9 Nisan 2025 Çarşamba

Enis Batur’a edebiyat dünyasından gelen mektuplar

Mektup, ciddi okurdan tutun da okuma yazma hâlini çok umursamayan, arada bir eline bir roman alıp onunla avunan azokurların bile kayıtsız kalamadığı bir yazın türüdür. (Mektupların yayımlanmasının etik açıdan doğruluğu/yanlışlığı bu yazının konusu değildir) Çünkü ortada mektup gönderen veya gönderilen en az bir tanınmış kişi vardır ve hemen her insan için bu özel metinler bir ilgi nesnesidir. Belki de yayımlanacağını düşünmeden yazılan bu kişisel metinler sadece magazinsel bir merakı giderme unsuru değil, aynı zamanda öğretici birer metin de olabilir. Bu tür mektupları okuyup geçebiliriz, kişisel merakımızı tatmin edip bir kenara bırakabiliriz fakat bir de notlar alarak, yazıldığı dönemlerin somut ve soyut havasını ve gerçekliğini anlamaya çalışarak bir fikir edinme yoluna gidebiliriz. Tabiî ki ben yazarlar arasındaki mektuplardan bahsediyorum. Elbette aile mektupları da son derece ilgi çekici olabilir ama bir şeyin ilgi çekici olması nitelikli veya öğretici olduğu anlamına gelmez. Mesela Enis Batur’un ailesiyle olan mektuplaşmaları bir Leylâ Erbil’le mektuplaşması kadar (edebî açıdan) önemli olmayacaktır.

Rûken Kızıler’in sunuşu ve Enis Batur’un önsözünden anlıyoruz ki bu kitaptaki mektuplar bini aşkın mektup arasından ve Enis Batur tarafından seçilmiş ancak içerik açısından tamamen Rûken Kızıler’in inisiyatifine bırakılmış. Burada itiraz hakkımı kullanıyorum. Enis Batur’un ona gönderilen mektuplar arasından müstakil olarak seçip kitap hâlinde bastırdığı üç yazarın mektupları var: Ece Ayhan, İlhan Berk ve Bilge Karasu. Bu kitapta tekrar Ece Ayhan ve İlhan Berk’ten seçme mektuplar yayımlanmış ve bu mektuplar kitaba göre yüksek hacimli yer kaplıyor. Bilge Karasu alınmamış ancak bu iki yazarın yerine, Batur’a mektup yazan 687 yazar-sanatçı-bilim insanından ikisi veya üçü eklenebilirdi. Mesela bu kitapta, Enis Batur’un zamanında mektuplaştığına emin olduğum dostu Samih Rifat, Oruç Aruoba, Yaşar Kemal, Turgut Uyar hatta İsmet Özel, Attilâ İlhan ve Sadık Yalsızuçanlar gibi kimseler yok. Bu kanıya, Enis Batur’un kitaplarını çok sıkı takip edip kimlerle irtibatlı olduğunu bilenler rahatlıkla varabilir. Batur’un mektuplaştığı kişiler çok ayrı dünya görüşüne sahip kişiler. Mesela kitapta Küçük İskender de var Murat Belge de var Nuri Pakdil de var. Yani Enis Bey biraz daha kişi ekleseydi daha renkli ve geniş bir kitap ortaya çıkabilirdi.

Mektupların bir kısmı hem kişisel hem de edebî olarak çok önemli noktalar barındırıyor. Şu dikkatimi çekti: Enis Batur daha yirmili yaşlarının başında (tarih olarak ilk mektup Yusuf Atılgan’a, Enis Batur 21 yaşındayken) ‘koca koca’ yazarlarla mektuplaşıyor ve onlardan cevap alıyor. Yusuf Atılgan, Leylâ Erbil, Abidin Dino, Behçet Necatigil ve birçok yazar Batur’la ‘dengiymişçesine’ yazışıyor ve onu bazı konular hakkında ikna etmeye çalışıyor. Bu tabiî ki Enis Bey’in atılganlığını ve kendine güvenini gösterir ama bu büyük yazarların cevapları, zamanın yazar/şair/ressamlarının ‘edebî ciddiyet’ine de kanıt oluşturur. Şimdiki ortamda genç bir yazar/şair, tanınmış 40 yaş veya 50 yaş üstü bir yazara e-mail gönderse, bırakın cevaplanmayı, gönderdiği iletinin okunacağını bile sanmıyorum. (Belki de istisnalar hâlâ yaşıyordur) Batur’un mektuplarını ayırırken seçmeyi bu şekilde yapmasının şöyle bir önemi var aslında: Kendisini eleştiren mektuplar da mevcut kitapta. (Batur, bu kitaptaki mektuplara daha özel nitelikli mektuplar diyor, diğer bini aşkın mektuba nazaran) Mesela, Leylâ Erbil’i bir yazısında ‘Tahirîlik’le suçlayan(!) Enis Batur’a Erbil, mektubunda uzun uzun karşı çıkıyor ve deyim yerindeyse Batur’u epey hırpalıyor. Bu hırpalamayı yaparken, Kemal Tahir’i ve hayatını iyi bilen kişilerin zaten vâkıf olduğu ama birçok kişinin pek bilmediği, Kemal Tahir’e karşı zamanında oluşturulan ‘edebî ve ebedi ret hâli’ni de sağlam bir şekilde eleştiriyor ve bilmeyenlere de bir özet geçiyor. Buraya kısa iki parça alabiliriz: “…Roman denince, Kemal Tahir’i anmak bu ölçüde korkutuyor mu yoksa Türkiyeli yazarları? Bunu şöyle de söyleyebiliriz, Kemal Tahir adı neden böylesine korkunç geliyor kimilerine; bir düşmanlığı, bir aşağılık duygusunu, bir nefreti yerinden kımıldatıyor bu ad? Düşünsene roman deyince Halide Edib’den, Yakup Kadri’den, Yaşar Kemal’den, hatta A. İlhan’dan, A. Ağaoğlu’ndan, Füruzan’dan korkmadan söz açacağız, onların üzerine sayfalar dolusu yazabileceğiz kimse korkmayacak da, Kemal Tahir denince küplere binilecek! Hesap sorulacak! Yasaklamadır bunun adı. Sansürdür, baskı grupları yaratmaktır ki zaten iktidardaki ağabeylerimiz de yıllarca bunu becermişler, adamın işlerini yirmi yıla yakın okurdan uzak tutmuşlardır.”, “…Ayrıca, ben kendisini tanıdım da; (hikâyelerime, romanıma gösterdiği ciddi ilgi, beğeni dışında) efendiliğine, mertliğine, çelebiliğine, olaylara bakışındaki yansızlığına derin saygı beslerim. Bir yığın şöhret(!) tanıdım ve tanımaktayım –köylüsü ile bürokratı, küçük burjuvası, aristokratı ile –sınıflarının tüm pisliklerini: kalleşliklerini, kararsızlıklarını, kimden yana olmanın kârlı olacağını hesaplayan bir sepet dolusu adam, K. Tahir gibi –sözcüğüm her anlamıyla söylüyorum- dürüstüne rastlamadım. Bu yüzden de senin tavrını ezberci ve kolaycı buldum, istersen bu konuyu yeniden düşün?

Bazı yazarların mektuplarını öğreticiliği yönünden, edebiyat konuşulması açısından (her ne kadar bu kitapta olmamalıydı desem de, mesela İlhan Berk, sonra Leylâ Erbil ve Nermi Uygur) öne çıkarıyorum. Birkaç yazarı da üslûpları açısından öne çıkarmak veya farklılığına dikkat çekmek istiyorum. Öyle ki İlhan Berk, Ece Ayhan, Küçük İskender, zaman zaman Feyyaz Kayacan mektubun o samimi ve içten dilinden çıkıp sanki bir metin kurar gibi yazmışlar mektuplarını. Mektup zor anlaşılır mı? Özellikle metinleri zor anlaşılan bu isimlerin mektupları da çok farklı değil.

Bazı yazarların ise sadece birer tane mektubu mevcut. Hatta bunlardan da bir kısmı kartpostal boyutunda metinler. Bunlar kitaba ne katmış? Çok olumlu konuşamayacağım bu açıdan. Keşke, mutlaka yine bu 33 kişi olsaydı da kitabın hacmini artırma yoluna gidilseydi. Bu sayede aynı yazarların mektupları arasında oluşan zamansal boşluklar da minimuma inebilirdi. Mesela Ferit Edgü’nün ilk mektubu 1976 son mektubu ise 2018 tarihli. Bu arada belki de (bence kesin) onlarca mektup var ama biz seçilmiş çok azını, konulardan koparak okuyabiliyoruz. Ve tabiî az mektubu, hatta kartpostal boyutundaki iletileri olan yazarların da birçok mektubunu okuyabilirdik. Örneğin B. Necatigil, C. Süreya, N. Pakdil. Çünkü Enis Batur’u iyi takip edenler bu kişilerle onlarca kez mektuplaştığını tahmin edecektir. Bu az mektubu olanların mektupları da bazen çok genel şeylerden bahsediyor. Hani çok can alıcı noktalar olsa bir nebze hak verebilirdim bu seçime?

Bu tür mektup kitaplarını okuyanlar bilir ki, bu okuma okura tek taraflı bir bakış imkânı sağlıyor. Keşke her mektup kitabı İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun mektupları gibi karşılıklı dizilse. Ama çok kişili kitaplarda bu oldukça zor. Bunu da anlayabiliyorum. Ama en azından benim gibi birçok okurun şunu dediğini hissediyorum: Şimdiye kadar Enis Batur’a gönderilen birçok mektubu okuduk. Sırada ise Enis Bey’in edebiyat adamlarına gönderdiği mektupların yayımlanması var. Kendisi bu tür bir yayınlama işine gider mi bilemiyorum. Ancak bunu gerçekleştirdiği takdirde okuyucu için ona gönderilen mektuplarla bir bütün oluşturma imkânı doğacak. Bekleyelim, görelim.

Not: Enis Batur’a bu kitap dışında 687 yazar-sanatçı-bilim insanından gönderilen mektuplar Bursa Nilüfer Nâzım Hikmet Kütüphanesi’nde, araştırmacılara açık biçimde korunuyor. Bu kitaptaki mektupları ise Batur, bizim de yakından bildiğimiz yazar dostu Selçuk Altun’un koleksiyonuna emanet etmiş.

Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com

Kimsin? Nereden, nasıl, ne zaman, ne niçin geldin?

Yazı, çizi, şan ve şöhret için dünyaya gelmeyen bir yürek niçin dünyaya gelmiştir?

Aslında bu sual hepimizi kapsıyor niçin dünyaya geldik? Biz bu dünyadan ne bekliyoruz? Bu suallerin cevabını bulmak için diğerlerini de sıralamaya başlıyoruz. Biz nasıl bu dünyaya geldik, nasıl var olduk? Bizim mayamız nerede atıldı? Biz ne zaman yaratıldık? Ve en önemli sual ardından gelir. Bizi kim yarattı?

Bunların peşinde koşarak geçen bir ömür, her yorulduğunda bir durakta durmuş soluklanmıştır. Nefesin tükendiğin an, soluklandığın her şey, durduğun her toprak parçası, aslında senin kulağına hakîkatleri söylemiştir, kuşların ilâhîsinde zikir çeken ağaçlar, sana yaratıcı kuvveti işâret etmiştir. Ama senin gözün nefs denen büyücü tarafından dünya zehri büyülenmiş ise, görmen, duyman, mümkün değildir. Çünkü dünya denilen zehirli dikenli sarmaşıktır.

Sâmiha Ayverdi bunların hepsinin cevabını kendi içinde bulmuş, çözümlemiş bir insan kâmilidir. Onun, nedenleri niçinleri yoktur, ana pınarı bulmuş her susadıkça ağzını dayayıp içmektedir. Zehirli sarmaşığının zehrini, panzehire çevirmiştir. Dile Gelen Taş kitabında “Cehennem nefistir. Azaptır. Keder ve Gamdır. Yarabbî beni cehenneme atma .. Diye duâ edeceğine cehennemi benim içinden söküp at, diye duâ eyle!” yazar.

Cehennem nefs denilen büyücünün sarayıdır. O’da cennet gibi gönüldedir. İçimizdeki nefsin hükmü altında köleleşen duygu ve düşüncelerden ibâret olunca, gerçek akıl “Uyuyan Güzel” masalındaki prensesin durumuna düşmüştür. İğne batınca uyumaya başlamış , idrak denilen kurtarıcısının gelip, onu uykusundan uyandıracağı vakti bekliyordur. Gariptir ki bu masalı böyle okumak, onun yazılış amacından saptırsa da, çünkü bu masal İngiltere ve Fransızlar arasında süren Gül savaşlarını anlatır, nefsin bizi kandırma hikâyesi diye düşünmeye itmektedir. Niyeti hakîkati görmek ve bulmak olan her okuduğunu böyle de değerlendirebilir.

Sâmiha Ayverdi’nin bu sözlerini çözümlemeye çalıştığımızda karşımızda bir büyücünün sarmalındaki “Uyuyan Güzeli” görürüz. Sırrımız uykuya dalmış olduğundan yürek bir kederin, gamın içindedir. Tıbkı masaldaki güzel ülkenin karanlığa düşmesi gibi. Bugün de İslâm diyarları bu uykuda değil midir? Filistin Gazze’de soykırım devam ederken, Myanmar’da soykırım devam ederken, Doğu Türkistan’da soykırım devam ederken, Müslümanlar kendi arasında bölünmüş kavga ederken, fırkalara ayrılmışken bizi büyüleyen nedir, sualini kaç kişi sormaktadır? Gökdelenlerle gökleri delmeye çalışan Tanrılığa oynayan ademoğlu neyi kaybettiğini biliyor mudur? Bu kadar imkânın ve kolaylığın maddiyatın içinde neden mutsuzdur? Neden yalnızdır? Çünkü eline dünya denen sihirli iğne batırılmıştır. Ve böylece teslimiyet sırrındaki gizli hazineye ulaşamamaktadır. Uykuya dalmıştır. Anlamsız rüya denizinde yüzerken, onu titretecek, kendine getirecek sesi beklemektedir.

Bunu bilen Sâmiha Ayverdi, beni cehenneme atma demiyor, benim içimdeki cehennemi söküp at diyor. Benim içimdeki o zehri, o sarıp sarmalayan zehirli sarmaşıktan, beni kurtar diyor.

Dile Gelen Taşı okumaya devam edelim, bakalım hangi hakîkatler söylenmiştir.

Ruh İçin ölmez derler. Ölmez mi? Allah’la biliş tutmamış her rûh zâten ölüdür. Hak’tan ırak olan ruh yaşar mı ki ölsün…

Beden ölür ama ruh ölmez ve bâkî âlemde hayatına devam eder. Ya Yaratıcıdan uzak ruhlar , cehennemi içinde yaşayan, gamı kederi atamayanlar, onların ruhu ne durumdadır? Yukarıda uyuyan akıldan bahsettik ama bu akıldan uzak tutulmuşlar yâhut bu aklını peynir ekmeğe satanların ruhu olduğunu, ispat edebilir miyiz? Dede Korkut’un Tepegöz hikâyesinde , Tek göz maddeyi temsil eder, tıpkı Amerikan dolarındaki gözün, kapitalizm ve siyonizmi temsil etmesi gibidir. Bugün Gazze, Siyonizm’in pençesinde kıvranırken, kapitalizmin tüketiciliği içinde sarhoş olan ademoğlu ne yapmaktadır? Her gün bir insan yemek isteyen Tepegöz, bugün Gazze’de ve başka diyarlarda aynısını yapmakta değil midir? Adı değişmiştir sâdece, içi aynıdır. Teslimiyet dininin mensuplarının vaziyeti içler acısıdır, ellerindeki kapitalist dünyanın markaları ile bu âlemi, terasında seyrediyorlar. Öyleyse idraki esir alınmış bir topluluk ile ruhu hiç olmamış bir topluluk savaşında, kim kaybeder? Bunu derin derin düşünmek gerekir. Elbette Müslüman Türk’ün idrakini açacak kahramanlar çıkacaktır ve elbette o topraklarda Aslan Basat rolünde kahramanlar olacaktır. Vakti bilen kapıyı açtığında koyun postuna bürünmüş Kurt kurtaracaktır, kamu mazlumu inşallah.

Dile Gelen Taş okumaya devam edelim.

Kimi, Zerdüşt’e gitmiş, seni orada aramış. Kimi puthâneye girmiş, sana orada tapmış. Kimi Kâbe’ye sokulmuş, sana oradan secde etmiş. Sen ki, o zaman da bu zaman da bize şah damarımızdan daha yakınsın, ya ne diye bu zavallı insan dalgalarını birbirini ezip yalanlayacak yollara sürer durursun, bilmem ki Allâh’ım?...

Ne idi o söz meşhur filmde, “evren yaratılmadan önce kaos vardı”. Aksine hep bir düzen ve mizan vardı, var ve var olacak. Gizli hazine, bilinmek istediği an önce kalemi yarattı sonra yazıyı böylece kanunları şekillendirdi. Kaos denen senin gönlün, senin ruhundan başka bir şey değil. Kudretli yaratıcı kuvvet, ne tesadüflere yer verdi, ne akışa bıraktı, 18.000 âlemi yerli yerinde, tam kıvamında yarattı. Sen o âlemi bulamadıysan bu kafanın içindeki şüphelerdendir. Kes at o kafayı rahatla. Körsen de, bu sarmaşık zehrinin, vücudunu yavaş yavaş ele geçirmesindendir. İşte, hasta ruh, kapı kapı panzehirini aradı durdu ama bulamadı, Kimisi Zerdüştlükte bulurum sandı, kimisi puthanede ama hepsi seni-kendini- aradı. Halbuki yanı başında olduğunu görmedi çünkü dünya sarmaşığının zehrinin etkisinde idi. Beş duyusunu kaybetti ve istîlâya uğradı. Öyle ki nefs denen şey zalim bir diktatördü, Firavun’du ve başını kaldıracak derman bırakmadı. Akıl denen oğulları tek tek öldürdü. İş telaşı, aş telaşı içinde yerden yere vurdu seni. Star Wars’da kötüler nasıl Anakin Skywalker’i zaaflarından ele geçirdi ise bizler de, kötülük diyarının (nefs) efendileri tarafından zaaflarımızdan ele geçirilmiş durumdayız. İç savaşımız dışta da devam ediyor, iş ve okulda, siyâsette rekâbet halinde kendimizi hırpalıyoruz, kavga ediyoruz. Ve zalimlerin Gazze’de insanlık suçuna sırf çıkarımız için susmak zorunda kalıyoruz. Şah damarımızdan bize yakın olan Allah’ın, bize sunduğu yolların ince hesaplarla kurulduğunu ve sana çok basit bir denklem sorduğunu bilemedin. Yenildin, yenildin, devamlı dünyaya yenildin, her seferinde o kazandı ve işgâle uğradın. Çareyi kendinde değil uzakta aradın. Halbuki cevap sâdece aynada gizliydi, tıpkı Pamuk Prenses’in masalındaki gibi, “Ayna ayna söyle bana!” demen yeterliydi.

Dile Gelen Taş’tan bir cümle daha okuyalım.

Dua etmeye özendim, ammâ edemedim. Etsem kabul edeceğini de biliyorum. Beni günahlarımla kabul ettikten sonra isteklerimi mi reddederdin? Ammâ istemedim, isteyemedim. Zirâ gölgenin bile sığamadığı o yere bir de duâ ikiliği nasıl yol bulurdu?

En sonunda panzehiri içip uyanan sarmaşıktan kurtulan kişi, hakîkatini bildikten sonra yolların da, dünyanın da, şöhretin de, servetin de, önemli olmadığını kavrar. Tek bir gerçek vardır. O’da Allah’ın büyüklüğüdür. O günahları affedendir, o duaları kabul edendir. Kendisini red eden kuluna bile, söz verdiği için rızksız bırakmaz. O düşmanına bile adaletlidir. O her şeyi gören duyandır ve her şeyin en iyisini bilen ve verendir.Ondan gayrı geriye bir şey yoktur. O vardır sadece bir tek o... Öyleyse hiç olup varlığında yok olmaktan başka çare yoktur, daha doğrusu bu gerçeği kabul etmeli, yeniden denizine karışacak damla olmalısındır. Damla denizin parçası olmaktan, istese de vazgeçemez bunu bilmelisin.

Dile Gelen Taş’tan son bir cümle okuyup kendimizce yorumlayalım.

Bilmeli değil miyim ki ne olmuşsa, o göz açıp kapama ölçüsünde olmuştur.

O göz açıp kapama ölçüsünü bilmek, yani insan kâmilliğe, miraç süresinde erer, seyr ü sülük dediğin o merdivenleri yalın ayak çıkmaktır. İnsan, çıkınca, “Bütün tâzimler, övgüler, mülkler, kavlî, bedenî ve malî ibadetler Allah’a mahsustur. Ey Peygamber! Sana selâm olsun, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun.” diye selâmlaşmaya başlananın ümmetidir. Resulün sırrında, muhabbetinde olgunlaşılır, ham iken pişer kâmil olunur. Muhabbetten hasıl olursun.

Dile Gelen Taş, eserinde Sâmiha Ayverdi, bizleri gerçekle yüzleştirmiş, 'tek bir'i göstermiş. Düşünüp, taşınalım istemiştir, “kimsin, nereden, nasıl, ne zaman, ne niçin, geldiğini bul” diye seslenmiştir. Bulmamız için bize rehber olmuş, yol açmış her sayfasında. Son sözü yine ona bırakalım.

Yazı, çizi, şan, şöhret için dünyayâ gelmedim. Sanatla, mârifet sevdâsı da benden uzak…Ancak, seni bilmek, sende yok olmaktan gayrı, ne için bu âleme sefer edilir, bilmem ki Allah’ım?

Gömen sen, gizleyen sen, âşikâr edip rehber olacak da gene sensin.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Acı, elem, umut, yaşam, sevgi: Birhan Keskin şiiri

İskelede çıraklıktan şiirin ustalığına terfi eden, 1963 kışında Trakya’nın ayaz gecelerinde gözlerini hayata açan bir zihin: Birhan Keskin.

Keskin, Ba isimli yapıtıyla 2006 yılında 10. Altın Portakal Şiir Ödülü’ne layık görülmüştür. 2007 yılında ise çeşitli eleştirmen ve şairlerin katılımıyla Ba, farklı yönleriyle ele alınmış ve sempozyumda sunulan bildiriler 2008 yılında Birhan Keskin Şiiri ve Ba adıyla Metis Yayınları tarafından neşredilmiştir. Kitapta bulunan yazılar Keskin’in poetikasını çeşitli yönleriyle ele almış ve önemli noktalara vurgu yapmıştır.

Şiirlerini hayattan bir şey katma zorunluluğu duymadan yazan Keskin’in şiiri bu haliyle bizzat hayatın içinde yer almıştır. Yazarlar tarafından en çok vurgulanan konu olan bu durum şairin şiirlerinin hem yalın olmasını hem de her bireyin şairin şiirlerinde bir kendine aitlik bulmasına imkân sağlamıştır. Bu sayede Keskin’in şiiri tarihe ışık tutan bir yazıtın önemini kaybetmemesi gibi tarihin bizzat merkezinde durmaktadır. Her daim parlayan ve kendini belli eden poetikasıyla kendisini açığa çıkaracak bir restorasyona gerek duymamaktadır.

Keskin’in şiirlerinin yalın olmasının temel nedenlerinden biri imge karmaşasına düşmeden imgesel bir şiir dili inşa edebiliyor olmasıdır. Gölgeler Çürürken başlıklı yapıtla ilgili bir yazımda kullandığım “imgesel yalınlık” kavramı Keskin’in poetikası olarak ifade edilebilir. Aşk şiirindeki dizeler önemli bir örnektir: “Su ve rüzgâr, dağ ve doruk, sonsuz hepsi/oysa camdaki sardunya gibi üşür/bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir/bir, çıplağın çıplağımda.” Olcay Akyıldız suyun Keskin’in şiirinde önemli bir imge olduğunu ifade etmekte ve şöyle demektedir: “Su, Keskin’in şiirinde özeldir. Suyun halleri -buzul, deniz göl- sırasıyla dile gelirler Yeryüzü Halleri’nde ama bunun çok daha öncesi vardır. Hallerinden önce suyu yazmıştır şair 20 Lak Tablet’te: “Durmadan bir yoldan söz ettim/ suyum ben, adımı unutmadım/ dolanıp, bir gün yanına düştüğüm/bir dağdan söz ettim/dünyanın işine karışmadım/beni avutmaz dünya, beni tutmaz da/dolanıp içinde kirinin yine temiz geldim.” Daha da geriye gittiğimizde çocukluğunda kesilen saçlarını, uzamayan saçlarını anarken sık sık bir ırmak imgesi belirir. Irmak biter ırmağa veda edilir. … Şair yaş alır: İntihar eden şelaleler, durgun göllere dönüşür. Şair ipuçlarını da verir Ba’da. Biyolojik tarafı ağır basan bir imgedir şimdi su. Beden, yaşam, aşk, hepsi durgundur. Durmuştur (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 78). Türkçeye vakıf ve şiir bilgisi fazla olan Keskin, Hüseyin Ferhad’ın da vurguladığı üzere Ba’da pagan keşişlere ve Hurufi dervişlere has bir resim vermiştir. Sadece Ba’da değil, diğer kitaplarında da tasavvufi öğeler ön plana çıkmıştır. Keskin, başka yan anlamlarına ve göndermelerine rağmen Ba’nın adının babasının ölümüyle birlikte Ba olduğunu ifade etmiş ve kitabının girişine şu notu düşmüştür: “Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için…” Ancak kitaptaki bazı yazarların da vurguladığı üzere kitabın ismi Elifba’nın ikinci harfi olan “bâ (ya da bê)” üzerinden yorumlanabilmektedir: “Elif diye yola çıkar ve pekâlâ bâ’yı yaşayabilirsiniz bütünsel inancınızla ve içtenliğinizle. Bâ, insanın düşleri ve beklentileriyle hakikati birbirinden ayıran uçurumu da simgeleyebilir. İlk önce sevilen Elif sonra bâ oluverir. … Her şey elif’le başlar, bâ’ya dönüşür. Türkçedeki başlangıcın da Arapçadaki Bismillah’ın da bâ ile başlaması ilginçtir. … Farsça’da “bâ”, “ile” anlamında kullanılır: Bâhusus, bâhuşû … gibi. Yazmak hep bâ’dır, hep “ile”dir çünkü. Yaşam ile, insan ile, aşk ile (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 28).” Ba’nın başında Yunus Emre’nin “cümle alem gizlidir bir elifte / Ba dedirtmen bana sonra azarım” beytini aktarması bu yorumlamaya güç kazandırmıştır. Aynı şekilde Yeryüzü Halleri’nin başında ise Şeyh Galip Dede Efendi’nin “tedbirini terk eyle takdir Hüdânındır / Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır” dizelerini aktarmıştır. Diğer örnekler ise şu şekildedir: Ferah Ayini başlıklı şiirindeki “bir şaman, burada, bir şaman davuluna / sabah olana dek kayının kederiyle vuruyor” dizeleri, Bu Mektup Sende Dursun başlıklı şiirindeki Esrar Dede vurgusu, Hüseynî başlıklı şiirindeki “Hüseynî bir makam büyüyor içimde / hem çocuğum bu ayrılıkta ben hem anne” dizeleri…

Fakir Kene’de bulunan İskelede Bir Çırak başlıklı şiiri de bu açıdan oldukça önemlidir: “Allahım işte görüyorsun bunları, eyübün sabrı nedir / rızanın fazladan şeftalisi ne / Bilmiyor. Bilmiyor nedendir zeynebin yakarısı / ben ki sana bunca platoniğim ama canıma yetti artık / Valla bak biz mi düşeceğiz hep iskelelerden / Başlarına yık şunların bu metropolleri.” Eyüp Peygamberin sabrı Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam’da özellikle vurgu yapılan bir konudur. Zengin, sağlıklı bir peygamberken, Allah onu zenginliği, evlatları ve sağlığıyla imtihan etmiştir. Bu durum karşısında bir kere bile isyan etmeyen Eyüp Peygamber sabırla tevekkül etmiştir: “Gerçekten biz Eyüp’ü sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi. (Sad Suresi, 44).” Allah sonunda Eyüp Peygambere sabrının ve kendisine yönelmesinin karşılığı olarak, sağlığını, zenginliğini ve ailesini tekrardan bahşederek onu mükafatlandırmıştır. Rıza ise bir musibet anında Allah’ın takdirine rıza gösterip Allah’a sığınarak teselli bulmayı ifade eden söz ve davranışlar için kullanılan bir terimdir. Burada rızanın şeftalisi sembolik bir kavramdır. Eyüp Peygamber sabır ve rıza göstererek karşılığında bir ödül olarak şeftalisini almıştır. Zeynebin yakarısından kasıt ise Kerbela sonrası Zeyneb bint Ali’nin Yezid bin Muaviye’nin sarayında yaptığı konuşmadır. Şiirde doğanın talan edilmesine karşı duyduğu tepkiyi anlatan Keskin’in son bölümde dinsel sembollere yaptığı atfın altında yatan temel anlatı şudur: Her sabrın sonunda bir selamet vardır. Bunca doğa talanına karşı sabrın sonundaki selamet ne zaman gelecektir? Keskin insanların suskunluğuna yönelik eleştirisini zeynebin yakarısı üzerinden temellendirmiştir. Zeynebin yakarısı o dönemin egemenine karşı önemli bir karşı çıkıştır. Bunun bilinmediğini vurgulayan Keskin, selametin de gelmemesinden kaynaklı olarak Allah’tan metropolleri onların başına yıkmasını istemektedir.

Kitapta yazarlar tarafından altı çizilen diğer bir nokta şiirlerindeki doğa kavramlarının çokluğudur. İnsan olmanın acı, keder dolu yanını özellikle vurgulayan Keskin doğanın bu acı ve kederi hissetmemesinden dolayı doğaya imrenmektedir. Pelin Özer’in kendisiyle yaptığı bir söyleşide bu düşüncesini şu ifadelerle aktarmıştır: “Öleceğimizi biliyoruz ve bu müthiş bir keder. Ama doğa bunu bilmiyor, karınca bilmiyor. Bilmeden yaşıyorlar ve çok neşeli bir durum. İnsan bilincinin olmadığı bir hal hakikaten çok neşeli olmalı.” Hayatla bir türlü aidiyet duygusu kuramayan şair yaşadığı zorlukları, elemi ve yalnızlığı doğayla anlamaya çalışmış, kendisini penguenlerle ilişkilendirmiş ve kaleminden şu kelimeler dökülmüştür: “Unutmadım aramızdaki beceriksiz dili / Dünya yordu bizi. Benim de söyleyemediklerim var / Hiç söyleyemeyeceğim onları belki de / Uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu / geldikçe anlıyorum ki biz / bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile (Penguen 1 Şiiri).” Tükenir, tüketir ve yorulur insan söyleyemedikleriyle. Keşkeleri vardır her insanın. Korkudan veya kendine yakıştıramamaktan hak edene söylenemeyen küfür. Kayarken ellerinden, sevdalıyam sana diyememek bir çift göze. Başka bir keşkedir çağın en dönemeçli yerinde aksiyon almak gerekirken al(a)mamak. İnsanı, pengueni ve Keskin’i yoran, keder ve eleme sevk eden bu keşkelerdir. Keskin’in elem ve kederi unutmaya dair çabaları en sonunda kabullenişe doğru evrilmiştir. Bu evrilmeyi Bakarsın Üzgün Dönerim kitabının girişindeki dizeleri daha iyi anlatmaktadır: “Unutmak için verdiğim bunca çabadan sonra / geçtiğim bunca yıldan sonra / tam unutmaya alıştırmışken kendimi / artık unutmak istemediğimi fark ettim / (Artık unutmak istemiyorum!) / (Artık unutmak istemiyorum!)” Keskin’in bu son halini Hüseyin Cahit Korse kederi, acıyı bir derviş edasıyla kabulleniş olarak tanımlamaktadır (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 29). Keskin’in şiirlerindeki doğa varlıklarına dair bazı örnekler şu şekilde sıralanabilir:

Eziyet: “Duran bir şey var bende/ağaç gibi/Onu ayaklandırıp, oradan oraya/gitmem zor/… Aşk ayaklandırmıştı bir kere/hatırlıyorum, ama/Şimdi rüzgâr şimdi güz/Ağacın dallarını zorluyor.

Hüzzam: “Kış odasında camda buğu şimdi nefesim/Bozkırda erguvan rüzgârdı eskiden.

Kırık Anafor: “Üzerine akşamın kapandığı gölüm ben/Bir kez hatıra ettim aşkı, bir daha etmem.

Enstrumental: “Aksın, içimde siyah bir nehir gibi/dolanan keder.

Şubat: “Adı Şubat olan bu şiirde kalbim/uzun bir nehir gibi ağrıyor.

Ağrı: “Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum / Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti / Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele”.

Yaz Fotoğrafları: “ben senin için gökyüzü oldum / fırtına oldum / geldim ve gittim / ben senin için kanlı ırmaklar oldum.

Gonca Özmen göçebe bir ruh olarak tanımlar Birhan Keskin’i. Gitmek ister Keskin, yolculuğa çıkmak ister. Aynı zamanda bir gidememek vardır şiirinde. Kalmak istemez ama kalmamayı da beceremez. Bu durumu şöyle ifade eder Özmen: “Onun şiirinde gitmek, uzaklaşmak isteği, yani göçebe bir ruh vardır, çünkü gidememek vardır. Sürekli bir ayrılık vardır, çünkü sürekli bir ayrılmama vardır. Sürekli bir parçalanma vardır, çünkü sürekli bir bütün arayışı vardır. Sürekli bir aşk vardır, çünkü sürekli bir aşk yoktur. Sürekli bir yol vardır, çünkü sürekli bir yol yoktur (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 40).” İnsanın temel yazgısıdır Keskin’de olan. Hayat bir yolculuktur doğumdan ölüme giden. Kimisi bata çıka ilerler, kimisi koşar adım. Kimisi düşmüştür eli yüzü çamur içindedir, kimisinin siyah rugan ayakkabısında toz bile yoktur. Kimisi geriye baktığında hatırı sayılır bir ilerleme görse de kimisi başarısızlık içindeki kendini görür. Gitmekle gidememek arasında sıkışan yol vurgusuna Keskin’in birçok şiirinde rastlanır. Bazı örnekler şu şekilde sıralanabilir:

İz: “kendi sarmalında / döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin / kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.

Karınca: “mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya.

Gitmek mi Yitmektir, Kalmak mı?: “Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum / Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep / Ve inançlı gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

She Left Home: “Sığmam dünya yüzünde bir yere artık / Nereden geçsem benim değil, kalamam bir yerde / Tutunamamaklığım bundan, düşmüşüm komadan.

Acıyı, elemi, umudu, yaşamı, sevgiyi görürüz Keskin’in şiirlerinde. Bize ait ne varsa Keskin’dedir. Bu toprakların geçmişine uzanarak kurgular şiirlerini. Keskin bir kokunun uyuklayan birini ayaklandırması gibi kendimize getirir bizi, dağıldığımız yerden toplar. Olgunlaşmayı görürüz Keskin’de, acı ve kederi kabullenişi ama aynı zamanda isyanı, ses çıkarmayı gösterir bize. Umudu kökleştirir insana ve bu topraklara dair. Nazımca yirmi birinci asra dair.

Talha Kutay
talhakutayfb@gmail.com

24 Mart 2025 Pazartesi

Daima sakin, hep dengeli bir hayat mümkün mü?

"Memnuniyetle ayrıl yaşamdan."
- Marcus Aurelis, Düşünceler

Zenon
KleanthesHrisipposPoseidonius, Seneca, Epiktetos... Stoa felsefesinin köşe taşlarını kuran, öğretiyi meraklı öğrencilerle buluşturan, bunu da herhangi bir dikte yoluyla değil yaşamı içinden gösteren bir metotla yapan isimlerden sadece birkaçı. Bir de sayısız hastalıkla boğuşmuş, çocuklarını erken yaşta kaybetmiş, Roma'ya imparator olmuş bir filozof var: Marcus Aurelius. O, insanın devamlı olarak kendi iç muhasebesini yapmasından yana bir tavır koydu. Dışarıda bir savaş vardı ve hiç bitmeyecekti ama insanın kendisiyle olan savaşı bambaşkaydı. Olgunluğa varmak için, dünyanın gelip geçiciliğini belirli bir anlam dairesinde karşılayabilmek için sürekli bir iç gelişim disiplininden bahsetti. Topraklarını savunurken işte bu 'iç kale'yi de savundu.

Bugün, kişisel gelişimden psikolojiye, felsefeden tasavvuf kitaplarına kadar pek çok öğretide karşılaştığımız zamanı yakalama, anın insanı olma, hayatla değil kendinle mücadele etme, başkasındaki değil kendindeki kusurları arama gibi stratejileri Stoa felsefesinde kolayca görebiliyoruz. Özellikle Seneca'nın Ahlâk Mektupları ve Marcus Aurelius'un Düşünceler'i, bu felsefenin temel metinleri. Bir defa okunmakla kalmayıp hayat boyunca kendisiyle didişen ve didiştikçe önüne hayatın daha pürüzsüzce açıldığını keşfeden insanların da daimi rehberi. Seneca, bütün bir yaşamın köleliğe dönüşmemesi için insanın kendi düşüncelerini, düşünce sistemini gözden geçirerek başka bir yola çıkması gerektiğini öğütler. Bunun için "olgun, dengeli bir ruhun ilk belirtisi, bir yerde duraklaması, kendi kendisiyle kalabilmesidir" başlangıcını yapar. Geleceğin ve geçmişin bize devamlı işkence etmek için hazır beklediğini, bunu da insan düşüncesinin tetiklediğini söyler: "Dert üstüne dert yığmanın, başımıza gelince hemen çekmek zorunda kalacağımız acıları önceden çekmenin ve yarının kaygısıyla bugününü zehir etmenin ne gereği var ki? Gün olacak, belki mutsuz olacaksın diye şimdiden mutsuz olman akılsızca bir iş kuşkusuz."

Aurelius için iyi bir yaşam, iyi bir ruh hali yakalamaktan başka bir şey değildir. İnsan bir sabah uyandığında yeniden uyanabildiği için şükretmeli, sevmenin ve mutlu olmanın getirdiği manevi lütuflardan mümkün olduğunca çok beslenmeli, düşünmenin ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu idrak etmeli. Bunlar, başkalarıyla savaşarak, sürekli bir şeylere sahip olma hırsıyla kendini tüketerek elde edilecek şeyler değil ona göre. Öfkenin, nefretin, hiddetin ve kinin kaynaklarına bir imparator olarak kılıç çeken Aurelius, "İntikam almanın en iyi yolu intikam alınacak kişiye benzememektir" diyerek bugün manevi gelişimle ilgili kitapların işaret ettiği şeyi söylemiştir insanlığa. Elbette, önce kendine ayna tutarak: "Aşağılıyorsun, bizzat kendini aşağılıyorsun ruhum! Kendini onurlandıracağın zaman gelip geçiyor. Çünkü herkesin tek bir yaşamı vardır ve seninki hemen hemen tamamlandı; kendine saygı duyan biri değil, diğer insanların ruhlarında kendi mutluluğunu arayan birisin."

Hem Stoa felsefesi hem de Stoacılar üzerine önemli çalışmalar yapılıyor. Mesela Pierre Hadot'nun İçsel Kale'si Marcus Aurelius’un Düşünceler'i üzerine yapılmış fevkalade bir okuma. Kitabın başında Hadot, Aurelius'un bir cümlesini alır önce: Yakında her şeyi unutmuş olacaksın, yakında herkes seni unutmuş olacak. Hadot şöyle der: Marcus Aurelius bu noktada yanılmış olmalı. Aradan on sekiz yüzyıl geçmiş olsa da Düşünceler hâlâ yaşıyor. Evet çünkü insanlar bunca kıyımın, adaletsizliğin, zalimliğin olduğu bir dünyada suyun berraklığını, ferahlığını arıyor. Yaratılış sırrını kuşatan bu maddenin hünerini, zevkini yeniden tatmak, yaşamak istiyor. Varoluşunun anlamını eşyayla, maddeyle değil; kendi gibi ruhlarla kuşatmak istiyor. Kitapların dünyasına geri dönelim; Cengiz Çevik'in hazırladığı Stoa Felsefesinin Kuruluş Fragmanları ve Melike Molacı'nın On Kavramda Stoa'sı ülkemizce güzel çalışmalardı. William B. Irvine'in Güzel Yaşam Kılavuzu ve Ward Farnsworth'ün Stoacılığı Yaşamak kitapları da yine bu felsefeye meraklı okurların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak zenginlikte. Instagram ve Youtube platformlarında Stoa felsefesi adına beslendiği tüm metinleri dünyaya açan William Mulligan'ın Stoacının El Kitabı adlı çalışması da artık bu kitaplar arasında. Mehtap Özer Isovic çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan kitap, bir hayatın nasıl daima sakin ve hep dengeli olabileceği konusunda keyifli bir okuma sunuyor.

William Mulligan, kolay okunan -çünkü esas mesele yaşama aktarabilmek- ve okuru diğer Stoa metinlerine ve Stoacılara yönlendirecek bir çalışma kurgulamış. İnsanın "hayatımda yanlış giden ne?" sorusuyla yola çıkmasını savunuyor ve bu yanlış giden şeyi nasıl değiştirebileceği konusunda da Stoa felsefesini işaret ediyor. Stoanın dört erdemini izah ediyor sonra: bilgelik, cesaret, adalet, ölçülü olma. İnsanın için sorumluluk almanın iki şey üzerine kurulu olmasının daha sağlıklı olduğunu vurguluyor: yalnızca kontrol edebildiğin şeylere odaklan ve arete (erdem) ile yaşa. Burada karşımıza günümüz insanını girdaplardan kuyulara sürükleyen o mutluluk ve haz çatışması çıkıyor: "Arzularınızın peşinden koşarken elde edeceğiniz haz, yalnızca arzulanan nesne mevcutken mümkün olabilir. Ne var ki bu arzu nesnesi mevcutken bile alacağınız haz gitgide azalabilir ve böylece arzunuz büyür. Mutluluğumuzu bizim dışımızdaki şeylere bağlayamayız çünkü o harici etken ortadan kalkarsa bize verdiği haz da yok olur. Ancak mutlu olmak için bilgelik, muhakeme, doğruluk ve hakikat sevgisi gibi bize ait olan şeyleri esas aldığımızda bunlar doğası gereği elimizden alınamaz. Bize aitti her biri. Mutlu olmak için bize verilebilecek ya da bizden alınabilecek herhangi bir şeye güvenmek akıllıca değildir."

Stoa felsefesinin metinleri her ne kadar kolay anlaşılabilir ve zevkle okunabilir gibi görünse de 'için içi' bir yol kurar insanın önünde. Bu yol önce çok iyimser görülebilir. Sonra, zamanında Stoa filozoflarının gördüğü 'aylak' bir duruşu ya da 'aykırı' fikirleri çağrıştırabilir. Oysa her şey, değiştirilemeyecek olanla boşuna uğraşmama ve şu an yapılamayanın yerine varolanın güzelliklerini keşfetme üzerine kuruludur. William Mulligan da kitaptaki konuların arasında yerleştirdiği alıştırmalarda buna dikkat çekiyor. Oldukça basit bazı fikirler: Trafikte kalmaktan yakınmak yerine hevesle aldığın o kitabı oku ya da ne zamandır izlemek istediğin o filmi/diziyi izle. Kaba, anlaşılamayacak kadar zorba bir insanla münakaşaya girmek yerine böyle olmamak için kendini geliştir. Gitmek istediğin konserin biletlerinin tükenmesine üzülmek yerine yapılacak listene tekrar göz at. Seni yatağa düşüren bir hastalık anında vücudunun da istirahate ihtiyacı olduğunu düşün. Senin için kıymetli olan bir kimse tarafından yeterince kıymet gördüğünü düşündüğünde, kıymet kavramını yeniden ele al. Ve Aurelius'un hatırlattığı gibi ne zaman yüklenemeyeceğin bir dertle, sınavla baş ettiğini düşünüyorsan ölüm üzerine düşün. Çünkü: "Ölüm, bizi duyguların yanılgısından, kukla gibi yönlendiren dürtülerden, düşüncenin aşırılığından ve bedene uşaklıktan arındırır. Bedenin bu hayatta direnirken, ruhunun pes etmesi yüz kızartıcıdır."

Hayat bize giderek 'düşünce'nin insanı ve hayatını nasıl etki altında bıraktığını gösteriyor. Hayatı en anlamlı biçimde yaşayabilmek için gerekli ruh dinginliğini, bilgeliği, görgüyü bize başkaları veremez. Kendi içimizden çıkarmalıyız onları. Çünkü hepsi hazır, hepsi var. Sadece güçlü bir dokunuşu bekliyorlar. Ancak zaman ve düşünce el ele verip bize sadece hayatta zorluk, sıkıntı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Evet, Marcus Aurelius yine haklı: "Geçmişin ve geleceğin sizin üzerinizde hiçbir gücü olmadığını kendinize hatırlatın."

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

22 Mart 2025 Cumartesi

İnsan güzel olana meyillidir

İnsan ruhunun yükselişi ancak manevî bir yol tutturmasıyla söz konusu olur. Hiç kimse yoktur ki maddi alemdeki gelişmesiyle bir huzura varabilsin. Çünkü tatmin duygusu körelmez, tam aksine insanı köreltir. Fakat insanın bunun farkına varabilmesi için gafletten olabildiğince kaçınması, gönlünü aydınlatacak şeylerle ve kimselerle meşgul olması gerekir. Bu meşguliyet, bir yola çıkmayı beraberinde getirir. Gerçeğe, hakikate, birliğe, aşka ve daha nice tanıma ulaşma olarak biçimlenen bu güzergahın getirisi kendini bilmektir. Kendini bilen, kendini bulmuştur. Yolun 'kendinden kendine' seyrettiği arifler tarafından söylenmiştir. Demek ki insan, kendini bilmek için yola çıktığında kendini bulmuş oluyor. Tasavvuf tam da burada Hakk'ın bulunduğunu da ekliyor. Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû. Kim ki nefsini bildi, Rabbini bildi.

Zen, milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’da kurulan inanış sistemi Budizm'in Japoncadaki ismidir. Özellikle 20. yüzyıl itibariyle Avrupa insanının dikkatini çekmiş, nihayet 'hakikat arayışı' serüveninde Zen Budizmi adıyla büyük ilgi görmüştür. Zen yolunda nihayet Buda'ya ulaşmaktır. Buda, Budizm'in kurucusu olan Siddhartha Gotama'nın lakabıdır ve uyanmış, aydınlanmış anlamına gelir. Zen yoluna girenlerden beklenen de budur: aydınlanmak. Burada Buda'nın yaşayışı ve doktrini esas alınır. Doğum, aydınlanma ve Nirvana'ya ulaşma biçiminde tesis edilmiş Zen'de insanın hayatının kötülüklerle ve tatminsizlikle çevrili olduğu, arzu ve ihtirasların insanı esir ettiği, arzulardan kurtulmak için hakikat yoluna çıkmak gerektiği ve Nirvana'ya ulaşmadan huzura kavuşulmayacağı esas alınır.

"Kurtuluş yolu aradığı için yalnızca kendi nefsiyle uğraşan insanın durumu ne güzeldir. Böyle bir insan mutludur, huzurludur. Böylece varoluşun tüm hakikatlerini elde eder" der İbn Arabî sultan. Bu cümlelerde bir çok şifre vardır. O şifreler aklın düğümlerini çözüp kalbin hakikatle rabıtalı olmasına imkan sağlar. İlk cümlede kurtuluş yolu aramak dikkati çeker. İnsan daimi bir yer, yurt arayıcısıdır. Huzura, sükuna kavuşması gereken yeri, yurdu da evvela kendi gönlüdür. Her şeyden önce kendi gönlüne yoğunlaşan, gönlü üzere çalışan kimsede belirgin bir sakinlik görülür. O, mutluluğun gelip geçici işlerde değil, "O her an yeni bir iştedir" sözü gereği oluşta bulunduğunu bilir. Geçmişin ve geleceğin kaygısından arınıp ibnü'l vakt olmak ister, vaktin çocuğu. Bundan dolayı kimseyle, kimin ne yapıp ettiğiyle uğraşmaz. İşaretleri izler ve kendinden kendine seyr eden bu yolda irfanı dost edinir. İrfan ki nice kapıları aralar. O kapıların her birinde hakikatin izleri vardır. Yolcu bu izleri takip ederek kendine ulaşır. Böylece kendini ve akabinde yaratıcısını bilir. Bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz denilmiştir. İşte kendini bilmenin yolu bu üç büyük adımda kuruludur. Yeryüzünde bu yola çıkmış nice nefes, nice ruh, nice ekol vardır ve şurası çok önemlidir: "Tüm öğretiler, tüm bilgiler ve tüm yöntemler bir araç olma konumunda değerlendirilmelidir. Amaç 'kendimiz' gibi algıladığımız, oysa gerçekte nedenlerin oluşturduğu yanılsamalı benliğimiz olan 'ego'yu tanımak; ve bunun yerine özgür benliği, farkındalık temeline dayalı gerçek varoluşu oturtmaktır. Eğer öğretiler ve yöntemler bu araç olma konumundan çıkarılarak bir saplantı, bağımlılık ve sınır işlevi görecek olursa; bu durumda, tüm bilgi ve uygulamalar yalnız yararsız olmakla kalmaz, farkındalığın ya da kendini bilmenin önünde bir gölge, esaslı bir engel de oluşturmuş olur aynı zamanda."

İnsan ontolojik olarak doğru, güzel ve iyi olana meyillidir. Fakat bu meyline itiraz eden bir iç yapısı da vardır ki ona nefs denir. Bütün iyiliklerin Allah'tan, bütün kötülüklerin insan nefsinden geldiği inancı, yalnız İslam tasavvufunda değil, Zen Budizm'inde de karşılık bulur. Burada talebeye (talip, öğrenci, mürit, derviş) bir rehber (mürşit, şeyh, usta) tarafından nefsiyle nasıl mücadele etmesi gerektiği yolun çeşitli erkanları yardımıyla öğretilir. Yolun gayesi; ibadetlerle, dualarla, virdlerle ve diğer ödevlerin yanı sıra davranışlardaki dönüşümlerle saf bir kalbe ulaşmaktır. Hem tasavvufta hem de Zen'de, yola dair konuşmakla, yolcunun sürekli kelime yahut kitap tüketmekle bir yere varamayacağı belirtilir. Zira marifet yolculuğu kâl ile değil hâl ile yürünür. Sessiz kalmak, yürüyüşü berraklaştırır: "Kendi gerçek benliğimizi; 'düşünen' ve 'duyumsayan'ın dışındaki varlık, zihinsel gürültünün ve karmaşanın dibindeki sessizlik, ıstırabın altındaki hoşnutluk ve şefkat olarak görüp bilmek, gerçek özgürlüğümüz ve kurtuluşumuzdur. Çünkü düşünen ve duyumsayan olumsuz zihin aktivitelerinin, alışılmış kalıpsal tepkilerin ve sahte benlik ego'nun oynadığı rollerin izlenerek fark edilmesi; gerçek benliğimizde, arı zihnimizde mevcûdiyet ve farkındalık oluşturacak ve bu farkındalıklı mevcûdiyet aracılığıyla, düşünce ve duyguların olumsuzluklarının olumluluğa dönüştürülmesi mümkün olacaktır."

Yolun elbette engelleri vardır. Öğrenci bu engelleri aştıkça, eski dünyasından yeni dünyasına kavuşacak, yabanilikten korunup doğallığa ulaşacaktır. Zihin, aşılması gereken en önemli engeldir. Kirli ve karmaşık bir zihinle değil, temizlenen, iyi niyetlerle örülmüş bir zihinle yol yürümek ilk ve en önemli meseledir. Zamanın farkında olarak yaşamak da çok önemli bir yer tutar. Özellikle psikolojide kullanılan 'şimdi ve burada' kavramı kendini bilme yolunda da önem arz eder. Geçmişle kurulacak ilgi yalnız pişmanlık ve tövbe üzerinden olmalıdır. Geleceğe dair kurulacak ilgi ise iyi niyetler, güzel düşünceler ve en önemlisi de teslimiyeti zırh bilmektir. Farkındalık (feraset, gafletten uzak olma) yolcunun tabiri caizse silahıdır: "Kendini bilmenin yolu bir bakıma 'farkındalık' demektir. Farkındalık kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen; özgür ve erdemli bir varlık olma potansiyeline sahip bir kişi olarak insanın, bu amacı gerçekleştirmek için, düşünce ve duygularını yani beynini ve kalbini gözlemleyebilmesi, onların ayırdına varabilmesidir."

İbn Arabî, varlığın bütün yönleriyle O'na müteveccih olduğunu, perde kalkınca insanın şiddetli bir hayretin içine düşeceğini ve özleminin kabaracağını, işte o zaman O'nun kendisini değişik suretlerde insana göstereceğini ifade eder. D. T. Suzuki için bu ifade, Zen ustalarının 'evine geri dönmek' dediği şeydir: "İşte şimdi sen kendini buldun, daha en baştan beri senden hiçbir şey gizlenmemiştir. Sendin gözlerini gerçeklere kapayan, sendin."

Var oluşumuzun gayesi Hakk'ı bilmektir, Hakk'ı bulmaktır, Hakk'la olmaktır. "Bilinmeyi istediğim" çağrısına kulak vermektir. Kıldan ince, kılıçtan keskin, menzili meçhul bir yola çıkmaktır. Bilgiyi (furkan) kuşanıp tanıklığın (şehadet) farkında olarak verilene rıza göstermek ve verilmeyene şükretmektir. Yol ve yolculuk tam da burada başlar.

Ahmet Gürbüz, Kendini Bilmenin Yolu'nda çok büyük coğrafyalarda yankı bulmuş, insanın nefsiyle mücadele etmesi gerektiğini merkeze koymuş zen ve tasavvuf sistemlerini inceliyor, kıyaslama yapmadan karşılaştırıyor, kolay anlaşılır biçimde her iki yolun esaslarını temel düzeyde aktarıyor. Bu okuması son derece lezzetli olan kitap, bazı merakları muhabbete çevirebilir. Dolayısıyla yola çıkmak için güzel bir ilk adım.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'inden bitirelim: "Ve sen, kendi içine giden o uzun yolculuğa ne zaman başlayacaksın?"

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

17 Mart 2025 Pazartesi

Bir cumhuriyet mevlevîsi: Nezih Uzel

İnsanın maziyle kurduğu köprüde başrol daima hatıralarındır. O hatıralar ki içlerinde nice suret, nice sohbet saklıdır. Suretlerle ve sohbetlerle buluşturan mekanlar, sokaklar ve şehirler; insanın ömür yolculuğuna hafi dokunuşlar yapar. Her dokunuşla birlikte varlık aleminde başka perdeler açarız. Yakından tanıma imkânı bulduğumuz bir hezarfen şahsiyet, dinlediğimiz saz semaisi, katıldığımız ayin; fizik gerilimden metafizik derinliğe ulaştırır bizi. Orada ulvi bir saltanat yakalarız. O saltanatın muhakkak erleri ve erenleri vardır. Sonra onların yetiştirdikleri talebeler, gönül dostları. Böylece tadı giderek artan bir irfan sofrasının misafiri oluruz. Niyazlar güzelleşir, dertler neşeyle bölüşülür, okunan ve dinlenilen ne varsa her biri artık yaşanana, izlenene dönüşür. “Dilin bal bal demekle ağzına tat gelmez ey ihvan / kamu âzaları Allah diyen gelsin bu meydane” diyen Kelâmî Baba’nın sözü yerini bulur. Meydan, hakikati görmüş ve hakikatli yaşamış insanların meydanıdır. Sanılmasın ki kolay lokmadır burada işitilenler, zannedilmesin ki burada hemen altından kalkılabilir vazifeler verilir. Şimdi de hatırımıza Seyyid Nizamoğlu’nun “Kıyamazsan bâş ü câna uzak dur girme meydâna / bu meydânda nice başlar kesilir hiç sorar olmaz” sözü gelmelidir.

1900’lü yıllar başta İstanbul olmak üzere memleketin kadim şehirlerinde pek çok dönüşümü beraberinde getirdi. Kültür tarihimizde pek çok şeyin artık el salladığı, bazı istasyonların gözden kaybolduğu, sanata ve manevî yolculuğa burun kıvrıldığı zamanlar. Hâl böyle olunca nice önemli insan da kendini hanesine, mekânına, dükkanına yahut postuna sırladı. Eli kalem, gözü iz, kulağı meşk tutan köprü insanlar devreye girmek durumundaydı, öyle de oldu. Nezih Uzel; hem bakiye hem de köprü olmaklığıyla kültür tarihimizin mutlaka üzerinde durulması gereken, tanınması ve yazdıkları, emekleri hatırlanması gereken bir özel şahsiyet. Nicedir hakkında bir çalışma yapılması bekleniyordu ki Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı Nezih Uzel: Bir Cumhuriyet Mevlevîsi, Ketebe Yayınları tarafından neşredildi. Sadece Nezih Uzel’in etrafında örülü olan halkaya baktığımızda bile zenginliğin ta kendisini görüyoruz. Acı ama gerçek, bu zenginlik yaşanabilecek son zenginlikti belki de. Ne Üsküdar, ne Üsküdar’ın uluları, ne İstanbul’un adab-ı muaşereti, zevki, safası kaldı diyebiliriz. Halbuki çile, dert, zorluklar her devirde vardı. Ama insanı ayakta tutmakla görevli başka insanların oluşu, olumsuzlukların karşısında bir direnç noktasıdır. Onlar güzellik filtreleri, yakıt depoları, gerçeğin dürbünleridir. Kim onlar? Edebiyatta, mûsıkîde, mimarîde; hat, ebru, tezhip gibi nice Türk sanatında izler bırakmış kimseler. Tasavvuf deryasında avcı olmuş, kalpleri tam merkezinden vurmuş, muhabbet pazarında nice halkalar kurmuş kimseler.

Nezih Uzel, dönem itibariyle bir cenderenin içine doğmakla hem derdi, hem de dermanı bir arada görmüş. Güncelin türlü zorlamalarına karşı kendi gündemini oluşturmaya çalışmış. İç sesini dinlemiş, iç kalesini kurmuş. Buna “kaydetme alışkanlığı” ile başlamış diyebiliriz. Sadece sesleri kaydetmemiş; fotoğraf çekmiş, not almış, defterler doldurmuş. Defter dediğimiz zaman da hemen aklımıza o büyük şahsiyet geliyor: Süheyl Ünver. Nezih Uzel’i bu alışkanlığa Süheyl Bey teşvik etmiş. Zira Süheyl Bey’in oğlu Aydın Ünver, Nezih Bey’in Galatasaray Lisesi’nden okul arkadaşı. 1959 senesinde Aydın Ünver, babasıyla Nezih Bey’i tanıştırıyor. Şu istikamete yürüyen bir yolun ilk adımları kuruluyor: “Beyaz bir kâğıdın söyleyeceği hiçbir şey yok. Ama üzerine yazı yazılmış bir kâğıdın anlatacağı şeyler var. Bunu fark ettim. Yani yazılı bir kâğıdın, sonsuza kadar bir mesajı oluyor.

İşte bu kaydetme ve yazma iştiyakı Nezih Bey’in gazeteci yönüyle de birleşince, ortaya zamanla lezzetli metinler çıkıvermiş. Merhum Mehmet Şevki Eygi’nin Hoş Bir Sada: Nezih Uzel kitabında dediği gibi, bu yazıların zamanla bir kitapçıkta çoktan toplanması gerekirdi. Çünkü içinde müziğimizin, tarihimizin, edebiyatımızın ve tasavvufî çevrelerin olduğu bu yazılar gelecek nesiller için de bazı şeylerin özünü ve kabuğunu ayırabilmek adına oldukça değerli. Nihayet, Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı işte bu kitapta hem pek çok şahsiyeti daha içeriden tanıma imkânı buluyoruz, hem de yurt dışındaki Mevlevî ayinlerinin, Amerika’daki ve Paris’teki çalışmaların perde arkasına tanıklık ediyoruz.

1956 yılında Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencisi olan Uzel, Konya’da yapılacak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ihtifallerine katılmak üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Bütün hayatına tesir edecek, neyin ve en önemlisi neden peşinde gideceğine damga vuracak bir yolculuktur bu. Meslekî olarak da önemli bir gelişme yaşar: Konya’da tanışacağı, Hazreti Mevlânâ’nın yirminci göbekten torunu Refi' Cevad Ulunay onu Cağaloğlu matbuat dünyasına sokar. Ömründeki bir başka mühim hadise de yine aynı zamanlarda yaşanır: Neyzen Ulvi Erguner vesilesiyle İstanbul Radyosu’nda kudümzen olur. Tüm bunlar olurken bir kâmil arayışını da tadar Uzel. Her şeyin, tüm taşların yerine oturması için bir gönül hekimi lâzımdır. İşte, Konya seyahatiyle birlikte tanışacağı ve ömrünün sonuna dek gönlünde tütecek olan o isim, Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Özbekkangay’dır. Üsküdar muhitinin bu müstesna şahsiyetinin çevresinde de hâl sahibi isimler vardır: Derviş Tufan, Üsküdar’ın ‘üç sırlısı’ndan İskele Camii İmamı Nâfiz Uncu Efendi, Hâfız Ali Üsküdarlı… Biz burada duralım ve Nezih Uzel’in ilk Konya seyahatinde, Hz. Pîr’i ilk ziyaretinde yaşadıklarını şöyle hissede hissede okumaya çalışalım: “Kafam, kalbim, içim, dışım boşalmış, tüm varlığım yok olmuştu. Sanki yeryüzünde değildim. Oraya nasıl gelmiştim? Bilmiyordum. Orası neydi? Bu çevredeki insanlar kimlerdi? Yürüyen, kımıldayan, sallanan, ara sıra dönüp bana bakanlar kimlerdi? Ben de onlara bakıyordum. Acaba ayıp mı oluyordu öyle bakmak? Anlamıyordum. Gözlerimi kapayıp başımı öne eğmeyi denedim, olmadı. Ne yapsam olmuyordu. Veya oluyordu, karar veremiyordum. Bana neler oluyordu? Bir bilene sormalıydım. Kafamdaki tüm oluşumlar silinmişti. Şairin, ‘gölgem kayboldu, gönlüm dolunca’ dediği gibi gerçekten gölgem bile kaybolmuştu. Hayatımda ilk defa büyük bir boşluk hissettim. İşte o andan sonra bende doğan boşluğa, tüm güzelliği ile Hazreti Pîr dolacak ve beni bir ömür boyu sürüp götürecekti… Artık yeniden doğmuştum… Bir hazinenin içine düşmüş gibiydim. Kuşkusuz orada lâyemût bir hayat vardı.

Ulvi Erguner’in “Biz hepimiz o dergâhta büyüdük” demesiyle Özbek şeyhi namıyla meşhur Necmeddin Efendi’ye tutulur Nezih Uzel. Bu tutulma, 1957 senesinde eşiğinden girdiği dergâhın onu her yönüyle yetiştirmesiyle sürer. O dergâhın bahçesindeki ağaçların kırk beş yıl arka arkaya yeşerip çiçeklendiğini görür. Sohbeti ve sofra açmayı çok seven, bazen sessiz ama zaman zaman nüktedan bir mizaca sahip, onca yasakla beraber sönmeye yüz tutan bir ocağı alevli tutmaya çalışan Necmeddin Efendi, Nezih Bey’in irşad ve hizmet gibi kavramları, “şeyh arama” meselesiyle ilgili tüm soru işaretlerini gidermiş bir veli. Kitaptan okuyalım: “O bana başından beri ‘Şeyh aramak çok ayıptır!” diye öğretmişti. Şeyh aramanın müridin en büyük ayıbı olduğunu ondan öğrendim. Ve yine ondan bildim ki şeyh aranmaz, bulunur… Şeyh arayacağız diye şeyhlerin peşinden koşanlar biçare zavallılardır, onlar şeyh yerine hava alırlar… Hiçbir çelimsiz nevniyazın ‘şeyh’ aramaya kudreti olamaz… Kudreti olsa zaten aramaz… Bunun örnekleri de görülmüştür. Dergâhta Küçük Hüseyin Efendi’nin yanından ayrılmayan Sigortacı Asım’ın ömür boyu şeyh aradığını söylerlerdi. Özbekler Dergâhı şeyhi bir gün yalnız başına çay içiyordu. Ben de karşısında oturuyordum. Benim çayım biraz gecikti. Şeyh dedi ki: Oğlum ne bakıyorsun, ben senin şeyhin değil miyim, ben içerim sen de içmiş gibi olursun… Cevap verdim: Şeyh baba yavaş iç, dilim yandı.

Başka kimlerin feyzinden nasiplendi Nezih Uzel? Kimleri tanıdı, bildi ve daima yâd etti? Saymakla bitmez ama, kitapta özellikle yer alanları anmalıyız: Hâfız Kudsi Efendi, Hattat Necmeddin Okyay, Yusuf Fâhir Baba, Midhat Bahârî Beytur, Cemaleddin Server Revnakoğlu, Sadeddin Heper, Şakir Çetiner, Çilekeş Osman Dede, Selman Tüzün, Ahmet Bican. Bu isimler sırlanırken İstanbul’un da güzellikleri sırlanıyordu aslında. Nezih Bey bunu gördü, yaşadı ve ruhuna o meşhur İstanbul hüznünü nakşetti. Bir “köprü insan” olarak kimi zaman anlattı, yazdı, kimi zaman da suskunluğu tercih etti. Emr-i Hakk; 1 Mayıs 2012 Salı günü İstanbul’dan, Üsküdar’dan, bir cumhuriyet Mevlevîsi geçti. Onun cümleleriyle bitirelim: “Biz İstanbul’un sonuna yetişmişiz. İstanbul zevkinin, İstanbul feyzinin, İstanbul irfanının kısaca ve tek kelime ile Türk-İslâm İstanbul’unun son günlerini görmüşüz. Bu şehir eski şehre nazaran ölüdür. Bir çamur ve cife deryasıdır. İstanbul'a yazık olmuştur. Artık bu şehirde bir Necmeddin Efendi'nin yetişmesine maddeten imkân yoktur. Toygartepesi'nde değil siyah gül, ısırgan otu bile bitmiyor...

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

15 Mart 2025 Cumartesi

Edebiyat, gerçek anlamda bir isyandır

Edebiyatın bizdeki genel algısı, hayatın gerçek sorunlarının dışında kalan bir faaliyet alanı oluşla çok ilgilidir (“Geri kalmışlık” diye bir şeyden söz edilecekse, en iyi gösterge bu gibi gelmiştir bana hep!) Edebiyat buralarda, ders kitapları dışına çıkmak ya da boş zamanlar için bekletilen kitaplar satın almak anlamına gelebilir. Getirisi meçhul bir zaman israfı da olabilir! Pek çok edebiyatçının bambaşka okullarda eğitim alırlarken edebiyata fazlaca düşkün oldukları için ayrılmak zorunda kalma hikayeleri de aslında, gerçeklikle yaşanan çatışmada edebiyatın “kaybederek” kendini geriye çekmesidir. Edebiyat bizde, hayat karşısında direnememekle bir tutulur. Oysa, insanı kendinden uzaklaştıran yabancılaştırıcı hayata karşı, bir tür isyan olarak geriye çekilme ne kadar da gerçek bir karşı koyuştur.

Yine de siniklikten yakasını kurtarması zordur. Baskı, adaletsizlik ve zorba güçler karşısında edebiyat ne yapabilir ki? Dünyanın en iyi romanı ya da şiiri bile olsa, okunduğu esnada verdiği anlık zevkten ve hüzünden ibarettir, ancak. Edebiyat bu haliyle eylemsizlik ya da eyleme dönüşemeyen düşünce ve sözler demektir! Ya da bir tür, eğlencelik! Zihnimizin oyunları…Karın doyurmayacağı belli, ne kadar erken dönülürse o kadar iyi bir yoldan çıkma hali. Kimsenin asıl işi olmayan ve dolayısıyla kimsenin üzerine vazife de olmayan bir gönüllülük çabası.

Peki ama, edebiyat, bütün bunlara rağmen neden ve nasıl bu denli vazgeçilmezdir? O büyülü kitapları, okumasak da alıp görünür bir yerde bekletmek zorunda hissetmemiz nedendir? En güzel uykulara dalmamıza neden olan etkisi, nereden gelmektedir?

Cevap çok basittir aslında: Edebiyat, uyanmak istenmeyen rüyalar gibi, yaşanan katı gerçekliği zihinsel bir esneklikle tersyüz ettiği için her türlü perdeyi ve maskeyi kaldırarak sahtelikleri ve yalanları ustalıkla ifşa eder. Bütün yetersizliklerin sahte birer alışkanlıktan ibaret olduğunu gözler önüne serer. Tamamlanmış hissederiz. Bütün gerçek duygularımızla yaptığımız kurmaca bir egzersizle gerçek hayatın asla yapamayacağı bir biçimde kendimizi gerçekleştiririz. Sadece kral değil herkes ve her şey çıplaktır burada. Sabit ve katı haliyle kalma diye bir şey yoktur. Değişmezlik yoktur. Baskı zulüm ya da adaletsizliklerle ona karşı koyanların imkân ve silahları tam bir teraziyle eşitlenmiştir. Herkes asıl yüzüyle kendini göstermiştir.

İnsan, edebiyat sayesinde hiç olmadığı kadar özgürleşir, kılıcını istediği gibi çekebilir ve dahası, bunun anlamı gerçeklikten kopmak değil, daha çok sahte gerçekliğin gerçeklikle yeniden inşa edilerek hakikiliğine kavuşması demek olabilir. Yel değirmenlerine karşı savaşan Donkişot’un gerçekten olmayan düşmanlarla savaştığını kim söyleyebilir! Ya da Yüzyıllık Yalnızlık’ın Albay Aureliano Buendia’sının yenildiğine nasıl inanabiliriz!

Nobel ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosa ve Meksikalı meslektaşı Carlos Fuentes’e ait üç metinden oluşan Edebiyata Övgü, edebiyatın vazgeçilmezliğini ve ne işe yaradığını eksiksiz anlatan, son derece önemli bir kitap (Neden tekrar tekrar baskısı yapılmaz anlaması zor). Edebiyata övgü, usta çevirmen Celal Üster’in “yakıştırdığı” bir ad. Bana kalsa, “asi edebiyat” derdim

(Genel olarak “övgü” kitaplarını bir türlü benimseyememişimdir zaten; övgüye en az ihtiyacı olan kitaplara verildiği için belki de!).

Latin edebiyatında hep bir asi yan vardır, çünkü bu yazarların hemen hepsi de baskıcı ve otoriter yönetimlerde şekillenmişler, edebiyatın radikal karşı koyma gücünü en derin haliyle yaşayarak öğrenmişlerdir. Düşmanı en yakından, bütün karanlık yanlarıyla görmüşlerdir. Baskı altında yaşananlar ifadeye dönüşemese, söze dökülemese de asla yitip gitmez ve hatta, sanılanın tam aksine, zihinlerde en ufak ayrıntısına kadar köklü bir yer edinirler; bilinç akışı tekniğinin bu topraklardan çıkmasına şaşırmamalı. Şöyle der Llosa: “Edebiyatın, ulusların yaşamında önemli bir yeri olduğunu düşünmemiz için bir neden daha var. Tarihsel değişimin gerçek çarkı ve özgürlüğün en iyi koruyucusu olan eleştirel düşünce, edebiyat olmadan, onulmaz bir yara alacaktır. Çünkü nitelikli edebiyat yapıtlarının tümü de köktencidir ve içinde yaşadığımız dünyayla ilgili köktenci sorular atarlar ortaya.” (s.26).

Bu köktencilik, edilgenliği ve öylece durup beklemeyi günah sayan bir din gibidir aynı zamanda. Eyleme geçmeyi, çürüyen ne varsa değiştirip dönüştürmeyi zorunlu kılan mutlak bir inanma halidir. Şüphe, yerini daha inandırıcı olanın güven verici kucaklayıcılığına bırakmıştır. Artık delile ihtiyaç yoktur. Edebiyat, özünde yetersiz gerçekliğe isyan edenlerin sığındığı esas gerçekliktir! Sonsuza duyulan açlıktır. Edebiyat, hayatı kaderine terk etmeyenlerin ülkesidir. “Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar.” (s.26).

Asi ruhlar, karşı koymadan yapamazlar. Direnmek, kendine direnmemektir. Onlar için hayat dışarıdan bakıldığında ne denli göz alıcı olursa olsun, iç yüzünde sınırlayıcı, daraltıcı ve eksiktir. Hayatın hüznü ve acılarla dolu çaresizliği, esas belirleyicidir. Faulkner’in dediği gibi, “acı ile hiçbir şey arasında acıyı seçiyorum”derler. Ya da Albay Buendia gibi, kaybedeceğini bile bile bir sürü savaş vermeyi yaşam biçimi olarak görebilirler. O nedenle edebiyat asileri, zannedildiği gibi, insanlara değil bizatihi hayatın kendisine karşı koyan, savaş açan, delice bir işe girişmiş isyankarlardır. Çünkü bu insanlar bilirler ki mevcut haliyle hayat, kurmaca olanın zıttı ve hatta düşmanıdır; “Dolayısıyla, iyi edebiyat, gerçek edebiyat, her zaman yıkıcı, boyun eğmez ve asidir: Var olana bir meydan okumadır.” (s.27).

Edebiyat, içeriği ne olursa olsun her zaman özgürlük özlemiyle doludur. Yaşananlardaki eksikliğin, noksanlığın, yavanlığın zorlayıcı baskısıyla vücut bulur. Sertlik yerini yumuşaklığa ve hayal gücünün her şeyi değiştiren egemenliğine bırakır. Edebiyat -tıpkı Fuantes’in dediği gibi- eleştirel düş gücünün zaferidir: “Cervantes, döneminin yozlaşmış toplumuna eleştirel düşgücünün zaferiyle karşılık vermişti; biz de yozlaşmış bir toplumla karşı karşıyayız ve bu yozlaşmış dünya yaşamlarımıza sızıp bizi kuşatırken, bizi sürekli olarak tarihin geçip gidişine edebiyatın tutkusuyla karşılık vermek durumunda bırakırken, bu dünya üstüne derinliğine düşünmeliyiz.” (s.45). Yaşamın geçip giden bir şey olmasının nedeni tam da böylesine bir derinlemesine düşünme eksikliğidir ve edebiyat, onu tutup sıkıca kendimize bağlama imkânı veren yegâne şeydir. Sonsuza giden yolda, tek aracımız hayatın kendisidir ve onun geçip gitmesine öylece bakıp izin vermek sonlu olan ne varsa bunu nihai bir son olarak kabul etmek demektir. Edebiyat, sonlu olanın protestosudur. Bu noktada yeniden Llosa’ya dönebiliriz: “Yazmak gibi, okumak da hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı kurmacada ararken, söylememize, hatta bilmemize bile gerek kalmadan var olan hayatın sonsuza duyduğumuz açlığı -insanlık durumunun temeli- dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz.” (s.53).

Ve iktidarlar, edebiyata fazlasıyla ihtiyaç duyarlar. Fuentes’in çok yerinde bir şekilde belirttiği gibi, en çok, hayal gücüne ve toplumsal muhayyiledeki kurmacalaştırmaya dayanırlar: “İktidar, [Kafka’nın esri] Şato’daki otoriteler gibi, gücünü şatonun dışındakilerin düşgücünden alan bir görünüştür. Bu düşgücü güce güç katmayı bırakır bırakmaz kral çıplak kalır ve kralın terzileri ona yeni giysiler dikerken, bunu açığa vuran o güçsüz yazar sürgüne, toplama kampına ya da darağacına gönderilir.” (s.42-43).

Edebiyat, gerçek anlamda bir isyandır; ne var ki bunu yalnızca asi ruhlar bilebilir.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

Elhamra'nın gizemlerle dolu tarihi

Elhamra bir saray ama tarihin başköşelerine ismini altın harflerle yazdırmış bir saray. Nereden geliyor büyüsü? Neden hiç unutulmadı? Üzerine halen daha çalışmalar yapılmasının nedeni ne? Granada, İspanya’nın Endülüs bölgesinin başlıca şehirlerinden biri ve bu şehre tepeden bakan yapının adı Elhamra Sarayı.

Öncelikle Orta Çağ’dan günümüze ulaşmış tek Müslüman sarayı Elhamra sarayıdır. İçerisinde kışla, cami, medrese, mesire alanı ve hamam gibi birçok mekânı barındıran bu saray tarih boyunca birden çok saldırıya, tahribata maruz kalsa da varlığını sürdürmüş, ihtişamını korumayı başarmıştır.

İhtişamını ve varlığını korusa da kendi gerçek tarihi (ya da hikâyesi mi demeliyiz?) bir gizem olma özelliğini taşımaktadır. Robert Irwin’in Bir Dünya Harikası Elhamra kitabı işte bu gizemin ardına düşmenin getirdiği meyvedir, sarayı perilerin ve masalların diyarı olarak gören, fantastik bir âlemde ele alan oryantalist bakış açısını eleştirmekte, hakikatin peşine düşmektedir.

James Dickie, düşüşten önce Granada’nın bir cennet olduğunu yazmıştır. Bu bazı açılardan doğru olsa da on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Granada aynı zamanda bir tür cehennemdi ve bu cehennemin en karanlık odalarından bir kısmı Elhamra’da yer alıyordu. Burası cinayet, kölelik, yoksulluk ve korkunun anıtı niteliğindeydi. On dördüncü yüzyılda kölelik bazı yerlerde kalkmış olsa da İspanya’da hala devam ediyordu. Elhamra sarayları acılar ve savaş ganimetleri üzerine inşa edilmişti. Sarayların inşasında Hıristiyan esirler köle olarak çalıştırılıyordu. Elhamra’nın duvarlarına on dördüncü yüzyılda yazılan şu dizeler bu duruma bakışı göstermektedir:

“Esirleri zincire vurdun ve şafak vakti buldu onları
Kapında hizmetkârların olarak saraylarını inşa ederken.”

Bugünden bakıldığında kölelik ve savaş ganimeti kavramları veya olguları zihne ters gelse, rahatsız etse de on dördüncü yüzyılın bir gerçeği ve normaliydi. Savaş ganimeti, her topluluk için savaş hukukunun doğal bir parçasıydı. Kölelerin yapıların inşasında çalıştırılması insanların nezdinde olağan bir durumdu.

Ayrıca bir saray inşa etmek de her devletin ve o devlete mensup milletin gözünde önemli bir mevzuydu. Sarayın görkemli olması devletin görkemli olmasını temsil ediyordu. Görkemli olmayan saray, güçsüz devlet demekti. Hiçbir topluluk da güçsüz bir devletin tebaası olmak veya güçsüz görünen bir devlete mensup olmak istemiyordu.

Bir de mimari sanatla destekleniyordu. Elhamra sarayı sanatsal açıdan oldukça zengindi. Bu zenginlik o topluluğun gelişmişliğini ve devletin topluma nasıl bir hayat tarzı dayattığını gösteriyordu. Dolayısıyla olgular dönemine göre değerlendirilir ve ancak o şekilde doğru sonuca ulaşılır.

Elhamra sarayını okumak bu yüzden önemli. Dönemi ve bugüne gelinen yolları anlamak için. Irwın’in irdeleyerek ortaya koyduğu çalışma müthiş bir panorama çizmekte. Müslümanların tarihi öğrenmek boynumuzun borcu.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

12 Mart 2025 Çarşamba

Kendini Süpermen Sanan Deli Kulübü'ne hoş geldiniz

Timaş İlk Genç'ten çıkan, Nede Hocaoğlu’nun kaleme aldığı, Kemal Baran’ın çizimiyle yer aldığı Renkli Evin Süper Kahramanları kitabını okuduğumda, aklıma ilk gelen bir film oldu. Çünkü sinema ve edebiyat insanın kendini tanımasında yol gösteren sanat dallarının başında gelir. Disney, 1941 yılında Helen Aberson ve Harold Pearl'ün romanından uyarladıkları, Dumbo animasyon filmini, 2019 yılında tekrar fantastik canlı aksiyon türde çekerek, bizlere yeniden hatırlatmıştır. Dumbo filmi bize birçok şeyi hatırlatır. Koca kulakları olan, bu yüzden komik görünen bir fil yavrusunun başından geçen hikâyenin etrafında; sevgiyi, farklılıkların yadırganmaması ve ailenin önemini öğreniriz. Bize değerleri anlatan sıcacık bir müzikaldir. Marks Medici’nin sâhip olduğu sirkin eski yıldızı tek kolunu savaşta kaybedip geldiğinde, ona fillere bakması görevini verir. Sirkin gösterisi ilgi çeken filin bir yavrusu olur, onun büyük bir kusuru vardır. Koca kulakları ve bir de uçabilme yeteneği. Bakıcısının çocukları bunu saklamaya çalışsa da, günün birinde sır ortaya çıkar. Maddi zorluk çeken sirk sâhibi Dumbo sayesinde inanılmaz bir geri dönüş yapar. Ülkenin ne büyük gösteri şirketi Masal Diyarı, Dumbo’yı almak için türlü yolları dener ve başarılı olur. Lakin bakıcısı ve ailesi Masal Diyarı’ndaki karanlık sırları keşfedip küçük dostlarını kurtarmak için mücadele verir. Ve onu kurtarırlar. Film bize sirklerin kirli dünyasını, hayvanlara uygulanan zorlukları da bir yandan yansıtır. Bugün birçok aktivistin karşı geldiği, hayvanların bir oyuncak olmadığını anlatmaya çalıştığı ve kapanması için uğraştığı, Sirk dünyası izleyen için sevimli olsa da, hayvanlar için bir hapishanedir. Tıpkı hayvanat bahçeleri gibi.

Sevimli dostlarımızın yeri, fıtratlarına uygun olan doğal yaşam alanlarıdır. Onlar ne bir oyuncak ne bir eğlence aracıdır. Dünyanın dengesi için her bir varlık elzemdir. Ve bedenleri onlara aittir. Çünkü kâinatın varoluşunun bir parçasıdır. Onlardan daha zeki olmamız, onlara eziyet, doğasından koparma hakkı gibi şeyleri bize vermez. Aksine, onların doğal yapılarını korumak, ekolojik dengeyi bozmamak için gereken tedbirleri almak, bizim vazifemizdir. Dumbo filminde farklı olan sadece yavru fil değildir, bir kolu eksik, rengi farklı insanlar da filmin içinde yer alırlar. Bütün bu farklılıkların bütünleyici olduğunu, kimsenin kimseye üstün olmadığını, üstünlüğün sevgide olduğunu, göstermeye çalışır. Renkli Evin Süper Kahramanları da aynısını yapmaktadır. Nede Hocaoğlu, bir hayvansever. Bu yüzden de toplumda bir farkındalık, bir bilinçlenme için yapılacak en iyi metodu kullanmış. Bir hikâye yazarak, bizi onların dünyasına sokmuş. Farkındalıklarımızı, korkularımızı bize göstermek istemiş. Hedef kitlesi on yaş üstü olan hikâyede, ana tema olarak sosyal kaygı belirlenmiş lâkin yan konu ve bence esas mevzu hayvan haklarıdır. Sirk gibi yapıların iç yüzünü göstermeyi hedeflemiştir.

Kitabın üç ana karakteri de aslında toplumun normlarının dışından seçilmiş. Sosyal kaygıdan muzdarip Selin, hiperaktif yerinde duramayan Yaşar, yürüme engelli Güneş etrafında resmedilmiş. Selin, sakin bir kentteki bahçeli evinden, yeni bir şehir ve apartmana taşınmıştır. Buraya adapte olmakta zorlanmaktadır. Memleketlerine, özellikle renkli, bahçeli evine hasret duymaktadır. Bu, onu içine kapanık hale getirmiştir. Annesi bir araba tamircisi (kadınların her işi yapabileceğinin mesajının verilmesi de kadın haklarına gönderme yapılması çok şık olmuş) babası ise bir gemi kaptanıdır. Okulda, kimsenin fark etmemesi için kabuğuna çekilmiştir. Ona, ilk yaklaşanlar Yaşar ve Güneş olur. Böylece aralarında dostluk bağı kurulur. Okul yolunun üstündeki eski evlerini hatırlatan Renkli Ev ilgisini çeker. Yaşar’ın orada bir canavar olduğunu söylemesi ile daha da ilgi çekici hale gelir. Ama içeri girmeye cesaret edemezler. Bir gün okulda öğretmenleri drama dersinde piyes sahneleyeceklerini söyler. Piyeste Kendini Süpermen Sanan Deli rolünü Seline, dans eden fil rolünü ise Yaşar’a verir. Piyesin konusu sirkte çalışan hayvanlar için mücâdele eden bir kadının hikâyesidir. Dans etmesi için eziyet edilen fili kurtarmak üzere başlatılan mücâdeleyi anlatmaktadır. Hepsi piyeste, kendine ait bir parça bulur.

Renkli evin sahibinin ise, Melih isimli, tiyatrocu eşini kaybetmiş yaşlı biri olduğunu öğrenirler. Canavarlıktan, Melih Dedeliğe yükselen Renkli Evin sâhibi, üç dosta rehber olur. Tiyatrocu eşinden öğrendiklerini onlara aktarır, rollerine hazırlar. Kitap üç arkadaşın kendileriyle olan kavgalarını, korkularını yenmelerinin yollarını söylemektedir. Resimler ince ve uzun çizilmiş, böylece durağanlık vermemiş, renkleri soluk olması ise başka bir bakış açısı getirmiş. Sanki Çocukların elinden çıkmış görüntüler. Onların zihinlerini temsil ediyor demek daha doğru bir söz olabilir. Ayrıca yürüme zorluğu çekenlere kolaylık sağlayacak, yaşam alanlarında unuttuğumuz, rampa gibi şeylere de dikkat çekilmiş.

Renkli Evin Süper Kahramanları kitabının sonunda çok hoş bir bölüm mevcut. Kendini Süpermen Sanan Deli’lerin oluşturduğu topluluğa bütün hayvan sever çocuklar davet ediliyor. Buraya girmenin şartları da yine kitabın içinde yer alıyor. Kulübün adı “Kendini Süpermen Sanan Deli”, amacı ise; iyiliği yayma ve hayvanların doğal yaşam alanlarında özgürce yaşamasına destek olmak. Şartlarından bazıları;

Kuşları ve diğer hayvanları avlamamak, ağaçlara ve çiçeklere zarar vermemek.
Böcek ve karınca gibi küçük dostlarımızı ezmeden yürümeye çalışmak.
Kedi ve köpeklere taş atmamak.

Nede Hacıoğlu kitabın sonunda, ek olarak sirk, hayvanat bahçesi gibi yerlerin hayvanlar üzerindeki olumsuzluklarını madde madde yazmış. KSSDK Üyelik kartınıza kitaptan ulaşabilirsiniz.

Kitabı alıp çocuğunuza rahatlıkla okutun sonra Dumbo’yu açın izleyin…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

7 Mart 2025 Cuma

Mehmet Kaplan ve yazarak düşünmek

Okuyucuya ulaşmanın daha güzel ve tesir edici yollarını aramak; her yazarın, yazı eylemiyle iç içe geçmiş görevlerinden biridir. Yazar, düşüncelerini derleyip toplarken pek çok usulden faydalanabilir, kendi düşünce âleminden yararlanabilir, sevdiği diğer yazarlara ve düşünürlere başvurabilir. Bunların her biri makul ve çok kullanılan yöntemlerdir hiç şüphesiz. Ancak bir yazarın gönlünde ve zihninde, mutlaka başka bir yazarın diğerlerine göre ayrı bir yeri, daha açık söylemek gerekirse üstünlüğü vardır. Mehmet Kaplan denince de akla gelen yegâne isim bellidir: Alain. Esas adıyla Emile-Auguste Chartier (1868-1952).

Mehmet Kaplan, İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında tanışır Alain’in metinleriyle. Hatta onu kendi dilinden okumak için Fransızcasını da geliştirir. Bu bakış ve dil uyuşmasıyla birlikte Alain, artık Mehmet Kaplan’ın düşünce ve yazı hayatında bir yol gösterici olur. Sadece sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na yazdığı mektuplara bile bakılacak olursa, Alain’in Kaplan’ın hayatında nasıl bir yer kapladığı görülecektir. Zeynep Kerman’ın ifadelerine göre Kaplan, “Mizacına hâkim olan bedbinlikten, sıkılganlıktan, başta Alain olmak üzere, okuduğu büyük yazarlar ve eserler vasıtasıyla elde ettiği irade felsefesi sayesinde kurtulur, başka bir ifadeyle ıztırap verici maddî şartları kültür vasıtasıyla aşar ve şahsiyetini bulur”. Lise yıllarından itibaren okuduğu tasavvuf, psikoloji ve felsefe kitapları ona geniş yollar açmıştır. Ancak her geniş yol, ilerledikçe derinleşir ve giderek karmaşıklaşır. Bunun üstesinden kişinin tek başına gelebilmesi güç olduğu için tasavvufta nasıl bir mürşide ihtiyaç varsa, yazar ve düşünür için de bir üstada, hocaya, rehbere ihtiyaç vardır. Fuad Köprülü’den, Nurettin Topçu’dan, Mümtaz Turhan’dan olabildiğince beslenen, onların ilmi görüşlerinden ve disiplinlerinden yararlanan Kaplan, “Eserlerini ezberlercesine okuduğum Alain ve asistanı olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar, bende dengeli bir dünya ve insan görüşü yarattı” der. Burada Yunus Emre ismini de mutlaka zikretmemiz gerekiyor. Zira “hemşerim” dediği Yunus Emre’nin divanı da Kaplan’ın daima masasının üzerinde durur. Nisan 1955’te Türk Yurdu’nda yayınlanan bir yazısında Alain ile Yunus’umuzu cem eder: “Maddi kâinatta hiçbir şey insanın içindeki büyük boşluğu, sonsuz iştiyakı doyurmuyor. Alain'in deyimi ile, büyük ve muhteşem sarayının ortasında kralın canı sıkılıyor. Ve kral gönlünü eğlendirmek için ziyafetler tertib ediyor, sürek avlarına çıkıyor, içiyor, insanları soytarı haline getiriyor. Bunlar da deli gönlünü oyalamazsa harp açıyor. Kahveden kahveye, sinemadan sinemaya, caddeden caddeye, komşudan komşuya, beldeden beldeye dolaşan, bu kâinat sarayının taçsız hükümdarları sizin de canınız sıkılmıyor mu? Siz de içten içe bu madde âleminden nefret etmiyor musunuz? Siz de ebedi sevgiliye ‘Bana seni gerek seni’ diye haykırmıyor musunuz?

Psikolojiyle olan yoğun ilişkisi Freud ve Jung ile derinleştikçe, Mehmet Kaplan insanın içinde bir ‘iç ben’ olduğunun iyice farkına varır. İnsan, ömrünün her deminde ve attığı her adımda bu ‘iç ben’e ulaşmak zorundadır. Yolunu yürürken, kendine dönerken, ilmi ve sevgiyi yanından asla ayırmamalı, bunun için de gayreti ve hayreti zevk edinmelidir. Zaten derdin ve ıstırabın harman olduğu hayatta, yegâne zevk düşüncenin kuyusuna dalıp çıkmaktadır. Rüyalar, sanat eserleri ve fikirler bu kuyuda insanın görünmez arkadaşlarıdır. İnsan; kaderin karşısında seçimleriyle yahut iradesiyle nasıl bir tavır takınabilir? Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksinti ve Camus’nün ‘başkaldıran insan’ modeli arasında Mehmet Kaplan için Alain; aksiyon, irade, yaratma kavramlarını yerine oturtan isimdir. Edebiyatımızın İçinden kitabında buna değinir: “Alain zannettiğim gibi büyük adam değilmiş. Çok büyük adammış. Alain’i tesadüfî olarak tanıdım. Benim hastalığımla karşı karşıya geldi ve beni kurtardı. Ben malumat değil, felsefe değil, muharrik istiyordum. O tahrik etmedi, hareket prensibini verdi. Onun bizim evvelce sevdiğimizi sandığımız Gide’le, Bergson’la, insanı ulvî, kör kuvvetlere bağlayan insanlarla zıt olduğunun bugünkü gibi farkında değildim. Onu tekrar tekrar okumakla daha fazla anladım. Hâlâ tükettiğimi sanmıyorum. Daha dün on kere okuduğum bir sahifede harikulade fikirler keşfettim. Alain düşünceyi ‘abuser’ etmeyen, fakat Sokrat gibi bizzat okuyucunun kafasında doğurtan bir muharrir.

Burada Kaplan ‘abuser’ kelimesiyle, yazarların ve düşünürlerin sıkça yaptığı bir hatadan bahseder. İnandıkları düşünceyi okura mutlak doğru gibi kabul ettirme çabaları. Aksine yönelik tüm eleştirilerin ve iddiaların önünü kapatmak istemeleri. Okuru kendilerinden başka bir yazara, kendi fikirlerinden başka düşüncelere götürmemeleri. Oysa yazarın ve düşünürün belki de en büyük başarısı, okurun zihninde yeni fikirlerin doğmasına vesile olmasıdır. Doğan bu fikirlerle beraber okurun bir insan olarak hâlini gözden geçirmesi, yeni eylem planları yapabilmesi, düştüğü çukurda bocalamak yerine bir halat bulabilecek noktaya gözünü dikmesidir. Bu da bir irade meselesidir. Okurun ihtiyacı olan şey kendinde saklı duran o iradenin yeniden farkına varmak, güç bulmak ve bir an önce harekete geçmektir. Bu nedenle Kaplan’ın irade konusundaki tercihi ne Sartre’dır ne de Camus. Sevgi ve İlim kitabında şöyle der: “Alain, Sartre’dan farklı olarak: ‘Biz hiçbir şeyi seçmeyiz. Her şey bizden önce seçilmiştir, fakat bu, bizim hayatımıza çekidüzen vermemize ve mesut olmamıza mâni değildir’ der. Alain’in bu fikri bana Sartre’ınkinden daha doğru gelir. Zira hiç kimse ne doğduğu yeri, ne anne ve babasını, ne konuşacağı dili, ne de içinde yaşadığı sosyal tabaka ve çevreyi seçmiştir. Bunlar bize önceden verilmiştir. Kimse doğuştan getirdiği vücut yapısını değiştiremez. Fakat bu asla bizi kaderci bir hayat felsefesine götürmemelidir. Bize verilen bir ham taştır. Biz ondan bir heykel yapabiliriz. Şahsiyet denilen de zaten bundan başka bir şey değildir.

Mehmet Kaplan, Âli Ölmezoğlu’na yazdığı pek çok mektubunda Alain’den bahseder. Her bahsedişinde aynı coşkuya sahip olması, hem mektubun muhatabına hem de bizlere bir ses gibidir. Sesi takip ettiğimizde Kaplan’ın Alain’de ne bulduğunu yakalayabiliyoruz: “Etrafın derme çatma düşüncelerinden, hatta hadiselerin hırpalamalarından ona sığınıyorum. İnanır mısın, ne zaman ona döndümse, beni rahatça barındırdı. Onda, insanlığın perişanlığını vâhiliğini, kendimi ve bunun kurtuluş çarelerini buluyorum. O bana hakikat görünüyor. Beni yaşamaya, sevmeğe, çalışmağa, uyumağa ve bütün insanlıkla beraber olmaya teşvik ediyor. Sen bir zamanlar yalnız ona saplanmamamı söylüyordun. İlkin ona saplanıyordum. Onu anlayıp hazmedinceye, mağlup edinceye kadar onunla beraber kalacağım. Fakat Âli, Alain bana yalnız gelmiyor, bana dünyayı, fikir ve edebiyat adamlarını getiriyor. Daha doğrusu beni oralara gitmeğe teşvik ediyor. Alain’e bağlanışım serbest bir dine benziyor. Bu bağlanış ve bu serbestlik beni kurtarıyor. Alain bana sırların sırrını, bağlanmayı öğretiyor.

İnsanoğlu için düşünmek, yeni düşünceler üretmek hayati olsa da, tek başına düşünerek geçitler açması mümkün değildir. O geçitlerden ilerlemek için fikirlerle eylemi cem etmek gerekir. Realite bunun için önemlidir. Bütün düşler, düşünceler, hevesler ve planlar; gerçekle uyumlu oldukları müddetçe değerlidir. Çünkü düşünce ancak bu şekilde bir yaşam alanı bulabilir. Alain, Kaplan’a bulutları oradan oraya götürenin rüzgâr olduğunu, yani hiçbir şeyin gelişigüzel yaşamadığını göstermiştir. İnsanın kendisini bir şeylere bırakması, teslim etmesi, şahsiyetine karşı bir hareket, hatta hakarettir bu yüzden. Kendi deyimiyle taşradan çekingen, içe dönük bir tip olarak İstanbul’a gelen Mehmet Kaplan, ‘hayatın anlaşılmaz bir trajedi olarak etrafında uğuldadığı’ o sancılı zamanlarda Alain ile istikamet bulmuştur. Kendi içine doğru bir yürüyüşe çıkar. Artık bütün dağınıklığı toplama zamanıdır. İnsanın kendi içinden alacağı kuvvet mutlaka dışarıya yansıyacaktır. Elbette mizacı doğrultusunda. Neden mizaç? Çünkü insanın kendi içinden çekip çıkaracağı kuvvet, o ‘iç kale’, mizaca göre serpilip gelişecektir. Yeryüzünden geçip gitmiş insan nefesleri adedince mesleğin ve meşgalenin olması bundan dolayı hiç şüphesiz. Herkes kendi zevkine göre değil, mizacına göre hareket ediyor, düşünüyor, çabalıyor, rüya ya da kâbus görüyor. Kaplan, Alain ile bunları keşfediyor.

Talebeleri tarafından az konuşan, az tepki veren, ölümü abartmayan, olayları büyütmeyen, hemen hemen her şeye aynı biçimde reaksiyon gösteren Mehmet Kaplan -psikanaliz bunların her birine ne hastalıklar uydurur, affedersiniz bulurdu kim bilir?- için sükûnet her şeydir, huzur her şeydir. Hayatı boyunca da bunları aramıştır, üstelik her türlü maddî zorluğa rağmen. Durmadan okuması ve durmadan yazması bundandır. O hiç durmadan, merak ettiği her konuya dair okumuş ve yazmıştır. Üstelik talebelerine, hatta talebelerinin talebelerine de bunu aşılamıştır. Bir yazarın, bir düşünürün sadece belirli konular etrafında dönüp durması onu zihnen, fikren öldürecektir mutlaka. Yolun sonunda zaten ölüm varken, yaşamın içinde pek çok gizem, öğrenilecek yığınla şey varken, bu aklın ve ruhun, kalbin, öğrenebilme ve kendini geliştirebilme kapasitesinin mutlaka hakkını vermek gerekir. Yaşam, canla başla çalışmaktan başka bir şey değildir. Alain’in ‘yazarak düşünmek’ fikri de Mehmet Kaplan’da işte böylesi bir disiplin hâline gelmiştir. Kaplan, zihninde uçuşan fikirleri Alain’in ‘propos’ (sohbet tipi metinler) metoduna benzer denemelerle kaleme almış, okurlara sunmuştur. İyi bir fikir üretebilmek ve bunu yazıya geçirebilmek için tıpkı Alain’in vurguladığı gibi durmak, düşünmek gerekir. Yani sükûnet, iç huzuru şarttır. Yine, Âli Ölmezoğlu'na yazılmış mektuplardan 18.12.1940 tarihli olanından bir bölüm, Kaplan’daki bu arayışın izlerini de bizim için belirginleştirir: “Yanımda horuldayanı uyandırmaya cesaret edemediğimi bilirsin. Başkasının horuldamaya hakkı olup da, benim uyandırmaya olmadığını sanıyorum. Bu horultuyu hayatın her sahasına tatbik edebilirsin; kendime karşı yüze gülerek, hile ile veya alenen yapılan haksızlıklara çıkışmak kabiliyeti bende neden eksik? Dünyada hiçbir düşmanım olmadığını ve olmayacağını zannediyorum. Bu iyi bir şey değil. Fakat kırmak, müdahale etmek elimden gelmiyor, daha doğrusu beni üzen hareketlerden ancak kaçabiliyorum; o da mümkün olursa. Bu karakterimi herhâlde bilirsin. Bütün bunlarla pek sevdiğim sükûnete, rahatlığa, huzura çok ihtiyacım olduğunu anlatmak istiyorum.

Sivrihisar’da doğmuş Mehmet Kaplan’ı batıdan Alain, doğudan Yunus Emre beslemiş, böylece edebiyat tarihimizde ‘her dem yeniden doğan’ bir kalem ortaya çıkmıştır. Bu kalem, bugün hâlâ okurlar, araştırmacılar, deneme, tahlil gibi metotlara ilgi duyanlar için hocalığını, rehberliğini sürdürmektedir. O, Sivas'ta halı ören bir kızdan işittiği “Her yanlış bir nakış" sözünü, Alain’in yazılarında sık sık dile getirdiği bir fikrin Türkçesiyle bağdaştırır: Şahsiyet hatayı meziyet haline getirir. Usta denemecilerin meziyeti de buradadır: Havadaki fikri yere kondurmak, yerdeyken de okura yaklaştırmak. Okurun yakınlaştığı bu fikri benimseme süreci ise ‘iç ben’iyle ve daha önce değindiğimiz mizacıyla ilgili hiç şüphesiz. Nesillerin Ruhu’ndan bir paragrafla yazımı sonlandırmak isterim: “Gençliğimden beri benimsediğim bir düşünme metodu vardır: Kafamı işgal eden bir konu üzerinde açık ve seçik fikirlere ulaşmak için onları yazarım, Alain'in deyimi ve tavsiyesi ile yazarak düşünürüm. Hiçbir mesele benim için kapanmış, son şeklini almış değildir. Muayyen bir konuda daha önce yazdıklarımı unutur, eğer beni yeniden alakadar ediyorsa tekrar kaleme sarılırım.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Mart 2025 Çarşamba

Yalan olmayan bir yaşam mümkün mü?

Adına hayat dediğimiz bu muammalarla dolu döngünün sırrı, acaba her gün geride bıraktığımız tortularda mı saklı? Daha doğrusu, o tortuları birer tecrübe olarak kabul edersek, yeniden yüzleşme sınavı mıdır hayat daima? Şimdi bu cümleleri elimin aracılığıyla dökerken zihnim, tortuyla tecrübe kelimelerini bir araya neden getirdiğimi düşündüm. Uzun sürmedi ama, hemen hatırladım. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.” diyordu Tanpınar. Bazı sözlerin zihnimize attığı kıymık, bir başka kitabın derdini, hikâyesini anlamamıza imkân sağlıyor kimi zaman. Buna edebiyatın tesellisi diyoruz, demeliyiz. O zaman tepsiyi toparlayalım: tortu, tecrübe, teselli.

Selçuk Baran’ın Tortu’su, birbirine halat uzatmış beş öyküden oluşuyor. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı olan Halim, ilk öyküde bize ablasını anlatıyor. Burada, insanın büyüdükçe masumiyetinden ve samimiyetinden neler kaybettiğine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Halim, henüz duygularını yerine oturtmakla meşguldür. Ben, öteki, bağlanma, kopma konusunda tecrübesiz; ama ablasının her an yanında oluşu, onu her an dinleyişi karşısında da yüreği geniş bir çocuktur. Büyüyecektir ama, hatta büyüdüğünün de farkındadır. Ablası odasına eskisi gibi sık gelmemeye başlar, o koyu sohbetler yerini sessizliğe bırakmaya teşnedir artık. “Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik.” derken Halim, hem ailesiyle hem de yaşadığı kasabayla olan bağını açıklar. Bu bir mecburiyet gibidir ona göre, alınyazısı, kader. Abla, gördüklerinin bilincine varmış, kasabada huzuru bulamayacağının bilincinde, kalbini harekete geçirecek düşüncelerin ve duyguların süzgecini taşımak ister hep elinde. Hayatı öyle damıtmak ister, öyle demlemek. Oya işlemeyi bırakmak ister, gitmek, kaybolmak, kendince yaşamak. Kimsenin doğrusuna yanlışına bakmadan, oluruna olmazına aldanmadan. Halim ona oya işlemeyi bırakmasan daha iyiydi derken, biriktirdiklerini ortaya döküverir: “Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinde kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir… Bir gün yağmur yağsa diyorum… Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam… Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam… Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak…

Ablasının tavrı ve akabinde hayatına verdiği yeni yön, Halim’in başka hayatları görmesine, başka duyguları bilmesine imkân sağlar. Abla, üç çocuklu ve boşanamayan bir çiftçiye kaçar. O hayattan memnun, koşuşturmalar ve dinlenmeler eşliğinde ruhu daha dingindir. Halim bunu fark eder. Bu, aynı zamanda, “Başka bir hayat mümkünmüş” fikrini de yaşatır ona. İkinci öyküde, Arif Hikmet Bey gerçeğiyle karşılaşır ve o da başka bir hayatın içine çekiliverir. Artık çalışmak, para kazanmak, patronun ve büyüklerin gözüne girmek, birikim yapmak, güçlenmek, kendini tanımak, heveslerini sezmek derdindedir. O da artık memleketten ayrılanlar sınıfına yazılır. Zaten askerden dönmüş, canı da sıkkındır. Ablasına olan sevgisi ve özlemi diridir ama hayatın yakıcılığını da sezmiştir artık: “Gidenler, geride bıraktıklarına her zaman para gönderirlerdi. Onlar gelmezlerdi ama para hep gelirdi. Gurbette ölecek olsalar bile gelirdi. Geride kalanların geçimlerini sağlayan ya da geçimlerine katkıda bulunan bu para her şeyden önemliydi. Hayatta kalabilmek için para gerekliydi insanlara. Oğul, kardeş, amca sevgisiyle yaşanmaz, ekmekle yaşanırdı çünkü. Geride kalanlar zamanla bu duruma alışır, özlemlerini unuturlardı. Sevgi unutuluyor, gereksinilir bir şey olmaktan çıkıyor demek kimi durumlarda.

Acaba sahiden öyle mi? Üçüncü öyküde Halim’in içine girdiği konak hayatını seyrediyoruz. Arif Hikmet Bey’in kurduğu fabrika imparatorluğunda çalışmanın da ahlakın da nizamı bizzat kendisi tarafından çizilmiş. Öncelik daima hemşerilerinde. Ne kadar güven kazanıp ne kadar işine ve emirlere saygılı olursan o kadar kazanıyorsun, geleceğin o kadar garanti altına alınıyor. Böylece fabrika mabede dönüşüyor. Arka bahçesi olan ve herkes tarafından merak edilen, önemsenen konaksa Halim için insanları tanıyıp bilme laboratuvarına dönüşüyor. Ablasıyla mektuplaşmayı sürdürüyor. Onun soruları ve sorgulamaları, Halim için bir düşünce atlası aynı zamanda: Hayatlarımızı farklı kılan şeyler neler? Parasızlık büyük bir sorun mu? İnsanın yaşamını asırlık töreler ve birileri tarafından kontrol mekanizması haline getirmiş ahlak kaideleri mi belirliyor? İnsanlar çocuklarına gülmeyi öğretememekten korkmuyorlar mı? Gülmek ayıp mı? Herhangi bir gün, olasıya yorulmadan geçemez mi? Geleceği güven altına almak, bir yanılgı olamaz mı? Ve nihayet: “Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler. Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…

Halim için bir gerçek hayat, sahiden yeni bir hayat varsa onun adı, aynı zamanda dördüncü öykünün adı olan Zekiye’dir. Fişe takılı gibi yaşayan bu insanlar arasında aşk ve sevgi, Halim’in göğsüne hem yangınıyla hem de gölgesiyle geliverir. Evvela Zekiye’nin Arif Hikmet Bey, çevresi, fabrika, konak ve hayat üzerine, etrafının tam zıddı yaklaşımları şaşırtmıştır Halim’i. Bunca sert nizamın, katı kuralın içinde Zekiye nasıl bu kadar “dik başlar, erkek haykırışlar” edasıyla yaşar, konuşur ve hatta susar? Böylece ablasının merak edip sorduğu başka bir hayat, Zekiye’nin bakışlarında, tavırlarında açılıverir Halim’e. Zekiye’nin ona ilk “sen” deyişi, Halim’e artık öteki’yle gönülden bağlantı kurmak adına da bir seyir defteridir. Bu seyirde, Furuğ’un “Ve yalnızlık, içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır” dizesinin meramını bulabiliriz belki de. Halim, Zekiye’nin coşkun kavanozunda duran ve neredeyse tanımadan kaybedeceği aşk denen bala parmağını daldırıverir artık. Yalnızlığı, ona yaşamın en kıymetli süsünü takdim eder. Birlikte düşecekleri kuyudan, şaşırtıcı bir beraberlikle çıkıverirler. Halim için hayat, aslında şimdi başlar: “Gücümü ölçebiliyordum. Kime, nasıl ve ne kadar karşı çıkabileceğimi seziyordum hiç değilse. Geleceğimiz elbette bulanıktı ama parlak düşlerle, başkaldırma masallarıyla ya da bizim olmayan ve hiçbir zaman bize verilmeyecek olan bir yaşam görüntüsüyle renklendirilmemişti hiç değilse.

Tortu, son öykü. Buraya kadar sıcak bir iklimde okuduğumuz kitap, Tortu’yla birlikte buzlaşır. Anlatıcı artık Halim midir? Bahsedilen bu yeni ama soluk, kimliksiz, dışlanmış, tutkusuz hayat onun hayatı mıdır? Zekiye yanında mıdır? “Adsızın biriyim ben beyim. Hiç kimseyim. O ‘garson’ diye çağrılan ve belli bir saygınlığı hak etmiş kişilerden bile değilim.” diyerek, cesaret ve umutla çıktığı yolda, en başa mı dönmüştür yoksa? Ona bu hayatı yaşatanları bağışlamış mıdır peki? Hem cevap, hem son söz: “Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. (…) Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf