Dünya bir salgınla boğuşuyor uzunca süredir. Yeni birçok kavram da hayatımızı şimdiden işgal etmiş durumda: Pandemi, salgın, bulaşı, karantina vd. Elbette bu süreç bir salgın edebiyatını da beraberinde getirdi. Evvela geçmiş salgınları konu edinene eserler yeniden gündeme alındı. Camus’nün Veba’sı, London’ın Kızıl Veba’sı, G.G. Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı ilk akla gelenler. Bir anda herkes kendi döneminin bu ünlü anlatılanlarını okumaya başladı. Kendince dersler çıkardı ya da mevcut durumun vahametini anlamak için bu eserleri vesile kıldı. Elbette bu türün bizde de örnekleri vardı. Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sinde, Ahmet Mithat’ın Felâtun Bey ile Râkım Efendi’sinde verem ve yine Reşat Nuri’nin uzun öyküsü Salgın’da da başka bir pandemik dönem anlatılıyordu. Bunlar da yakın dönemde bir kez daha hatırlandı elbette. Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli eser ise bu eserler arasında müstesna bir yere sahip.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Hüseyin Rahmi hem Meşrutiyet dönemlerinin, hem Servet-i Fünun döneminin hem de Cumhuriyet döneminin yazarı. Bugün ortalıkta gezen sadeleştirilmiş/günümüz Türkçesi’ne aktarılmış metinleri sizi yanıltmasın oldukça zor da bir kalem. Eğitimli bir ailenin mensubu olarak yetiştiği ortamın da etkisi ile zengin bir anlatım ve dil gücüne sahip. Kendi dönemi söz konusu olduğunda nicel olarak da fazlaca eser verdiği düşünülebilir. Son Osmanlı vakanüvisi Abdurahman Şeref Efendi’nin himayesi ve Ahmet Mithat ile olan irtibatı da bu zenginliği besler zamanla. Bu ara bilgiler de verilmeli zira bizde Hüseyin Rahmi çoğunlukla korkulan ve uzak durulan bir yazar.
Bu yazının konusu olan Hakk’a Sığındık isimli roman Hüseyin Rahmi’nin ilk romanı Şık’ı bir kenara bırakırsak bence en tesirli metni. Hem bir dönem eseri hem de bugün halen güncelliğini koruyan bir konuya değinmesi sebebi ile de halen çok canlı.
Hakk’a Sığındık yüzyılın başında Dünya’yı kasıp kavuran bir salgını konu alıyor öncelikle: İspanyol Gribi. 1918-1919 arasında Dünya nüfusunun üçte birini etkileyen büyük bir yıkım. İnsanlara domuzlardan geçtiği düşünülen virüsün savaş şartlarında ismini veren İspanya dışında İtalya ve Fransa’daki etkisi dehşet verici o dönem. Özellikle her yaş grubunu etkilemesi, çocuk ve yaşlılarda ağır seyir etmesi ile yıkım çok daha ağırlaşır. Dünya, savaş şartlarında zaten yeteri kadar büyük bir yıkım yaşarken virüsün etkisi meseleyi çok yönlü bir sosyo ekonomik düzleme taşır ki Hüseyin Rahmi’nin eseri tam da bu yönü ile bugün yeniden hatırlanmaya ve okunmaya muhtaç. Hakka Sığındık (1919) öncelikle İspanyol gribi çerçevesinde kurgulanır. İnsanlar arasındaki gelir adaletsizliğinin giderek arttığı, birçok insanın yoksulluk içerisinde kıvrandığı İstanbul’da Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin başından geçenler polisiye kurguyla aktarılır. Dünyayı kasıp kavurmakta olan İspanyol gribi zengin fakir demeden her haneden insanın ölümüne neden olur. Hafız İshak Efendi’nin on gün içinde önce torunu sonra da onun annesiyle babası vefat eder. Bu arada Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarına Abdal Veli imzalı mektuplar gelir. Kendisini ermiş kişi ve din büyüğü olarak tanıtan Abdal Veli, ilk mektubunda Hafız İshak Efendi’nin konağından ölecek üç kişiyi bilir. İkinci mektubunda ise Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi kendisine 500’er lira göndermezse Hacı Ferhat Efendi’nin konağından İspanyol gribi nedeniyle iki ölümün olacağını söyler. Birinci mektuptaki bilgilerin doğru çıkması ve ailelerinden yeni insanların öleceğini öğrenen iki arkadaş Abdal Veli’ye parayı gönderirler. Ne var ki parayı götürenler soyularak geri dönerler. Bunun üzerine adli bir vaka halini alan olayın iç yüzü romanın sonunda anlaşılır. Nüzhet Ulvi isimli genç bir adam yangında anne babalarını, yoksulluk nedeniyle de kardeşlerini kaybetmiş iki çocuğa bakabilmek için İspanyol gribini bahane ederek Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’yi dolandırmıştır.
Hakka Sığındık İspanyol gribi vesilesi ile toplumun farklı yönlerine ışık tutar. Bunlardan ilki, salgının ciddiyetini anlamayan bu nedenle de hastalığın yayılmasına ön ayak olan cahil insanlardır. “Hastalık, sağlık Allah’tan… Rabbimin takdiri ne ise o olur. Hekimler ne biliyormuş? Kelin medarı olsa kendi başına olur. Onlar ölmeyecek mi? Bu sene İspanyol’dan az hekim mi öldü? Ecele çare olmaz. O cahillere uyup da öyle söylemeyiniz. Rabbimin gücüne gider… Ona şirk koşmuş gibi olur’ diyorlardı” gibi aktarımlar olayın bu yönünü vurgularken Hastalığı Tanrı’nın takdiri olarak değerlendiren bu insanlar, hasta insanları ziyaret etmekten, onların eşyalarını kullanmaktan da çekinmezler.
Romanda İspanyol gribinin, gelir adaletsizliğin giderek arttığı bir dünyada zengin fakir ayırt etmeksizin insanların ölümüne neden olduğu vurgulanır. Eserin başında betimlenen mahallede, birçok ailenin günde tek öğün beslenebilmesi bile olanaksızken, Hacı Ferhat Efendi ile Hafız İshak Efendi’nin konaklarında her gün türlü yemekler pişirilir ve ziyafetler verilir. Bu adaletsizliğin devamı olarak ebeveynlerini kaybeden dokuz ve on bir yaşlarındaki iki çocuğun dilencilik ve fuhuş yaparak yaşamlarını sürdürmeye çalıştıklarından bahsedilir.
Eseri okurken hastalıkla mücadelede suç kavramının tanımlanması, hastalıkla mücadelede gösterilen kifayetsizliklerin toplumsal bir suç olarak tanımlanması hayli ilginç. Ki Gürpınar’ın eserde sık sık ifade ettiği ahlaksızlık, yozlaşma, cehalet gibi kavramların hastalık döneminde yarattığı travma bugüne dair de çok fazla tanıdık şey söylemekte. Gürpınar nerede ise hastalıkla değil cehaletle mücadele edilemediğine dair güçlü bir hayıflanma ile anlatmakta derdini. Zaten bir kez daha ifade edilmelidir ki bu eser bir polisiye kurgu. İmkân var ise sadeleşmemiş halinden okumak her zaman tercih olmalı ama yine de günümüz Türkçesi ile okunmasında da sorun görülmemeli. Hülasa Hüseyin Rahmi’nin güçlü kalemi, bugün aradan geçen 100 yılı aşkın süre sonunda, salgın gibi ölümcül bir vakanın, toplumsal bilinç ve bilimin ışığında aşılması gereken bir sorun iken, bugün yaşananlar çerçevesinde ciddi bir mesafe kat edilemediğini göstermekte. Bu manada eserin, belki de bu tecrübenin bir kez daha aktarılması ve anlaşılması açısından okunması zaruri. Elbette edebi lezzet ve anlatımın gücü de asla göz ardı edilmemeli ancak, muhtemelen okuyucu için kitabın bu kısmı gerçekliğin şiddetine kurban gidecektir.
Galip Çağ