Hüseyin Rahmi Gürpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Rahmi Gürpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2023 Pazartesi

Hayal ile hakikat arasında trajikomik bir roman

17 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, yazarlık yaşamına 1883’te Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başlar. 1896’da İkdam gazetesinde roman ve öyküleri tefrika edilirken üne kavuşur. Dönemin en çok okunan yazarı olur. Cadı ise “Garaib Faturası Külliyatı”nın ikinci romanıdır. Bu yıl Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından günümüz Türkçesine uyarlanarak okuyucuya takdim edilmiştir.

Eserde ruh ve ispirtizma konuları işlenmiştir. Ayrıca ölüm felsefî olarak ele alınmış ve tartışılmıştır. Diyalogların çoğunda metafizik olayları inkar edenler olduğu gibi bunun gerçek olduğunu da savunanlar vardır. Öyle ki romanın bir kısmında ruh çağırma toplantısı yapılırken Şükriye Hanım’ın babası, İsprit Reisiyle uzun uzun konuşur. Fakat bu konuşma bir vakitten sonra tartışmaya döner. Olaylar farklı bir akışa doğru ilerler...

Kitabın başlangıcı ise Fikriye adındaki genç bir hanımla olur. Fikriye dayısının evinde tek çocuğuyla yaşayan dul bir kadındır. Ancak onu evde istemeyen bir yengesi vardır. Amacı bir an önce Fikriye’yi evlendirmek ve evinden gitmesini sağlamaktır. Bir gün kılavuz kadınla görüşerek Naşit Nefi Efendi adında bir bey bulurlar. Bu beyi Fikriye’ye de söylerler fakat Fikriye bu duruma sıcak bakmaz. Evliliği istemediğini söyler ki, kitabın bu kısımlarında toplumun özellikle kadınların eş seçme hakkındaki özgürlükleri tartışılır. Zira Emine Hanım, daha gelenekselci bir portre çizerken, Fikriye dönemine göre daha modern bir kadın portresi çizer.

Gelgelim bir gün Fikriye’nin annesinin arkadaşı olan yaşlı bir kadın çıkagelir. Naşit Nefi Efendi’nin ilk karısının ölüp hortladığını, bu beyle nikahlanan kadınları da öldürmeye çalıştığını anlatır. Duyduklarından şaşkına dönen Fikriye, yengesine çok öfkelenir. Fakat ne var ki yengesi bu tür şeylere inanmadığını söyler. Bunun üzerine Naşit Nefi Efendi’nin eski eşi olan Şükriye Hanım’ın evine giderler. Tüm olan biteni bir de ondan dinlemek isterler.

Başlarda Şükriye Hanım, çok serzenişlerde bulunur. Fakat sonrasında yaşadıklarını kaleme aldığını söyleyerek, ortaya bir kitap çıkarır. Ve başından geçenleri anlatmaya başlar...

Nitekim evliliğinin ilk günleri normal geçerken bir gün çocuklara sürekli yemiş gelmesi onun dikkatini çeker ve bu yemişlerin kimin getirdiğini araştırır. Bu araştırmaların sonucunda da cadı anneyi yani Binnaz Hanım’ı öğrenmiş olur. Fakat bu bilgi giderek canını sıkmaya başlar. Zira hâlini eşine de açar ama o da konu hakkında bir şey söylemez. Tabii hâl böyle olunca Şükriye Hanım’ın içini giderek büyük bir kuşku kaplar.

Günler geçince de evde garip şeyler olmaya başlar. Nitekim Naşit Nefi Efendiyle birlikte Binnaz Hanım’ın yazdığı mektubu bulurlar. Bunun nasıl gerçek olduğunu şaşkınlıkla ve korkuyla anlamaya çalışırlarken bu olayın ardından daha ilginç olaylar yaşanmaya başlar. Şükriye Hanım’ın her günü kabusa döner ve bunun böyle gitmeyeceğini söyleyerek babasıyla birlikte plan yapar. Birkaç gün içinde de planı başarılı olarak gerçekleştirirler. Ancak nöbet tuttukları bir gecede kahve pişirirlerken ağır haşhaş kokusu onları baygınlaştırır. O sırada Şükriye Hanım, Binnaz Hanım’ı görür. Aceleyle babasını uyandırır. Adam ise tabancasıyla ateş etmeye başlar fakat silah boştur. Üstelik bu duruma Binnaz Hanım, kahkaha ile karşılık vererek üzerlerine saldırır. Bu maceranın üzerinden Şükriye Hanım ve babası sağ salim kurtulur. Fakat Şükriye Hanım bir daha eşi Naşit Nefi Efendiye geri dönmez.

Hikayenin sonunda da Emine Hanım anlatılanlara ikna olur. Fikriye’yi evlendirmekten vazgeçer. Naşit Nefi Efendi ise bir daha evlenmez. Ancak günün birinde komşu yalısında oturan Kadir Bey’den mektup alır. Mektupta yazılanlar onu adeta şaşkına uğratır. Zira kendisine kötülük yapan kişiyi yani Aramdi Hanım’ı öğrenir.

Bunun üzerine mektupta yazılanları gazete aracılığıyla herkese duyurur fakat ne var ki kadınlar ona inanmak yerine cadı hikayesine inanmaya devam eder...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Ölüm yaşla, sırayla değildir. Gençliğine güvenme."

"Yoksa hakikat adını verdiğimiz her şey hayalden ibaret midir?"

"Dünya fani, ahiret baki..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

30 Temmuz 2021 Cuma

Yüzyılda değişmeyenlere dair

Dünya bir salgınla boğuşuyor uzunca süredir. Yeni birçok kavram da hayatımızı şimdiden işgal etmiş durumda: Pandemi, salgın, bulaşı, karantina vd. Elbette bu süreç bir salgın edebiyatını da beraberinde getirdi. Evvela geçmiş salgınları konu edinene eserler yeniden gündeme alındı. Camus’nün Veba’sı, London’ın Kızıl Veba’sı, G.G. Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı ilk akla gelenler. Bir anda herkes kendi döneminin bu ünlü anlatılanlarını okumaya başladı. Kendince dersler çıkardı ya da mevcut durumun vahametini anlamak için bu eserleri vesile kıldı. Elbette bu türün bizde de örnekleri vardı. Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sinde, Ahmet Mithat’ın Felâtun Bey ile Râkım Efendi’sinde verem ve yine Reşat Nuri’nin uzun öyküsü Salgın’da da başka bir pandemik dönem anlatılıyordu. Bunlar da yakın dönemde bir kez daha hatırlandı elbette. Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli eser ise bu eserler arasında müstesna bir yere sahip.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Hüseyin Rahmi hem Meşrutiyet dönemlerinin, hem Servet-i Fünun döneminin hem de Cumhuriyet döneminin yazarı. Bugün ortalıkta gezen sadeleştirilmiş/günümüz Türkçesi’ne aktarılmış metinleri sizi yanıltmasın oldukça zor da bir kalem. Eğitimli bir ailenin mensubu olarak yetiştiği ortamın da etkisi ile zengin bir anlatım ve dil gücüne sahip. Kendi dönemi söz konusu olduğunda nicel olarak da fazlaca eser verdiği düşünülebilir. Son Osmanlı vakanüvisi Abdurahman Şeref Efendi’nin himayesi ve Ahmet Mithat ile olan irtibatı da bu zenginliği besler zamanla. Bu ara bilgiler de verilmeli zira bizde Hüseyin Rahmi çoğunlukla korkulan ve uzak durulan bir yazar.

Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli roman Hüseyin Rahmi’nin ilk romanı Şık’ı bir kenara bırakırsak bence en tesirli metni. Hem bir dönem eseri hem de bugün halen güncelliğini koruyan bir konuya değinmesi sebebi ile de halen çok canlı.

Hakk’a Sığındık yüzyılın başında Dünya’yı kasıp kavuran bir salgını konu alıyor öncelikle: İspanyol Gribi. 1918-1919 arasında Dünya nüfusunun üçte birini etkileyen büyük bir yıkım. İnsanlara domuzlardan geçtiği düşünülen virüsün savaş şartlarında ismini veren İspanya dışında İtalya ve Fransa’daki etkisi dehşet verici o dönem. Özellikle her yaş grubunu etkilemesi, çocuk ve yaşlılarda ağır seyir etmesi ile yıkım çok daha ağırlaşır. Dünya, savaş şartlarında zaten yeteri kadar büyük bir yıkım yaşarken virüsün etkisi meseleyi çok yönlü bir sosyo ekonomik düzleme taşır ki Hüseyin Rahmi’nin eseri tam da bu yönü ile bugün yeniden hatırlanmaya ve okunmaya muhtaç. Hakka Sığındık (1919) öncelikle İspanyol gribi çerçevesinde kurgulanır. İnsanlar arasındaki gelir adaletsizliğinin giderek arttığı, birçok insanın yoksulluk içerisinde kıvrandığı İstanbul’da Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin başından geçenler polisiye kurguyla aktarılır. Dünyayı kasıp kavurmakta olan İspanyol gribi zengin fakir demeden her haneden insanın ölümüne neden olur. Hafız İshak Efendi’nin on gün içinde önce torunu sonra da onun annesiyle babası vefat eder. Bu arada Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarına Abdal Veli imzalı mektuplar gelir. Kendisini ermiş kişi ve din büyüğü olarak tanıtan Abdal Veli, ilk mektubunda Hafız İshak Efendi’nin konağından ölecek üç kişiyi bilir. İkinci mektubunda ise Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi kendisine 500’er lira göndermezse Hacı Ferhat Efendi’nin konağından İspanyol gribi nedeniyle iki ölümün olacağını söyler. Birinci mektuptaki bilgilerin doğru çıkması ve ailelerinden yeni insanların öleceğini öğrenen iki arkadaş Abdal Veli’ye parayı gönderirler. Ne var ki parayı götürenler soyularak geri dönerler. Bunun üzerine adli bir vaka halini alan olayın iç yüzü romanın sonunda anlaşılır. Nüzhet Ulvi isimli genç bir adam yangında anne babalarını, yoksulluk nedeniyle de kardeşlerini kaybetmiş iki çocuğa bakabilmek için İspanyol gribini bahane ederek Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’yi dolandırmıştır.

Hakka Sığındık İspanyol gribi vesilesi ile toplumun farklı yönlerine ışık tutar. Bunlardan ilki, salgının ciddiyetini anlamayan bu nedenle de hastalığın yayılmasına ön ayak olan cahil insanlardır. “Hastalık, sağlık Allah’tan… Rabbimin takdiri ne ise o olur. Hekimler ne biliyormuş? Kelin medarı olsa kendi başına olur. Onlar ölmeyecek mi? Bu sene İspanyol’dan az hekim mi öldü? Ecele çare olmaz. O cahillere uyup da öyle söylemeyiniz. Rabbimin gücüne gider… Ona şirk koşmuş gibi olur’ diyorlardı” gibi aktarımlar olayın bu yönünü vurgularken Hastalığı Tanrı’nın takdiri olarak değerlendiren bu insanlar, hasta insanları ziyaret etmekten, onların eşyalarını kullanmaktan da çekinmezler.

Romanda İspanyol gribinin, gelir adaletsizliğin giderek arttığı bir dünyada zengin fakir ayırt etmeksizin insanların ölümüne neden olduğu vurgulanır. Eserin başında betimlenen mahallede, birçok ailenin günde tek öğün beslenebilmesi bile olanaksızken, Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarında her gün türlü yemekler pişirilir ve ziyafetler verilir. Bu adaletsizliğin devamı olarak ebeveynlerini kaybeden dokuz ve on bir yaşlarındaki iki çocuğun dilencilik ve fuhuş yaparak yaşamlarını sürdürmeye çalıştıklarından bahsedilir.

Eseri okurken hastalıkla mücadelede suç kavramının tanımlanması, hastalıkla mücadelede gösterilen kifayetsizliklerin toplumsal bir suç olarak tanımlanması hayli ilginç. Ki Gürpınar’ın eserde sık sık ifade ettiği ahlaksızlık, yozlaşma, cehalet gibi kavramların hastalık döneminde yarattığı travma bugüne dair de çok fazla tanıdık şey söylemekte. Gürpınar nerede ise hastalıkla değil cehaletle mücadele edilemediğine dair güçlü bir hayıflanma ile anlatmakta derdini. Zaten bir kez daha ifade edilmelidir ki bu eser bir polisiye kurgu. İmkân var ise sadeleşmemiş halinden okumak her zaman tercih olmalı ama yine de günümüz Türkçesi ile okunmasında da sorun görülmemeli. Hülasa Hüseyin Rahmi’nin güçlü kalemi, bugün aradan geçen 100 yılı aşkın süre sonunda, salgın gibi ölümcül bir vakanın, toplumsal bilinç ve bilimin ışığında aşılması gereken bir sorun iken, bugün yaşananlar çerçevesinde ciddi bir mesafe kat edilemediğini göstermekte. Bu manada eserin, belki de bu tecrübenin bir kez daha aktarılması ve anlaşılması açısından okunması zaruri. Elbette edebi lezzet ve anlatımın gücü de asla göz ardı edilmemeli ancak, muhtemelen okuyucu için kitabın bu kısmı gerçekliğin şiddetine kurban gidecektir.

Galip Çağ

10 Temmuz 2021 Cumartesi

Sevda yolculuğunda yaşanan trajikomik maceralar

17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğludur. 1887’de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başlamış, İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalışmıştır. Boşboğaz ve Güllâbi adlı gazete çıkartarak sonraki çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine neşretmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olarak ömrünün son otuz bir yılını Heybeliada’da geçirip, 8 Mart 1944 tarihinde vefat ederek Abbas Paşa Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Eserlerinde daha çok mizahi bir üslup kullanarak toplumun aile geçimsizliklerini, batıl inançlarını anlatırken, kahramanlarının çoğunu 19. yy sonu canlı, renkli insan tipleri olarak yazmıştır. Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç ise en beğenilen eserlerinin arasında olmakla birlikte bu romanında da toplumun özellikle kadınların ilim ve bilimden uzak olmalarını hicvetmiştir. Romanın konusuna gelecek olursam:

Her şey 5 Mayıs 1910 yılında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı söylentisiyle başlıyor. Bu söylenti o kadar çok yayılıyor ki mahalledeki tüm kadınların diline dolaşıyor ve etrafa korku yaymalarına sebep oluyor... Tabii bir yandan bu konuşmalar Defterdar Galip Efendi’nin oğlu İrfan Galip’in kulağına da gidiyor... İrfan Galip ise dönemin şartlarına nazaran kendini çok iyi geliştirmiş, Batı ilimlerini okumuş, kültürlü, geniş fikirli bir beyefendidir ama onun bu özellikleri kibirli olmasına sebebiyet vermiştir.

Nitekim bir gün yolda peçeli bir kadına rastlar ve onun bilgili ve güzel bir genç kız olduğunu hayal ederek yanına gider. Ancak aralarında geçen tuhaf konuşmalardan sonra genç kız İrfan Galip'i tersler ve onu orada terk edip gider...

Bu durum İrfan Galip’i oldukça öfkelenmesine sebep olarak, kadın düşmanlığına yiter ve yazdığı makaleler de onları eleştirir, ağır sözlerde bulunur. Yazılarının gazetelerde yayımlanmasını da merakla bekler. Fakat aradan geçen bu zaman içinde duyduğu kuyruklu yıldız meselesini bahane ederek, mahalledeki tüm kadınları evine toplamaya ve konferans vermeye karar verir. Amacı ise onların cahilliklerini yüzüne vurarak intikam almasıdır.

Bu isteğini çok geçmeden yerine getirerek mahalledeki tüm kadınları evine toplamayı başarır. Onların karşısına özenerek hazırlanıp çıkar. Bildiği, öğrendiği tüm bilgileri onlara anlatır. Fakat kadınlar onu dikkate almaz kendi aralarında konuşarak konuya farklı bir bakış açısı getirirler.

Bu kısımda Hüseyin Rahmi Gürpınar, iyi bir mizah dili kullanarak okuyucusunu hem bilgilendiriyor hem de çok güldürüyor...

Gel gelelim İrfan Galip, bu durumdan sıkılır ve uydurma olan bir rüya ortaya atar. Nihayet kadınların dikkatini çekmeye başarır. Kadınlar rüya meselesiyle alakadar olunca İrfan Galip bu mevzuyu uzatarak onları merakta bırakır bir sonraki vereceği konferansta rüyanın devamını anlatacağını söyler. Kadınlar merak içinde dağılır...

Fakat bir zaman sonra İrfan Galip’in eline çarşaflı bir kadının getirdiği mektuplar ulaşır. İrfan Galip, bu mektupları heyecanla okumaya başlar ve okudukça gönlünde güzel hisler duymaya başlar. Bir sonraki gelecek mektuplar için kendi de mektuplar yazmaya başlar.

Ancak hiç yüzünü görmediği ama çok sevdiği bu genç kızdan istediği karşılığı alamaz. Nitekim kız, mektuplarında sadece kuyruklu yıldız hakkında bilgi edinmek istediğini, diğer kızlar gibi aşk peşinde olmadığını yazar. Fakat İrfan Galip bu sevdasından vazgeçmeyeceğini onunla bir gün mutlaka kavuşacağını umarak mektuplarını yazmaya devam eder ve bir gün ona bu mektupları getiren çarşaflı kadını takip etmeye başlar. Amacı sevdiği kızın oturduğu evi öğrenebilmek ona ulaşabilmektir ama gördüğü ve duyduğu şeyler onu şaşkına çevirir.

Hele ki karşısına çıkan bir kadının sevdiği kız hakkında söylediği kötü sözlerle ne olduğunu anlayamaz ama yine sevdasından vazgeçmeyeceğini söyleyerek evine çaresizce döner. Yalnız bu olayın iyi bir tarafı vardır ki İrfan, sevdiği kızın adının Feriha olduğunu öğrenir...

Ve mektup yazmaya devam ederek nihayet Feriha'nın olumlu cevabını alır. Sevincinden çok büyük bir mutluluk duyarak annesinden onu istemeye gitmesini ister ve olaylar bu şekilde devam ederken İrfan, Halley kuyruklu yıldızının güya dünyaya çarpacağı söylenen gecede Feriha ile nikahlanır ama Feriha kuyruklu yıldızı görmedikçe İrfan'ın kendisine yaklaşmasını istemez... İrfan, çaresizlikle Feriha’nın bu isteğine de evet der bir müddet bekler.

İşte kitabın en şaşırtıcı bölümü de burada ortaya çıkar. Nitekim İrfan, Feriha’nın duvağını açtığı zaman gördüğü yüzle şaşkına uğrarken Feriha, tüm kadınların öcünü almış gibi kurduğu oyunu bir bir İrfan’a anlatır. Tabii bu sırada kuyruklu yıldız dünyayı çoktan teğet geçmiştir... Feriha, “Hani ya Halley’in kuyruğundan geçecektik? Umumî zehirlenme olacaktı?” diye sorarken. İrfan, söylediği şu son sözlerle romanı sonlandırır: “Bana senin gibi paha biçilmez bir güzel, bir melek bahşettiği için Halley’i takdis ederim...

Okuması çok keyifli ve eğlenceli bir eserdi. Size de mutlaka okumanızı tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Kitaptan en sevdiğim birkaç alıntı:

"Şu eski dünyayı aralarında bir türlü hakça paylaşamayan insanlar bu yenisi için büsbütün çıldıracaklardı..."

"İnsanların çoğu kâinatın azametine göre kendi küçüklüklerini adeta hiçliklerini görebilecek görüş açıklığına ve keskinliğine sahip olmaktan pek uzaktır."

"Tevekkeli her şeyden bereket kalkmadı! Kulluğumuzu bilmediğimizden türlü belâya uğruyoruz."

"Sırf görünüşe bağlı dostluklar çabuk yok olur. Kalıcı olanlar içsel münasebetler, samimi sevgilerdir ki bunlar da ilk bakışta ortaya çıkamaz..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

23 Şubat 2021 Salı

Bir “züppe” alafranga: Meftun Bey

Tanzimat devrinin romanlarını önümüze koyup biraz incelediğimizde, Tanzimat edebiyatı romancılarının alafranga meselesine oldukça odaklanmış olduğunu görürüz. “Alla Franque”yı eleştiren romancılarımızın karakterlerini aslında hepimiz biraz tanırız. Recaizade’nin Bihruz’u, Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun’u, Hüseyin Rahmi’nin pek “şık” bulunan Şöhret’i ve daha birçokları. Batılılaşmanın üstünkörü ve yanlış anlaşıldığı bir devir, ve alafranganın ne “olmadığını” anlatmaya çalışan romancılar...

Şıpsevdi’den önce okuduğum alafranga konulu romanlar, Mürebbiye, Şık ve Felatun Bey ile Rakım Efendi’ydi. Özellikle Hüseyin Rahmi’nin kitaplarında pek çok güldüm. Şıpsevdi’yi de bazen kahkaha atarak, bazen acıyarak, bazen de rahatsız olarak okudum. Alafrangayı işlediği diğer romanlarında bu üstünkörü anlayışın daha çok gülünç tarafına odaklanan yazar, Şıpsevdi’de, yanlış batılılaşmanın neredeyse tüm özelliklerine ince ince değiniyor. Yazıldığı zamana cuk oturan bir eser olsa da günümüze ve kendimize göre de ibretler görüyoruz bu acıklı güldürüde.

Şıpsevdi’nin başkarakteri Meftun, Paris’te eğitim görmüş, ancak aldığı eğitimle kendini ilmî olarak donatacağına, şekilde kalmış, pek şık bir alafranga olmuştur. Ailesine sofrada nasıl yemek yenileceğini, zeytin çekirdeğiyle meyve çekirdeğini ağızdan çıkarmanın alafranga adetlere göre inceliklerini anlatır. Evin hanımlarına nasıl süsleneceklerini, boyanacaklarını, böylece nasıl batılı birer hanımefendi olacakları hakkında bilgiler verir. Alafranga yaşam biçimini sürdürmekte kararlı olan Meftun, zengin ve cimri bir adam olan Kaşıkçılar Kahyası Kasım Efendi’nin kızı Edibe Hanım’la evlenir. Ve kitaptaki asıl güldürü unsurları bu olaydan sonra kendini gösterir. Kitabın ana meselesi üstünkörü alafranga olmakla birlikte bununla kalmamaktadır. Üstünkörü alafrangaya karşı pek de akıllıca olmayan, alaturka batıl inançların kendini göstermesi, romandaki güldürü unsurunu kuvvetlendirir,romanda eleştirilen, “züppe” alafrangaya karşılık, “bağnaz” alaturkadır:

Akıllanasın diye gizliden gizli şu dünyada sana yapmadığım kalmadı. Paşmak-ı şeriften su getirip içirdim. Merkez Efendi’den taş aldım. Çamaşırlarını Yedi Emirler’e okuttum. (…)Sürahiyle suyu Hindiler Tekkesi’ne okuttum. Üflettim. Tükürttüm. Getirip sana içirdim. Akıllanmadın. Azize Hanım bana nefes verdi. Her gece içine okuyup üfleyip tükürmeden sana su içirmezdim. Yine para etmedi. Yeni doğmuş çocuğun ilk aptesi.. beneksiz siyah köpeğin tersi…

Bununla birlikte Hüseyin Rahmi Gürpınar, kitabın giriş kısmında, romanda ele alığı alaturka ve alafranga kavramlarıyla hangi noktaya dikkat çektiğini belirtir:

Alafrangaya uymaktaki züppelikle hakikat ve ilericiliği birbirinden ayırmak lazım gelir. Türklüğümüz ve Osmanlılığımızla şeref duyacak ve yükseliş olabilecek şeylerle alay etmek hangi onurlu kişinin kalemin yaraşır ki buna ben cüret edeyim.

Yanlış batılılaşmanın toplum üzerindeki yıkıcı etkisi, evlilik kurumuna verdiği büyük zararlar, erkeğin ve kadının toplumsal ve aile içindeki rollerini düşürmesi Şıpsevdi’de acı bir komediye işlenerek anlatılıyor. Kitapta asıl acı olan ise, yaşanılan onca rezillikten sonra hiçbir karakterin kendine çeki düzen vermeyişi.

Ben Şıpsevdi’yi günümüz Türkçesine aktarılmış şekliyle okudum. Ancak orijinal, sadeleştirilmemiş metni okumanın, kitabı daha iyi hazmetmeye ve okurken daha çok eğlenmeye vesile olacağını düşünüyorum. Kitabı okuyacak herkese keyifli okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç