Michel Foucault, Deliliğin Tarihi’nde “Roman her tür duyarlığın en mükemmel yozlaşma ortamını meydana getirmektedir; roman ruhu hissedilirin içinde dolaysız ve doğal olan ne varsa ondan kopartmakta ve onu gerçekdışı oldukları ölçüde ve doğanın yumuşak yasaları tarafından ne kadar az düzenlendilerse o kadar şiddetli olan hayali bir duygu alanına sürüklemektedir” demiştir. Foucalut, eğer Kadir Daniş’in romanlarını okusaydı, bu cümlesini değiştirirdi ve şöyle derdi: “Roman her tür duyarlığın en mükemmel safvet ortamını meydana getirmektedir; roman ruhu hissedilirin içinde dolaylı/dolaysız ve doğal olan ne varsa onu çoğaltmakta ve onu gerçekliğin keskinliği ölçüsünde ve doğanın şeffaflığı tarafından ne kadar belirginleştiyse o kadar şiddetli olan hakiki bir duygu alanına sürüklemektedir.”
Kitabü’l Acayip,
Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten (
Foneptik Bela),
Serçelerin Ölümü ve
Yeryüzü Blues ile tanıdığımız Kadir Daniş, romanı insana aksettirici bir düzenek olarak kullanır. Ancak bu tanım onun roman dünyasını açıklamaz, aksine daralttığı ve kısıtladığı için onun roman dünyasını anlamaktan uzaklaştırır. Nedir Kadir Daniş romancılığı?
Kadir Daniş gerçeği ifşa ederken gösterir, gösterirken ifşa eder. Daniş’in romanında baba, salt bir baba değildir; evlat, salt bir evlat değildir; eş, salt bir eş değildir; anne, salt bir anne değildir. Hepsi hem odur hem de değildir. Kadir Daniş gerçeklik ile metaforu iç içe kullanır. Örneğin,
Serçelerin Ölümü’nde Koray’ın aynaya bakarak “Kim bu cananavar” dediği sahneyi ele alalım. Koray’ın kendisini canavar olarak görmesi, sadece kendisinden iğrendiği, kendisini çirkin olarak gördüğü için değildir. Koray, perdeden sıyrılmış ve nefsini görmüştür. Bunu ise romanın sonunda anlıyoruz. Koray, Hızır ile çıktığı yolculuğun sonunda Hızır tarafından öldürülmüştür. Canavar artık ölmüş, geriye safi ruh kalmıştır. Safi ruh, özdür; Tanrısal masumiyet, Allah’ın üflediği ruh, ilahi nefes. Rasulullah’ın “
Ölmeden önce ölünüz” hadisi meydana gelmiştir. Aynı şekilde Koray’ın kendisini canavar olarak gördüğü ayna da sadece ayna değildir. Evet aynadır ama aynı zamanda değildir de. Hem odur hem değildir. Ayna burada sırrı işaret eder. Kimilerince hadis olarak kabul edilen kimilerince ise atasözü olarak kabul edilen ama her halükarda manası doğru olan ve üzerine yazılar yazılmış, düşünce seansları gerçekleştirilmiş meşhur bir söz vardır: “
Evlat, babanın sırrıdır.”
Sır, aynanın arkasıdır. Görülmeyen, görülmeyeni taşıyan bölümü. Aynanın karanlık kısmıdır. Ayna sır ile ışığı geri taşır ve gösterir. Evlat, babanın sırrıdır sözünü hatırlarsak (
bu sözü sadece baba-oğul ekseninde düşünmek isabetli olmaz, anne-baba ve evladı ekseninde düşünmek gerekir) anne-baba, evladında kendisini görür. Her doğan bir öncekinden gelen hakikati taşır, silsile bu şekilde tamamlandığında yolun başına kadar (
Hz. Adem ile Hz. Havva) gidilir ve karşımıza büyük insanlık tablosu çıkar. İnsanın var olma amacının kendini bilmek olduğunu düşünürsek (
Kendini bilen Rabbini bilir) anne- baba, evladıyla bu sırrı da öğrenir, kim olduğu sırrını! Buna ek olarak sır, tasavvufi eserlerde idrak aracı olarak kullanılır. Bu sır, kalpten ortaya çıkar. Böyle düşündüğümüzde de anne-baba, evladının kalbinden görünen sır ile gerçekliğe, hakikate kavuşur.
Yeryüzü Blues’te da, Serçelerin Ölümü’nde de evladıyla sırrı ifşa olan, hakikate kavuşan baba görürüz. Yeryüzü Blues’ta anne de buna dahildir. Nejat, evladıyla (sırtında sönen sigaralar vb.) gerçekliğe temas ederken, Koray ölmüş bebeği üzerinden gerçeklik ile karşılaşır. Sadece 8 saat yaşamış bir bebek, babaya ömrün hayal olduğunu, varlığın sadece O’na has olduğunu gösterir ve madem var değiliz, o halde yapılacak olan ölmektir, ölmeden önce ölmek! Yeryüzü Blues’ta ise bir kenardan seyreden evlat, bütün aile fertlerinin perdelerinin kalkmasına sebep olur. Meryem’in çocuğu istemesi, ailenin çocuğu sahiplenmesi düğümü koparan noktadır. Kopan düğüm, hepsinin içini dışarı çıkarır. Dil bir kez konuştuysa, söylenemeyen kalmayacaktır. İnsan, insanın aynasıdır. Sırrın, aynanın görünmeyen yeri olduğunu hatırlarsak; herkes herkesin görünmeyen yönünü taşımaktadır ve herkes, herkeste kendi görünmeyen yerini görüyordur, herkes aslında herkestir. Varlık tektir. İnsan, birdir. İnsanın ana mahkûm olduğu, insanın hikâyesinin aslında tek bir hikâye olduğu Daniş’in romanlarında gerçeklik ve sembolizmin arasından bize göz kırpar. Bu yüzden Yeryüzü Blues’ta çocuk “… Meryem’in yanına gidemiyordum ama Meryem benim içimdeydi” derken, Serçelerin Ölümü’nde Koray, “Ben nasıl ki gelmiş geçmiş bütün babalarsam, evladım da bütün bebeklerdi. Evladım bendi. Benim de adım zaten Koray. Ben de evladımdım” demektedir. İnsan tek bir can ise, o candan seçilmiş herhangi bir tecelli, insana tüm insanlığı sunacaktır. Kadir Daniş romanlarında bir tecelli ile insanlara tüm tecellileri gösterir. Çünkü insan için öteki, insanı ve kendisini görebileceği bir imkândır. Bu imkân için de ayna benzetmesi kullanılabilir.
Bu yüzden onda acı keskindir ama aynı keskinlikte şefkat da barındırır, merhamet sıcacıktır ama aynı sıcaklıkta şiddet de içerir, sevgi dupdurudur ama aynı durulukta nefret de koklaşmaktadır. Tüm ikilikle, koyun koyunadır. Gece ile gündüz birleşir ve gün olur. Daniş bize günün belirdiği andan seslenir ve gece ile gündüzü önümüze serer.
Gece ile gündüzün birleştiği yerde; zaman yoktur, an vardır. İlahi sistem an üzerinden işler. Çünkü zaman yaratılmıştır ve yaratılana çalışır. Allah ise andadır. Tanrı’nın insana ruh üflemesiyle anda olmasını tek bir bağlam üzerinden düşündüğümüzde aslında zamanın olmadığını, hepimizin ve her şeyin Tanrı’nın bir nefesinden ibaret olduğumuzu idrak ederiz. Dolayısıyla olan herkes için olmuştur, olmayan kimse için olmamıştır. Kâinat bir domino taşı mesabesindedir, kader kitabında tek bir yaprağın düşmesi kâinatı değiştirecektir. Borges’in kum metaforunu hatırlayabiliriz burada: Adam çölde bir avuç kum alır eline, kumları savurur ve “Çölü değiştirdim” der.
Kadir Daniş romanlarında zamansızlığın merkezinde, tanrısal göz ile andan bakıyor kâinata. Kâinat bir çöldür, Kadir Daniş çöldeki adamdır, avucuna aldığı kumlar romanlarıdır ancak bir fark var: Değişen kâinat değil, okurudur!
Koray’ın ağzından konuşursak “Halbuki zaman tek bir andan ibarettir. Mesela hepimiz çoktan öldük… Zaman akmaz. Donuk, bitimsiz bir lahzadır o… Baş yoktur, baş da sondur, son da sondur. Yaşananlar sonundan başlar, sonuna varır. Hatta hiçbir şey yaşanmaz, alem bir noktadır, nokta da zaten nihayetin ta kendisidir. Nihayetse hiçtir. Hiç.”
Daniş gece ile gündüzün birleştiği andan seslendiği için bize, onun karakterleri lanete mi yoksa rahmete mi uğradığını bilmez. Hepsi suçludur, hepsi masumdur, hepsi acı çekmiştir, hepsi acı çektirmiştir, hepsi iyidir, hepsi kötüdür. Hepsi insandır çünkü. Bu, insanın hikâyesidir. O yüzden zulüm, merhamet, haz, hayret, hayranlık bu güzergâhta karşımıza çıkan duraklardır ve hepsi bizde var olan hissiyatı, duyguyu yeniden yeniden yeniden doğurur ve biz biliriz ki bizim doğurduğumuz çocuk Daniş’in romanlarında yer almaktadır.
Daniş, karakterlerine isim koyarken de alelade tercihte bulunmaz. İsmi seçerken de ifşa ederken gizler, gizlerken ifşa eder. Tekrar Yeryüzü Blues’a bakarsak, önümüze Meryem çıkacaktır. Meryem, iffeti temsil eder. Tecavüze uğramış, kürtaj yapmış, koruduğu iffeti sayesinde “çocuğa” asıl anneliği o gösterebilmiştir. İffetini koruyarak temiz, pak kalmış; masumiyeti temsil eden çocukla da rabıtayı esas o kurabilmiştir. Çünkü çocuğa (İsa’ya) Allah’ı o öğretmiştir. İşari tefsirleri hatırlarsak, Hz. İsa’nın Meryem’den doğması; manevi gelişimini tamamlayan nefsten, (saflığı, paklığı, iffeti ayetlerde de ön plandadır) kalp doğmuştur. Burada kalp, Hz. İsa’yı, yani Ruhullah’ı temsil etmektedir. Kalp, ancak manevi terbiyeden geçmiş, mutlak arılığa ulaşmış insanda meydana çıkar. O insanın da kalbi Allah’ın evidir. Romanda da Meryem paklığı temsil ederek (kirli dünyanın içinde paklığını korumuştur) “kalbe”, İsa’ya Allah’ı öğretmiştir. Allah’ın evi, ancak pak kalptir çünkü. Yine Hz. Zekeriya, müjdelendiği zaman Allah’tan bir delil isterken, Hz. Meryem istememiştir. Hz. Meryem, teslimiyeti göstermiştir. Romanda da Meryem önce aileye teslim olmuş, delil istememiş, sonra çocuğa teslim olmuştur. Çocuğa teslim olduğu için de çocuğun masumiyeti ile kendi koruduğu paklığını tamam etmiştir. Masumiyet tek bir hal olduğu için de çocuk “Meryem benim içimdeydi” demiştir. Bu aynı zamanda Meryem’in babasız bir şekilde isa’yı doğurması, nefsten kalbin çıkmasıdır. Çünkü “bir” olmuştur. Bakış açımızı değiştirirsek, Mevlana; insan bedenini Meryem’e, doğum sancısını da İsa’ya benzetir ve insan bedeninin içindeki İsa’yı doğurma sancısı içinde olduğunu söyler. Yeryüzü Blues da Serçelerin Ölümü de aklımıza gelsin. Hangi karakter için içindeki İsa’yı doğurma sancısı yaşamıyor diyebiliriz?
Byung-Chul Han’ın Şiddetin Topolojisi eserinde “Keskin bir dil şiddeti de fiziksel şiddet gibi olumsuz üzerine bina edilmiştir, çünkü bir şeyden yoksun bırakır, yaralar hedefini” demesini aklımıza getirdiğimizde, özellikle Yeryüzü Blues’ta yaraların, dil şiddetiyle serpildiğine tanık oluruz. Ancak gördüğümüz yara, insanlık yarasıdır. İnsanın eksikliğidir, tamamlanamamasının getirdiği elemdir. Serçelerin Ölümü’nde de bu eksiklik evlatsızlık ile kendini gösterir. Yoksa Koray’ın karısına zulmetmesi, çocuğun sırtında sönen sigaralara, dedenin sağlık durumu, Meryem’in tecavüze uğraması, Hümeyra’nın ablasının etini satması, Serpil’in intihar etmesi, Nejat’ın zulümleri gibi kötülükler dünyanın içinde bulunduğu durumu gösterir, insanın kirli yanını saçar ortalığa ama bizim kastettiğimiz yarayı ifade etmez. Yara, insanın eksikliğidir. Makus kaderinin onu eksik var etmesidir. İnsan eksikliği gidermeye çalışır ömür boyu ve bu mücadele esnasında kötülükler de yapar, kötülüklere de uğrar. İkisi farklı konulardır ve Daniş romanlarında iki konuya da ilahi bir gözle, keskin bir duyuyla perspektif tutar.
Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten romanında da içerdiği polisiye, fantastik öğelere aldırmaksızın yapılan aslında yine evladın sır olması meselesidir. Yıldırım Agâh’ın bütün karakteri, bakışı anne-babasında kendisini gizlemektedir. Agâh, onların görünmeyenin görüldüğü kişidir. Nitekim büyülerin, vampirlerin kol gezmesi de bizi aslında hiç alakadar etmemektedir. Elbette politik mesajları işaret etmektedir ancak anlatılan yine insandır, insanın insanla, kâinatla ve Tanrı ile ilişkisidir. Hepsi hem gerçektir hem de semboldür. Daniş anlattığı gerçeklikle (gerçeği hem gizler, hem de ifşa ederken) insana görmek istemediği tüm hasletleri gösterir ve sadece “hevesini kursağında bırakmakla yetinmez, o kursağı bir de yumruğuyla ezer!” Ezer ki insan kendine gelsin, kendisiyle tanışsın. Yaklaşmak için önce uzaklaşmak gerekir çünkü!
Daniş, romanlarında anlattığı tekamül sürecini (
insanı anlatırken, insanın tekamülünü anlatır aslında) romancılığında da gerçekleştirmiştir bir yandan. Romancı Kadir Daniş, Kitabü’l Acayip ve Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten (
Foneptik Bela) romanlarında yola çıkmış, perdeleri yavaş yavaş kaldırmıştır. Serçelerin Ölümü’nde perdeler tamamen kalkmış, hayret makamına ermiştir. Anlatımı hayret makamından gerçekleşir. Yüzleşme, çarpışma, anlamlandırmaya çalışma, anlamla ve anlamsızlıkla karşılaşma yer almıştır. Ancak tekamül gerçekleşmiş, hayret makamı aşılmış ve Yeryüzü Blues çıkmıştır sahneye. Yeryüzü Blues’ta artık hayret yoktur, romancı Kadir Daniş artık hayret üstü bir konumdadır, görüntü net ve berraktır, sisli hiçbir mevhum yoktur. Anlatılmak istenen bellidir, nasıl anlatılacağı ve neyin anlatılacağı aşikardır. Olan da olacak olan da olmuş olan da barizdir. Okuyucunun önüne neyin, niçin konulduğu belirlidir. Bu yüzden karamsarlık ile umut, vicdan ile zulüm, aşk ile nefret sarmaldır. Çünkü hayret üstü makama geçildiğinde kavramların karşıtlığı kalmaz, kavramlar sadece kavramdır, kavramların ötesine geçilmiş ve içerilerinde vakıf olan töz yakalanmıştır. Daniş bu tözü okuyucularına derya halinde akıtmıştır ancak her okuyucunun kendi kütlesince damlaya sahip olabileceği unutulmamalıdır.
Çünkü “
Kadir hest, diger nist.”
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_