Tasavvuf, kişinin Hak yoluna talip olmasıdır. Hal böyle olunca tasavvuf dünyasında, yaşamın her anı bir mana kazandırılarak sistemleştirilmiştir. Tasavvuf yolcusu yani derviş, attığı her adımı onu Allah’a götürmesi maksadıyla atar. Zamanla bu çaba belli bir matematik içinde dizayn edilmiş, her tasavvuf yolu kendine özel bir usul belirlemiştir.
Usulden elbette yemekler de payını almıştır. Yediği her lokmanın helal olmasına dikkat eden derviş, helal lokmayı yerken de onu Allah’a götürecek bir aracı kılmak istemiştir. “Tasavvuf düşüncesinde yemek kültürüne ‘Sofra, eğitim kürsüsü, muhabbet sofrası ve irfan pazarıdır’ denilerek insanın eğitilmesi ve sosyalleşmesi boyutunda önemli bir misyon yüklenmiştir.”
Bilindiği üzere her tasavvuf yolunun kendine has meşrebi ve usulü vardır. Hepsi temel anlamda Muhammedi şeriat üzerine kuruludur fakat yolu yürüme metodu farklılıklar gösterebilir. Yol, aynı yoldur. Farklı olan yöntemdir. Bu farklılık kendisini yemek konusunda da göstermiştir. Bazı tasavvufi kollarda riyazet amaçlı olarak yemekten uzak durulmuş veya mutlaka az yenilmesi gerektiği öğütlenmiştir. Örneğin, “İmam Gazzali’ye göre açlık, İslam’ın haram ve helal hükümlerine uymak kadar önemlidir. Zira tokluk insanı güçlendirmediği gibi, ibadetten de alıkoyar.”
Tasavvufta yemek, Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürüdür. Derviş yediği her yemekte hem Allah’ın cemalini müşahede ve tefekkür eder hem de cemaline ve rahmetine müştak olduğu için hamdeder. Burada da az önceki örnekten farklı bir örnek olması amacıyla Hasan eş-Şazeli’yi verebiliriz. Bir müridi kendisine gelip “Efendim ben soğuk su içmeyi çok seviyorum. Fakat nefsimi terbiye etmek gayesiyle ondan mahrum edip suyu ılık içmeyi tercih ediyorum. Ne dersiniz?” diye sorduğunda, Hasan eş-Şazeli “Evladım suyu ılık içersen sadece dilinle şükredersin. Suyu soğuk iç ki bütün vücudunla şükredesin” demiştir. Bu düşünce aynı zamanda Hasan eş-Şazeli’nin “Sen Allah ile ol da nasıl olursan ol” düşüncesinin bir tezahürüdür.
Dolayısıyla yemek bahsi dervişlerin, mutasavvıfların şiirlerine de konu olmuştur. Onlar şiirlerinde yemekten bahsederken yemeği bir sembol olarak kullanmış, aynı zamanda da yemeğin onlar için irfana götüren bir araç olduğunu göstermişlerdir. Yemek konulu şiirlere “sımâtiye” denmiştir. Örnek vermek gerekirse Mevlana’nın oğlu olan Sultan Veled şöyle bir dörtlük yazmıştır:
“Karnum açdur, karnum açdur, karnum aç;
Rahmet etgil Tanrı bana bir kapu aç.
Uçmak aşından dilerim bir çanak;
Nur hamirinden iki üç bozlamaç.”
Burada kastedilen açlık hem zahiri açlık hem de manevi açlıktır. Arzu edilen zahiri açlığın yanında manevi olarak da rızıklanmaktır. Nitekim Kuran’ı Kerim’de sofra olarak geçen aynı zamanda bir surenin de doğrudan adı olan maide kelimesi, manevi rızkı temsil etmektedir.
Derviş nefsini tanırken ve onu ıslah ederken uyacağı mutlak ölçü, edep çizgisidir. Derviş manevi yolculuğunu ancak edep ile aşabilir. Dolayısıyla batıni edebiyle zahiri edebini cem edebilmelidir. O nedenle tekkelerde yemek yemenin de ayrı bir adabı olmuştur.
“Yemekten önce insanın elini ve ağzını yıkayıp temizlemesi, acıkmadan sofraya oturmaması, henüz iştahı varken yemekten çekilmesi, mideyi fesada uğratacak kadar çok yememesi, hadiste buyrulduğu üzere mideyi üçe ayırıp bir bölümünü yemeğe, diğer bölümünü suya ayırıp üçüncü bölümünü nefes almak üzere boş bırakması gerekmektedir. Yemeğe besmeleyle başlaması, hamd ve sena ile bitirmesi gerekir.”
Tekkelerde sofra kurulurken kaşıkların dizilmesi dahi belli kurallar içinde gerçekleşmiştir. Örneğin, Bektaşi tekkelerinde kaşıklar iç kısmı yukarı bakacak şekilde dizilirken, Mevlevi tekkelerinde sapları sağa ve yüzleri aşağıya bakacak şekilde dizilmiştir. Kaşığın bu pozisyonuna “niyazda” veya “şükürde” denilmiştir.
Yine Bektaşi tekkelerinde sofra meydana gelmeden önce “terceman” denilen şu dua okunmuştur: “Evvel Allah diyelim, Kadim Allah diyelim, geldi Ali sofrası, destur ya Şah diyelim.” Eğer kurban lokması varsa o zaman da şöyle dua edilmiştir: “Allah Allah nimet-i Celîl, sofra-i Halîl, ma’nayı Merdan, düvazdeh-i İmam, vechen ruh-ı masum-i pâk kabul-i kurban keskin-i Zülfikar, ez dem-i pîrân, bercemâl-i Muhammed, kemâl-i Hüseyn, Ali bülend salavât eyvallah.”
Derviş Lokması, Güldane Gündüzöz’ün zenginliğiyle göz dolduran, boşluk bırakılmamış derecede hassas hazırlanmış çalışması. Kendisine bizleri böylesine engin bir eserle buluşturduğu için müteşekkiriz. Gündüzöz eserinde tasavvufta yemek kültürünü tüm ayrıntılarıyla anlatırken, tekke mutfaklarının işlevini, işleyişini, kurallarını da aktarıyor. Pişen yemeklere örnekler veriyor, yemek tarifleri sunuyor. Yemeğin nasıl bir irfan kapısı olduğunu öğrenmek isteyen tüm taliplerin ziyadesiyle istifade edeceği bir eser.
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder