“Yürü yürü yürü, yollar senindir…”
Yürümek eyleme geçmektir. Durağanlığı, sıradanlığı bırakıp kendine bir yol çizmek ve adımlarını belli bir ritimde tutmaktır. İstikrardır yürümek. Bir menzile varmak niyeti olsun ya da olmasın hayatı yavaşlatıp, işleri düzene koymaktır. Aklı selim, ruhu dingin kılmaktır.
İnsan yürürken aradığı duyguya yaklaşır. Öfkeliyse sakinleşir, halsizse canlanır, kırgınsa kabullenir. Bu yönüyle ücretsiz bir terapi niteliğindedir her yürüyüş…
Henry David Thoreau'nun Yürümek adlı kitabı, yürüyüşü fiziksel bir eylemden ziyade içsel bir yolculuk ve hatta sanat olarak nitelendiriyor. Birbirini tamamlayan üç denemeden oluşuyor. “Yürümek”, “Bir Kış Yürüyüşü”, “Gece ve Ay Işığı”. İlk denemede bir rota oluşturmadan çıkmayı, iç güdülerin insanı ihtiyacı olan yere götüreceğinden bahsederek konuyu doğa yürüyüşlerine getiriyor. Ve şöyle söylüyor; “…tabiatın bir sahibi yok ve dolayısıyla yürüyüşçü de göreli özgürlüğün tadını çıkarabilir. Ancak muhtemelen, öyle günler gelecek ki doğa, üç beş seçkinin ayrıcalıklı vakit geçirebileceği sözüm ona keyif alanlarına bölünecek; çitler artacak ve insanları umumi yollara hapsedecek başka mekanizmalar geliştirilecek, sonra bir de bakmışız ki Tanrı’nın toprakları üzerinde yürümek beyefendilerin hanelerini işgal etmek anlamına gelmiş. Halbuki bir şeyden münhasıran keyif almak demek, kendini asıl hazdan mahrum bırakmak demektir. O halde kötü günler henüz gelmemişken elimizdeki olanakları değerlendirelim.”
Yürüyüş insana farklı perspektifler kazandırması açısından da mühim. Kainatla insan ikiz kardeştir denir. Öyleyse her yürüyüş kendini tanıma yolunda birer eşik diyebiliriz. Yürürken göğe bakarız ve düşüncemiz berraklaşır. Denize bakarız derinleşiriz. Adımlarımız bir ormana vardığında kalbimiz aradığı sükunu bulur. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hayata ne gözle bakıyorsak onu gördüğümüz aşikâr. Yürüyüşün sağlığımıza, gözümüze ve gönlümüze hitap ettiğini fark ettiğimiz andan itibaren sanıyorum ki her adım bir şükür mahiyeti kazanır. Aynı zamanda yazarın dediği üzre doğanın tadına da varabiliriz. Modern zaman dilinde “farkındalık” denilen şey aslında burada bahsettiğimiz ve kadim kültürümüzün de bir parçası olan “halk içinde Hakla olma” halidir. Elbette kitap bu minvalde anlatmıyor yürüyüşü, ama okuduklarımız da dahil değil mi hayata nasıl bakıyorsak öyle anlaşılmaya? “Ormana, kırlara ve tahılın büyüyüp serpildiği geceye inanıyorum.” diyor yazar. Bu ifadeyi aslında tüm kitabı özetleyen cümle olarak tanımlayabiliriz. Devamında ekliyor ve içsel bir bakışla bakıldığında neler görülebileceğini şöyle ifade ediyor: “İnsanın tarlası nasıl gübreye muhtaçsa, sağlığı için de kırlar, çayırlar bir ihtiyaçtır. Onu besleyecek güçlü besinler oradadır. Bir kasabayı koruyan, içinde yaşayan erdemli insanlardan ziyade onu çevreleyen ormanlar ve bataklıklardır. Bir kasabanın topraklarının üstünde yabani bir orman dalga dalga salınıp altında başka bir yabani orman çürüyorsa, o topraklarda sadece mısır ve patates değil gelecek çağların şairleri ve filozofları da yetişir.”
Kitap yürümeyi sadece anlatmıyor, yaşatıyor da. Yazarla birlikte ormanın derinine giriyor, göl kenarında kuşları dinliyor güneşin doğuşu yahut batışında gözümüzü alan ışık satırlardan gelip bizi yakalıyor. Betimlemeler, insanı “ben yeterince yürüyor muyum?” ya da “yürüdüğümde etrafımdaki güzellikleri böyle görebiliyor muyum?” diye kendini sorgulatacak kadar güzel. Misal vermek gerekirse; “İşte bir tanesi, kuru bir kayın yaprağı demin çakıl taşının birine takılmış, kurtulmaya çalışıyor; her şeye yeniden başlamak ister gibi bir hali var. Bana kalırsa yetenekli bir mühendis bu yaprağın, dalından düştükten sonra izlediği rotayı çizebilmeli. Bu hesaplama için gerekli tüm unsurlar hazır. Mevcut pozisyonu, rüzgârın yönü, göletin su seviyesi ve daha bir sürü şey verilidir. Yara bere içindeki kenarlarında ve damarlarında seyir defteri yazılıdır.” Ya da “Güneş şehirlerde israf ettiği ihtişamını ve ışıltısını yanına alarak, bu kez tek bir evin bile görülmediği, gözlerden ırak bir çayırın üzerinde, belki de daha önce hiç olmadığı kadar güzel batıyordu.” Biz şehirlerde her gün başka bir güzellikle doğan ve batan güneşin farkında bile olmuyoruz çoğu zaman.
Yazar üç denemede de doğayı bir öğretmen tasavvurunda anlatıp, yürümenin o öğretmenden alınabilecek güzelliklerini detaylı ve insanı yürümeye şevklendirecek şekilde anlatıyor. Kış sabahına uyandıran satırlardan, ormanın içinden donmuş nehirlere götüren satırlara, gecenin sessizliğinde yürümenin dinginliğinden, doğanın seslerinden onun dilini anlamaya, muhtelif güzellikleri yürümeyi ihmal etmekle kaybettiğimiz ne varsa kapital dünyadan kopamayan bizlerin gözüne sokuyor tabiri caizse. Doğa aktivisti olarak tanınan yazar, “medeni” dünyanın aksine doğadan kopmuş olmanın kaybettirdiklerine dikkat çekip, kendi deyimiyle “ilkel çağın saflığına” çağırıyor kalemiyle.
Okurken de bitirdikten sonra da kendi muhayyilemde doğaya ne kadar yabancı olduğumu fark ettirdi. Yürüyüş hayatımın parçası olsa da asfaltta yürümeyi kitapta kokusunu duyduğum ormanda yürümeyle elbette karşılaştıramam. Toprakla yakın temas kurmak, belki de kendisinden yaratıldığımızdan, zihni de kalbi de dinginleştirip ehlîleştiriyor. Aklı selim ve kalbi selim insanların doğayla bağını koparmamış insanlar olması tesadüf değil yani. Modern zamanın düzeninde kaybettiğimiz çoğu şeyin doğayla aramıza giren yollar olduğu konusunda bu kitaptan sonra şüphem kalmadı.
Kitap yürümenin felsefesini yürümeye güzelleme şeklinde kaleme alındığından okuma lezzeti yüksek. Sayfa sayısı az fakat muhtevası zengin bir klasik diyebiliriz. Yazarın da alıntı yaptığı Ebu Musa’nın da dediği gibi; “Evde sakince oturmak göğün; dışarı çıkmaksa dünyanın kapısını aralar.”
Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder