Kâffe-i turûk-ı aliyye erbâb-ı meclûbundan olup ömrünün kırk yılını İstanbul mezarları ve tekâyâsını araştırmakla geçirip neşredemediği İstanbul Tekkeleri Tarihi’nin müellifi şâir, edib, natuk, hatîp, nükteperdâz, rind, derbeder, muharrir, münekkid, müverrih, aktör, üstâd Cemâleddin Server Revnakoğlu burada medfundur.
Ruhu şâd u handân ola."
Eski(mez) insanlar arasından bazıları, belirli zaman aralıklarında kendilerini sırlıyorlar adeta. Sanırsınız ki yeni eserler üretmek ve ihtiyaç duyulan bilgileri meydana çıkarmak için çalışma odalarına kapanmışlar, meraklıların esaslı ziyaretlerini bekliyorlar. Keza öyle derler. 'İlim işleri' bir yönüyle nasip meselesi, diğer yönüyle de talep meselesi. İkisi bir arada yürüdüğünde bu büyük insanlar da tebessümle göz kırpıyorlar. Gerçi Cemaleddin Server Revnakoğlu'ndan bahsederken tebessüm yerini biraz hiddete bırakıyor ya, neyse. Sanki hazretimiz ismine nazire yaparcasına tüm metinlerde pek bir celalli. Elbette öfkesi Hakk için, hakikat için. Zira ömrünü vakfettiği meselelerin içinin ne kadar boşaltıldığına yaşarken tanık olmuş, içi canmış, sonra da tutabilene aşk olsun.
1909-1968 yılları arasında yaşamış olan Revnakoğlu, Galatasaray Mekteb-i Sultani'sine girdiği yıllardan itibaren her taraftan meşhur kimselerle dostluk kurmuş. Evvela Halit Fahri Ozansoy, Hasan Âli Yücel, İsmail Habip Sevük'ün öğrencisi olmuş. Fakat okuldan ayrılmış ve kendi kendini yetiştirmek istemiş. Çocuk denecek yaşlarından itibaren 'şampiyonlar ligi' denilebilecek bir grubun içine düşmüş. İsmail Saib Sencer, İsmail Fenni Ertuğrul, Elmalılı Muhammed Hamdi, Ömer Nasuhi Bilmen, M. Şerefettin Yaltkaya, Ömer Ferit Kam, Hüseyin Kâzım Kadri, Ahmet Remzi Akyürek Dede, Tâhirülmevlevî, Hakkı Tarık Us, Rıfkı Melûl Meriç ve elbette tekke büyükleri. Gençlik yaşlarından itibaren tarikatlar, tasavvuf kültürü ve tekke geleneklerine büyük ilgi duymuş. 1940'lı yılların başında İstanbul haziresini gezmeye başlamış. Gezmek derken, enine boyuna tetkik etmek demek daha doğru olur. 1950'li yıllarda ise İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalışmaya başlamış. Arşivler, eski eserler, kitabeler hususunda eline geçen her şeyi değerlendirmiş. Devlethanesi de bir hurda-i tarikat müzesi gibiymiş. Vefatıyla haraç mezat satılmış, etrafa dağılmış. Halil Can'ın ve Abdülbaki Gölpınarlı'nın himmetleriyle tarikat usul ve erkanına, tekke adabına dair çalışmaları toplanıp Galata Mevlevîhânesi Müzesi'ne emanet edilmiş.
Hazret sayısız dosya hazırlamasının yanı sıra kimisi Şeyh Cemâlullah adıyla yayınlanmış Yemen İllerinde Veysel Karanî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı ve Ma‘rifetnâmesi, Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü isimli kitaplara da imza atmış. Bu kitaplar şimdilerde çok zor bulunuyor, bulanlar da gözü gibi bakıyor. Bilhassa M. Doğan Bayın ve İsmail Dervişoğlu'nun birlikte hazırladıkları Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü, okumalara doyulmayacak bir kitaptır. Bu yazının başındaki ifade, Revnakoğlu'nun mezar taşında yazılsın istenmiş fakat taş ustası metni uzun bulduğundan yazamamış. Hazretin mezar taşı da zaten çok uzun yıllar kayıp idi. Hazin bir mesele de şu: Revnakoğlu, eski dostlarının sene-i devriyelerinde, kabirlerinin başında pek güzel konuşmalar yapmış. Lakin kendi vefatında kimsenin ağzını bıçak açmamış. Bir tek Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak Efendi, Kadirî usulü bir dua yapmış, hamd olsun. Bir başka hamda vesile de Mustafa Koç'un pek kıymetli gayretleriyle ortaya çıkan Revnakoğlu'nun İstanbul'u ciltleridir. Fatih Belediyesi Yayınları 2021 Mayıs'ı itibariyle neşretmiş, İstanbul ve bilhassa suriçi âşıkları bahtiyar olmuştu.
Kasım 2023 itibariyle ise Muharrem Varol ile M. Cemal Öztürk'ün gayretleriyle Sufi Kitap tarafından bir Revnakoğlu kitabı selamladı bizleri: Tekkede Pişmek. İstanbul'un pek çok tekkesine gitmiş ve yine pek çok haziresini gezmiş, nice şeyh efendinin sohbetinde bulunmuş, pek çok merasime tanıklık etmiş bir münevver olan Revnakoğlu'nun makaleleri bu kitapta bir araya gelmiş. Kitap, güncelliğini hiç kaybetmeyen bir konuyla açılıyor: Tekkeler neden kapandı? Çok güzel emellerle kurulan tarikatların ehliyetsiz ellerde giderek manasını kaybettiğini, asırlar boyunca unutulmaz hizmetler etmiş tekkelerin liyakatsiz kimselerin riyasetinde işlevsiz hale geldiğini, bilhassa tekke büyüklerinin şan, şöhret, dünyalık işler ve hatta para uğruna icazetler dağıtıp işleri iyice içinden çıkılamaz bir duruma getirdiğinden bahsediyor Revnakoğlu, elbette sivri dilini de iyice keskinleştirerek: "Son zamanlarda maddî, manevî, asrî, medenî ilimleri öğrenmek şöyle dursun; Kur'ân-ı Kerîm'i henüz yüzünden okumayı öğrenmemiş, yani bir hammal-müslüman kadar Müslümanlıktan haberi olmayan ve bu işin sadece figüranlığını yapan bir takım toy çocuklarına başına gecelik takkesi geçirir gibi tâc oturttular. Yanlış dedim; gecelik takkesi için bile başın ölçüsünü alırlar; bunlara rasgele giydirdiler. Ve bu hareketleri ile de şüphe yoktur ki tarîkat pîrini manevi ezaya giriftar eylediler."
İşin siyasi tarafı da ayrı bir mesele. Önce şeyh efendilerin sonra da dervişlerin, devletliler nezdinde itibar kazanmak için âdetlerinden, geleneklerinden, hatta usul ve erkanlarından taviz verir hale gelmeleri, Revnakoğlu için tekkelerinin kapanmasını hayra yormaya birer vesile. Sadece onu değil elbette, pek çok münevverimizi de. Kitaptan okuyalım: "Eslâf-ı Meşâyih (eski şeyh efendiler) zikir esnasında tekkeye gelen devrin padişahına bile ayağa kalkmazlardı. Çünkü zikir huzurdur; huzur bozulmaz; namaza durmak gibidir, tamamlanmadan çıkılmaz. Zikirden sonra karşılaştıkları zaman birbirleriyle görüşürlerdi, müsafaha ederlerdi. Yani, karşılıklı el öpüşürlerdi. Son zamanın şeyhlerinden bazıları, kendi çeyizlediği (giydirdiği) halifesini ayakta karşılamaya, hatta mangırı vardır diye onun emri altına girmiye başlamıştı. Yılların yıllanmış emeği ile elde edilen ve ancak devamlı, feyizli bir hizmet karşılığı verilen icazetnâmeler, son günlerde para ile satın alınabilir çarı meta'ı haline getirilmiş ve tekke şeyhlikleri sanki yüksek arttırma ile satışa çıkarılmıştı. Ne yazık ki, bunu da yapanlar, İstanbul gibi bir şehr-i şehîrin içinde Âsitane Şeyhi diye tanınmış muhterem kimselerdi. Koca bir Halvetî Âsitanesi'nin yıllarca postnişînliğinde bulunmuş (Pîr postunda oturmuş) bu efendiler -avucu para görsün diye- kurulmuş bir erkânı yıkmaktan ve pîrini bile bile gücendirmekten çekinmediler. Bunlar, güya bu yolun son temsilcileriydi. Hem de okuryazar kimselerdi. Yazıklar olsun!.."
Tekkelerle medreselerin arasındaki mühim farklılıkları izah ederken sanata başvuruyor Revnakoğlu. Hem üslubuyla döktürüyor hem de asırlar boyunca birer güzel sanatlar fakültesi gibi çalışmış dergâhlardan kimlerin yetiştiğini tane tane anlatıyor. Makalelerde çoğu zaman dikkat çeken, hatta bazen "Acaba hazret fazla mı abartıyor?" diye düşündüren sert ifadelerin sebebi de o güzel zamanların, o güzel usullerin giderek kaybolması. Şüphe yok ki irfan, talep edilen yere yağıyor. Bu sebeple de enseyi karartmamak lazım. İstanbul gibi bir şehirde her ne olursa olsun, her şeyle beraber irfan ocakları tütecektir. Tütmüyorsa da kıyametin kopacağındandır şüphesiz. Elbette kemal sahibi, liyakat sahibi insanların yol göstericiliği önemli, hem de çok önemli. Ancak Cemaleddin Server Revnakoğlu neredeyse her makalesinde epey kalabalık bir kadroyu tabiri caizse yerin dibine batırıyor. Hakkını verip övdükleri de var elbette ama yoğun hiddeti, kitabı hazırlayanların da dikkatini çekmiş. Dipnotta okuyucu da uyarılıyor, 'takip mesafesi'nin önemi vurgulanıyor böylece. Bu faslı kapatırken hazretin şu güzel ifadeleriyle meseleyi tatlıya bağlayayım: "Esas gaye, Cenâb-ı Hakk'ı korkutma yolu ile değil, sevdirerek tanıtmaktı. Korkutmak, ürkütmek hayvan terbiyesiydi ve avâma mahsustu, mahlûkatın eşref ve ekmeli olan insana, hele olgunlaşmış kâmil insana sevgi yakışırdı. Cemâlullâh iştiyâkı gönül sevgisi ile olurdu."
Tekkelerle medreselerin arasındaki mühim farklılıkları izah ederken sanata başvuruyor Revnakoğlu. Hem üslubuyla döktürüyor hem de asırlar boyunca birer güzel sanatlar fakültesi gibi çalışmış dergâhlardan kimlerin yetiştiğini tane tane anlatıyor. Makalelerde çoğu zaman dikkat çeken, hatta bazen "Acaba hazret fazla mı abartıyor?" diye düşündüren sert ifadelerin sebebi de o güzel zamanların, o güzel usullerin giderek kaybolması. Şüphe yok ki irfan, talep edilen yere yağıyor. Bu sebeple de enseyi karartmamak lazım. İstanbul gibi bir şehirde her ne olursa olsun, her şeyle beraber irfan ocakları tütecektir. Tütmüyorsa da kıyametin kopacağındandır şüphesiz. Elbette kemal sahibi, liyakat sahibi insanların yol göstericiliği önemli, hem de çok önemli. Ancak Cemaleddin Server Revnakoğlu neredeyse her makalesinde epey kalabalık bir kadroyu tabiri caizse yerin dibine batırıyor. Hakkını verip övdükleri de var elbette ama yoğun hiddeti, kitabı hazırlayanların da dikkatini çekmiş. Dipnotta okuyucu da uyarılıyor, 'takip mesafesi'nin önemi vurgulanıyor böylece. Bu faslı kapatırken hazretin şu güzel ifadeleriyle meseleyi tatlıya bağlayayım: "Esas gaye, Cenâb-ı Hakk'ı korkutma yolu ile değil, sevdirerek tanıtmaktı. Korkutmak, ürkütmek hayvan terbiyesiydi ve avâma mahsustu, mahlûkatın eşref ve ekmeli olan insana, hele olgunlaşmış kâmil insana sevgi yakışırdı. Cemâlullâh iştiyâkı gönül sevgisi ile olurdu."
Tekkelerde Türk müziğinin nasıl kusursuz biçimde yer bulduğu, kandil gecelerinde ne gibi merasimlerin yapıldığı, Ramazan'ı karşılama hazırlıkları, tarikatlarda cenaze törenlerinin a'dan z'ye nasıl gerçekleştiği, tekke mutfaklarında (matbah-ı şerif) hem lokmanın hem de dervişin nasıl bir arada piştiği, tarikatların meşhur helvaları, çorbaları ve tarikat mensuplarında zarafeti, nüktedanlığı, hazırcevaplığı aşikar eden menkıbeler, fıkralar, hatıralar... Velhasıl, bozuntuya doğru gittiği zamanlarda bile kainata hizmet eden tekkelerde bir zamanlar nasıl insan yetiştirilirdi, nelere dikkat edilirdi, nelerden asla taviz verilmezdi gibi soruların eksiksiz bütün cevapları, Revnakoğlu'nun makalelerinde...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder