalardan kurtulamaz. Ve tarih okyanusuna katkıda bulunduğu damlalar hem gerçeklerdir hem de gerçeğin çarpıtılmış versiyonlarıdır. Bu nedenle liderlerin kişilikleri önemlidir. Rakamlar aldatıcıdır, onlar harf gibi bir görünüme sahiptir fakat hakikat ancak harflerin bir araya gelmesiyle dile getirilebilir (ki o da her zaman yetersiz kalmaya mahkûmdur), rakamlar görüntüyü kalabalıklaştırır, ayrıntılarla kelimeleri boğar ve tarih kuru bir ansiklopedi maddesine dönüşmekten kurtulamaz.

Lukacs bize rakamları vermiyor, o tarihi yazarken harflere sığınıyor. Liderlerin, tarihi kişiliklerin karakterlerine iniyor, onların insan yönünü bize tanıtıyor. Böyle olunca biz insanı anlayarak tarihi ve dünyanın gidişatını çözümleyebiliyoruz.

Hitler ile Stalin bugünkü modern dünyanın oluşmasında en etkin şahıslardan ikisidir. Çünkü onlar dünyayı kasıp kavurmuş milliyetçilik ve komünizm adlı iki ideolojinin temsilcileriydi. Fakat ideolojileri, hamlelerinde sadık bir şekilde dayanakları mıydı? Yoksa kendi kişisel hırsları adımlarına yön vermede etkili olmuştu da o durumlarda ideolojileri bir sığınak mıydı? Bu ikisinden birini seçmek önemli mi?

Yine de tarihi iyi irdeleyen birisi ilahi iradenin devletlerin, liderlerin, ideolojilerin, büyük paralarla inşa edilmiş planların üstünde konumlandığını ve asıl patronun kim olduğunu gösterdiğini anlayacaktır. Tarih, belli bir zaman dilimi aşıldıktan sonra yeni gelmiş nesillere geçmişte gerçekleşmiş olayların onların yararına mı zararına mı olduğunu gösterir. Bu yüzden ders çıkarılacak en iyi öğretmendir. Lukacs gibi biz de yazıyı Portekiz atasözüyle bitirelim: “Tanrı eğri çizgilerle doğru yazar.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

7 Aralık 2023 Perşembe

Siyasetin ve suçun iç içe geçtiği bir polisiye

Genel kanının aksine, Türk Edebiyatı’nda roman, öykü, şiir gibi türlerde iyi ürünlerin yayımlandığına inanıyorum. Ancak o kadar çok yazan var ki, bir yazar/şair enflasyonu oluşmuş durumda. Böyleyken iyi ürünler ve hatta iyi yazarlar/şairler arada kaybolabiliyor. Üstelik bilinen, büyük yayınevlerinden eseri çıkan yazarlar dahi görülemeyebiliyor. Sanırım Selman Bayer’in son romanı Batın da bu görülmeyen romanlardan. Ekim ayında ve Profil Kitap etiketiyle yayımlanmış ama hakkında şimdiye kadar herhangi bir yazı göremedim. [İlk kitabına dair bir yazı ise şurada].

Batın’a ne diyebiliriz? Kısa yoldan gideceksek polisiye bir roman diyebiliriz. Türkiye’de yapılacak önemli bir uluslararası toplantı öncesinde toplantıya katılacak yabancı temsilcilerden birinin tercümanı öldürülür (bu noktaya daha sonra değineceğim) ve olaylar gelişir. Ülkenin geçmişi karanlık ama kitabın güncel zamanında hem iktidara yakın hem de çok zengin kişileri (yediler olarak adlandırıyor yazar) de kendini bu işin ve devlet içi hesaplaşmanın ortasında bulur. Cinayetler bitmeyecektir ve kitabın sonuna kadar devam edecektir. Kuş bakışı baktığımızda bunu söyleyebiliriz kitap için ama klasik polisiyenin aksine biraz suç hatta biraz da siyasi yönü ağır basan bir roman Batın. Hatta -bunu bir okur olarak söylüyorum- Selman Bayer’in kurgusundaki kişiler bile gerçek hayattan/siyasetten ve basından alınmış kişiler. Bazılarını tahmin etmek bile mümkün. Ama tabiî ki “bu romandaki tüm kişi ve kurumlar hayal ürünüdür(!)”.

Karakter açısından zengin bir kitap Batın. Tercüman cinayeti için soruşturma bir zamanların efsane komiseri Kemal İzdeş’e verilir. Yardımcısı ise komiser yardımcısı Feza Nemlioğlu’dur ve Kemal İzdeş’e fena halde âşıktır. “Yediler”in en önemlisi ise Nefsi Müdafaa Cemiyeti Strateji Enstitüsü Başkanı Raci’dir. Bir de olayların başlayıp bittiği ve kitabın merkezinde yer alan Eflatun Sahaf’ın sahibi Eflatun Bey vardır. Bize gösterilen birçok karakterin kare ası bunlar diyebiliriz. Yan roller açısından da oldukça zengin olan romanda Emniyet Müdürü İsmet Selami, Başkan’ın müsteşarı Salim Soyarı önemli rollerdedir. Eflatun Sahaf’ın çırağı, 13-14 yaşlarındaki Kamil Velet ise romana renk katan karakterlerdendir. Alper Canıgüz’ün Alper Kamu karakterinin yaşça büyüğü desek yanılmış olmayız sanırım. Tabiî bunlardan başka olayın içinde önemli rolü olan birçok karakter de mevcuttur. Bu tür kitaplar hakkında yazmak zordur çünkü bu yazıdan sonra okuyacaklara spoiler vermemek gerekir. Her ne kadar klasik bir polisiye roman diyemesek de işin içinde birden fazla cinayet olduğu için yine de detaya inmemek gerekir. O yüzden konuyu bu kadarla geçip yazarın bazı şeyleri nasıl anlattığına, kitabın olumlu/olumsuz yönlerine ve diline değinip yazıyı bitireceğim.

Bu tür kitaplarda klişedir: Kitabın ana karakteri olan komiser genelde etrafını pek umursamayan, yalnız yaşayan, problemli ama meslekte efsane ve genelde bu tür görevleri zorunluluktan kabul eden kişidir. Bu romanda da bu şekilde yazılmış komiser Kemal İzdeş. Yardımcısıyla aşka dönüşen iş arkadaşlığı da bu klişeye aslında destek verir. Ama okuru sıkmaz bu durum. Okur bunu baştan kabul ederse hoşuna bile gidebilir.

Kitabın türü siyasi polisiye olsa da yazarın üslûbu ve dili sıkça mizaha yaslanmış ve bu kitapta ustalıkla kullanılmış. Ciddi konulu bir roman için sırıtmamış bu dil. Ancak yazarın anlatımı okuru bazen yorabiliyor. Muratmenteşvari bir anlatımın ve kelime oyunlarının, benzetmelerin çokluğu bazen zorlayabiliyor okuru. Çünkü bu tür anlatımlarda aforizma cümleleri çok oluyor. Selman Bayer de aforizmalarını bolca yerleştirmiş romana. Ortalama yüzüncü sayfadan sonra ivme kazanan ve bu ivmenin sonuna kadar devam ettiği romanda yazar gözlem gücünü mükemmel kullanmış. Özellikle devletin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve iç hesaplaşmaları konusunda:

…Çünkü Ankara ne pahasına olursa olsun bu cinayetin çözülmesini istemişti ama çıkan sonuç hakkındaki tasarrufu kendi uhdesine alacağını da şerh düşerek.

Lakin devlet de böyleydi işte. Tanrı gibi. Kendisine dair hiçbir yoruma ses etmez sabırla vaktini beklerdi.

Birkaç da olumsuz gördüğüm yerleri söylemek istiyorum. Cinayete kurban giden kişilerin öldürülüş şekilleri ve sonrasında cesetlerin bulunduğu hâl bazı karakter için detaylı anlatılmış ama bu ölüm şekillerinin hikâyeye pek katkısı olduğunu düşünmüyorum. Bu kısımlar daha yüzeysel anlatılabilirdi belki. Bir de kitabın ve olayların başlamasına sebep olan tercüman cinayetinin (ki arka kapakta bile anılır, asıl olay olması lazımdır) kitaba katkısını hiç yeterli görmedim. Sanki ana olaya pamuk ipliğiyle bağlıydı tercüman. Daha sağlam bir bağ varsa da en azından ben görmedim diyeyim. Fakat normal bir romana göre fazlaca olan karakterlerin hemen hemen hepsini başarılı bir şekilde oluşturmuş yazar. Kendi içinde tutarlı, somut ve kanlı canlı çıkıyor okur karşısına ve katman katman açılıyor bu karakterler. Bu durumu başarılı buldum. Sadece Kemal İzdeş’e kitabın bir yerinden sonra çizdiği “âşık adam” tavrı biraz çiğ kalmış. Ya da bu geçişi daha yumuşak yapmalıydı Bayer. Romantik adamlığa keskin geçiş Kemal İzdeş karakterine çok uygun değildi bence.

Kitabın sonu için de bir şey söylemek istiyorum spoiler veremeye çalışarak. Bu tür sonlar bu tür romanlarda çok kullanılmaz ama çok detay vermeden şöyle söyleyebilirim: Bazı karakterlerin havada kalması bence iyi olmuş. Sonuçta her şeyin net bir akıbeti olmak zorunda değil. Karakterler de dünyayla birlikte yaşamaya devam ediyorlardır belki de.

430 sayfalık hacimli bir eser Batın. Ama kendini genel olarak rahat okutuyor. Salt polisiyeden sıkılanlara da iyi gelecektir. Bu yıl içinde okuduğum başarılı romanlardan biriydi. Özellikle siyasetin ve devletin ne olduğu ve devlet içi hesaplaşmaları, kişilerin makam mevki uğruna neleri feda edebileceğini, çirkinlikleri vs. bir romanda görmek isteyenler beğenecektir. Okurların güncel siyasetle bol bol alaka kuracağına eminim.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

4 Aralık 2023 Pazartesi

Bir tevhid meselesi: Filistin

Kudüs, biz Müslümanların ilk kıblesi olması dolayısıyla bir tevhid merkezidir. Fahr-i Kainat Efendimizin Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi sebebiyle de miracın şahidi konumundadır. Diğer yandan, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da kutsal sayılmış, asırlar boyunca pek çok inanıştan halkı bünyesinde himaye etmiştir. Osmanlı dönemi boyunca ilimden ticarete dek canlılığını korumuş, şehrin kaderinden olsa gerek pek çok mimari faaliyete ev sahipliği etmiştir. Memlükler ve Osmanlılar döneminde inşa edilen camiler, tekkeler, ribatlar, hankahlar, çarşılar; şehrin ekonomik ve sosyal hayatının can damarı olmuştur.

Kudüs’ün bilhassa Kanûnî Sultan Süleyman döneminde altın çağı yaşadığı söylenir. Sayısız inşanın yanı sıra vakıflar ve imarethaneler yoluyla da Kudüs oldukça renkli bir şehir hüviyeti kazanmıştır. Âkif Emre merhum bu hüviyeti şöyle yorumlar: “Modern zamanların siyasal projeleri işin içine girene kadar bütünlük oluşturan bir ahenkti Kudüs.

1917, Kudüs’ün tabiri caizse kaderinin değiştiği bir tarihtir. Balfour Deklarasyonu’yla birlikte İngiltere, Yahudilerin bu bölgede siyasi bir varlık kurmalarının gerekliliğine işaret etmiş, bunu sonuna kadar destekleyeceklerini de dile getirmişlerdir. Yaklaşık bir ay sonra bölgeye giren İngiliz askerleri, bundan sonra hiç dinmeyecek fırtınanın da habercisi olmuştur. Artık ne Filistin, Filistin gibi kalmış, ne de Kudüs, Kudüs gibi durmuştur. Tarihte gerçekleşmiş Haçlı Seferi’yle bir müddet kesintiye uğrayan Müslüman hakimiyeti, 1917 itibariyle yerini derin bir kaosa, karmaşaya ve giderek katliamlara bırakmıştır. 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminin her şeyi baştan aşağı değiştirmeye çalıştığı yıllardır. Bu tarihlerde gerçekleşen büyük Yahudi göçleri, daha sonra gerçekleşecek hadiselerin de bir habercisi gibidir. Özellikle 1920’den 1936’ya kadar Kudüs’te huzura dair hiçbir şey kalmamış, sık sık silahlı eylemler yapılmıştır. 1948’deki Arap-İsrail savaşında Kudüs şehri doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş, şehrin maddi ve manevi mirası talan edilmiştir. Bu tarihte şehirdeki Arap nüfusu 60.000 olmasına karşın Yahudi nüfusu 100.000’dir. 1967’de Yahudi nüfusu 200.000’e ulaşmıştır. Zira Arap-İsrail savaşında şehri bütünüyle işgal eden Yahudilerin en büyük ve bitmeyen planı, şehrin her köşesini Yahudileştirmektir. Bundan elbette sosyal ve ticari yaşam da nasibini alacak, Müslümanlar darbe üstüne darbe yiyecektir. Tüm bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler’in kınamaları, karşı çıkmaları, dünyanın çeşitli ülkelerinin sönük çıkışları da tarihin utanç sayfalarında yerini almıştır. Tıpkı vaktiyle Bosna’da gerçekleşenler gibi.

Bugün haritaya bakıldığında Filistin diye bir memleketin varlığının yalnızca kâğıt üzerinde olduğu net biçimde görülür. Zira İsrail, 1960’ların sonundan itibaren işlettiği korkunç politikalarla şehirde -burayı yüksek sesle ve her zaman dile getirmeliyiz- bir soykırım gerçekleştirmiştir. Şehirdeki tarihi yapıların yıkılması, Arapların gayrimenkullerine Yahudilerin el koyması, kadın-çocuk-ihtiyar demeden Filistinlilerin katledilmesi, nihayet şehirdeki Arap nüfusunu olabildiğince azaltmıştır. Ne acı ki Filistin’de yaşanan kayıpların yanında Yahudiler ve İngilizler tarafından hep öne sürülen Arap göçleri, devede kulaktır. Gelelim günümüze…

Artık karşımızda insanlık düşmanı, haysiyet yoksunu, şeytanı şaşırtacak kadar hain, katil oluşu herkes tarafından kabul görmüş bir İsrail gerçeği var. Bu gerçek öyle bir kerede ortaya çıkmış da değil. Adım adım, planlanmış bir şekilde oldu her şey. Başta biz Türkler olmak üzere zaman zaman gerçekleştirilen protestolar elbette önemliydi. Ama fiziki bir “işte buradayız!” duruşu olmadığı sürece, Yahudilerin işgalinin giderek artacağı da başka bir gerçekti. Bugün artık ‘ama’ların gölgesi altındayız. Ama dünya sistemi, ama politik manevralar, ama ekonomik kaygılar, ama hayatın gerçekleri. Oysa ama’dan sonrasının bir önemi kalmıyor. İki elimizi açıp Allah’tan af ve merhamet dilemekten başka ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Katili kınamakla bir yere varamayacağımızı, katilin ancak ve ancak cezalandırılarak bir yere varılacağını hepimiz biliyoruz. Ama uluslararası mahkemelerin “biraz ilginç” çalıştığını da sürekli görüyoruz. Artık şaşırmadığımız bir tuhaflık da şu: Değişik yaratık türleri var. Bunlardan en korkunç olanı, Müslümanların başına asla bir felaket gelmediğine inanan ve toplumu da buna inandırmaya çabalayan tür. Her şey Müslümanların başının altından çıkıyor onlara göre. Balkanlarda, Anadolu'da, Ortadoğu'da... Ve bunların mesleği de gazetecilik. Oysa düşünce sistemleri de davranışları da yalnızca rezillik. Başkası adına utanmak nedir, gün geçtikçe daha çok yaşıyoruz.

Takkeyi önümüze koyalım. Allah süt verir, sütlacı siz yaparsınız. Allah size sütlaç vermez yani. İster ki yarattığı kul aklını kullansın, çalışsın ve netice alsın. Sonra da tüm bunları yapabildiği için şükretsin. Biz şu anda gökten sütlaç bekliyoruz. Henüz aklımızı kullanma aşamasına geçemedik. Maalesef. Şu dakikadan sonra yapılması gerekenler o kadar ağır ve zor ki, tevhidle aramıza giren mesafenin cezasını çekiyoruz. Müslümanlar olarak ehl-i tevhid olamadık, ehl-i tevhidden ders almaya talip olmadık, bize bırakılmış en kıymetli mirasın tevhid bilinci olduğunu kavrayamadık. Haliyle birbirimizden de uzaklaştık. Hem de bir daha asla eskisi gibi yakın olamayacağımız kadar. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” diye yazmıştı şair. Ruhumuzdaki ağırlığı bir dize ancak bu kadar kuvvetli taşıyabilir tüm zamanlara.

Hangi filmdendi hatırlamıyorum ama gerçekliği gün geçtikçe daha da ortaya çıkıyoran bir replik var: İnsanların acılarını anlayamazsın. Sadece öldüklerini anlayabilirsin. Kim bunun tersini söyleyebilir? Kim bu hakikati inkâr edebilir? İşte tevhidin önemi de burada aslında. Müslümanları birbiriyle bütün eden, hepsini aynı cephede, safta, kubbede buluşturan tevhid, bir başkasını anlayabilmenin, bir başkasıyla dost ve yâr olabilmenin gereğiydi. Şurasını haykırarak söylemek gerekir: Tevhid bayrağı yeniden dirilmedikçe, bir Filistin’den söz etmek mümkün olmayacak. Filistin’in dirilişi için tevhidin dirilişi de gerekli. Dolayısıyla Filistin’in siyasi, politik, ekonomik, dini bir boyutundan söz edeceksek, bunları kendimize dert edineceksek, önceliğimiz daima ve daima tevhid olmalı. Kabuktan öze geçmenin yegâne planı tevhid. Eğer ortak bir meselemiz varsa, bu meselemiz Filistin ve Kudüs ise, yani derdimiz sahiden de “ortak olmak” ise hani tevhid nerede?

İslâm Deklarasyonu kitabında Aliya İzzetbegoviç, çok önemli bir hatırlatmada bulunmuştu. Kudüs, sadece Filistin’in ve Arapların bir meselesi değil, yeryüzündeki bütün Müslümanların bir meselesidir demişti. Bu meseledeki tevhid boyutunu, tevhide olan ihtiyacımızı ise şöyle belirtmişti: İsrail, Filistin’de ve Kudüs’te yaptığı tüm eylemlerle aslında dünya Müslümanlarını tahrik etmektedir. Orada yapılan tüm hücumlar ve planlar, Müslümanlara yönelik birer hücum ve plandır.

Peki kopma nerede gerçekleşti? Onu da İz’ler kitabında merhum Âkif Emre, bir Filistinlinin ağzından şöyle aktarmıştı: “Çok acı çektik. Türkler buradan gittiğinden beri Filistin huzur görmedi. Aslında bizim çektiklerimiz Şerif Hüseyin'in halifeye isyanının bedelinden başka bir şey değildir… Türkler tekrar buralara gelmeden bizim ağız tadını bulmamız zor.

Yazımı, Âkif Emre’nin başka bir kıymetli kitabı olan Çizgisiz Defter’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Kudüs, Müslüman bilincin sürekli diri tutması gereken bir emanettir. Hatta yeryüzünde varlık iddiasını sürdürmesinin göstergesi... Kudüs'ün tutsaklığı aslında İslam dünyasının bedenen ve zihnen rehin alınışını hatırlatmalı. Bu acı gerçek kavranmadan yeni Selahaddinlerin çıkışını beklemenin de Selahaddin tipinin çağımızdaki örneklerini yetiştirmenin de imkânı kalmayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Derviş lokması irfan içindir

Tasavvuf, kişinin Hak yoluna talip olmasıdır. Hal böyle olunca tasavvuf dünyasında, yaşamın her anı bir mana kazandırılarak sistemleştirilmiştir. Tasavvuf yolcusu yani derviş, attığı her adımı onu Allah’a götürmesi maksadıyla atar. Zamanla bu çaba belli bir matematik içinde dizayn edilmiş, her tasavvuf yolu kendine özel bir usul belirlemiştir.

Usulden elbette yemekler de payını almıştır. Yediği her lokmanın helal olmasına dikkat eden derviş, helal lokmayı yerken de onu Allah’a götürecek bir aracı kılmak istemiştir. “Tasavvuf düşüncesinde yemek kültürüne ‘Sofra, eğitim kürsüsü, muhabbet sofrası ve irfan pazarıdır’ denilerek insanın eğitilmesi ve sosyalleşmesi boyutunda önemli bir misyon yüklenmiştir.

Bilindiği üzere her tasavvuf yolunun kendine has meşrebi ve usulü vardır. Hepsi temel anlamda Muhammedi şeriat üzerine kuruludur fakat yolu yürüme metodu farklılıklar gösterebilir. Yol, aynı yoldur. Farklı olan yöntemdir. Bu farklılık kendisini yemek konusunda da göstermiştir. Bazı tasavvufi kollarda riyazet amaçlı olarak yemekten uzak durulmuş veya mutlaka az yenilmesi gerektiği öğütlenmiştir. Örneğin, “İmam Gazzali’ye göre açlık, İslam’ın haram ve helal hükümlerine uymak kadar önemlidir. Zira tokluk insanı güçlendirmediği gibi, ibadetten de alıkoyar.

Tasavvufta yemek, Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürüdür. Derviş yediği her yemekte hem Allah’ın cemalini müşahede ve tefekkür eder hem de cemaline ve rahmetine müştak olduğu için hamdeder. Burada da az önceki örnekten farklı bir örnek olması amacıyla Hasan eş-Şazeli’yi verebiliriz. Bir müridi kendisine gelip “Efendim ben soğuk su içmeyi çok seviyorum. Fakat nefsimi terbiye etmek gayesiyle ondan mahrum edip suyu ılık içmeyi tercih ediyorum. Ne dersiniz?” diye sorduğunda, Hasan eş-Şazeli “Evladım suyu ılık içersen sadece dilinle şükredersin. Suyu soğuk iç ki bütün vücudunla şükredesin” demiştir. Bu düşünce aynı zamanda Hasan eş-Şazeli’nin “Sen Allah ile ol da nasıl olursan ol” düşüncesinin bir tezahürüdür.

Dolayısıyla yemek bahsi dervişlerin, mutasavvıfların şiirlerine de konu olmuştur. Onlar şiirlerinde yemekten bahsederken yemeği bir sembol olarak kullanmış, aynı zamanda da yemeğin onlar için irfana götüren bir araç olduğunu göstermişlerdir. Yemek konulu şiirlere “sımâtiye” denmiştir. Örnek vermek gerekirse Mevlana’nın oğlu olan Sultan Veled şöyle bir dörtlük yazmıştır:

“Karnum açdur, karnum açdur, karnum aç;
Rahmet etgil Tanrı bana bir kapu aç.
Uçmak aşından dilerim bir çanak;
Nur hamirinden iki üç bozlamaç.”

Burada kastedilen açlık hem zahiri açlık hem de manevi açlıktır. Arzu edilen zahiri açlığın yanında manevi olarak da rızıklanmaktır. Nitekim Kuran’ı Kerim’de sofra olarak geçen aynı zamanda bir surenin de doğrudan adı olan maide kelimesi, manevi rızkı temsil etmektedir.

Derviş nefsini tanırken ve onu ıslah ederken uyacağı mutlak ölçü, edep çizgisidir. Derviş manevi yolculuğunu ancak edep ile aşabilir. Dolayısıyla batıni edebiyle zahiri edebini cem edebilmelidir. O nedenle tekkelerde yemek yemenin de ayrı bir adabı olmuştur.

Yemekten önce insanın elini ve ağzını yıkayıp temizlemesi, acıkmadan sofraya oturmaması, henüz iştahı varken yemekten çekilmesi, mideyi fesada uğratacak kadar çok yememesi, hadiste buyrulduğu üzere mideyi üçe ayırıp bir bölümünü yemeğe, diğer bölümünü suya ayırıp üçüncü bölümünü nefes almak üzere boş bırakması gerekmektedir. Yemeğe besmeleyle başlaması, hamd ve sena ile bitirmesi gerekir.

Tekkelerde sofra kurulurken kaşıkların dizilmesi dahi belli kurallar içinde gerçekleşmiştir. Örneğin, Bektaşi tekkelerinde kaşıklar iç kısmı yukarı bakacak şekilde dizilirken, Mevlevi tekkelerinde sapları sağa ve yüzleri aşağıya bakacak şekilde dizilmiştir. Kaşığın bu pozisyonuna “niyazda” veya “şükürde” denilmiştir.

Yine Bektaşi tekkelerinde sofra meydana gelmeden önce “terceman” denilen şu dua okunmuştur: “Evvel Allah diyelim, Kadim Allah diyelim, geldi Ali sofrası, destur ya Şah diyelim.” Eğer kurban lokması varsa o zaman da şöyle dua edilmiştir: “Allah Allah nimet-i Celîl, sofra-i Halîl, ma’nayı Merdan, düvazdeh-i İmam, vechen ruh-ı masum-i pâk kabul-i kurban keskin-i Zülfikar, ez dem-i pîrân, bercemâl-i Muhammed, kemâl-i Hüseyn, Ali bülend salavât eyvallah.

Derviş Lokması, Güldane Gündüzöz’ün zenginliğiyle göz dolduran, boşluk bırakılmamış derecede hassas hazırlanmış çalışması. Kendisine bizleri böylesine engin bir eserle buluşturduğu için müteşekkiriz. Gündüzöz eserinde tasavvufta yemek kültürünü tüm ayrıntılarıyla anlatırken, tekke mutfaklarının işlevini, işleyişini, kurallarını da aktarıyor. Pişen yemeklere örnekler veriyor, yemek tarifleri sunuyor. Yemeğin nasıl bir irfan kapısı olduğunu öğrenmek isteyen tüm taliplerin ziyadesiyle istifade edeceği bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

1 Aralık 2023 Cuma

Bir zamanların İstanbul'unda tasavvuf folkloru

"
Kâffe-i turûk-ı aliyye erbâb-ı meclûbundan olup ömrünün kırk yılını İstanbul mezarları ve tekâyâsını araştırmakla geçirip neşredemediği İstanbul Tekkeleri Tarihi’nin müellifi şâir, edib, natuk, hatîp, nükteperdâz, rind, derbeder, muharrir, münekkid, müverrih, aktör, üstâd Cemâleddin Server Revnakoğlu burada medfundur.
Ruhu şâd u handân ola."


Eski(mez) insanlar arasından bazıları, belirli zaman aralıklarında kendilerini sırlıyorlar adeta. Sanırsınız ki yeni eserler üretmek ve ihtiyaç duyulan bilgileri meydana çıkarmak için çalışma odalarına kapanmışlar, meraklıların esaslı ziyaretlerini bekliyorlar. Keza öyle derler. 'İlim işleri' bir yönüyle nasip meselesi, diğer yönüyle de talep meselesi. İkisi bir arada yürüdüğünde bu büyük insanlar da tebessümle göz kırpıyorlar. Gerçi Cemaleddin Server Revnakoğlu'ndan bahsederken tebessüm yerini biraz hiddete bırakıyor ya, neyse. Sanki hazretimiz ismine nazire yaparcasına tüm metinlerde pek bir celalli. Elbette öfkesi Hakk için, hakikat için. Zira ömrünü vakfettiği meselelerin içinin ne kadar boşaltıldığına yaşarken tanık olmuş, içi canmış, sonra da tutabilene aşk olsun.

1909-1968 yılları arasında yaşamış olan Revnakoğlu, Galatasaray Mekteb-i Sultani'sine girdiği yıllardan itibaren her taraftan meşhur kimselerle dostluk kurmuş. Evvela Halit Fahri Ozansoy, Hasan Âli Yücel, İsmail Habip Sevük'ün öğrencisi olmuş. Fakat okuldan ayrılmış ve kendi kendini yetiştirmek istemiş. Çocuk denecek yaşlarından itibaren 'şampiyonlar ligi' denilebilecek bir grubun içine düşmüş. İsmail Saib Sencer, İsmail Fenni Ertuğrul, Elmalılı Muhammed Hamdi, Ömer Nasuhi Bilmen, M. Şerefettin Yaltkaya, Ömer Ferit Kam, Hüseyin Kâzım Kadri, Ahmet Remzi Akyürek Dede, Tâhirülmevlevî, Hakkı Tarık Us, Rıfkı Melûl Meriç ve elbette tekke büyükleri. Gençlik yaşlarından itibaren tarikatlar, tasavvuf kültürü ve tekke geleneklerine büyük ilgi duymuş. 1940'lı yılların başında İstanbul haziresini gezmeye başlamış. Gezmek derken, enine boyuna tetkik etmek demek daha doğru olur. 1950'li yıllarda ise İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalışmaya başlamış. Arşivler, eski eserler, kitabeler hususunda eline geçen her şeyi değerlendirmiş. Devlethanesi de bir hurda-i tarikat müzesi gibiymiş. Vefatıyla haraç mezat satılmış, etrafa dağılmış. Halil Can'ın ve Abdülbaki Gölpınarlı'nın himmetleriyle tarikat usul ve erkanına, tekke adabına dair çalışmaları toplanıp Galata Mevlevîhânesi Müzesi'ne emanet edilmiş. 

Hazret sayısız dosya hazırlamasının yanı sıra kimisi Şeyh Cemâlullah adıyla yayınlanmış Yemen İllerinde Veysel Karanî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı ve Ma‘rifetnâmesi, Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü isimli kitaplara da imza atmış. Bu kitaplar şimdilerde çok zor bulunuyor, bulanlar da gözü gibi bakıyor. Bilhassa M. Doğan Bayın ve İsmail Dervişoğlu'nun birlikte hazırladıkları Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü, okumalara doyulmayacak bir kitaptır. Bu yazının başındaki ifade, Revnakoğlu'nun mezar taşında yazılsın istenmiş fakat taş ustası metni uzun bulduğundan yazamamış. Hazretin mezar taşı da zaten çok uzun yıllar kayıp idi. Hazin bir mesele de şu: Revnakoğlu, eski dostlarının sene-i devriyelerinde, kabirlerinin başında pek güzel konuşmalar yapmış. Lakin kendi vefatında kimsenin ağzını bıçak açmamış. Bir tek Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak Efendi, Kadirî usulü bir dua yapmış, hamd olsun. Bir başka hamda vesile de Mustafa Koç'un pek kıymetli gayretleriyle ortaya çıkan Revnakoğlu'nun İstanbul'u ciltleridir. Fatih Belediyesi Yayınları 2021 Mayıs'ı itibariyle neşretmiş, İstanbul ve bilhassa suriçi âşıkları bahtiyar olmuştu.

Kasım 2023 itibariyle ise Muharrem Varol ile M. Cemal Öztürk'ün gayretleriyle Sufi Kitap tarafından bir Revnakoğlu kitabı selamladı bizleri: Tekkede Pişmek. İstanbul'un pek çok tekkesine gitmiş ve yine pek çok haziresini gezmiş, nice şeyh efendinin sohbetinde bulunmuş, pek çok merasime tanıklık etmiş bir münevver olan Revnakoğlu'nun makaleleri bu kitapta bir araya gelmiş. Kitap, güncelliğini hiç kaybetmeyen bir konuyla açılıyor: Tekkeler neden kapandı? Çok güzel emellerle kurulan tarikatların ehliyetsiz ellerde giderek manasını kaybettiğini, asırlar boyunca unutulmaz hizmetler etmiş tekkelerin liyakatsiz kimselerin riyasetinde işlevsiz hale geldiğini, bilhassa tekke büyüklerinin şan, şöhret, dünyalık işler ve hatta para uğruna icazetler dağıtıp işleri iyice içinden çıkılamaz bir duruma getirdiğinden bahsediyor Revnakoğlu, elbette sivri dilini de iyice keskinleştirerek: "Son zamanlarda maddî, manevî, asrî, medenî ilimleri öğrenmek şöyle dursun; Kur'ân-ı Kerîm'i henüz yüzünden okumayı öğrenmemiş, yani bir hammal-müslüman kadar Müslümanlıktan haberi olmayan ve bu işin sadece figüranlığını yapan bir takım toy çocuklarına başına gecelik takkesi geçirir gibi tâc oturttular. Yanlış dedim; gecelik takkesi için bile başın ölçüsünü alırlar; bunlara rasgele giydirdiler. Ve bu hareketleri ile de şüphe yoktur ki tarîkat pîrini manevi ezaya giriftar eylediler."

İşin siyasi tarafı da ayrı bir mesele. Önce şeyh efendilerin sonra da dervişlerin, devletliler nezdinde itibar kazanmak için âdetlerinden, geleneklerinden, hatta usul ve erkanlarından taviz verir hale gelmeleri, Revnakoğlu için tekkelerinin kapanmasını hayra yormaya birer vesile. Sadece onu değil elbette, pek çok münevverimizi de. Kitaptan okuyalım: "Eslâf-ı Meşâyih (eski şeyh efendiler) zikir esnasında tekkeye gelen devrin padişahına bile ayağa kalkmazlardı. Çünkü zikir huzurdur; huzur bozulmaz; namaza durmak gibidir, tamamlanmadan çıkılmaz. Zikirden sonra karşılaştıkları zaman birbirleriyle görüşürlerdi, müsafaha ederlerdi. Yani, karşılıklı el öpüşürlerdi. Son zamanın şeyhlerinden bazıları, kendi çeyizlediği (giydirdiği) halifesini ayakta karşılamaya, hatta mangırı vardır diye onun emri altına girmiye başlamıştı. Yılların yıllanmış emeği ile elde edilen ve ancak devamlı, feyizli bir hizmet karşılığı verilen icazetnâmeler, son günlerde para ile satın alınabilir çarı meta'ı haline getirilmiş ve tekke şeyhlikleri sanki yüksek arttırma ile satışa çıkarılmıştı. Ne yazık ki, bunu da yapanlar, İstanbul gibi bir şehr-i şehîrin içinde Âsitane Şeyhi diye tanınmış muhterem kimselerdi. Koca bir Halvetî Âsitanesi'nin yıllarca postnişînliğinde bulunmuş (Pîr postunda oturmuş) bu efendiler -avucu para görsün diye- kurulmuş bir erkânı yıkmaktan ve pîrini bile bile gücendirmekten çekinmediler. Bunlar, güya bu yolun son temsilcileriydi. Hem de okuryazar kimselerdi. Yazıklar olsun!.."

Tekkelerle medreselerin arasındaki mühim farklılıkları izah ederken sanata başvuruyor Revnakoğlu. Hem üslubuyla döktürüyor hem de asırlar boyunca birer güzel sanatlar fakültesi gibi çalışmış dergâhlardan kimlerin yetiştiğini tane tane anlatıyor. Makalelerde çoğu zaman dikkat çeken, hatta bazen "Acaba hazret fazla mı abartıyor?" diye düşündüren sert ifadelerin sebebi de o güzel zamanların, o güzel usullerin giderek kaybolması. Şüphe yok ki irfan, talep edilen yere yağıyor. Bu sebeple de enseyi karartmamak lazım. İstanbul gibi bir şehirde her ne olursa olsun, her şeyle beraber irfan ocakları tütecektir. Tütmüyorsa da kıyametin kopacağındandır şüphesiz. Elbette kemal sahibi, liyakat sahibi insanların yol göstericiliği önemli, hem de çok önemli. Ancak Cemaleddin Server Revnakoğlu neredeyse her makalesinde epey kalabalık bir kadroyu tabiri caizse yerin dibine batırıyor. Hakkını verip övdükleri de var elbette ama yoğun hiddeti, kitabı hazırlayanların da dikkatini çekmiş. Dipnotta okuyucu da uyarılıyor, 'takip mesafesi'nin önemi vurgulanıyor böylece. Bu faslı kapatırken hazretin şu güzel ifadeleriyle meseleyi tatlıya bağlayayım: "Esas gaye, Cenâb-ı Hakk'ı korkutma yolu ile değil, sevdirerek tanıtmaktı. Korkutmak, ürkütmek hayvan terbiyesiydi ve avâma mahsustu, mahlûkatın eşref ve ekmeli olan insana, hele olgunlaşmış kâmil insana sevgi yakışırdı. Cemâlullâh iştiyâkı gönül sevgisi ile olurdu."

Tekkelerde Türk müziğinin nasıl kusursuz biçimde yer bulduğu, kandil gecelerinde ne gibi merasimlerin yapıldığı, Ramazan'ı karşılama hazırlıkları, tarikatlarda cenaze törenlerinin a'dan z'ye nasıl gerçekleştiği, tekke mutfaklarında (matbah-ı şerif) hem lokmanın hem de dervişin nasıl bir arada piştiği, tarikatların meşhur helvaları, çorbaları ve tarikat mensuplarında zarafeti, nüktedanlığı, hazırcevaplığı aşikar eden menkıbeler, fıkralar, hatıralar... Velhasıl, bozuntuya doğru gittiği zamanlarda bile kainata hizmet eden tekkelerde bir zamanlar nasıl insan yetiştirilirdi, nelere dikkat edilirdi, nelerden asla taviz verilmezdi gibi soruların eksiksiz bütün cevapları, Revnakoğlu'nun makalelerinde...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Kasım 2023 Perşembe

Kurtuluşun ve kuruluşun metni: Mevlid

"Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ana"

Mevlid-i Şerif’in en aşina olunan Tevhid Bahri’ne bu ifadeler ile başlıyor Süleyman Çelebi hazretleri. Kendi dili ve üslubu ile Türkçe bir Bismillah diyor bu dörtlükte Yüzyıllarca okunacak neredeyse kutsal sayılacak bir metne niyetlendiğini ve işinin ne kadar zor olduğunu biliyor gibi bir Bismillah demiş Süleyman Dedemiz burada. Bu Türkçe Bismillah deme tarzı yüzlerce yıl sonra gelen Türk şair ve ozanlarına da ilham olmuş olmalı ki Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dede Korkut adlı şiirine ‘Allah Allah demeyince/ Güzel işler onabilmez’ diyerek başlarken bir başka şiirinde de ‘Şol gökleri kaldıranın/ Donatarak dolduranın/ Ol deyince olduranın / Doksan dokuz ismi ile’ diyerek Besmelesini çekmiştir. Süleyman Çelebi’den Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na tabiri caizse sıçradık fakat bu sıçrayışın elbette bir manası var. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Loras’tan çıkan kitaplarına verdiği isim ile söylersek ‘Zemin Metin’lerden biridir ve Türk dili ve kimliğine hassasiyet gösteren tüm yazar ve şairler neyi nasıl söyleyecekleri ile ilgili ilhamı bunlardan almışlardır yıllar boyunca. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu Süleyman Çelebi’ye, Süleyman Çobanoğlu’nu Yunus Emre’ye bağlayan ve yüzyılları aşan bağ zemin metinlerin gücünde aranmalıdır.

Samet Altıntaş’ın Lejand Kitap’tan çıkan "Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım: Bir Kurucu Metin Olarak Mevlid’in Hikayesi" ismini taşıyan kitabı yeni okudum. Kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak daha kitabı almadan aklımda idi fakat kitabı okudukça bunun pek mümkün olmayacağına kanaat getirmiştim. Yine de Süleyman Çelebi’nin Bismillah’ı ile başlarsam işlerim kolaylaşır belki diyerek oturduğum bilgisayar başında şimdi ikinci paragrafı yazmakta olduğumu görüyorum. Bismillah önemli. Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Zemin Metin olarak adlandırdıkları Mevlid-i Şerif’e ‘Bir Kurucu Metin’ diyor Samet Altıntaş. Kurucu Metin ifadesini de Mevlidi- Şerif’in Bursa’da yazılmış olması ile ilişkilendiriyor. Osmanlı Devleti’nin temellerinin Bursa’da atılması, şehrin devlete başkentlik yapması şehrin kurucu vasıflarını ortaya koyarken, devletin en netameli en kritik zamanlarında Bursa’da yazılan yazılan Mevlid-i Şerif de kurucu metin olmayı hak ediyor.

Konu dallanıp budaklanmadan Mevlid-i Şerif ile ilgili şahsi hikayemi de paylaşayım. Sanırım üniversite yıllarına kadar Mevlid-i Şerif diye bir eserden haberdar değildim. Hemen her mübarek gecede imamdan dinlediğim bu eserin okunan Kuran-ı Kerim’den ya da dualardan bir farkı yoktu benim için. Kısacası kutsal bir metindi Mevlid-i Şerif. Hem zaman içinde hem de Samet Altıntaş’ın kitabını okuduğumda öğrendim ki bu yanılgımda yalnız değilmişim. Halk Müslümanlığının bir parçası imişim ben de. Nihayet üniversitede tasavvuf edebiyatı dersinde, camide okunan duanın/ilahinin 1409 senesinde Bursa Ulu Cami imamı hatibi tarafından yazılan Vesiletü-n Necat yani Mevlid-i Şerif olduğunu öğrendim. Sonrasında bu kutsal görünümlü kutsal olmayan metne daha bir hassasiyet ile yaklaştım. Elimden geldiğince okumaya, öğrenmeye çalıştım. Yüzyıllar öncesinde yazılmış olmasına rağmen anlaşılır bir Türkçe ile Peygamber Efendimiz’in doğumunu, vasıflarını, vefatını, miraç mucizesini hikayeleştiren bir eser vardı karşımda. Bundan sonra mübarek gecelerde özellikle camiye gitmeye Mevlidi-i Şerif’i daha bir dikkatle dinlemeye gayret ettim. İmam efendi ile beraber mırıldanacak kadar öğrenmiştim de. Hatta ‘şu imam daha iyi okuyor, bunun sesi o kadar iyi değil’ diyerek cami ve imam seçmeye bile başladım. Sonrasında daha ciddi okumalar ve kitaplar takip etti bu süreci.

Samet Altıntaş’ın kitabını eylül ayının başında edindim. Niyetim 26 Eylül’e denk gelen Mevlid kandiline kadar bitirmekti ama olmadı. Okurlar bilecektir ki bazı kitapların ancak kitabın ve başka diğer şartların tayin ettiği vakitleri vardır ve okur buna pek müdahale edemez. Kitabı okumak okulların ara tatile girdiği kasım ayında tatil sebebi ile bulunduğumuz Kırşehir’de nasip oldu. Yazar kitapta Necla Pekolcay’ı kaynak göstererek Süleyman Çelebi’nin kaynakları arasında Âşık Paşa’nın Garibnâme’si olduğunu söylüyor. Bu cümleleri okur okumaz kitabı elime alıp eve yaklaşık 2-3 km uzaklıkta bulunan Aşık Paşa’nın türbesine vardım ve kitabın bir kısmını da türbenin bahçesinde okumuş oldum ve elbette Fatiha’yı da. Aşık Paşa’nın türbesini ziyaret edip bir Fatiha okuyacağım varmış da Samet Altıntaş’ın kitabı vesile olacakmış işte. Kitapta Âşık Paşa ile ilgili bilgi verilen bölüm ‘Garibnâme’den Mevlid’e Mevlid’den İstiklâl Marşı’na’ başlığını taşıyor ve üç metin arasında bir ilişki kuruyor yazar. Bu ilişkiyi ise Türk düşünce dünyasının/edebiyatının en kıymetli isimlerinden alıntılar yaparak kuruyor. Garibnâme ile Mevlid’in ilişkisini az önce paylaşmış olduk. Şimdi ise İstiklâl Marşı’na gelelim. "Mevlid’i kaleme küçük Asya’daki Türk varlığının teşekkül devrinde Süleyman Çelebi almış. Türk ordusunun talebi üzerine düzenlenen yarışmanın birinciliğine altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı layık görülmüş. Ne yaptı da Süleyman Çelebi’nin Fetret Devri’nde yazdığı Mevlid, Türk milletine dokunabildi. Bu suali altnda Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı ile alakalandırmak ne kadar isabetli olabilir?" (s.55)

Fetret Devri demişken Mevlid-i Şerif’i ortaya çıkaran şartların Fetret Devri içerisinde şekillendiğini de söylemek gerekiyor. Yazar 180 sayfalık kitabın yaklaşık otuz sayfasını bu bahse ayırmış. Bilindiği üzere Ankara Savaşı sonrası Bayezid, Timurlu hanedanının kurucusu Emir Timur’a esir olmuştur. 1402-1413 yılları arasında sultanın oğulları arasında verilen saltanat mücadelesine ‘Fetret Devri’ denilmektedir. Bu süreçte Anadolu’da kurulmuş olan devlet idaresi yerle bir olmuş, toprak bütünlüğü bozulmuş, şehzadeler arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır. Fetret imparatorluğun belleğinde nörolojik bir zaman dilimine işaret eder, diyen yazar bu devir ile ilgili derli toplu bir değerlendirme yaparak Mevlid’in ortaya çıktığı siyasi ve içtimai şartları da ortaya koyuyor. Malum eser de 1409 senesinde Fetret’in sonunda meydana geliyor zaten. Süleyman Çelebi gibi Yunus Emre hazretlerinin de eserlerini Fetret Devri sürecinde meydana getirmesi tesadüf değildir, diyebiliriz. Şöyle ki Anadolu’da yeni kurulan devlet otoritesi bu devirde sarsılmış, halkın devlete olan güveni yıkılmış siyasi krizler devamında içtimai krizlerde de sebep olmuştur. Önce Allah sonra devlet, diyen halkın dayandığı iki önemli direkten biri yıkılmıştır. İşte bu dönemde Süleyman Çelebi ve Yunus Emre'ler halkın kafasındaki karışıklığı gidermek, halka varlık sebeplerini hatırlatmak üzere eserler meydana getirmiştir, dersek yanlış yapmış olmayız. Tam da burada sözü Silvan Alpoğuz’a bırakmakta fayda görüyorum. Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı öykü kitabında zemin metinlere çok kıymetli bir gönderme yapıyor yazar. "Birinin çıkıp bir hikaye anlatarak dünyayı nasıl okumamız gerektiğini kulağımıza fısıldaması gerekir. … ‘Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi’ dedi, ‘eserlerini vermemiş olsa bugün burada olamayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikayeyi anlatmak zorunda." (s.10). Silvan Alpoğuz’dan ifade ettiği bağlamda Süleyman Çelebi Fetret devrinde yol haritasını kaybetmiş Anadolu insanına dünyayı nasıl okuması gerektiğini fısıldıyor Vesiletü-n Necat ile. Bugünün modern dünyasında her an bir fetret krizi ve varoluşsal sancılar her yerimizi sarmış durumda. İşte bu sebeple Mevlid-i Şerif’i önemsiyoruz.

Yazar kitabında Mevlid-i Şerif’i birçok farklı boyutu ile ele almış. Bir edebi eseri olan Mevlid’in Türk dil ve edebiyatında bir çığır açtığını hemen her yazarın Süleyman Çelebi’den etkilenerek benzer metinler yazdığını da somut örnekler ile kitabında anlatmış. Süleyman Çelebi’nin muazzam eseri sadece Türk dilini değiş Türklere ait dün kültürünü de ciddi anlamda etkilemiş öyle ki Mevlidhanlık diye bir sanat alanı da ortaya çıkmış süreç içerisinde. Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in doğumunun kutlanmasını tarihi arka planı da yazarın temas ettiği konular içerisinde. Yazar bugünkü Mevlid kutlamalarının başlangıcı olarak 1144-1232 yılları arasını tarihliyor. Bu devirde Erbil’de Begteginliler Devleti hüküm sürmektedir. Ve hükümdar Muzaferüddin Kökböri zamanında Erbil kalesinde neredeyse gün boyu süren kutlamalar yapıldığı tarihi vesikalara yansımıştır. Tüm bunlarla birlikte her mübarek gecede ekranlarda ve sosyal medyada sıkça ve kanaatimce lüzumsuzca tartışılan ‘Mevlid okutmak bidat mı?' sorusu da yazarın dikkat çektiği hususlardan sadece biri. Süleyman Çelebi’yi Mevlid-i Şerif’i yazmaya sevk eden hususi hadisede da kitapta dikkatimi çeken yerlerden biri oldu.

Kitapta dikkatimi çeken ve paylaşmayı istediğim birçok husus var fakat yazarın kitabın sonlarına doğru Mahmud Erol Kılıç’tan alıntılayarak açtığı bahis hem bir soru hem de üzerinde durulması gereken bir teklif olarak dikkat çekiyor: Mevlid Kandili Tatil Olmalı Mıdır? Bir Türk hükümdarı olan Muzaferüddin Kökböri zamanında yapılan Mevlid merasimleri ile Osmanlı’da Rebiulevvel’in on ikinci günü okunan Mevlid-i Şerif dolayısıyla gerçekleşen ve Mevlid Alayı tarihi vesikalara yansımış iken bu sorunun cevabını vermek pek zor olmasa gerek, diye düşünüyorum ben.

Samet Altıntaş’ın 190 sayfalık kitabı nicelik olarak hafif görünse de nitelik anlamında çok ağır bir eser. Öyle ki hemen her sayfada zaman zaman sayfanın yarısını dolduran dipnotlar mevcut. Her bir dipnot ayrı bir zenginlik ve yeni okumalara kapı aralıyor. Bununla birlikte 20 sayfa civarındaki kaynakça ve indeks bölümleri de yazarın kitabı ortaya çıkarmak için faydalandığı arka planın ne kadar geniş olduğu hakkında bilgi veriyor okuyucuya. Kitap Mevlid’i anlatırken birbirinden ayrı tutulamayacak disiplinler olan dil, tarih, kültür, musiki, mimariden de faydalanıyor. Tüm bu yoğun bilgi akışı akademik bir usul ile sunulsa da yazarın yer yer sohbet yer yer deneme üslubunu tercih etmesi kitabı bir akademik okuma sıkıcılığından kurtararak konuya ilgi duyan herkesin okumasına imkan veriyor. Aynı zamanda kitap yazarın diğer dört kitabını da okuma merakı uyandıracak bağlantılara sahip. Kitabı okuyunca Nazım Hikmet, Şevket Rado, Ziya Paşa, Cemal Süreya, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tevfik Fikret gibi dönemleri ve düşünceleri farklı birçok edebiyatçının Mevlid’den etkilenmiş olduklarını da öğreneceksiniz.

Süleyman Çelebi ile başladık Süleyman Çelebi ile bitirelim o halde.

“Ey azizler üşde başlaruz söze
Bir vasiyyet kılaruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk gibi kokusı canlarda tüte
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana
Kim beni ol bir dua ile ana
Her ki diler bu duada bulma
Fatiha ihsan ide ben kuluna”


Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h

28 Kasım 2023 Salı

Entelektüeller aşağı indiğinde aptallar yukarı çıkar

"Yakamıza yapışıp bizi felceden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliğiyle denk düşemememizdir." demişti Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç'te. Okundukça kendini açan bir cümle bu, tıpkı kitabın kendisi gibi. Dünyanın gerçeği aynı zamanda dünyanın acısıdır. Bu acıyla aramızdaki mesafenin mimarı biziz. Önce düş kurmaktan, sonra düşünmekten uzaklaşmak pahalıya patladı nihayet. Eskiden toplumsal bir sarsıntı olduğunda "Yok mu haysiyetli bir kanaat önderi?" diye sorulurdu. Her ne kadar soru havada buharlaşsa da bu isyanın kendisi güzeldi. Dünün arananları, bugünün de arananları.

Lafın lafı açtığı masalarda "Şu yapı işlerini mimarlara bıraktık, sonra böyle oldu!" diyoruz. Birkaç kitabın ve filmin peşinden kendimizde psikologları, sosyologları yerden yere vurma hakkı buluyoruz. Üstüne birkaç da ülke gezip gördüysek, bizden entelektüeli yok artık. Yoksa elit mi demeliydim? Tam olarak emin değilim. Ama size güzel, çok güzel bir kitaptan söz edeceğim. Tam olarak bizim hikâyemiz. Görgüyü kaybetmiş, iyiyi kötüyü ayırt edecek akl-ı selim kimselere hasretle yıllar geçiren, "Yok mu bir bilge de gölgesinde soluklanalım!" diye şiirler döken, gazeller okuyan, tam geçmişi yad edecek gibi olduğunda başkasının "Yeter nostaljiniz, arabeskiniz!" ithamlarına maruz kalan memleketlerin hikayesi. Bütün gelişmekte olanların, gelişemeyenlerin, gelişmekte güçlük çekenlerin, belki de hiçbir zaman tam olarak gelişemeyeceklerin.

Malezyalı sosyolog ve siyasetçi Seyid Hüseyin Alatas, kendisinin ve ülkesinin hikayesini bir edip, bütün Asya toplumlarının bir haritasını çıkarıyor Entelektüeller ve Aptallar kitabında. Memleketimizin mühim kitap avcılarından ve emekçilerinden Kadir Yılmaz'ın özenli çevirisiyle Babil Kitap tarafından neşredilen çalışma çok kolay okunurken epey de can sıkıyor. Çünkü bahsedilen özenli zihinlere dair arayış ve ihtiyaç, hiçbir çağda bitmiyor.  Alatas; kişisel bir hesaplaşmadan modernleşme krizine, bir entelektüelin nasıl olması gerektiğinden doğu toplumlarının geri kalmışlığına, neden entelektüellere ihtiyaç duyulduğundan gelişmekte olan toplumlarda aptalların konumuna dair bugün rahatlıkla örneklerini görebileceğimiz gerçekleri dile getiriyor.

Felsefeci, çevirmen, yazar ve akademisyen Maxime Rovere, "Aptallığın yelpazesi o kadar geniş ki bütün aptalları aynı anda incelemek mümkün görünmüyor. Kendi bildiklerinin doğrulu­ğundan emin olarak kuşku duymayı toptan reddeden aptallar var; bazıları da her şeyi reddedip hakikate bile kuşkuyla yaklaşıyor; bir de bu iki grubu da iplemeyen, hatta önlenebilecek felaketler de dahil hiçbir şeyi iplemeyenler var. Bütün bu aptallar hakkında aynı anda konuşmak mümkün mü?" diye sormuştu "Aptallarla Ne Yapmalı?" adlı kitabında. Burası doğru, pek çok aptal çeşidinden bahsedilebilir. Her toplumda da zaten belli bir çeşidi ön plana çıkıyor. Alatas'a göre bir aptalın temel özellikleri şöyle: 1. Sorunları fark edemez. 2. Kendisine söylendiğinde onları çözemez. 3. Gerekenleri öğrenemez. 4. Öğrenme sanatını da öğrenemez. 5. Genellikle aptal olduğunu kabul etmez.

Demek ki aptallıkla öğrenme(me) arasında önemli bir ilişki var. Her şeyi bilmemek bir aptallık belirtisi yok. Deneyimden ve yaşam tecrübesinden yoksun olmak da aptallıkla ilgili değil. Bir hastasının hayatını kurtaramayan doktora aptal diyemeyiz. İflas etmenin ya da çabalanan şeye ulaşamamanın da aptallıkla alakası yok. Aptalın ontolojik özünde başarı-başarısızlık, bilgi-cehalet yok diyor Alatas. Onların ne zaman ortaya çıktıklarına iyi bakarsak, aptallığı da iyi anlayabiliriz: "Aptallar, genellikle kriz zamanlarında ortaya çıkarlar. Burada söz konusu edilenler sıradan ahnaklar değil, aldıkları eğitim ve öğretim sayesinde ahmaklar türüne mensup oldukları bir şekilde kamufle edilen, parlamento üyeleri, bakanlar kurulu üyeleri, avukatlar, doktorlar, tarihçiler, ekonomistler, sosyologlar ve diğerleridir. İşte bu aptallar, kendilerini açığa çıkaracak bir krize ihtiyaç duyarlar."

Şu kriz meselesine biraz daha mikroskop tutalım. Nasıl bir kriz, nasıl bir dönem lazımdır aptallar için? Alatas şöyle özetliyor: "Aptallar, liyakat ve çalışkanlığın başarı kriteri olduğu bir durumla başa çıkamazlar ve bu nedenle yolsuzluk, aptalların iktidara yükselişinin ayırt edici özelliği olarak öne çıkar; devlet ihalelerini gülünç hale getirir ve makam veya terfi elde etmek için yapılmadık bürokratik entrika bırakmazlar. Aptalların egemen olduğu yerlerde onların değerleri toplumun değerleri, onların bilinci de toplumun bilinci haline gelir."

Bu durumda aptalların entelektüellerin yanında daima huzursuz hissedeceklerini söylemeye gerek bile yok. Entelektüelleri anlamadıkları gibi onların meşguliyetlerini de birer hobi olarak görürler. Burada yazar, kararlı bir entelektüel girişimin onları etkileyebileceğinden bahsediyor. Bu etkilemeyle birlikte şüphesiz entelektüeller de daha iyi bir gelişme imkanı yakalayabilirler. Günümüzde entelektüeller bir topluluk oluşturamadıkları gibi toplumu geliştirme ve güçlendirme konusunda da zorluk yaşıyorlar. Gerekli koşullar oluşmadan entelektüel faaliyetlerden ve cemiyetlerden bahsetmek de pek mümkün değil zaten. Aslında her şey bir talep meselesi. İmkan ondan sonra gelecektir. Entelektüel bir güç talep ediliyor mu? Entelektüellerden alan açmaları, fikir vermeleri, yol haritası çizmeleri isteniyor mu? Yoksa onlar birer ayak bağı olarak mı görülüyorlar? Her toplum ama özellikle de doğu toplumları bu sorularla meşgul olmalı ve mümkün olduğunca objektif cevaplar vermeli Alatas'a göre. O, kitabını bitirirken Peter Lavrov'un bir makalesinden alıntı yapıyor. Ben de yazıyı bitirirken o makaleden bir bölümü aktarmak istiyorum:

"İlerlemenin tohumu aslında bir fikirdir, ama insanlığın içinde mistik olarak var olan bir fikir değil; ilerleme, bir bireyin beyninde tasarlanır ve geliştirilir, oradan diğer bireylerin beyinlerine geçer, bu bireylerin entelektüel ve ahlaki itibarlarının artmasıyla niteliksel olarak ve sayılarının artmasıyla da niceliksel olarak büyür ve bu bireyler düşünce birliklerini fark ettiklerinde ve ortak eyleme karar verdiklerinde toplumsal bir güç haline gelir; onunla aşılanmış bireyler onu toplumsal kurumlara soktuklarında da zafere ulaşır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf