"Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım
Hutbe-i levlâk âyetin şânına kurban olayım
Kaab-ı kavseyn-i ev ednâsına kurbân olayım
Ben anın ilm ile irfânına kurbân olayım
Ben anın esrâr-ı Mi’râc'ına kurbân olayım."
- Niyâzî-i Mısrî*
Ömer Tuğrul İnançer Efendi'nin âlem-i cemale yürüyüşünün üzerinden bir seneyi aşkın zaman geçti. Onun gidişiyle birlikte kavrulan gönüller, bir şeyin farkına vararak bir nebze ferahlık buluyor: Murâdî Hazretleri kelâmıyla, hâliyle, eserleriyle, emekleriyle, her zaman örnek tavrıyla, her an eyvallahsız duruşuyla, Fahr-i Kainat Efendimize ve Türk Bayrağına olan yüksek hassasiyetiyle her an aramızda.
Zaman ilerledikçe sözlerinde, davranışlarında ve hassasiyetlerinde ne kadar haklı olduğunu, bu hassasiyetlere sarıldığımız müddet içinde elde ettiğimiz kazançtan anlayabiliyoruz.
Ne elde ediyoruz, nedir kazancımız? Evvela Allah'ı bilmemize, bulmamıza ve böylece daha çok sevmemize yegâne vesile olan Peygamberimizi daha çok tanımak. Tanıdıkça daha çok bilmek, bildikçe daha çok sevmek. Tıpkı Mevlâ'mızla aramızdaki ilişki gibi. Böylece varlık âleminde tek var olanın Hakk olduğunu bilmek, kâinata böyle bakabilmek, en yakından en uzağımıza bu bilinçle hizmet edebilmek. Vatanımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin kadrini kıymetini anlamak. Dört bir yanımızda ve elbette Anadolu'muzda yaşanmaya devam eden tasavvuf iklimine mûsıkîyle, nutk-i şeriflerle, hurde-i tarîke olan hassasiyetiyle emek vermiş büyükleri hatırlamak, onları anlatmak ve dolayısıyla hâlâ hayatta oluşlarından yeni hisseler devşirmek. Saymakla bitmiyor ama şurası gerçek ki sadece saymakla bile insan neşe buluyor. Bir de yaşanıyorsa, ne âlâ.
Tuğrul Efendi dendiğinde akıllara ilk gelen kelimelerden biri maariftir. O tek başına bir bilgi ve kültür hazinesidir. Onu iyi takip edenler ve gönül kulağıyla dinlemiş olanlar şu hayati meseleleri hayatlarında farklı bir boyuta taşımış olmalılar: Peygamber sevgisi, bayrak hassasiyeti, müziğinden edebiyatına ve mimarisinden ahlakî yaşamına dek Türk tarihi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîlik. Bendeniz birkaç yıldır yaptığım çevrimiçi atölyelerde acizane söylerim; Mevlânâ sultanımız ve Mevlevîlik üzerine ne buldumsa okumaya çalışıyorum. Ancak pek çoğu Tuğrul Efendi'den okuduklarımın ya da işittiklerimin yanında sönük kalıyor. Bu da bir bahs-i diğer... Yine Tuğrul Efendi'nin sadece son yıllarında değil -burayı özellikle vurgulamak isterim- ömrü boyunca dile getirdiği bir başka hassasiyet noktası da Peygamber Efendimizin hanımlarıdır. Sure-i Ahzâb'ın altıncı ayetine binaen Ümmehâtü’l-mü’minîn ya da Ezvâc-ı Tâhirât şeklinde tabir edilirler. Söz konusu ayet, Peygamberimizin hanımlarına gönlümüzün ne yanıyla bakmamız gerektiğine dair de yegâne işarettir: "Müminler için Peygamber, kendi nefislerinden daha evladır. Peygamber'in zevceleri müminlerin anneleridir."
Mustafa Tınmaz ile İzzet Yılmaz'ın hazırladıkları Mübarek Annelerimiz, 2024 yılının Sufi Kitap nezdindeki ilk kitaplarından oldu. Tuğrul Efendi'nin 2013 yılında umuma açık olarak yaptığı sohbetlerden derlenen bu kitapla birlikte, Tuğrul Efendi'nin "İnşallah bu sohbetleri bir yayıncı ele alır ve hazırlayıp kitap hâliyle neşreder" temennisi de tecellîye dönüşmüş oluyor. Peki, okuyucuları Mübarek Annelerimiz kitabında neler bekliyor? Efendimizin zevceleri hakkında oldukça öz ve faydalı bilgiler, on üç validemizin hayatlarından hadiselerle birlikte bazen nükteler bazen de günümüze tesir eden meseleler, asr-ı saadette cereyan eden bazı önemli olaylara nasıl bakmamız gerektiğine dair ince yorumlar... Kitabın sonunda ise yine Tuğrul Efendi'nin vaktiyle tarif ettiği, çizdirmeyi istediği, mübarek annelerimizin odacıkları (hücreleri) hakkında bir kroki yer alıyor. Sohbet, tasavvufta işte böylesine önemli bir araç. Yaşıyor ve yaşatıyor zira kaynağı belli, sebebi belli. Burada Mustafa Kara hocamın şu latif sözlerini hatırlatmak isterim: "Herkes severse, Sevgili etrafında sohbet döner durur. Mevlânâ da İbnü’l-Arabî de bunu anlatıyor, bizim Yûnus'umuzun da derdi budur, başka bir derdi yoktur. Gönül adamlarının, gönül erlerinin başka bir derdi yoktur. Yaşadıkları sevdayı bizim de yaşamamızı istiyorlar."
Tuğrul Efendi, gerek televizyon programlarında gerek konferanslarda özellikle bazı konulardaki hassasiyetini net biçimde ortaya koymuştur. Bir Müslümanın yaşamındaki olmaz olmaz kaideleri hem ifadeleriyle hem de bu ifadeleri dile getirirken takındığı tavırla belli etmiştir. Kamu nezdinde kimi zaman 'celalli' görülen bu hâllerin kaynağında sevginin olduğuna asla şüphe edilmemelidir. Zira ancak seven, çok seven bir insan bu kadar dert sahibi olabilir. Ancak bu kadar dert sahibi olan biri başkalarının dertlenmesini ister. Öte yandan şu kaide de unutulmamalıdır: Asabiyet-i diniyesi olmayanın imanı tehlikededir... Herkes için "Ben Hakk'a âşığım" demek kolaydır ama eskilerinde buyurduğu gibi ispat isterler, delil isterler. İşte o ispatlar ve deliller içinde şu zamanda en anlamlısı da bir tavrı hiç eğip bükmeden ortaya koymaktır. Tuğrul Efendi bunu yer, mekan, zaman fark etmeksizin yapmış, çoğu zaman da hem halk hem de yöneticiler nezdinde bazı önemli değişiklerin olmasına zemin hazırlamıştır. Perşembe geceleri (cuma gecesi) okunan salalar sadece bir geleneğin sürdürülmesi için değil, Fahr-i Âlem Efendimize olan sevgimizi aşikâr etmenin, sahiden de sevebilmenin bir gereğidir. İşte nicedir unutulan bu hassasiyet, Tuğrul Efendi'nin bilhassa televizyon ekranlarından yaptığı çağrının bir neticesidir: "Perşembe günü akşamları, salâ, İstanbul'da kalktı, yok! Salâ verilmiyor. Neden? Yani İstanbul'da kanun başka; Konya'da, Malatya'da, Sivas'ta başka mı? Bendeniz 42 senedir Konya'ya Hazret-i Mevlânâ ihtifallerine giderim. Her Perşembe akşamı, oh, elhamdülillah, salâ dinlerim! İstanbul'da niye dinlemiyorum?! Hangi münasebetsiz buna mani oluyor veya kim mani oldu da kim yeniden ihdas etmeğe cesaret edemiyor? Cevabı yok! Buyurun! Ve bunu bendenizden başka söyleyecek adam yok mu? İstanbullu Müslümanlar ne yapıyor? Yoksa salât okunmamasından rahatlar mı, memnunlar mı?"
İşte, Mübarek Annelerimiz de bir sevginin ve hassasiyetin neticesi olarak şimdi kitaplık raflarımızda. İnşallah satırlardan sadırlara, gönüllerden gönüllere ulaşır ve annelerimizi daha çok bilerek Efendimiz Hazretlerini de daha çok bilir ve severiz. Vesilelere ihtiyacımız var, bilgi bu anlamda değerli bir araç. Yoksa herkes bir şeyler okuyor ve kitaplığına geri koyuyor. Biz Türkler asırlar boyunca Peygamber sevgisiyle tanınmış bir milletiz. Çünkü bunu hep aşikâr etmişiz ve asla vazgeçmemişiz. Sevgiden, hele ki Peygamber sevgisinden vazgeçilir mi? Bir insanın, bir topluluğun kendini bitirmesi için tek başına yeter bir sebeptir bu. Kitaptan okuyalım: "Kat'i bir kanaatle söyleyebilirim ki cemiyetimizin hastalıklarının tamamı sevgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bu sevgisizliğin temelinde de Risâletpenah Efendimiz Hazretlerini (sav) tanımamak, dolayısıyla onu örnek almamak vardır. 'Tanıyoruz' diye itiraz ediyorlar. Lisanen tanıdıklarını söyleseler bile zihinlerinden, gözlerinden anlaşılıyor tanımadıkları. Varlığından haberdar olmak, tanımak demek değildir. Biz Efendimizin sadece varlığından haberdarız. Tanımıyoruz. Efendimizi tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Biz tanımadığımız için yeterince sevmiyoruz. Sevmeyince de toplumumuzun hastalıklarını çözemiyoruz."
Mübarek Annelerimizin evvela isimlerini sırasıyla bilelim. Hz. Hatice, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Zeynep binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye (Cevriye), Hz. Zeynep binti Cahş, Hz. Reyhâne, Hz. Mâriye, Hz. Safiyye, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Meymûne. Sonra hayatlarından hiç değilse ummandan birer katre öğrenelim. Bu öğrendiklerimizin, hayatımızı (okul, iş, aile, eş, sosyal veya ticari ilişkiler) ne kadar dönüştüreceğini muhakkak yaşayacağız. Kademe kademe hayatımıza bir pratik olarak sokarsak eğer öğrendiklerimizi, sevginin nelere vesile olacağını tadıp, gönül safası bulacağız. Kitaptan birkaç paragraf aktarıp yazımı nihayete erdirirken, cümle İslâm âlemi için Ezvâc-ı Tâhirât validelerimizin şefaatlerini Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim.
- Aşk asla tek taraflı olmaz. Karşılıklı iki gönlün muhabbetidir aşk. Bu gönlün biri Resûlullah'ta öteki de Hz. Hatice'de. Nasıl bir aşktır ki o, Efendimiz dünyadan çekilinceye kadar devam etmiştir. Hazreti Hatice dünyadan çekilinceye kadar değil.
- Cenâb-ı Ali Efendimiz bir hadis rivayetinde Hazreti Ayşe'den bahsederken "Resûlullah'ın sevgilisi" diye söylüyor. Hazreti Ali hiç Resûlullah'ın sevgilisine muhalefet edebilir mi? Tâbiînden Hazreti Mesrûk ise Hazreti Ayşe Validemizden rivayet ettiği hadislerin senedinde "Allah'ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen âyetle temize çıkan validemiz" ifadesini kullanmıştır.
- Efendimizin Hazreti Ayşe Annemizle ilgili bir sözü var. "Ben, beni sevdiğin zamanları ve bana nispeten kızgın olduğun zamanları biliyorum" diyor Efendimiz. "Nasıl ya Resûlallah?" diyor Hazreti Ayşe. "Bana kızgın olduğun zamanlar İbrâhim'in Rabbine yemin ederim ki dersin. Beni çok sevdiğin zamanlar Muhammed'in Rabbine yemin ederim ki diye konuşursun."
- Herkes kafasına da gönlüne de çok iyi yazsın. Hulefâ-yi Râşidin Efendilerimizin hepsi bilaistisna seçimle gelmiştir. Muaviye'den itibaren böyle değildir. Muaviye kendi kendine halifeliğini ilan etmiştir. Bu hareket yanlıştır. Hazreti Hasan Efendimiz yeni bir fitne çıkmasın diye Muaviye'nin lehine hilafetten feragat etmiştir. Şiileri sadece İran Şii'si zannediyorlar. Otuz küsur tane Şii grup var. Bir Şii grup Hazreti Hasan'a her gün söverler biliyor musunuz? Niye? Muaviye lehine hilafetten feragat etti diye. Fesubhanallah! Sonra bunlar Resûlullah'ı sevdiğini söylüyorlar. Sonra bunlar Müslümanlık iddiasında.
- Biz Efendimizin sevdiklerini severiz, sevmediklerini sevmeyiz. Efendimizin sevmediği kimse yoktur. Efendimizin sevmediği sıfatlar vardır. Onun için Müslümanlar hiçbir meseleyi kişileştirmezler, şahsileştirmezler. Hiçbir Müslüman, hiçbir sarhoşa düşman değildir fakat sarhoşluğa düşmandır. Hiçbir hırsıza düşman değildir. Hırsızlığa düşmandır. Hiçbir kâfire düşman değildir, küfre düşmandır. Bunları doğru anlamamız, anlatmamız lâzım.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin bu nutk-i şerifi, Neyzen M. Hakan Alvan tarafından bestelenmiştir. Şuradan dinlenebilir.
Ömer Tuğrul İnançer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömer Tuğrul İnançer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Şubat 2024 Salı
Validelerimizi tanımak Efendimizi yakından tanımaktır
13 Eylül 2022 Salı
Hakk'a selîm bir kalp ile varılır
“Sanma ey hâce ki senden zer u sîm isterler
‘Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler.”- Bağdatlı Ruhî
Şüphesiz dünya hayatının sonu var ancak hayatın sonu yoktur. Müminler bilir ki dünya, ancak bir gurbet yurdudur. Mevlânâ’nın Mesnevî’nin girişinde ney ve kamışlık üzerinden tasvir ettiği gibi insan aslî yurdundan izler taşır ve aslî yurduna ulaşmak için için dert yanar. Buradaki aslî yurt, cennet değil bizzat Hakk’ın kendisidir zira Cenab-ı Hakk. Enbiya suresinde “Biz ona ruhumuzdan üfledik.” buyuruyor. Ayrıca, Cenab-ı Hakk insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yaratacağını meleklerine bizzat beyan ediyor. İnsan, halifetullah olması itibariyle Allah’ın hoşnut olacağı şekilde hareket etmelidir. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, “İnsanlar size bakıp Müslüman olmaya karar vermiyorsa eksiksiniz demektir.” derken bir anlamda bu helifetullah olma durumuna işaret ediyor. Halifetullah olan insanın üzerinde Allah’ın esması tecelli etmelidir. Allah’ın esmasının tecelli ettiği en yüce insan şüphesiz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir. (sav) Bu nedenle müminler Peygamber Efendimiz’in hadis ve sünnetlerini rehber edinirler. Peygamber Efendimiz’i (sav) rehber edinmenin yolu ise onun varisleri olan alimleri ve arifleri rehber edinmektir. İşte tasavvuf, insanda Allah’ın esmasının tecelli etmesi için izlenen İslâmî bir terbiye yoludur ve rehbersiz yürünmez. Merhum Hocamız Ömer Tuğrul İnançer son dönemde manevî dünyamızı imar eden önemli şahsiyetlerden biriydi. Hocamızın son kitabı Kalb-i Selîm tasavvufî hayatın önemli kavramlarından kalb-i selîm, benlik, enaniyet, riya, gıybet, haset, ucb vb. hakkında ayet ve hadisler ışığında çeşitli açıklamalar yapıyor ve gündelik hayatın çeşitli açmazlarına İslâmî izahlar getiriyor.
Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Allah sizin suretlerinize ve şekillerinize, mallarınıza ve mülklerinize bakmaz ama kalplerinize ve amellerinize bakar.” buyuruyor. Bu hadis üzerinden pek çok çıkarım yapabiliriz. Mümin, dünyaya zengin ya da meşhur olmaya değil Allah’a kul olmaya geldiğini bilir. Ayrıca mümin bilir ki Allah insanların kalplerinden geçenleri bilir. Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine uymaktan gaye onun şekline ve görüntüsüne benzemekten ziyade onun ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Enfâl suresinde, “Oysa sen onların içinde olduğun sürece Allah onlara azap edecek değildi. Onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.” buyruluyor. Peygamber Efendimiz’in (sav) içimizde olması sadece aramızda olması değil, bizzat kalbimizde yer almasıdır, yani onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmamızdır aslolan. Peygamber Efendimiz (sav) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor: “Bilin ki insan vücudunda bir et parçası vardır. O salih olursa bütün beden düzgün çalışır, o bozuksa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir.” İçinde Muhammedî bir ahlâk bulunan kalp elbette salihtir. Aksi taktirde hiçbir kalp salih değildir. Müminler; cömertlik, alçak gönüllülük, hoşgörü, tevazu, iyi niyet gibi aklımıza gelebilecek bütün güzel huyların en güzel örneklerini Efendimiz’de (sav) bulur.
İnsanın kulluk yolculuğunda en büyük engellerinden biri benliktir. “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.” ayetinin sırrına erebilirsek kulluğun esasının benlikten kurtulmak olduğunu da anlarız. Cenâb-ı Hakk Maide suresinde “Müminler birbirlerine karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı izzetli olurlar.” buyuruyor. İsra suresinde de “Yeryüzünde ayaklarınızı yere vura vura, böbürlenerek yürümeyin çünkü ne yeri delebilir ne de boyca dağlara erişebilirsiniz.” buyuruyor. Mümin; “İslâm’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir.” düsturunca hareket eder. Haddini bilmek, nefsine galip gelmekle mümkün olur. Nefsi yenmenin yolunu ise Mevlânâ şöyle açıklıyor: “Nefis yanmakta olan bir ateş gibidir. Sen bu ateşi söndürmek istiyorsan üzerine odun atma.” Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk; zina, içki, kumar gibi günahlara “Yaklaşmayın” diyor. “Yapmayın” demek yerine “Yaklaşmayın” diyor zira nefs, kötülüğü emreder. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, tasavvufun nefs terbiyesi hakkında şunları söylüyor: “Tasavvuf zaten baştan aşağıya hizmet ettirmek ve nefse ağır gelen hizmetleri yaptırmak suretiyle kişinin nefsini evvela törpüler, sonra eğeler, daha sonra cilalar, bir kenara koyar. O nefis terbiyesini geçen kulda ise İlahî tecelliler parıldamaya başlar.”
Nefs ve benlikle birlikte düşünülebilecek bir başka kavram da riyadır. İki yüzlülük, samimiyetsizlik, sahtekârlık gibi kavramları da çağrıştırır riya. Olmadığı gibi görünmek, yapmadığı şeyleri yapmış gibi konuşmak… Özellikle yaptığımız iyilikleri, verdiğimiz sadakaları, kıldığımız namazları, tuttuğumuz oruçları vs. insanlar görsün, bize “Ne kadar güzel bir insan” desinler diye yapmak… Ömer Tuğrul İnançer Hocamız bu duruma farklı bir açıdan yaklaşıyor. “Sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmazsa benim çocuğum nereden öğrenecek sadaka vermeyi? Fiilen görmeden, kitapta yazılanlardan öğrenemez.” Müslüman bütün iyilikleri gizli kapaklı yaparsa yeni nesiller bu iyilikleri kimden öğrenecek? Bu nedenle örnek olması bakımından bazı davranışları açıktan yapmakta ziyan yoktur.
İnsan, fıtratı gereği gaflete düşer ve günah işler ancak Allah kulunun tövbe etmesini ister. İnsanı şeytandan ayıran en önemli özellik, hatayı kendinden bilmesidir. Şeytan Allah’a “Beni sen azdırdın” diyerek kibre düşerken Hz. Âdem “Biz nefsimize zulmettik” diyerek hatayı kendinden bilmiştir. Bu nedenle Şeytanın özrü kabul edilmezken Hz. Âdem affedilmiştir. Şeytanın kibre düşmesi, kendisinin ateşten yaratılmasına rağmen Hz. Âdem’in topraktan yaratılmış olması sebebiyledir. Bu durumla peygamberlerin davetini kabul etmeyen insanların tavırları arasında bir benzerlik kuruyor Ömer Tuğrul İnançer Hocamız.
Tasavvufun en fazla eleştirilen yönlerinden biri de mürid ve mürşid arasındaki ilişki. Müridin iradesini mürşidinin eline vermesini kölelik sanıyorlar, mürşide İlahlık atfedildiğini zannediyorlar. Müslümanlar değil herhangi bir şeyhe Hz. Peygamber’e (sav) dahi ilâhlık atfetmemiştir. Şeyhlerin tek rolü yol göstericiliktir. Ehl-i irfan bu durumu kesin bir şekilde şöyle açıklıyor: “Allah, Allahlığını kimseye vermez. Allah Allah’tır, kul da kul.” İnsan, dünyada kayıp bir yolcudur. Nihai hedef ise rıza- yı İlâhî’dir. Mürşid, bu yolculukta müridin elindeki harita gibidir. Her ne kadar haritaya bakarak yol alsa da haritaya varmak için değil menzile varmak için ilerler. Ömer Tuğrul Hoca bu konuda “Bilmiş olmak lazım ki Allah ile aranda ya nefsin vardır ya da adam gibi bir adam vardır.” diyor. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” prensibinin bir başka ifadesi de budur.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
9 Eylül 2022 Cuma
Âşıklar muhabbet kanadının altında toplanır
'Sadece akıl' olmaz, 'sadece gönül' olmaz; 'sadece kalp' olmaz. Allah hiçbir şeyi 'sadece' yaratmamıştır.
İnsanoğlu, yaradılışı gereği güzel olana meyyaldir. Güzel bir ses, güzel bir yüz, güzel bir koku vs. insana kendini iyi hissettirir. İnsandaki bu güzele meyyal olma durumu insanın “En Güzel”den geliyor oluşunun bir göstergesidir. “Her şey aslına rücu eder.” sözünün insandaki tezahürüdür bu. Mademki “En Güzel”den geldik ve mademki halifetullahız; bize yakışan, yeryüzünde Allah’ın boyasıyla boyanmak ve sünnetullaha uygun hareket etmektir. Peki, bu nasıl mümkün olacak? Bu sorunun cevabını Cenab-ı Hakk yüce kitabında, Ahzab suresi 21. ayette şöyle veriyor: “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah´a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah´ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”
Yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu idrak ederek yaşamak isteyen kişi, kendine Peygamber Efendimiz’i (sav) örnek almalıdır zira Efendimiz (sav) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur. Vefat etmiş birinden alacağımız varsa veya aynı kişiye borcumuz varsa onun varisleriyle görüşür ve onlarla ödeşiriz. Aynı şekilde Peygamber Efendimizin (sav) güzel ahlâkından nasibimizi almak ve O’na olan sevgimizi göstermek için de O’nun varislerine, yani âlimlere ve ariflere müracaat etmeliyiz. Bir arifin sohbetinden nasiplenmek insana “En Güzel”den kokular koklatır. Geçtiğimiz günlerde dünya sürgününü tamamlayan Ömer Tuğrul İnançer de kitapları, televizyon programları ve çeşitli etkinlikleri vasıtasıyla gönül dünyamızı mamur eden mümtaz şahsiyetlerden biriydi. Bu yazıda merhum hocamızın Gönül Sohbetleri adlı kitabına dair konuşmaya gayret edeceğiz. Kitabın ilk bölümü, akıl ve gönül arasındaki ilişkiye ayrılmış. Tasavvufa dair yapılan eleştirilerin birleştiği noktalardan biri de “akılla izah edilemeyen uygulamalar ve söylemler barındırıyor olması”dır. Düşünmek her ne kadar akılla gerçekleştiriliyor gibi görünse de bilmek sadece aklın yapabileceği bir iş değildir. Cenab-ı Hakk “Kalpleri vardır, onunla düşünmezler” derken kalbî bir düşünmeden, kalbî bir bilgiden bahsediyor. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız da kulun bir kuş misali iki kanatlı olması gerektiğini vurgulayarak “Mükellefiyet ve muhabbet kanatları beraber çırpılırsa uçup bir yerlere varabilir insan; tek kanatla bir yere gidilmez.” diyor. Buradaki mükellefiyet kanadı akılla temsil edilen ibadetlerdir. Muhabbet kanadı ise aşktır. Ne sadece akıl yani sadece ibadetler ne de sadece muhabbet yani aşk insanı gerçek manada oldurur.
Peki, nasıl bir denge kurulmalıdır? Bu sorunun cevabını verebilmek için aklın ve aşkın sınırları bilinmelidir. Mevlânâ akılla ilgili “Aşkın şerhinde akıl çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı.” diyor. Ömer Tuğrul İnançer de akıl ve muhabbet ilişkisini uçağın seyrine benzeterek anlatıyor. Pistte harekete başlayan bir uçak tekerlekleri üzerinde yürür ve belli bir menzile kadar da gider ama uçmaya başlayabilmesi için tekerleklerin kapanması ve uçağın kendini gökyüzüne bırakması gerekir. Bu noktada dikkat edilirse uçak tekerleklerini pistte bırakmaz, gövdesinin içine alır. İnsan; namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle belli bir noktaya geldiğinde artık bu ibadetlerin onu havalandırmaya yetmediğini anlar ve muhabbet kanadıyla kendini aşkın gökyüzüne bırakır. Burada da insan mükellefiyetleri bırakmaz yani namazı, orucu vs. kesinlikle terk etmez, sadece uçağın tekerleklerini gövdesine saklaması gibi ibadetlerini saklar. Bende nasılsa aşk var ibadetlere gerek yok demez. Nasıl ki bir uçak sonsuza dek havada kalamaz, vakti geldiğinde piste iner ve tekerleklere ihtiyaç duyarsa insan da muhabbet kanadıyla açıldığı aşk semalarından mükellefiyet pistine iniş yapıp ibadetler aracılığıyla yakıt ikmalini yapmak zorundadır. Bu dengeye muhakkak dikkat edilmelidir.
Peygamber Efendimizde bizim için çok güzel örnekler bulunduğunu Cenab-ı Hakk müjdeliyor. Peki, O’ndaki bu örnekleri fark etmek nasıl mümkün olacak? Bunun için evvela O’nu sevmeliyiz. O’nu sevmenin yolunu ise Ömer Tuğrul İnançer Hocamız şu şekilde açıklıyor: “Tanımak akılla olur, tanıdığın zaman zaten sevmeye mecbur ve mahkûm olursun. Resulullah’ı tanıyıp da sevmeyene rastlamadım.” Evet, O’nu tanıyabilirsek severiz ve seversek O’na tâbî oluruz. Hocamız Peygamber Efendimizi (sav) tanımak konusunda Hz. Ebû Bekir ve Ebû Cehil üzerinden şöyle bir karşılaştırmalı örnek veriyor ve bu örnek tanımanın akıldan ziyade gönülle mümkün olduğunu izah etmesi bakımından oldukça önemli: “O’nu en iyi tanıyanlardan biri Hz. Ebû Bekir oldu. Ama cismini gördüğü, sesini duyduğu halde O’nu yalnızca Abdullah’ın yetimi olarak gören de Ebû Cehil oldu. Ebû cehillerin de Ebû Bekirlerin de varisleri dünyada tükenmez.” Demek ki siyer kitaplarından Peygamber Efendimizin (sav) kronolojik hayatını öğrenmekle O’nu gerçekten tanımış olmuyoruz. “İslam, güzel ahlâktır.” hadis-i Şerifini “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hadis-i Şerifiyle birlikte düşündüğümüzde Peygamber Efendimizin (sav) yaşayan Kur’an olduğunu anlarız ki Hz. Aişe Validemiz (ra) kendisine Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkını soranlara “Siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an'dı” buyururken bu gerçeği ifade etmiştir. Tasavvuf, kâinatın yaratılış sırrının Aşk olduğu gerçeğinden hareketle insanın İlahî aşka kavuşması için Muhammedî ahlâkı rehber edinen İslâmî terbiye yoludur. Bu yol elbette O’nun varisleri hükmünde bulunan Allah dostlarının rehberliğinde yürünebilir.
Hocamızın işaret ettiği hususlardan bir diğeri de haddini bilmek meselesi. “İslâm’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir.” düsturundan hareketle kulun kendini tanıması ve hem Rabbiyle hem diğer mahlûkla arasındaki ilişkiyi doğru düzenlemesi gerektiğini vurguluyor. Hz. Mevlânâ’nın “Bir çobanı bile dinle. Hiçbir şey bilmiyorsa bile senden iyi koyun gütmesini biliyordur.” sözünü referans alarak kulun ilmi, malı ya da makamı yüzünden kibre kapılmasının yanlışlığından bahsediyor. Özellikle ibadet ehlinin dikkat etmesi gereken bir benlik türüne de işaret ediyor hocamız: “‘Yapamıyorum’un acısını yaşamak, ‘Aferin bana, yapıyorum’dan makbuldür. Çünkü ‘Aferin, ben yapıyorum’ olmaz; ‘Rabbime şükürler olsun ki’ derse doğru olur.”. Kulu cennete koyacak olan ibadetleri değil, Allah’ın rahmetidir. İbadetlerini beğenen ve “Ne kadar güzel namaz kılıyorum, ne güzel oruç tutuyorum, ne iyi bir insanım, Allah beni cennetine koyar elbet!” gibi düşünceler kulun ibadetlerini bir pazarlık aracı olarak kullandığını gösterir ki pazarlıkta eşitlik ve adalet esastır. Allah adaletiyle muamele ederse hangimiz cennet yüzü görebiliriz ki. Ancak kul; Allah’ın rahmetini umarak, ibadetleri bir kulluk vazifesi sayar ve ibadetlerin ötesinde aşkla O’nu zikrederse “Onlara Rableri katından bir selâm vardır.” ayetinin sırrına erebilir.
“Ez sohbet-i dervişân bûy-i Muhammed âmed.” diyor bir nefesinde Muzaffer Ozak. “Dervişlerin (aşıkların) sohbetinden Muhammed (sav) kokusu gelir.” Peki, her sohbetten gelir mi bu koku? Elbette ehlinin ehline ettiği sohbettir kastedilen. Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın şu sözleri sohbet konusunda dikkat edilmesi gereken önemli bir hususa işaret ediyor: ehliyet. Bakın ne diyor hocamız: “Taşmadan, kapı çevirerek döktüğümde dibindeki tortuyla dökülür. İşte, cahillerin konuşmaları böyledir. Tortudur.” İçinde Allah’ın zikredildiği meclis elbette Allah’ın rahmetiyle dolar ama kul; işin teferruatını öğrenmeden, yani bardağını tam olarak doldurmadan hüküm verircesine konuşursa dinleyenlerin aklını bulandırır. “Emaneti ehline veriniz.” ayetinin gereğince sohbette sözü ehil olan söylemeli, diğerleri dinlemelidir. Merak edilenler ise sonradan araştırılmalı ya da usulünce sorulmalıdır. Sohbette esas olan dinlemektir.
Hocamızın sohbetlerde değindiği bir diğer mesele ise kulun kötülükleri kendinden bilmesi ve isyan etmemesidir. Hz. Adem’in affedilmesine rağmen şeytanın affedilmemiş olmasını şu şekilde açıklıyor hocamız: “Âdem’le şeytanı ayıran en önemli unsur, Hz. Âdem’im o zellesinden dolayı kabahati kendi üstüne alıp: ‘Ya Rabbi ben nefsime zulmettim, beni affet, Sen bize merhamet et.’ demesi, şeytanın ise ‘Beni sen azdırdın’ diye isyan etmesidir.”. Burada insanların aklına “Allah isteseydi şeytan secde etmez miydi ya da Allah isteseydi Hz. Adem’i yasak ağaçtan uzak tutamaz mıydı?” gibi sorular geliyor. Bu noktada idrakten kaçan şey cüz’i irade. Elbette Allah’ın dilemediği hiçbir şey olmaz ama murâd-ı İlâhî’yi sorgulamak kula düşmez. Dünya hayatında da pek çok olayla ilgili Allah’ın kudreti göz ardı edilir. İnsanlar yaptıklarını kendinden bilmeye başlarlar. “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.” ayetinin iyi okunması gerekir. Hocamızın şu sözleri insanın ve kâinatın işleyişindeki İlâhî dengeyi ifade etmesi bakımından çok önemli: “İnsanın da kâinatın da kumandası Allah’ın elindedir. Bazen otomatiğe bağlar.” Biz fark etmesek de bütün işleyiş Allah’ın kontrolündedir.
Bütün bunları söyledikten sonra yazıyı yine hocamızın bir sözüyle bitirelim. İnanmak, gönül işidir. İmanına delil aramak deliliktir. Bu sohbetlerin de faydasına inananlar elbet istifade eder. İnanmayana ne söylenecek ne de yapılacak bir şey vardır. Bakın ne diyor hocamız: “İnansan ne olur, inanmasan ne olur? Köre renk, sağıra ahenk olmaz. Bu kadar basit.”
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
5 Eylül 2022 Pazartesi
Gönül gözünü açan sohbetler
"Gönlü mamur eden en hakikatli şey sohbettir.
Sohbet varsa gidilecek yollar, açılacak kapılar,karşılaşılacak hayırlar, tanışılacak iyiler vardır."
- Yağız Gönüler
Tasavvufa dair pek çok tanım yapılmakla beraber bu tanımların ekserisi nefs terbiyesine dayanır. Nefs, azılı bir hayduttur adeta ama tasavvuf bu haydutu hapsetmek yerine terbiye etmeyi esas alır çünkü hapsedilmiş ama ıslah edilmemiş bir nefs insana aşkın lezzetini tattırmaz. Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın da buyurduğu üzere insan biri mükellefiyet diğeri muhabbet olmak üzere iki kanatla uçan kuşa benzer ve akıl sayesinde mükellefiyet kanadı çalışırken gönül sayesinde de muhabbet kanadı çalışır. Kısacası tasavvuf aklın devre dışı kaldığı bir gönül coşkunluğunu kabul etmediği gibi gönlü devre dışı bırakan bir akılcılığı da doğru bulmaz. Nefs ve akıl bir yere kadar birlikte gider ama gönül aşka kanat çırpmaya başladığında akıl yetersiz kalırken nefs insanı kendi bataklığına çeker. İşte bu noktada nefsi dizginleyecek olan şey sohbettir.
İnsan fıtratı gereği güzel olana meyyaldir çünkü insan, ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmeyi sevdim, mahlûkatı yarattım.” kutsî hadisinin sırrı insanın Allah’ı bilmek üzere yaratılmış olmasıdır. Kul, ibadetleri aracılığıyla nefsinin dizginlerini eline alır ancak burada kalırsa nefs atı, gemi azıya alır ve kul ziyan edenlerden olur. İbadet etmeden olmaz ama sadece ibadetlerle de olmaz. “Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillah” ayeti Mü’minleri, “Allah’ı şiddetle severler” şeklinde tanımlıyor. Hiç şüphesiz kulun Allah’a duyduğu aşk, Allah’ın kuluna olan muhabbetindendir. İnsanın kime ya da neye âşık olursa olsun esas olan ondaki aşıklık istidadıdır. Bu istidadı insana verense Cenab-ı Hakk’tır. Fuzûlî ne güzel söylüyor: “Aşk imiş her ne var alemde / ilm bir kıyl u kâl imiş ancak”. Yunus Emre de dünyada aslolanın aşk olduğunu şu veciz dizeyle ifade ediyor: “Aşk gelecek cümle eksikler biter” Aşk, aklın aciz kaldığı bir er meydanıdır. Bu meydanda gönül sahipleri söz söyleyebilir ancak. Ehl-i dil olmayana aşk, aptallıktır. İnsanın cehaletine de aşkı aptallık zannetmesindedir. “Biz bu emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler.” ayetinde işaret edilen emanet, aşktır ve yalnızca aklıyla hareket edip gönlü hakir görenler İblis misali hor bakarlar Âdemmeşrep olanlara.
Ömer Tuğrul İnançer Hocamızın Ramazan Ayı boyunca Prof Dr. Kenan Gürsoy Hocamızla yaptıkları Gönül Gözü programında; Ramazan, aşk, hoşgörü, tevhid, gençlik, edep, gelenek, ahlâk gibi birçok konuda gönlümüze işleyen sohbetlerini Sufi Kitap, adlı adla kitaplaştırmış. Kitabın ilk bölümünde Sadık Yalsızuçanlar Hocamızın sunuş mahiyetindeki yazısında bu sohbetlerin içeriği hakkında şunları okuyoruz: “Ömer Tuğrul İnançer ile Kenan Gürsoy’un bu canım sohbetleri bizi Hakk’ın âlemi kuşatmış, âlemin bütün zerrelerine sirâyet etmiş oluşu hakîkatiyle doldurur ve bizi onların kelimelerine kulak verirken çoklukta birliğin güzelim resmini seyrederiz.” Sözler dilden dökülse de esas kaynağı gönüldür. Gönül bir deniz misali içinde ne varsa dil dalgasıyla sahile vurur. Bizler de kıymetli hocalarımızın gönül denizlerindeki sayısız inciden payımıza düşenleri temaşa etmeye gayret ettik. Kenan Gürsoy’un medeniyetimiz hakkında söylediği, “… bizim medeniyetimiz âdeta bir gönül medeniyeti. Gönülle yaşanan, gönülle kavranan, gönülle götürülen, gönülle kucaklanan bir medeniyet.” sözleri, geleneğimiz içinde gönle verilen değeri ifade etmesi bakımından oldukça önemli. Yine bir başka sohbette Kenan Gürsoy, “… gelenek, gelenek olduğu için değil; manayı, hakîkati kendinde ifade ettiği ve sembolleştirdiği için önemlidir.” geleneğin anlam kazanması için içinde muhabbet barındırması gerektiğini ifade ediyor.
Edep bahsinde Ömer Tuğrul İnançer şunları söylüyor: “Kudretullah devreye girmeyip Âdem serbest kaldığında oradaki hatayı kendine yüklediği için insan oldu. İblis, hatayı kendine yüklemeyip ‘Beni sen azdırdın’ diye mabuduna, Halık’ına, Rabb’ine kafa tuttuğu için şeytan oldu, rahmetten kovuldu. İşte insanla şeytanı ayıran en önemli unsur da edep.” Bu örnekten de anlıyoruz ki insanı şeytandan ayıran en önemli vasıf aczini ve zulmünü idrak etmesidir ve tövbe etmesidir. "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Hadisini, bu örnek üzerinde tekrar düşünmeliyiz. İnsanın dünyaya geliş sebebine dair de şunları söylüyor Ömer Tuğrul İnançer: “Biz dünyaya avunmaya gelmedik değil mi hocam? Sadece iyi vakit geçirmeye gelmedik, bir vazifemiz var: geldiğimiz yeri düşünmek, gideceğimiz yere göre davranmak ve bu zaman içinde avunmadan vakit geçirmek, zamanı da israf etmemek…” Tasavvuf, insanın bu dünyada bir imtihan sürecinde olduğu ve kendini bu dünyanın debdebesine kaptırmaması gerektiği gerçeğinden hareket ederek “Ölmeden önce ölmek” düsturuyla hareket etmeyi esas alır. Motorlu araçların yakıtı benzin ise aşıkların yakıtı sohbettir. Hiç şüphe yok ki Allah kuluna kulundan tecelli eder. İşte sohbetin sırrı, İnsan-ı kâmil’den tecelli edecek olan Hakk’ın zwvkini tatmaktır.
Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, pek çok televizyon programında, konferanslarda, kitaplarında Aşk’ı ve muhabbeti temel alan bir prensiple, Allah’tan korkmak yerine Allah’ı sevmeyi önceleyen bir eğitim metoduyla, gönüllerimize İlahî sırlar fısıldadı. Hakk’a vuslat haberini aldığımızda kendisini tanımakta ne kadar geç kaldığımızı ve kendisinden ne kadar az istifade etmiş olduğumuzu bir kez daha idrak ettik. Büyük bir Peygamber aşığıydı. Peygamber aşığı Mevlânâ’ya da aşıktı. Kâinatın mayasının aşk olduğunu bildi ve gönüllerimizi aşkla mayalamak için bir ömür harcadı. Cenâb-ı Hakk, Cennetinde Cemaliyle müşerref kılsın…
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
24 Ağustos 2022 Çarşamba
Hikâye etmedik, neyden dinledik
“Mesnevî- i Mevlevî-i Manevî
Hest Kur’ân der zebân-ı Pehlevî.”- Molla Câmî
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Mesnevî-i Şerif'i, sekiz asırdır bu toprakları ve bu toprağın insanını Muhammedî muhabbetle mayalamaya devam ederken özellikle son zamanlarda dünyanın farklı coğrafyalarına da ışığını ulaştırmış durumda. Hakkında olumlu ya da olumsuz pek çok şey söyleniyor olması dahi onun büyüklüğünün bir yansımasıdır. Mevlânâ ve Mesnevî-i Şerif hakkında konuşanların pek çoğu kaynak göstermeden iftira ederken bir kısmı da Mesnevî’nin sembolik diline vâkıf olmadığı hayvan hikâyelerinden öte anlam çıkaramıyor. Nesnel bir eleştiri, kişiyi içinde yetiştiği şartlarla birlikte ele almayı gerektirirken eserleri de kendi bütünlüğü içinde incelemeyi gerektirir. Mevlânâ hakkında özellikle Şems-i Tebrizî üzerinden yapılan eleştirileri anlamlandırmaya çalışırken onun Divan-ı Kebir ve Mesnevî-i Şerif’te Allah aşkı, Resûlullah’a muhabbet, ibadetlere bağlılık gibi konularda söylediklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Büyük bir bütünün içinden küçük bir parçayı tek başına değerlendirmeye kalkmak, üstelik bu sağlıksız değerlendirme üzerine hüküm bina etmek en hafif tabirle aymazlıktır. Ömer Tuğrul İnançer Hocamız, Dinle Neyden kitabında Mesnevî-i Şerif’in bir “mürşid kitap” oluşunu; Mevlânâ’nın Allah aşkı ve Resûlullah muhabbetini yine Mesnevî’den ve Mevlânâ’nın diğer şiirlerinden hareketle gözler önüne seriyor.
“Mesnevî-i Şerif, başlı başına bir mürşid kitaptır.” diyor İnançer Hoca. 800 yıldır, samimiyetle okuyan nice mü’mini irşad etmiş, hâlâ irşad etmeye devam ediyor. Yüzlerce yıldır, Mesnevî okumaları yoluyla gerek tasavvufun incelikleri gerekse ilahî aşkın sırları insanlarla buluşuyor. Mesnevî’nin önsözünde bizzat Mevlânâ kitabıyla ilgili şunları söylüyor: “Bu mesnevî kitabı, Allah’ın sırlarının ve O’na yakınlık kazanma yollarının öğretilmesi hakkında sırların açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseden Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer-i ezhârı, yani Allah’a ulaşma yollarının apaçık ve parlak delilidir.”. Mesnevî’de bulunan bir beyitte de şu ifadelere yer veriyor: “Bizim Mesnevî’miz vahdet dükkânı, birlik pazarıdır. Birlikten başka ne görürsen o puttur.” İşte bu beyit; Mesnevî’ye nasıl baktığımıza, onu nasıl okuduğumuza bağlı olarak ondan farklı anlamlar çıkaracağımıza dair yine Mesnevî’nin kendi içinden bir uyarıdır. Hz. Mevlânâ ve dahi bütün evliyaullah sadece vahdeti ve İlahî aşkı terennüm etmişlerdir. Her biri kendi çağında ve kendi lisanında konuşmuş ama aynı hakikati dile getirmiştir: Varlık birdir ve ancak aşkla bilinir. Hz. Ali Efendimiz’in “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” sözüyle ilgili olarak İnançer Hoca; “O nokta tevhid, vahdet noktasıdır. Bütün ilimler o noktayı öğrenmek içindir.” diyor. İşte Mevlânâ’nın “vahdet dükkânı” diyerek anlatmak istediği şey de tam olarak budur. Mesnevî’yi doğru okumayı başarabilirsek cümle ilimlerin ve dahi vahdetin sırrına ermemiz mümkün olabilir.
Tasavvufa yönelik eleştirilerin en acımasızı sahte şeyhler üzerinden yapılıyor. Kerameti kendinden menkul bu sahte şeyhleri ayırt etmek zor görünse de işin sırrı basittir: Her kim ki seni kendi yoluna çağırıyorsa sahtedir, her kim ki seni Allah’ın yoluna çağırıyorsa gerçektir. İnançer Hoca da insan-ı kâmili tanımanın yolunu şöyle açıklıyor: “Bir kimseyi gördüğümüzde, sohbetinde bulunduğumuzda, hatırımıza getirdiğimizde huzurunda yer aldığımızda; bu haller bize Hakk’ı hatırlatıyor, yeniden aklımıza getiriyorsa işte o kimse insan-ı kâmildir… Hele o zat, hali ile bizde kendisine benzemek hevesi uyandırıyorsa teşhisimiz doğru demektir.”. Elbette tasavvuf ehli olmadan da cennete girmek mümkündür ama tasavvufun özünde muhabbet vardır. “Eşeddü hubben lillah” sırrına erenlere Cenab-ı Hakk katından ayrıca mükafaat vereceğini müjdeliyor. “Onlara Rabbleri katından bir selam vardır.” Tasavvuf, Allah’a ulaşma yollarının en kestirme olanıdır. Bin bir dilekçe ve aylar süren randevu alma süreçlerinin ardından zor minnet ulaşabildiğiniz ve resmi bir ortamda görüşebildiğiniz bir devlet büyüğüyle onun bir tanıdığı, dostu vasıtasıyla dakikalar içinde hem de gayet samimi bir ortamda oturup muhabbet edebilir, sorununuzu çözebilirsiniz. İşte tasavvuf, Allah dostlarının dostlukları sayesinde Allah’a ulaşmayı ve O’nun aşkıyla kendi varlığından geçmeyi ifade eder. Peki; Allah’ın en sevgili kulu, en büyük dostu, Habibullah olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (sav) sevmeden, onun sevgisini kazanmadan ve onu aracı etmeden Cenab-ı Hakk’a ulaşmak mümkün olabilir mi? Elbette olmaz. İşte, gerçek bir Allah dostunda aranacak ön önemli özellik peygamber (sav) sevgisidir. Mevlânâ Hazretleri; “Yaşayışına yön vermede kendi bilgine, hünerine ve arzularına uyma; Resullerin sonuncusu ve en yücesinin düzeni dışına çıkma.” diyerek bu uyarıyı yapıyor. Mevlânâ’nın bahsettiği kuru kuruya bir taklit değil. Peygamber Efendimiz’in (sav) güzel ahlâkını, ihlâsını, muhabbetini kendimize rehber etmedikçe O’nun gibi yemek içmek, O’nun gibi giyinmek, O’nun gibi yürümek, kısaca O’nun gibi görünmek bizi kurtarmaz. Yine Mevlânâ; “Aşk yolunu seç; bütün peygamberler ve onlara uyanlar gibi ki ancak ve ancak O’nun aşkıyla sadece kazanç sahibi olunabilir ve katında makbul olma yüceliği elde edilebilir.” diyerek Muhammedî muhabbetin şiar edinilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Mesnevî-i Şerif, birçok hikâyeden müteşekkil bir kitap olmakla edebi bir yöne sahip. Bununla birlikte tahkiye, Kur’anî bir anlatım yöntemi olması bakımından oldukça etkili bir yöntemdir. Mesnevî’de yer alan hikâyeleri rumuzlarını çözerek okumak hakikat perdesini aralamamızı sağlar. İnançer Hoca, Dinle Neyden kitabında, Mesnevî’deki alan ilk hikâye olan “Padişah ve Cariye” hikayesini rumuzlarını çözerek ele alıyor ve okuyucuya; nefsin hastalıklarından kurtulmak için insan-ı kâmile bağlanmayı salık veriyor. Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’i eskilerin hikayeleri diyerek okuyamıyorsak Mesnevî-i Şerifi de hayvan hikayeleri diyerek geçiştiremeyiz. Hayvan hikayeleri olarak okuyanlar hayvan tezeğinden başka koku alamazken aşkla, muhabbetle okuyanlar İlahî bir aşkın kokusunu alırlar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
19 Ağustos 2022 Cuma
Aşk imiş her ne var âlemde
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.”- Fuzûlî
"Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh."
- Bakara, 165
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim; kâinatı yarattım.” mealindeki kutsi hadis, insanın yaratılış gayesine dair önemli bir mesaj veriyor: Cenâb-ı Hakk, insanı yeryüzüne halifetullah olarak gönderirken insandan kendini bilmesini istiyor. Pek çok ayet; “Akletmez misiniz, düşünmüyor musunuz…” gibi uyarılar içerir. Buradan hareketle birçok insan akıl ve bilimin esas alınması gerektiğine dair çıkarımlarda bulunuyor ancak gözden kaçan bir husus var ki tasavvuf işte bu gözden kaçan husus üzerine temelleniyor. Cenâb-ı Hakk, Araf suresinde mealen şöyle buyuruyor: “Onların kalpleri vardır, onunla düşünmezler.” Demek ki kalbimizle düşünmemizi istiyor Cenab-ı Hakk. Kalp nasıl düşünür, kalp bilgi üretebilir mi… gibi sorular aklımızı karıştırsa sezgi yoluyla öğrenme, keşif yoluyla öğrenme ve farkında olmadan öğrenme gibi pek çok öğrenme yönteminin temelinde kalp olduğu aşikârdır. Kul olmaktan maksat “Allah’ı bilmek”tir dedik. Peki Allah’ı bilmek nasıl olacak? “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” sözü işte bu sırrı açık ediyor. İnsan kendi varlığını bütün boyutlarıyla idrak edebilirse Allah’ı da bilmeye başlar. Ancak buradaki bilmekten kastın ne olduğunu da doğru anlamak gerekir. Kul, üç farklı bilme mertebesinden bilir: İlme’l yakîn, ayne’l yakîn, Hakka’l yakîn. Kitaplardan okuyarak ya da hocalardan talim ederek öğrenmeye ilme’l yakîn; müşahede ederek, tecrübe ederek öğrenmeye ayne’l yakîn; bizzat yaşayarak öğrenilen bilgiye ise Hakka’l yakîn diyoruz. Hakka’l yakîn, kesinlik ifade etmesi bakımından en üstün bilgi çeşididir. Kulun nefsini Hakka’l yakîn mertebesinde bilmesi için varlığının bütün boyutlarını gerçekleştirmesi gerekir. İnsan beden ve ruhtan oluşur. Beden, maddi ihtiyaçlarımızla ruh ise manevi ihtiyaçlarımızla kendini gösterir. İnsanın varlığı yetmiş seksen sene ile sınırlandırılamayacak kadar büyüktür. Yetmiş seksen sene yalnızca bedenin sınırıdır. Ruh ise ezelden ebede uzanan bir zamanın yolcusudur. Bu yüzden insanın kendini tanımasındaki esas nokta ruhunu tanımasıdır zira yalnızca bedeni tanımak sonsuz bir zamanın içinde yetmiş seksen seneyi anlamaktan ibaret kalır. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis -i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Vücutta bir et parçası vardır. Şayet o sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.” Bu hadis-i şerif bize insanın hakikatini anlamak için kalbine bakmak gerektiğini gösteriyor. Bakara suresinde “Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” buyruluyor. Mealen Cenab-ı Hakk; “Müm’minler, Allah’ı şiddetle severler.” diyor. Şiddetle sevmekten maksat aşktır. İşte tasavvuftaki aşkın kaynağı budur. Allah kuluna kulundan tecelli eder. Allah’ı bulmanın yolu Allah dostlarının yolunu takip etmekten geçer. Nasıl ki dünyada bir devlet büyüğüne onun dostları aracılığıyla ulaşabiliyorsak Allah’a ulaşmak için de onun dostlarını izlemek gerekir. Rehbersiz yola çıkan kaybolmayı göze almalıdır. Hele ki yol, zorlu ve imtihanlarla doluysa… Fuzûlî de bir beytinde “Aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak.” diyerek bu hakikati ifade ediyor.
Aşkla yapılan her iş insana mutluluk verir. Görev bilinciyle, kâr zarar hesabıyla yapılan işler insanın ruhunu daraltmaktan öte bir işe yaramaz. İbadetleri de bu şekilde anlamak gerekir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi ibadetler Kulluğun gerekleridir ama bütün bunlar cennet arzusu ya da cehennem korkusuyla yapılırsa Allah’ın hoşnutluğu kazanılamaz. Nisa suresinde; “İman edip salih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onların mükafatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha da fazlasını verecektir.” buyruluyor. Buradan anlıyoruz ki imanın derecesine göre cennetteki mükafatlar da değişecektir. Ne diyordu Koca Yunus: “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver onları / bana seni gerek seni”. Şüphesiz cennet nimetlerinin en büyüğü cemalullahtır, kelamullahtır. O nimete mashar olmak için dünyadan geçmek yetmez ahiretten de geçmek gerekir zira “Dünya ehline ahiret, ahiret ehline dünya haramdır; ehlullaha ise her ikisi de haramdır.” buyrulmuştur. Büyük mutasavvıfların hayatlarını bu gerçek üzerinden okumak daha isabetli olur. Ömer Tuğrul İnançer, Bir Muhammedî Âşık Hz. Mevlânâ adlı kitabında Hz. Mevlânâ’yı ve ilkelerini bu hakikat ekseninde ele alıyor. Mevlânâ’nın kimi sözlerine ve özellikle Şems’le olan münasebetine dair bilgiden yoksun ve art niyetli itirazlara karşın doğrudan Mevlânâ’nın kendi sözlerinden hareketle onun Hz. Muhammed’e (sav) aşk derecesinde bağlı bir derviş olduğunu ortaya koyuyor. Mevlânâ’ya dair ileri sürülen mesnetsiz açıklamaların tamamen cehaletten ileri geldiğini onun hayatı ve şiirleri üzerinden ispat ediyor.
Birçok insan Mevlânâ’yı bir şair ya da düşünür olarak görürken onun bir veli olduğu hakikatini görmüyor. Onun sözlerinin rumuzlarla dolu olduğunu bilmek ve görünen mananın ötesinde tasavvufi bir hikmet olduğunu düşünmek gerekir. “Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim. Ben Hz. Muhammed'in (s.a.v) ayağının tozuyum. Kim benden bundan başkasını naklederse; ben ondan da bizarım, o sözden de bizarım” buyurmuşken Mevlânâ’ya yakıştırılan sözleri anlamak mümkün değil. “Şeriatsız tarikat batıl, tarikatsız şeriat âtıldır” buyuruyor İnançer Hoca. Mutasavvıfların şerî hükümleri hiçe saydığı yönündeki eleştirileri şu sözlerle cevaplıyor hocamız: “Bir kısım insanlar da ‘Benim Allah’a, Resulü’ne, ve insanlara çok muhabbetim var ama o namaz, niyaz, mükellefiyet de neymiş! O, yeni adamların, yani müptedîlerin işi, biz namazdan geçmişiz.’ diyorlar. ‘Resulullah namazdan geçmedi! Sen kim oluyorsun ukalâ!’ derlerse adama, ne cevap verir o! Resulullah müptedî miydi de ayağı şişene kadar namaz kılıyordu, dizleri titreyene kadar ayakta duruyordu!” Bu sözlerde hem sahte dervişlere hem de sahte dervişler üzerinden tasavvufa yüklenenlere bir cevap var.
İnançer Hoca, Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems arasındaki münasebetin de yanlış anlaşıldığını ve yanlış anlatıldığını belirtiyor. Hz. Şems gelene kadar Mevlânâ’nın adeta kuru bir medrese hocası olduğunu, Hz. Şems’ten sonra aşkla dolduğunu; Mevlânâ’nın her şeyi Hz. Şems’e borçlu olduğunu ileri sürenlere şiddetle karşı çıkıyor İnançer Hoca. Bu görüşleri ileri sürenlerin namazsız, oruçsuz, ibadetsiz bir Mevlânâ arzusunda olduklarını oysa Hz. Mevlânâ’nın namaz, oruç gibi ibadetlere karşı oldukça hassas olduğunu ortaya koyuyor ve şu sözlerle de itirazını artırıyor: “Allah’sız kullar, Muhammed’siz Müslümanlar, Ali’siz Aleviler, Mevlânâ’sız Mevlevîler… Uğurlar olsun! Biz Allah’lı kul, Muhammed’li Müslüman, Ali’li Alevî, Mevlânâ’lı Mevlevîyiz. Hepimiz öyleyiz.” İnançer Hoca, Mevlânâ’nın tasavvufta aşkın sembolü oluşunu şu şekilde açıklıyor: “İrfan deyince akla Bâyezid- i Bestâmî gelir. Zühd ü takva deyince akla Cüneyd-i Bağdâdî gelir. Yardım ve himmet deyince akla Abdülkâdir-i Geylânî gelir. Keramet izharı deyince akla Seyyid Ahmed er-Rifâi gelir. Aşk deyince Hz. Mevlânâ gelir. Onun sembol olması, diğer tasavvuf büyüklerinin aşktan haberdar olmamaları demek değildir.” Aşk, sebeb-i kainattır. Aşkın yeryüzündeki esas temsilcisi Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (sav) Hz. Mevlânâ ise aşk sıradağının en büyük zirvelerinden biridir.
Mevlevîlik ve Mevlânâ’nın yurt içinde ve yurt dışında bu kadar fazla konuşulmasının adeta bir moda olduğunu belirten İnançer Hoca. Mevlânâ’nın İslâm’dan ve tasavvuftan ayrı değerlendirilmesinin sakıncalı olacağını ve esasen “Ne olursan ol, yine gel” söyleminin mükellefiyetsiz yani ibadetsiz bir İslam anlayışına evrilmeye yönelik bir hareket olduğunu vurguluyor. Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin de ifade ettiği üzere: “Halk içre bir ayineyim, herkes bakar bir an görür / Her ne görür kendi özün ger yahşi, ger yaman görür” Allah dostlarına dair ortaya atılan fikirleri biraz da buradan okumak gerekir. Ömer Demirbağ hocamız “Mesnevi’de Eşek Metaforu” başlıklı bir konferans olduğunu duyduğunda şöyle tepki vermişti: “O ne büyük bir aynadır ki her bakan kendini görür.” Aşkla bakmak, aşkı görmek duasıyla, vesselam…
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
16 Ağustos 2022 Salı
İçimizdeki güzelliğin adı Muhammedî muhabbettir
“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?”Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hayatı, bütün yönleriyle Müslümanlar ve dahi bütün insanlar için örneklerle doludur. Cenâb-ı Hakk’ın Fetih suresinde, “Sana biat edenler, Allah’a biat edenlerdir. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Kim biatını bozarsa kendi nefsine zarar vermiş olur, kim de Allah’a verdiği sözü yerine getirirse Allah ona büyük ödül verecektir.” buyuruyor. Bu ayetin nüzul sebebiyle birlikte Kur’an-ı Kerim’in bütün çağlara seslenen, çok katmanlı bir dili olduğu da düşünüldüğünde iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) sünnetine sıkı sıkı sarılmanın Cenab-ı Hakk tarafından ödüllendirileceğini, onun örnekliğini önemsemeyenlerinse ancak kendi nefislerine zarar vermiş olacaklarını söylemek mümkündür. O, öylesine büyük bir örnektir ki yalnızca peygamberlik vazifesini yerine getirdiği 23 yıllık dönemde değil bütün hayatı boyunca Allah’ın hoşuna gitmeyecek, bize örnek oluşturmayacak tek bir davranış dahi sergilememiştir. Onun hayatı; adalet, nezaket, samimiyet, hoşgörü, sadakat, tevazu, emanet bilinci, ibadet aşkı, feraset gibi hem toplumsal hayatımızı hem de ruh dünyamızı tedavi edecek reçetelerle doludur.
Öğrenme; istendik yönde, kalıcı davranış değişikliği olarak tanımlanır. Biz Müslümanlar da Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hayatını öğrenmeyi önemseriz. Bununla birlikte tarihleri ve isimleri ezberlemekten ibaret olan bir öğrenme değildir maksat. Bütün bir hayatı Muhammedî bir ölçekten geçirerek yaşayabiliyor muyuz? İşte esas öğrenme budur. Saçımızı, sakalımızı, kaşımızı, bıyığımızı sünnete uydurmak için harcadığımız emeği; sadakatimizi, nezaketimizi, emanet bilincimizi vs. sünnete uydurmak için çaba sarf edebiliyor muyuz? Peygamber Efendimiz’in (sav) eşleriyle münasebetlerindeki adalet, nezaket ve hoşgörüden; çocuklarla olan münasebetlerindeki samimiyet ve müşfikliğinden; ashabıyla ve hatta müşriklerle olan münasebetlerindeki güvenilirlik, hoşgörü ve tevazu ve her anına sirayet eden Allah aşkından nasibimizi alabiliyor muyuz? İşte bu sorulara müspet birer cevap verebilirsek “Ümmetî, ümmetî!” feryadının muhatabı olabiliriz belki.
Ömer Tuğrul İnançer, Muhabbet Peygamberi Hazreti Muhammed (sav) kitabında; Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatını, düşünce ve icraatlarını, muhabbete verdiği önemi günümüz Müslümanlarına örnek oluşturacak biçimde anlatıyor. Daha önce pek çok siyer kitabında gördüğümüz üzere Ömer Tuğrul İnançer de kitabı yazma amacını benzer kıssalardan hareketle açıklıyor ve Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca ile köle pazarında satışa çıkarılan Yusuf’a talip olan yaşlı kadını misal gösteriyor; “O’nun defter-i uşşâk’ına (âşıklarının defteri) yazılıvermemiz ümit ve dileğiyle…” diyerek başlıyor kitaba. Biz de okuyanların bu rahmet pınarından istifade etmelerini dileyelim.
Peygamber Efendimiz (sav) her ne kadar bizim gibi bir anadan ve bir babadan dünyaya gelmiş olsa da onun beşer sınırlarının çok ötesinde bir varlık hakikati vardır. İnançer Hoca, öncelikle “Hangi Hz. Muhammed (sav)?” diye sorarak günümüz Müslümanlarındaki yanlış ya da eksik peygamber algısına vurgu yapıyor. Onu bütünüyle bir insandan ibaret göremeyeceğimiz gibi tamamen insanüstü bir varlık olarak da düşünemeyiz. Peygamber Efendimiz’in (sav) hakikati, Hristiyanlıktaki Hz. İsa kabulünden çok farklıdır. Biz, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman ediyoruz. Bununla beraber onun sıradan bir kul olmadığını ve hatta bütün bir kâinatın yaratılış gayesi olan bir muhabbetin ifadesi olduğunu da biliyoruz. O’nun örnekliği yalnızca gündelik yaşantıya yönelik değildir. İnançer Hoca; “Hz. Resûlullah’ın kâli, yani söyledikleri şeriattır, hâli tarikattır, sırrı ise hakikattir. O sırra aşina olup şerîatten uzaklaşmamak da mârifettir.” Buradaki sır, ilimle öğrenilecek bir bilgi değildir. Bu nedenle alim olmak başka arif olmak başkadır. Nasıl ki insan dahi sırrını her önüne gelene söylemezse Allah da sırrını ehil olmayana, dahası kendisine dost olmayana vermez. Onlar; çoğu zaman gök kubbenin altında, kendisinden kimsenin haberi olmadan yaşayan velilerdir.
Bir kişiye gösterdiğimiz saygının en güzel ifadelerinden biri, “Başımın üstünde yerin var!” sözüdür. İnançer Hoca, bu sözden hareketle Hz. Muhammed’i (sav) nasıl yanlış anladığımızı şöyle açıklıyor: “Resûlullah Efendimizin yeri başımızın üstü değildir. Çünkü baş üstü olunca, baş üstünde bile olsa hâkikatte dışımızda oluyor. Böyle olmamalıdır. O iki cihan serveri pek sevgili Fendimizin yeri canımızın taaa içidir. O içimizde olmalıdır.” Bu ifadeyi doğru anlamak gerekir. Bir şeye duyduğumuz sevginin en doğru göstergesi onun gibi olmaya çalışmaktır. Cenab-ı Hakk Azhab suresinde mealen şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler için Allah’ın resulünde pek güzel bir örnek vardır.” Bu ayetin ve pek çok ayetin söylediği hakikat şu ki kulun esas vazifesi her yönüyle Hz. Muhammed’i (sav) örnek almaktır.
Efendimiz Hz. Muhammed (sav) muhabbeti esas almış ve ashabıyla münasebetlerinden tutunda hane halkıyla olan münasebetlerine varana kadar, hatta çocuklarla ve hayvanlarla olan münasebetlerinde dahi muhabbetle hareket etmiştir. Bakın namaz kılmıştır ama namaz kılarken omzundaki torunu düşmesin diye secdesini uzatmaktan geri durmamış, hırkasının üzerinde uyuyan kediyi uyandırmamak için hırkasını kesmekten çekinmemiştir. Oruç tutmuştur ama ashabına kendi nefsine zulme varan orucu tavsiye etmemiştir. Mağara arkadaşının endişelendiğini gördüğünde “Üzülme, Allah bizimledir.” diyecek kadar mu; kuşunu kaybeden bir çocuğa taziyeye gidecek kadar muhabbetle doludur. İnançer Hoca’nın ısrarla vurguladığı ve mutasavvıfların haksız yere eleştirildiği bir nokta da şudur. Mutasavvıfların şerî hükümleri önemsemeyip yalnızca aşk merkezli bir düşünceye sahip oldukları ve bu nedenle İslamiyet’in temel yükümlülüklerini yerine getirmedikleri yönünde bir eleştiri yapılıyor. Bununla birlikte şerîat, tarikat ve hakikat birer mertebe olup her ne kadar içinde çürükler bulunsa da gerçek mutasavvıflar şerîat kapısından girip, tarikat kapısından geçerek hakikat mertebesine ulaşılabileceğini ısrarla vurgulamışlardır. İnançer Hoca da “Bir ayağın şerîatın merkez olduğu noktada olup diğer ayağınla pergel gibi kâinatı dolaşmalısın. Eğer pergelin ayağı şerîat-ı Muhammediye’den uzaklaşırsa sen bâtılda dolaşıyorsun demektir.” diyerek bu hakikati bir kez daha vurguluyor ve şöyle bir tasavvuf tanımı yapıyor: “Din üç sacayağı üzerine oturur: îmân, İslâm ve ihsân. Tasavvuf ihsân boyutundadır. İhsân ise Allah’ı görmesen deO’nun seni gördüğünü bilmendir; sadece bilmek değil öyle yaşamaktır. Tasavvuf işte bu ihsânın müesseseleşmiş şeklidir.”
Günümüz Müslümanlarının en büyük sıkıntılarından biri de her şeyi somutlaştırma isteğidir. Maddeci bir gözle bakarak muhabbet peygamberi Hz. Muhammed’i (sav) anlamak ne kadar mümkün olabilir. Hepimiz ara sıra da olsa “İçimden geldi!” diyerek bir güzellik yapıyoruz. Demek ki içimizde güzellik var. İşte o içimizdeki güzelliğin adı Muhammedî muhabbettir. O içimizdeki muhabbetin bütün hayatımızı sarması için O’nu çok iyi tanımalı ve örnek almalıyız.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
10 Ağustos 2022 Çarşamba
Bu devirde tasavvuf
Cumhuriyetle birlikte toplum hayatımızdaki en önemli değişikliklerden biri şüphesiz tekke ve zaviyelerin kapatılması hadisesidir. Tasavvuf faaliyetleri de bu sayede sonlandırılmak istenmiştir. Bu durumun ilk bakışta tasavvufun ve İslâm ahlâkının toplum hayatından uzaklaşmasına sebebiyet vereceği düşünülse de zamanla görüldü ki kanunlar ya da yasaklar marifetiyle gönül dizginlenemez. Cumhuriyet döneminde de insanlar gönül sofraları kurmuş, nefis terbiyesine devam etmiştir. Hatta tasavvuf gömleğini şahsî çıkarları için giyen sahtekârların temizlenmesine vesile olduğu için bu yasaklama faaliyetinin bir şekilde hayra vesile olduğunu düşünmek dahi mümkündür. Bakara suresinde Yüce Allah’ın buyurduğu üzere “Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Günümüzde de çeşitli dernek, vakıflar vasıtasıyla gönül sultanları nefis terbiyesine devam ediyor. Hayatın çok hızlı akıyor olması, olayların sıklıkla maddeci bir bakışla değerlendirilmesi ve dinî meselelerin dahi tüketim kültürünün oyuncağı olması gibi nedenlerle günümüzde tasavvufî bir hayatın mümkün olmayacağı sıklıkla savunulan bir görüş olmasına rağmen özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların manevî açıdan boşluğa düşmeleri, ruhsal bir çıkış yolu aramaları ve hayatlarının anlamını sorgulamaları günümüzde ve elbette her dönemde tasavvufa ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Ömer Tuğrul İnançer, Dinle ki Dinlenesin adlı kitabında “Mademki nefis var, tasavvuf vardır çünkü nefisle mücadelenin yolu tasavvuftan geçer. Bu mücadelenin en büyük silahı da muhabbettir yani sevgidir.” diyerek bu devirde de tasavvufun bir ihtiyaç olduğunu vurguluyor.
Tasavvuf, insanın hayatı anlamlandırma merkezi olarak aklı değil gönlü kabul eder. Bu nedenle insanı ve insan sayesinde toplumu dönüştürmek için gönle hitaben konuşur. Gönül temizlenirse bütün dünyanın temizleneceğini savunur. İnsanlık tarihinin her döneminde zulüm var olmuştur. İyiliğin anlam kazanabilmesi için kötülüğe ihtiyaç vardır elbette ama günümüzde vahşetin sınırlarının çok genişlediğini insanların kalplerinin dünya putlarıyla dolduğunu söylemek gerekir. Bu durum tasavvufun naif dilinin bu katılaşmış kalpleri temizlemeye muktedir olamayacağı fikrini ortaya çıkarsa da İnançer Hoca bu durumu şöyle izah ediyor: “Kâbe içine put konmakla Kâbelikten çıktı mı? Çıkmadı elbette. Gönlümüz de öyledir. İçine dünya putu koysak da gönlümüz temizdir çünkü onu Allah yarattı.”
İslamiyet yalnızca Kur’an ahkâmı değildir. Eğer öyle olsaydı Cenab-ı Hakk, yüce Kur’an’ı gökten indirir ve bütün insanlığın yalnızca bu hükümlere uymasını emrederdi. Fetih suresinde yer alan, “Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir.” ayeti, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) temsiliyetinin delilidir. Ashab-ı kiram efendilerimiz İslam dininin temel prensipleriyle beraber gündelik hayatının düzenlenmesine dair İslâm ahlâkına yönelik pek çok düsturu doğrudan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’den (sav) almışlardır. İnançer Hoca, “Senin muhatabın insan olacak çünkü ilim insana insandan tecelli eder, kitaptan değil.” diyerek sohbetle eğitmenin önemini vurguluyor. “Peygambersiz İslam” söylemi son dönemde özellikle sosyal medya üzerinden gençlerin zihinlerini bulandırmaya devam ediyor. Birtakım ayetleri kendilerince yorumlayan kişiler yalnızca Kur’an okuyarak İslâmî bir yaşamın mümkün olacağını savunuyor. Oysa birçok ibadetin teferruatı Kur’an’da yer almaz. Müslümanlar Peygamber Efendimizin örnekliğini esas alırlar. İnançer Hoca bu kişilerle ilgili de şunları söylüyor: “Bazıları iki tane tercüme okuyor, hatta iki tane de değil, bir tane tercüme okuyor, ‘Ben Kur’an’ı okudum, anlamadım.’ diyor. Ben de anatomi kitabını okudum ama doktor olamadım. Benim anatomi kitabını okuyup doktor olamayacağım tabii de senin bir defa Kur’an- Kerim tercümesi okuyarak Kur’an’ı anlaman mümkün mü? Bu ne haddini bilmezlik!”
İnançer Hoca, tasavvufta esas olanın tevhide ulaşmak olduğunu vurguluyor. Ancak tevhidi doğru anlamak gerek. “Allah’la bir olmak, Allah’ta yok olmak, Allah olmak” gibi ifadeler ilk söyleyişte ürkütücü gelse de sözdeki mananın derinliğini idrak etmek söylenenleri daha anlaşılır kılıyor. “Ölmeden evvel ölmek” ifadesi mutasavvıflarca sıkça kullanılan bir ifade olmakla beraber buradaki ölmekten kasıt bedenin ölümü değildir. Ayrıca çokça yanlış anlaşıldığı üzere iradenin bir mürşide teslim edilmesi de değildir. Ölmeden evvel ölmek, kulun iradesinin mürşit marifetiyle Allah’ın rızasına yöneltilmesidir. “Sen çıkarsan aradan, kalır şeksiz Yaratan” dizesiyle latif bir biçimde ifade bulan bu anlayışı İnançer Hoca şu sözlerle destekliyor: “Namazlar, oruçlar, sair ibadet u taat, kul olmanın Cenab-ı Hakk tarafından bize gösterilmiş kestirme yollarıdır. Namazsız olmaz ama namaz kılmak için yaratılmadık. O namazı kılarken tevhid ehli olmak için yaratıldık.” Peki nasıl olacak tevhid ehli olmak? Yunus Emre’nin dizeleriyle ifade etmeye çalışalım: “Kahrın da hoş lütfun da hoş” olacak. İnançer Hoca’nın ifadesiyle, “Fail-i hakikinin Allah olduğunu bil. Ne kimse senden incinsin ne de sen kimseden incin.” Gönül koymak, kin beslemek, hatta dünya uğruna çokça sevinmek dahi benlik alametidir. Oysa benlikten sıyrılmaktır esas olan. Gelene de eyvallah gidene de eyvallah diyebildiğimiz takdirde tasavvuf kapısının tokmağını tutmuşuz demektir.
Tasavvufta insan mühimdir. İnançer Hoca’nın da ifadesiyle “Allah yeryüzünde Allahlığını kulları vasıtasıyla yapar.” Şeyh Galip Dede’nin “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” dizeleri de aynı sırrı ifade ediyor: Nur-ı Muhammedî. Tasavvufta üzerinde durulan insandan kasıt beşer değildir. Beşer olmak için bir anneden doğmak kâfîdir ama insan olmak için bir mürşidin gönül sohbetlerinden ikinci kez doğmak gerekir. İnsan, çeşitli mertebelerden geçirdiği nefsini eğiterek insan-ı kâmil olmaya çalışır. Kulluğun esas gayesi, tevhidden maksat budur.
Ömer Tuğrul İnançer’in Dinle Neyden adlı programındaki konuşmalarından yola çıkılarak hazırlanan Dinle ki Dinlenesin adlı kitap, “Bu devirde tasavvuf olur mu?” sorusuna oldukça anlaşılır müspet bir cevap niteliğinde. Tasavvufun en görünür hali olan muhabbete dair İnançer Hoca’nın şu sözleri günümüz toplumunu sağaltıcı bir reçete hükmünde okunmalı kanaatimce: “Muhabbet güzelleşme demektir. Muhabbet sahipleri birbirlerini güzel gördükleri için aynı zamanda kendileri de güzelleşir ve muhabbet ettiğini üzmemek için muhabbet ettiğinin kendinde beğenmediği ahvali değiştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla birbirlerini beğenmeleri, güzel görmeleri artar. Muhabbet esas olarak bu manaya gelir.”
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
31 Temmuz 2014 Perşembe
Karşındaki değil, kalbindekidir: Sen
Ben seni sevdim seveli kaynayıp coşdum
Aklımı yağmaya verip fikrimi şaşdım
- Güfte, Beste: Hammâmîzade İsmâil Dede EfendiAklımı yağmaya verip fikrimi şaşdım
Ömrüm seni sevmekle nihâyet bulacaktır
Yalnız senin aşkın ile rûhum solacaktır
- Güfte: Fitnat Sağlık, Beste: Yesârî Asım Arsoy
Hayatın her ânında musikiden uzak olmamız hem mümkün değildir, hem de mümkün olmamalıdır. Biz, doğarken de ölürken de tabiri caizse musikisiz gitmeyiz öte dünyaya. Doğarken kulağımıza okunan ezan da, ölürken ardımızdan okunan mevlid de musikîdir. Düğünlerimizde derneklerimizde daima musikî vardır. Bu, bildiğimiz ve daima görgüsüzlüğüne maruz kaldığımız çalgı çengi havasında değil, bir ahenk içinde olmaktadır. Ahengin bir anlamı da uyumdur. İnsan olmanın temelinde de kendiyle uyumlu, ruhuyla bedeni arasındaki uyumdan haberdar, uydurmadan ve uyuşuk olmadan yaşayan, yaşamaya çalışan bir ahenk yatar. Duyduğu her sesi müzik zannedenlerin şüphesiz "Müzik haramdır!" deyip bir kenara atmalarını da anlamak lâzım. Kulağın işittiği sesi gönül de işitmiyorsa o müzik değildir, sestir. Sesi müzik yapan bir şey vardır, o da ahenktir. Zaten şarkılar da söylenirken sırf ağızla söyleniyorsa şarkı olmaz, belki parça olur. Şarkı gönülle söylenir. Bu yüzden içimizi ısıtan yahut kalbimizi titreten bir ses işittiğimizde derhâl döner bakarız. Bitince de okuyana "Gönlüne sağlık" deriz. Bu minvalde duymakla işitmek arasındaki farka da dikkat etmemiz lâzım. Güzel ses işitilir, yani dikkat kesilerek hissedilir. Fakat sesin iyisi kötüsü, her halükarda duyulur, zira maruz kalınır. İşitme, itaat etmenin de bir vesilesidir. Dolayısıyla "Kulak, ulaktır" sözüne iştirak edebiliriz.
Yalnız senin aşkın ile rûhum solacaktır
- Güfte: Fitnat Sağlık, Beste: Yesârî Asım Arsoy
Hayatın her ânında musikiden uzak olmamız hem mümkün değildir, hem de mümkün olmamalıdır. Biz, doğarken de ölürken de tabiri caizse musikisiz gitmeyiz öte dünyaya. Doğarken kulağımıza okunan ezan da, ölürken ardımızdan okunan mevlid de musikîdir. Düğünlerimizde derneklerimizde daima musikî vardır. Bu, bildiğimiz ve daima görgüsüzlüğüne maruz kaldığımız çalgı çengi havasında değil, bir ahenk içinde olmaktadır. Ahengin bir anlamı da uyumdur. İnsan olmanın temelinde de kendiyle uyumlu, ruhuyla bedeni arasındaki uyumdan haberdar, uydurmadan ve uyuşuk olmadan yaşayan, yaşamaya çalışan bir ahenk yatar. Duyduğu her sesi müzik zannedenlerin şüphesiz "Müzik haramdır!" deyip bir kenara atmalarını da anlamak lâzım. Kulağın işittiği sesi gönül de işitmiyorsa o müzik değildir, sestir. Sesi müzik yapan bir şey vardır, o da ahenktir. Zaten şarkılar da söylenirken sırf ağızla söyleniyorsa şarkı olmaz, belki parça olur. Şarkı gönülle söylenir. Bu yüzden içimizi ısıtan yahut kalbimizi titreten bir ses işittiğimizde derhâl döner bakarız. Bitince de okuyana "Gönlüne sağlık" deriz. Bu minvalde duymakla işitmek arasındaki farka da dikkat etmemiz lâzım. Güzel ses işitilir, yani dikkat kesilerek hissedilir. Fakat sesin iyisi kötüsü, her halükarda duyulur, zira maruz kalınır. İşitme, itaat etmenin de bir vesilesidir. Dolayısıyla "Kulak, ulaktır" sözüne iştirak edebiliriz.
Resûl-i ekrem'in estetik anlayışı üzerine ülkemizde henüz adamakıllı bir şey yazılmadı, belki söylenmiştir. Neden çevresindeki yüzlerce sahabe arasından ezanı Bilâl-i Habeşî'ye okuttuğunu düşünmek lâzım. Neden çevresinde binlerce ashabı arasından Abdullah b. Mes'ûd'a "Oku!" diye buyuruyor. Devam edelim, Abdullah bin Mesud buna cevaben "Ya Resûlallah, Kur'ân size inmişken sizin huzurunuzda nasıl okurum?" diye endişe ettiğinde İslam peygamberi "Benim dinleme zevkim ve keyfim olmasın mı yâ İbn-i Mes'ûd" diye buyurmuştur. İşte bir Muhammedî âşık olan Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-î Belhî Rûmî de asırlarca nice insanın gönlüne hitap eden Mesnevi-i Şerif'ine "Dinle" diye başlar. Sandukasının üzerinde de "Kardeş! Mezarıma defsiz, neysiz, mûsikisiz gelme. Zîrâ Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz!" yazar ki vasiyeti olarak kabul edilir kimilerince. Bunun yanında rebap sesini cennet kapılarının gıcırtısına benzeten bir Hazreti Mevlânâ'dan bahsediyoruz. Dolayısıyla, ne her sesi müzik zannedelim, ne de her ses aletinden çıkanı şarkı, ki Ömer Tuğrul İnançer hoca da müziğin dışlanması ve kimilerince haram olarak kabul edilmesi hakkında şöyle söylüyor:
"Âletin, paranın, çulun, kılın dini olmaz. İnsanın dini olur. Piyano gâvur da ney Müslüman mı? Hangi kafa söylüyor bunu? “Her şeyi sizin için, sizi kendim için yarattım” diyen bir Allah’ın kuluyuz. Müziğin zatının haram olduğuna dair ayet mi var? Ama müzik aynı zamanda nefsi okşayan, eğlenceye kullanılan, günümüzde bilhassa “show buisness” olarak kullanılan bir şeydir. Kötüye kullanılmış olması zâtını bozar mı? Kâbenin içine put koymakla kâbenin şerefi eksildi mi? Öyleyse müziğin şerefi de eksilmez. Doğduğunda kulağına okunan ezan da, öldüğünde arkandan okunan mevlid de müziktir. Efendim ezan başka, o insan sesi… Sen sadece aletten çıkanı mı müzik zannedersin? En yüksek musikî âleti insan gırtlağıdır. Bunlar boş lâflardır."
"Âletin, paranın, çulun, kılın dini olmaz. İnsanın dini olur. Piyano gâvur da ney Müslüman mı? Hangi kafa söylüyor bunu? “Her şeyi sizin için, sizi kendim için yarattım” diyen bir Allah’ın kuluyuz. Müziğin zatının haram olduğuna dair ayet mi var? Ama müzik aynı zamanda nefsi okşayan, eğlenceye kullanılan, günümüzde bilhassa “show buisness” olarak kullanılan bir şeydir. Kötüye kullanılmış olması zâtını bozar mı? Kâbenin içine put koymakla kâbenin şerefi eksildi mi? Öyleyse müziğin şerefi de eksilmez. Doğduğunda kulağına okunan ezan da, öldüğünde arkandan okunan mevlid de müziktir. Efendim ezan başka, o insan sesi… Sen sadece aletten çıkanı mı müzik zannedersin? En yüksek musikî âleti insan gırtlağıdır. Bunlar boş lâflardır."
Bestesi ve güftesi Muzaffer İlkar'a ait nihâvend bir eser olan "Şarkılar Seni Söyler", gönül perdelerini sonuna kadar açacak, mûsikinin dile geldiği bir kitap. Bu kitapta Ahmet Özhan söylüyor, Ömer Tuğrul İnançer de söylenenin kim olduğunu, yani "Sen"i arıyor. Ararken de bulduruyor. "Aramakla bulunmaz; lakin bulanlar arayanlardır" denmiş, iki isim de söyleşirken aranan ve bulunana gönüllerince hitap ediyor. Çünkü gönlümüzde yer edinmiş en hakiki eserlerde daima "Sen" var, yani "O" var.
"Ömrümün güzel çağı içimdeki bir heves / her güzelin ardından tükendi nefes nefes" derken Mecdinevin Tanrıkorur, öyle bir bestelemiş ki Emin Ongan, sanki hemen ardından Yunus Emre'nin "Ben dost ile dost olmuşam / kimseler dost olmaz bana" ilahisi geliyor kalbe. Bestekârını da anmadan geçmeyelim ki o da Derviş Kânunî Cüneyd Kosal'dır. Dikkat edilirse bizim müziğimizdeki tasavvuf etkisi her akılda kalan, gönüllerde yer edinmiş eserlerde görülecektir. Bu eserleri besteleyenler yahut güftesini yazanlar direkt olarak tasavvufla ilişkisi olan, yahut olmadığı halde hocaları tasavvufla bağlantılı olan kimselerdir. Dolayısıyla kitapta tüm eserlerin neyi tespit ve tespih ettiği apaçık ortaya çıkarken, Türk mûsikisinin de dünya müziklerinden biri değil, başlı başına incelenmesi gereken müzik alanı olduğunu yeniden görüyor, okuyor ve dinliyoruz.
Yine bizim Yunus "Ahd ile vefalar / zevk ile safalar / bu yolda cefalar / çekmeğe kim gelir" diye sorarken, Doğan Ergin vesilesiyle bize dinlemek için nihâvend makamı yardımcı olur. Hemen ardından yine aynı makamdan devam edersek, Seyyid Seyfullah Hazretleri'nin "Bu aşk bir bahr-i ummândır buna hadd ü kenâr olmaz" nutkunu bizlere Yeniköylü Hâdî Bey dinletmiştir. Güftelerimiz ve bestelerimiz, tıpkı dilimiz ve dinimiz gibi birbirini tamamlayan, bizi biz eden şeylerdir. Bu şeyler, öyle şeylerdir ki, Hüseyin Sîret Özsever'in "Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün" adlı muazzam güftesini Şükrü Tunar'a hüseynî makamında besteletmiştir. Peki neden ihtiyar olmuştur Sîret Bey? Yaşı çok geçkin bir dönemde tasavvufa intisap etmiştir. İşte o zaman "Ak pak olmuş saçlarımda bîkarar oldum bugün" demiştir. Akıllara Necip Fazıl'ın "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizelerini getirircesine. Nitekim eserin son dizesi, aslında durumun ayan beyan kanıtıdır: "Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün."
Şarkılar O'nu söylerken, çok da gereği yoktur sözü uzatmanın. Söz de gönül gibi çok uzun bir yoldur. Gönülden gönüle giderse o yol, aşk olur. Aşk olsun. Şarkıların neyi söylediğini bilmek, bilmeye çalışmak, aramak ve bulmak, işte bunlar da hakiki aşkın sorumluluğudur. İnsan olmaya çabalayanın sorumluluğu da dinlemek, en önemlisi de neyi dinlediğini bilmektir. Söylerken de dinlerken de, bilmek...
Yağız Gönüler
22 Temmuz 2014 Salı
Kendi bayramını yaşa(t)mak
Men talebenî vecedenî ve men vecedenî arafenî.
(Kim bana talip olursa beni bulur, beni bulan beni bilir.)- Hadis-i Kudsî
Çün sana gönlüm mübtelâ düştü
Derd ü gam bana âşinâ düştü
Kim seni buldu, kendi yok oldu
Vaslına ey dost can baha düştü
- Niyâzî-i Mısrî
İnsanoğlu hiç durmadan gelişen teknolojiyle öylesine oyalanıyor ki, gece uykusuna çekilmek üzere yatağa gireceği saati bile unutuyor. Ardından uykusuzluk, yorgunluk, mutsuzluk ve akabinde hiçbir şeyden memnun olmama hâli geliyor. Bu hâl hiç de geçmiyor. "Yaşam koçu" adı verilen kapitalizmin bekçileri bu yorgun arkadaşları çeşitli sıfatlarla ve hastalıklarla isimlendiriyor: Y kuşağı, tükenmişlik sendromu, huzursuzluk hastalığı ve daha neler neler. Eskiden hasta lafı kullanılmaz, şimdi bizim hastane dediğimiz yerlere de şifahane denirmiş. Buradaki incelik, bir gönül meselesidir. Hasta olana tekrar hasta demektense, şifayı arayıp bulması gerektiği yeri işaret eden kelimeler vardır. Kelam, şifadır. Karacaoğlan "Mecliste arif ol kelamı dinle / el iki söylerse sen birin söyle" derken dinlemenin aynı zamanda dinlenmek olduğunu da anlatır, anlayana.
İnsanın kendi manasının peşinde hiç düşmediği devirlerdeyiz. Kimse kafasını insan olmaya dair bir şeylere patlatmıyor. Ya yalanlar ya da bombalar patlıyor. Olan da insanlara oluyor. İnsan kendi manasının, bu dünyaya neden geldiğinin, kendi anlamının ve dolayısıyla gönlünün derdine düşmüyor. Çünkü yollar kapalı. Üstelik yolları kapayan da kendisi. Düşünün ki sabah aşırı tükettiğimiz besinleri vücudumuzdan atmak için akşam spor yapıyoruz. Yani sabah da akşam da para harcıyoruz, ne için? Fazla tükettiklerimiz için. Halbuki sabah az tüketilse akşama da insan kendini tüketmeyecek. Kendimize, yani gönlümüze doğru yürünebilir yolları parklarda arıyoruz kolumuzdaki akıllı saatlerle. Kaç kilometre yürüdüğümüzü öğrenip seviniyoruz. Adımlarımızı her seferinde yorulmak için atıyoruz, dinlenmek için değil. Okunacak güzelim kitaplar arasından kendimize saçma sapan aşklar, yalanlar ve küfürler icat ediyoruz. Aşksız kalıyoruz, yalancı oluyoruz, küfre batıyoruz. İnsanı hayvandan ayıran estetiğin ve edebin ne farkına varıyoruz, ne de merak ediyoruz. Tüm bunlar için gönül gözümüzü bir an evvel açmamız gerekiyor. Gönül gözümüzü açmamız için de gönlümüzü kitaba, gözümüzü de kelama vermemiz gerekiyor. Aksi ise gözsüz bir gönül, hatta ne göz ne gönül olacaktır. Bakın güftesi Nâhit Hilmi Özeren'e, bestesi Râkım Elkutlu'ya ait bayâti makamındaki eser ne diyor: "Ne bahar kaldı ne gül ne de bülbül sesi var / ne o cânân, ne bir ümmîd, ne gönül neş'esi var."
Gönül gözünü açtığımızda cânân, ümmîd, neş'e bizimle olacak ve bütün bunlar ilim, irfan, kültür ile birlikte gelecek. İşte tasavvuf, gönül gözünü açmak için orada duruyor. İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer ve Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un TRT İstanbul Televizyonu’nda birlikte yaptıkları kısa sohbetlerden oluşan bu kitap, gönül mimarisi dersi veriyor. Burada mimarlık diploması ne işe yarıyor, ne de herhangi bir diplomaya gerek var. Zira insan olmak için diplomaya ihtiyaç yoktur. Adam olmak için âdem olmak lâzımdır ve bu olma süreci için en temiz yol da, tasavvuftur. Bu yola çıkış yakıtı da aşk. Hiç bitmeyen ve bitmemesi gereken yakıt, aşk.
Ömer Tuğrul İnançer'den: "Nefsden, benlikten kaynaklanan ve istifade etmeyi hedefleyen arzu ve meyiller, aşk değildir, sevgi bile değildir. Aşkın kantarı fedakârlıktır, ne verebiliyorsan o kadar âşıksın."
Kenan Gürsoy'dan: "Bütün problemlerin temelinde, ama bütün problemlerin temelinde gönüllerin kararması var. Eğer siz gönlü parlak bir ayna haline getirebilirseniz, orada zaten enaniyet, egoizm de kalmıyor."
Akleden, "akıl eden" bizim mantığımız değildir, beynimiz hiç değildir. Kalbimizdir. Bu yüzden "akleden kalp" denmiştir. Güzel bir şiir okuduğumuzda, lezzetli bir eser dinlediğimizde, hoş bir manzaraya baktığımızda kalp ritmimiz artar. Beynimizde herhangi bir şey değişmez. Kalp krizinin sebeplerine bakıldığında dahi, tüm ruhumuzun ve bedenimizin "yaşadığı" kalbimizin nelere göğüs gerdiğine bir anlam verilebilir. Nitekim bilgeler bilgesi Muhyiddin İbn Arabi, "Kalp, arştan da geniştir" der. Dil de kalbin tercümanıdır. Ne ilginçtir ki İbn Arabi'nin içinde "tercüman" kelimesi geçen üç büyük eseri vardır. Bunda ârif olan ya da olmak isteyen için büyük anlamlar vardır diye düşünüyorum.
Bayram yaklaşıyor. Her birimizin içinde ayrı dertler olsa da, hepimizin içine devasını getirecek olan yalnız O'dur. "Ben yalnızım" diyen O'ndan çok uzaktır. Gönül gözümüzü açacağımız, içimizde dışımızda daimi bayramlar yaşayacağımız günler için, ruh bayramımız için, bir yerlerden ama sağlam bir yerlerden başlamamız için yine kitaba davet ediyor bu fakir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
27 Mayıs 2014 Salı
Konuşarak değil, dinleyerek anlaşılır
"Bişnev in ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned."
- Hz. Mevlânâ
"Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın."
- Ken'an Rifâî
"Öyle yüksek huzûrlar vardır ki orada, o huzûr sâhibinin yüzü suyu hürmetine kulakların mühürleri açılır ve neler neler duyulur."
- Ömer Tuğrul İnançer
Mesnevî-i Şerîf üzerine sadece bizde değil tüm dünyada sayısız kitap yayımlandı. Şerhleri yapıldı, romanları(?) yazıldı, üzerinde sohbetler düzenlendi, televizyon programları tertip edildi. Bu böyle kıyamete kadar sürecek, zira Mesnevî-i Şerîf'in hakikatlerine erişmeye ne şuurumuz, ne de elimiz, dilimiz, belimiz erecek. "Edeb ya hû" deyişini hemen herkes bilir. E, d ve b harflerinden oluşan edeb; kamuoyuna yapılacak en güzel açıklamayı yapıyor aslında: Eline (iline), diline (lisanına) ve beline (soyuna, sopuna) hâkim ol. Zira insanı eliyle yaptıkları, diliyle söyledikleri ve beline olan hâkimiyeti ya yok edecek, ya ihya edecek. İnsan, kendini bilir. İhya olmak isteyen de ne yapacağını öyle veya böyle bilir. İhyanın bir anlamı da gelişme ve geliştirmedir. Kişisel gelişim kitaplarına inanma şaklabanlığına düşmeden, Mesnevî-i Şerîf gibi sırların sırrını izah eden bir kitabı, Ömer Tuğrul İnançer hocanın sırlı üslubu ve gönlüyle okuma imkânımız var: Dinle Neyden.
Neden sırların sırrı? Allah'ın sırlarını Kur'an-ı Kerim açıklar, Mesnevî-i Şerîf ise Kur'an-ı Kerim'in sırlarını. "Dinle Neyden" ise Mesnevî-i Şerîf'ten ne anlaşılacağı, nasıl okunacağı ve gönül ışığını ne biçimde yakacağı üzerine yorumlar ihtiva ediyor. Ömer Tuğrul İnançer hocanın en önce kalbe giren sözleri, akıla "git başımdan!" diyor ve okuyucunun gözleriyle okuduğunu tüm ruhunun yeniden, coşkuyla hecelemesini sağlıyor. Popüler kültürde buna "çakraların açılması" mı denir? Nedir ne değildir bilemem ama ney vardır ve onun sesi ne var ne yoksa bir kenara bıraktırır. Nefesli enstrümanlara girersek, çıkamayız. Lakin ney, insan sesine en yakın sesi veren enstrümanlardan biridir. Hatta buna dair araştırmalar yaptığımda, insan sesine en benzer sesi kemanın verdiğini fakat insanın iç sesine dair en hakikatli sesi de neyin verdiğini okumuştum. Amatörün amatörü bir klarnet meraklısı olarak şunu diyebilirim ki; nefesli enstrümanlar bize bir şeyi çok iyi açıklamaktadır. O da şudur: İnsan, aldığı nefesi vermekle yükümlüdür. Nefes almak, yaşamak için ne kadar mecburi ise, vermek de o kadar mecburidir. Dolayısıyla insanın yaşamı, nefesindedir. Neyi alıp verdiği kadar, neyi dinleyip dinlemediği de önemlidir. Ağızdan çıkanlar ne kadar önemliyse, kulağa girenler de o kadar önemlidir. Sırların sırrına ermek için en önce dinlemek lâzım. O yüzden, bişnev! Yani, dinle!
Kur'an-ı Kerim'in besmeleyle, Mesnevî-i Şerîf'in bişnevle başlaması bile, "sır" denen şeyin ne olduğunu belli etmektedir. Mesnevî-i Şerîf’in ilk harfi olan “b“de Esmâ-i Hüsnâ’dan da sırlar vardır: Bâkî, Bârî, Basıt, Basir, Bâis, Berr... Sır ne kadar belli olur? İnsan ne kadar kendini verirse. "Sırra kadem basmak" diye bir deyim vardır. Şimdinin kısa ve öz "kayboldu" anlamıyla bir alakası yoktur bu deyişin. Sırra kadem basmak, sırra teslim olmak, sır kapısından içeri adım atmak, kendini sırlara kapatmak demektir. Unutulmasın ki sürekli ortada duran değil, kaybolan aranır. "Kaybolmak" da, "gâib olmak"dan gelir. Gâib ne demektir? Görünmez âlem demektir. Âlem de, âdemin yeridir. Hadi buyurun şimdi, ne oldu akıla? Karıştı.
"Âdemoğluna atasına uymak edebini göstererek şeytan gibi gururlanmak değil, Âdem gibi kabahati kendinde bilmek yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farklı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek gibi hâller hayvanda da vardır, insanda da. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar, insanı insan eder. Tabiîdir ki; bu söz ancak Âdemoğullarınadır. Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere bir sözümüz yok."
İnsanın herhangi bir konuda konuşurken üslubunda şiddet varsa, bilinmeli o konuda bir aşkı vardır. En güzel aşkın ne olduğunu söylemeye gerek yok. Kitapta Ömer Tuğrul İnançer hoca, Hz. Mevlânâ'nın aşkını Mesnevî-i Şerîf üzerinden anlatıyor. Kur'an-ı Kerim'de "aşk" kelimesi yoktur diye sızlananlara da hikmeti bol sözler ediyor: "Allah, "Müminler Allah'ı şiddetle severler" buyuruyor. Şiddetle sevmenin adına aşk derler.". Dolayısıyla şiddetli bir aşkta da gönül sürekli yanma hâlindedir. Her gönülde de bunun yaşanması için o gönlün doğrudan şaşmaması lâzımdır: "Yalandan kim ölmüş diyorlar. Yalandan beden ölmez. Gönül ölür, gönül!". Sevmek de "vermek"tir hiç şüphesiz. Vermeden sevilmez. Gözü ve gönlü sadece "almak"ta olanın, tahsildârdan ne farkı vardır ki? Tek gerçek, yâr olabilmektir. Yâr da, gönülden gönüle sohbetle olunur.
"Sohbet ise, dinlemeyle olur. Sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lâzımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir: “Az yemek, az uyumak, az konuşmak” prensibinin geçerli olduğu tasavvuf terbiyesinde hüner, söylemek değil dinlemektir. Doyduktan sonra yenilen yemek, tembellik uykusuyla geçirilen zaman, lüzumsuz ve boş konuşma tarzında söylenen sözler “israf haramdır” kâidesince yasaklanmıştır. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenemeyenler bilemezler, bilemeyenler ise “olamazlar."
Âşıkların pîri Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf'inde âşıkların "ney"i dinleyeceğini anlatıyor. Ârif olanın anlaması için de, önce dinlemesi gerekiyor. Dinlemeden, anlaşılmaz. Dervişin yegane işi de dinlemektir. Dinleyen, dinlenir. İşte Ömer Tuğrul İnançer hoca da "Dinle Neyden"de bunu anlatıyor. Neyi, nasıl dinlemek gerektiğini.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned."
- Hz. Mevlânâ
"Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın."
- Ken'an Rifâî
"Öyle yüksek huzûrlar vardır ki orada, o huzûr sâhibinin yüzü suyu hürmetine kulakların mühürleri açılır ve neler neler duyulur."
- Ömer Tuğrul İnançer
Mesnevî-i Şerîf üzerine sadece bizde değil tüm dünyada sayısız kitap yayımlandı. Şerhleri yapıldı, romanları(?) yazıldı, üzerinde sohbetler düzenlendi, televizyon programları tertip edildi. Bu böyle kıyamete kadar sürecek, zira Mesnevî-i Şerîf'in hakikatlerine erişmeye ne şuurumuz, ne de elimiz, dilimiz, belimiz erecek. "Edeb ya hû" deyişini hemen herkes bilir. E, d ve b harflerinden oluşan edeb; kamuoyuna yapılacak en güzel açıklamayı yapıyor aslında: Eline (iline), diline (lisanına) ve beline (soyuna, sopuna) hâkim ol. Zira insanı eliyle yaptıkları, diliyle söyledikleri ve beline olan hâkimiyeti ya yok edecek, ya ihya edecek. İnsan, kendini bilir. İhya olmak isteyen de ne yapacağını öyle veya böyle bilir. İhyanın bir anlamı da gelişme ve geliştirmedir. Kişisel gelişim kitaplarına inanma şaklabanlığına düşmeden, Mesnevî-i Şerîf gibi sırların sırrını izah eden bir kitabı, Ömer Tuğrul İnançer hocanın sırlı üslubu ve gönlüyle okuma imkânımız var: Dinle Neyden.
Neden sırların sırrı? Allah'ın sırlarını Kur'an-ı Kerim açıklar, Mesnevî-i Şerîf ise Kur'an-ı Kerim'in sırlarını. "Dinle Neyden" ise Mesnevî-i Şerîf'ten ne anlaşılacağı, nasıl okunacağı ve gönül ışığını ne biçimde yakacağı üzerine yorumlar ihtiva ediyor. Ömer Tuğrul İnançer hocanın en önce kalbe giren sözleri, akıla "git başımdan!" diyor ve okuyucunun gözleriyle okuduğunu tüm ruhunun yeniden, coşkuyla hecelemesini sağlıyor. Popüler kültürde buna "çakraların açılması" mı denir? Nedir ne değildir bilemem ama ney vardır ve onun sesi ne var ne yoksa bir kenara bıraktırır. Nefesli enstrümanlara girersek, çıkamayız. Lakin ney, insan sesine en yakın sesi veren enstrümanlardan biridir. Hatta buna dair araştırmalar yaptığımda, insan sesine en benzer sesi kemanın verdiğini fakat insanın iç sesine dair en hakikatli sesi de neyin verdiğini okumuştum. Amatörün amatörü bir klarnet meraklısı olarak şunu diyebilirim ki; nefesli enstrümanlar bize bir şeyi çok iyi açıklamaktadır. O da şudur: İnsan, aldığı nefesi vermekle yükümlüdür. Nefes almak, yaşamak için ne kadar mecburi ise, vermek de o kadar mecburidir. Dolayısıyla insanın yaşamı, nefesindedir. Neyi alıp verdiği kadar, neyi dinleyip dinlemediği de önemlidir. Ağızdan çıkanlar ne kadar önemliyse, kulağa girenler de o kadar önemlidir. Sırların sırrına ermek için en önce dinlemek lâzım. O yüzden, bişnev! Yani, dinle!
Kur'an-ı Kerim'in besmeleyle, Mesnevî-i Şerîf'in bişnevle başlaması bile, "sır" denen şeyin ne olduğunu belli etmektedir. Mesnevî-i Şerîf’in ilk harfi olan “b“de Esmâ-i Hüsnâ’dan da sırlar vardır: Bâkî, Bârî, Basıt, Basir, Bâis, Berr... Sır ne kadar belli olur? İnsan ne kadar kendini verirse. "Sırra kadem basmak" diye bir deyim vardır. Şimdinin kısa ve öz "kayboldu" anlamıyla bir alakası yoktur bu deyişin. Sırra kadem basmak, sırra teslim olmak, sır kapısından içeri adım atmak, kendini sırlara kapatmak demektir. Unutulmasın ki sürekli ortada duran değil, kaybolan aranır. "Kaybolmak" da, "gâib olmak"dan gelir. Gâib ne demektir? Görünmez âlem demektir. Âlem de, âdemin yeridir. Hadi buyurun şimdi, ne oldu akıla? Karıştı.
"Âdemoğluna atasına uymak edebini göstererek şeytan gibi gururlanmak değil, Âdem gibi kabahati kendinde bilmek yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farklı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek gibi hâller hayvanda da vardır, insanda da. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar, insanı insan eder. Tabiîdir ki; bu söz ancak Âdemoğullarınadır. Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere bir sözümüz yok."
İnsanın herhangi bir konuda konuşurken üslubunda şiddet varsa, bilinmeli o konuda bir aşkı vardır. En güzel aşkın ne olduğunu söylemeye gerek yok. Kitapta Ömer Tuğrul İnançer hoca, Hz. Mevlânâ'nın aşkını Mesnevî-i Şerîf üzerinden anlatıyor. Kur'an-ı Kerim'de "aşk" kelimesi yoktur diye sızlananlara da hikmeti bol sözler ediyor: "Allah, "Müminler Allah'ı şiddetle severler" buyuruyor. Şiddetle sevmenin adına aşk derler.". Dolayısıyla şiddetli bir aşkta da gönül sürekli yanma hâlindedir. Her gönülde de bunun yaşanması için o gönlün doğrudan şaşmaması lâzımdır: "Yalandan kim ölmüş diyorlar. Yalandan beden ölmez. Gönül ölür, gönül!". Sevmek de "vermek"tir hiç şüphesiz. Vermeden sevilmez. Gözü ve gönlü sadece "almak"ta olanın, tahsildârdan ne farkı vardır ki? Tek gerçek, yâr olabilmektir. Yâr da, gönülden gönüle sohbetle olunur.
"Sohbet ise, dinlemeyle olur. Sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lâzımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir: “Az yemek, az uyumak, az konuşmak” prensibinin geçerli olduğu tasavvuf terbiyesinde hüner, söylemek değil dinlemektir. Doyduktan sonra yenilen yemek, tembellik uykusuyla geçirilen zaman, lüzumsuz ve boş konuşma tarzında söylenen sözler “israf haramdır” kâidesince yasaklanmıştır. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenemeyenler bilemezler, bilemeyenler ise “olamazlar."
Âşıkların pîri Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf'inde âşıkların "ney"i dinleyeceğini anlatıyor. Ârif olanın anlaması için de, önce dinlemesi gerekiyor. Dinlemeden, anlaşılmaz. Dervişin yegane işi de dinlemektir. Dinleyen, dinlenir. İşte Ömer Tuğrul İnançer hoca da "Dinle Neyden"de bunu anlatıyor. Neyi, nasıl dinlemek gerektiğini.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
23 Mayıs 2014 Cuma
Satırdan değil, sadırdan okumak
"Akıl öyle bir acizdir ki ancak acizlere yol gösterir."
- Hz. Mevlânâ
"Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenhâ garip
Dîde giryân, sine biryân, akıl hayrân bîhaber."
- Niyâzî-i Mısrî
"Düşünce, akılla olur. Tasavvuf gönülle olur. Akılla gönül, bir araya gelmez. Gönül devreye girdi mi, akıl firar eder."
- Ömer Tuğrul İnançer
Gönülsüz yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Yahut gönülsüz hiçbir iş yapılmaz. Bunun farkına varamayanlar olduğu gibi bir de tamamen gönülleriyle yaşayanlar vardır ki; onları anlamaya bizim dimağımız yetmez. Burada imdadımıza Ziya Paşa, "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez" sözüyle yetişebilir. Nitekim herkes her şeyi anlayabilseydi, herkes anladığını herkese aktarabilseydi; eli öpülesi hocalarımızın ne kıymeti kalacaktı? Hoca, hocadır. Hocalık da hocalara mahsustur. Dolayısıyla tasavvuf hakkında konuşmak da hocalara mahsustur; romancılara yahut televizyon şöhretlerine değil. O hocaların sohbetlerinden ve yüce gönüllerinin kapısından mahrum bir ilim, ilim midir? "İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir" diyen Yunus Emre'miz, aslında "Nefsini bilen, Rabb'ini bilir" yoluna ışık tutmamış mıdır? Sezai Karakoç, "İnsandan insana şükür ki fark var" derken gönül ehillerini çok ayrı bir köşeye koymamış mıdır? Soruların cevabını bilemeyiz. Cevap verirsek de hadsizlik ederiz. Tasavvuf, bu sorular ve cevaplar arasında ilmek ilmek dokur şahsı. Çok uzun, çileli bir yol olduğu ne kadar klişeyse o kadar gerçektir. Derviş, o çilede incelir, incelir, incelir... Artık kitaba girelim, Ömer Tuğrul İnançer hoca şöyle der: "Dervişlik, imbikten geçirilmiş Müslümanlıktır."
Bu kitap önerisinde, eğer kitabın içeriğinden çıkıp tasavvuf hakkında ahkam kesme gafletine düşersem önce Allah, sonra da tasavvuf ehilleri beni affetsin. Zira amacım, kitabı önermek. Lakin konunun temelinde gönül olunca, insanın ağzı durmuyor. Durdurmak lâzım, çünkü selâmet'ül insân fi hıfz'il-lisan. Yani insanın selameti, dilini tutmasındadır. Tirmizî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de "Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!" buyrulmuştur. Konuyu daha fazla dağıtmadan, öncelikle kitabın konu başlıklarını sıralayayım: Melâmet, sohbet ve halvet, ilim ve cehalet, esmâ ve tecellî, râbıta ve seyru sülûk, velîlerin içtihadı, derviş ve siyâset, tasavvuf ve günlük hayat.
Ayşe Şasa'nın sorularına Ömer Tuğrul İnançer hocanın verdiği cevapları Berat Demirci kitap haline getirmiş, ismi de Vakte Karşı Sözler olmuş. Neden böyle olduğu da kitabın ilk konularında hemen ortaya çıkıyor. İnsanın, toprakla ve dolayısıyla kadim gelenekleriyle hiçbir bağının kalmadığı modern dönemlerde tasavvufun ne kadar önem kazandığı ortada. Fakat bu önemi modern Türk edebiyatının en büyük "baskı" yaptıran konu (tasavvuf) olarak ve Pîr'i (Hz. Mevlânâ) daima romanlara "konu" etmek de bir o kadar moda. Modaya maruz kalmamak, herkesin uğradığı akıbete uğramamak için kitaba sadece göz ve kulak değil, gönül vermemiz gerekiyor. Çünkü:
"Şunu unutuyor insanoğlu: Allah, tornadan çıkma, hepsi birbirinin aynı olan kullar istemiyor. Böyle bir isteği yok Allah’ın. Onun için ‘İkra’ kitâbek!’ diyor. Herkes kendi kitabını okuyacak..."
Sömürüye dayalı çalışma hayatı içinde tasavvufun nasıl yaşandığına dair sorulara, hoca oldukça keskin cevaplar veriyor. Tasavvufun bir düşünce değil, yaşam biçimi olduğunu sıklıkla tekrar ediyor. Bir dervişin, tasavvuf dışında başka bir şeyle yaşamasının mümkün olmadığını belirtiyor. Tüm bunlara rağmen kendine "çile" seçmeye çalışan ama aslında gaflete düşenleri de uyarıyor. Tasavvufun, kendi başına öğrenilecek bir şey olmadığının kat'iyetle üzerinde duruyor.
"Tasavvufun altın kuralı söz dinlemektir. Kimse bu yolda kendi kendine ilerleyemez."
"Mesela hacca gitmek, uçakla gitmek ve soğuk hava tertibatı olan bir çadırda, Arafat’ta oturmak imkânı varken "Daha çok ecir kazanayım!" diye güneşin altında oturmak Müslümanlık değildir. Hint fakirliğidir."
"Batağa batmaktan korunarak, biraz çamur da bulaşsa saza dala tutunarak, yardım alarak, belki biraz daha yavaş ama mutlaka yol alınacak… Yol oradan geçiyorsa “Bataklık var, ben kaldım!” denilemez. Ama düz asfalt varken, ecir alacağım diye bataklığa da sapmamak lâzımdır."
Maalesef tasavvuf gibi bir umran okyanusunu, hümanizm fincanına doldurmak isteyen gafiller var. Tıpkı kadının kutsiyetini feminizm, doğanın emanetlerine ihanet etmemeyi çevrecilik kavramlarına büründürmek isteyenler gibi. Gafiller dedim, çünkü gafiller. Bu gafiller bu kafalarından dolayı Yunus Emre'yi idealist, Karacaoğlan'ı lâik, Hz. Mevlânâ'yı da hümanist bilirler ve öyle tanıtılsın isterler. Rahatsızlıkları aslında çok açıktır:
"İslâm’ın kadına verdiği değeri ve onun haklarını bilseler, insanlar ayrıca feminist olmazlar. Hazret-i Peygamber’in mesela "Kıyametin koptuğu ânı görseniz, elinizde bir fidan varsa dikiniz!" emrini veya tavsiyesini işitmiş olsalar, ayrıca "çevreci" diye bir akıma lüzum kalmaz. Müslüman olmak kâfidir. Daha evvel konuştuğumuz, Allah’ın hudutlarını muhafaza etmek mevzuunda, insanın kendisi dâhil, her şey ona bir emanettir. Emanete riayet, imanın şartlarındandır."
İman da maalesef kiminde oluyor kiminde olmuyor. Onu biz bilemeyiz. Ama görünen bir köy vardır, kılavuza da bir ihtiyaç yoktur o köy yolunda. Hocanın keskin ve hakikatli sözleri arasında bizim gibilere başta tuhaf, sonra da haklı gelenleri oldukça anlamlı. Mesela "Allah'ın dediği olmaz!" sözü. Çünkü Allah'ın dilediği olur. Bu minvalde "Eğer Allah dileseydi Hz. Adem’in o ağaca yaklaşmasına mâni olurdu. Allah’ın dilediğinin gayrısında yaprak düşmez" der hoca. Bir de "Her canlı bir gün ölmeyecektir, ölümü tadacaktır" der ve bunu da şöyle derinleştirir: "Beden değişiyor. Ama biz değişmiyoruz. Hep varız. Ve bundan sonra da var olacağız. Yok olmak için var değiliz. Allah, halifesini yok etmek için yaratmamıştır.”
Kitabın özellikle son bölümü olan "Tasavvuf ve günlük hayat", hocanın yıllar evvel Türk Edebiyatı Vakfı'nda yaptığı bir konuşmanın metni. Bu konuşmada tasavvuf kavramlarını, deyimlerini ve sözlerini aslında günlük hayatımızda ne kadar da çok kullandığımız aşikâr oluyor. "Bel bağlamak", "çile çekmek", "abdala mâlum olmak", "çelebi adam", "eyvallah", "illallah", "ağzı kara", "lokma görmek" bunlardan sadece bazıları.
İnsanız ve bir çabamız olması lazım. Hoca, bu olması gereken çabayı şöyle açıklıyor: "Her devirde, sahip olanlar da kaybedenler de hep vardı, hep var olacak. Sahip olanların çoğaltılması, kaybedenlerin kayıplarına kavuşturulması çabası içinde olmak lâzımdır."
Dolayısıyla gönülle yaşarken ve bunu öğrenirken satırdan değil, sadırdan okumak gerekiyor. Bu yolu sadırdan okuyup sadırda yaşamak isteyenler için bol hatırlı bir kitap...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Hz. Mevlânâ
"Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenhâ garip
Dîde giryân, sine biryân, akıl hayrân bîhaber."
- Niyâzî-i Mısrî
"Düşünce, akılla olur. Tasavvuf gönülle olur. Akılla gönül, bir araya gelmez. Gönül devreye girdi mi, akıl firar eder."
- Ömer Tuğrul İnançer
Gönülsüz yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Yahut gönülsüz hiçbir iş yapılmaz. Bunun farkına varamayanlar olduğu gibi bir de tamamen gönülleriyle yaşayanlar vardır ki; onları anlamaya bizim dimağımız yetmez. Burada imdadımıza Ziya Paşa, "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez" sözüyle yetişebilir. Nitekim herkes her şeyi anlayabilseydi, herkes anladığını herkese aktarabilseydi; eli öpülesi hocalarımızın ne kıymeti kalacaktı? Hoca, hocadır. Hocalık da hocalara mahsustur. Dolayısıyla tasavvuf hakkında konuşmak da hocalara mahsustur; romancılara yahut televizyon şöhretlerine değil. O hocaların sohbetlerinden ve yüce gönüllerinin kapısından mahrum bir ilim, ilim midir? "İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir" diyen Yunus Emre'miz, aslında "Nefsini bilen, Rabb'ini bilir" yoluna ışık tutmamış mıdır? Sezai Karakoç, "İnsandan insana şükür ki fark var" derken gönül ehillerini çok ayrı bir köşeye koymamış mıdır? Soruların cevabını bilemeyiz. Cevap verirsek de hadsizlik ederiz. Tasavvuf, bu sorular ve cevaplar arasında ilmek ilmek dokur şahsı. Çok uzun, çileli bir yol olduğu ne kadar klişeyse o kadar gerçektir. Derviş, o çilede incelir, incelir, incelir... Artık kitaba girelim, Ömer Tuğrul İnançer hoca şöyle der: "Dervişlik, imbikten geçirilmiş Müslümanlıktır."
Bu kitap önerisinde, eğer kitabın içeriğinden çıkıp tasavvuf hakkında ahkam kesme gafletine düşersem önce Allah, sonra da tasavvuf ehilleri beni affetsin. Zira amacım, kitabı önermek. Lakin konunun temelinde gönül olunca, insanın ağzı durmuyor. Durdurmak lâzım, çünkü selâmet'ül insân fi hıfz'il-lisan. Yani insanın selameti, dilini tutmasındadır. Tirmizî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de "Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!" buyrulmuştur. Konuyu daha fazla dağıtmadan, öncelikle kitabın konu başlıklarını sıralayayım: Melâmet, sohbet ve halvet, ilim ve cehalet, esmâ ve tecellî, râbıta ve seyru sülûk, velîlerin içtihadı, derviş ve siyâset, tasavvuf ve günlük hayat.
Ayşe Şasa'nın sorularına Ömer Tuğrul İnançer hocanın verdiği cevapları Berat Demirci kitap haline getirmiş, ismi de Vakte Karşı Sözler olmuş. Neden böyle olduğu da kitabın ilk konularında hemen ortaya çıkıyor. İnsanın, toprakla ve dolayısıyla kadim gelenekleriyle hiçbir bağının kalmadığı modern dönemlerde tasavvufun ne kadar önem kazandığı ortada. Fakat bu önemi modern Türk edebiyatının en büyük "baskı" yaptıran konu (tasavvuf) olarak ve Pîr'i (Hz. Mevlânâ) daima romanlara "konu" etmek de bir o kadar moda. Modaya maruz kalmamak, herkesin uğradığı akıbete uğramamak için kitaba sadece göz ve kulak değil, gönül vermemiz gerekiyor. Çünkü:
"Şunu unutuyor insanoğlu: Allah, tornadan çıkma, hepsi birbirinin aynı olan kullar istemiyor. Böyle bir isteği yok Allah’ın. Onun için ‘İkra’ kitâbek!’ diyor. Herkes kendi kitabını okuyacak..."
Sömürüye dayalı çalışma hayatı içinde tasavvufun nasıl yaşandığına dair sorulara, hoca oldukça keskin cevaplar veriyor. Tasavvufun bir düşünce değil, yaşam biçimi olduğunu sıklıkla tekrar ediyor. Bir dervişin, tasavvuf dışında başka bir şeyle yaşamasının mümkün olmadığını belirtiyor. Tüm bunlara rağmen kendine "çile" seçmeye çalışan ama aslında gaflete düşenleri de uyarıyor. Tasavvufun, kendi başına öğrenilecek bir şey olmadığının kat'iyetle üzerinde duruyor.
"Tasavvufun altın kuralı söz dinlemektir. Kimse bu yolda kendi kendine ilerleyemez."
"Mesela hacca gitmek, uçakla gitmek ve soğuk hava tertibatı olan bir çadırda, Arafat’ta oturmak imkânı varken "Daha çok ecir kazanayım!" diye güneşin altında oturmak Müslümanlık değildir. Hint fakirliğidir."
"Batağa batmaktan korunarak, biraz çamur da bulaşsa saza dala tutunarak, yardım alarak, belki biraz daha yavaş ama mutlaka yol alınacak… Yol oradan geçiyorsa “Bataklık var, ben kaldım!” denilemez. Ama düz asfalt varken, ecir alacağım diye bataklığa da sapmamak lâzımdır."
Maalesef tasavvuf gibi bir umran okyanusunu, hümanizm fincanına doldurmak isteyen gafiller var. Tıpkı kadının kutsiyetini feminizm, doğanın emanetlerine ihanet etmemeyi çevrecilik kavramlarına büründürmek isteyenler gibi. Gafiller dedim, çünkü gafiller. Bu gafiller bu kafalarından dolayı Yunus Emre'yi idealist, Karacaoğlan'ı lâik, Hz. Mevlânâ'yı da hümanist bilirler ve öyle tanıtılsın isterler. Rahatsızlıkları aslında çok açıktır:
"İslâm’ın kadına verdiği değeri ve onun haklarını bilseler, insanlar ayrıca feminist olmazlar. Hazret-i Peygamber’in mesela "Kıyametin koptuğu ânı görseniz, elinizde bir fidan varsa dikiniz!" emrini veya tavsiyesini işitmiş olsalar, ayrıca "çevreci" diye bir akıma lüzum kalmaz. Müslüman olmak kâfidir. Daha evvel konuştuğumuz, Allah’ın hudutlarını muhafaza etmek mevzuunda, insanın kendisi dâhil, her şey ona bir emanettir. Emanete riayet, imanın şartlarındandır."
İman da maalesef kiminde oluyor kiminde olmuyor. Onu biz bilemeyiz. Ama görünen bir köy vardır, kılavuza da bir ihtiyaç yoktur o köy yolunda. Hocanın keskin ve hakikatli sözleri arasında bizim gibilere başta tuhaf, sonra da haklı gelenleri oldukça anlamlı. Mesela "Allah'ın dediği olmaz!" sözü. Çünkü Allah'ın dilediği olur. Bu minvalde "Eğer Allah dileseydi Hz. Adem’in o ağaca yaklaşmasına mâni olurdu. Allah’ın dilediğinin gayrısında yaprak düşmez" der hoca. Bir de "Her canlı bir gün ölmeyecektir, ölümü tadacaktır" der ve bunu da şöyle derinleştirir: "Beden değişiyor. Ama biz değişmiyoruz. Hep varız. Ve bundan sonra da var olacağız. Yok olmak için var değiliz. Allah, halifesini yok etmek için yaratmamıştır.”
Kitabın özellikle son bölümü olan "Tasavvuf ve günlük hayat", hocanın yıllar evvel Türk Edebiyatı Vakfı'nda yaptığı bir konuşmanın metni. Bu konuşmada tasavvuf kavramlarını, deyimlerini ve sözlerini aslında günlük hayatımızda ne kadar da çok kullandığımız aşikâr oluyor. "Bel bağlamak", "çile çekmek", "abdala mâlum olmak", "çelebi adam", "eyvallah", "illallah", "ağzı kara", "lokma görmek" bunlardan sadece bazıları.
İnsanız ve bir çabamız olması lazım. Hoca, bu olması gereken çabayı şöyle açıklıyor: "Her devirde, sahip olanlar da kaybedenler de hep vardı, hep var olacak. Sahip olanların çoğaltılması, kaybedenlerin kayıplarına kavuşturulması çabası içinde olmak lâzımdır."
Dolayısıyla gönülle yaşarken ve bunu öğrenirken satırdan değil, sadırdan okumak gerekiyor. Bu yolu sadırdan okuyup sadırda yaşamak isteyenler için bol hatırlı bir kitap...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)