25 Şubat 2022 Cuma

İki âşığın, ölümün gölgesi altında yaşadıkları

Güzide Sabri Aygün, 1886 İstanbul doğumludur. Babası Salih Reşat Bey, Adliye Nezareti memurlarındandır. Annesi Nigar Hanım, şair Koniçeli Kazım Paşa’nın yeğenidir. Edebiyat derslerini hocası Tahir Efendi’den almıştır. Yazdığı eserlerle dönemin kadın romancıları arasında yaygın bir şöhrete sahip olmuş, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında halk arasında çok tutulan kara sevda romanlarını yazmıştır. Eserlerinin bir çok baskıları yapılmış, bazıları da birkaç defa filme uyarlanmıştır. İlk eseri Münevver 1899’da, Hanımlara Mahsus Gazete'de tefrika edilirken, 1901’de kitap halinde basılarak Sırpçaya tercüme edilmiştir.

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi romanında ise hüzünlü bir aşkı konu edinir. Birbirini çok seven fakat kavuşamayan iki âşığın, ölümün gölgesi altında yaşadıklarını anlatır. Olaylar ise Suat’ın yani Fikret’in ablasının soğuk, karlı bir gecede geçmişi anlatmasıyla başlar...

Fikret, güzel mi güzel genç bir hanımdır. Fakat hayat onu en güzel yıllarında belki de ömrünün ilkbaharın da ölümcül bir hastalıkla imtihan eder. Bazen bu hastalık onu çok güçsüz bırakır bazen de yataklara düşürür. Onun bu haline ise anneannesi çok üzülür. Bir gün Suat’a, Fikret’in tedavi olması için doktor bulmasını ister. Suat, bu isteği hemen yerine getirerek Nejat adında bir doktoru kardeşinin yanına getirir.

Nejat, yakışıklı ve anlayışlı bir adamdır. Onun böyle bir karaktere sahip olması Fikret’i oldukça etkiler ve geçen zamanda birbirlerine aşık olurlar. Öyle ki Fikret aşkın gücüyle hayata sımsıkı Nejat’la tutunurken, onun bu halini ablası anlar ve kardeşinin duygularını öğrenerek üzülmesinden çok korkar. Zira Nejat, evli ve iki çocuk babasıdır.

Nihayet günlerin böyle geçmesiyle Fikret, Nejat’ın muayenehanesine gider ve gerçekleri öğrenir. Hâlini ise büyük bir keder ve hayal kırıklığı alır. Zira geceler ve gündüzler boyunca ağlayarak imkansız aşkını düşünür. Fakat yapacağı hiçbir şeyin olmayışından bir gün çaresizce babasına mektup yazar. Gelen mektupla da babasının evleneceğini öğrenir. Bu durum onu bir kez daha yıkılmasına sebep olsa da her şeyi göze alarak yine de gitmek ister.

Ve günlerini üvey annesiyle geçirmeye başlar. Tek tesellisi ise musiki olur fakat aradan çok vakit geçmeden kabus gibi bir söylenti onun zayıf bedenini ve gönlünü çok yaralar. Zira üvey annesi Fikret’ten otuz yaş büyük bir adamla yani Sait Bey’le evlenmesini ister. İşin kötü yanı ise babasının da bu evliliğe razı olmasıdır ki Fikret ilk başlarda çok dirense de sonraları mecbur kabul eder. Bunun nedeni ise Nejat’ın ailesinin dağılmamasıdır. Çünkü eğer bir gün ona çok sevdiğini ve her şeye rağmen kavuşmak istediğini söyleyecek olursa emindi ki kendisine koşarak gelecekti. İşte bu yüzden herkesin mutlu olması için kendi mutluluğunu hiçe sayarak Sait Bey’le evlenir. Güzel bir çiftliğe yerleşerek günlerini bazen piyano çalarak bazen de kitap okuyarak geçirir.

Fakat burada şunu söylemem gerekirse: Güzide Sabri Aygün, tabiatı anlatırken çok hoş betimlemeler kullanmış. Özellikle çiçeklerin üzerinde detaylı durarak en ince ayrıntısına kadar anlatmış. Renklerine dahi çok önem vermiş. Okurken sanki bahçeler gözümde canlanmış gibi oldu...

Tekrar kitaba dönecek olursak Fikret seçtiği bu umutsuz ve münzevi hayatı çiftlikte yaşamaya devam eder. Fakat gönlünde hep Nejat vardır. Öyle ki her anını hayalen onunla yaşarken bir yandan da vicdan azabı çeker. Nitekim kocasının ona çok iyi ve müsamahakâr davranması canını acıtır. Haksızlık yaptığını düşünerek her gününü gözyaşlarıyla sonlandırır. Ama bir vakitten sonra hayatına güneş gibi bir güzellik doğar. Kader ona şirin mi şirin bir kız evladı bahşeder. Nedret'i... Fikret arık eski günlerine nazaran daha mutludur. Aldığı her nefesin kıymetini bilerek yaşar. Kızına itinayla bakar. Sait Bey’in ise bu durum çok hoşuna gider. Ömrünün sonlarına doğru verilmiş bu mutlulukla hep şükreder.

Fakat hayat aynı çizgide maalesef ilerlemez. İnsan, tam yaralarım kabuk bağladı derken yaralarını yeniden açacak kederli tesadüflerle karşılaşabilir ki bu acı tesadüflerden birini ne yazık ki Fikret de yaşar. Kader bir kez daha yolunu Nejat’la birleştirir. Ve büyük bir şaşkınlık sevdiği adamın karısını Sait Bey’in yeğeni olduğunu öğrenir...

Bu kısımdan sonra Nejat, Mediha ve çocukları bir süre Sait Bey’in çiftliğinde kalırlar ama Fikret için bu çok büyük bir imtihan olur. Sevdiği adamı her gördüğünde ondan uzak durmak için gönlünde çok zorlu savaşlar verir. Fakat bunlar bir vakitten sonra beyhude olur ki bir gün Mediha’nın her şeyi öğrenmesiyle gerçekler gün yüzüne çıkar... Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Aşk için verilmiş tüm mücadeleler ölümün pençesinde son bularak Fikret ile Nejat’ın yollarını ebediyen ayırır ve geriye sadece yaşayan bir ölüden farksız Nejat’la, annesinin acılı hayatından geriye kalan Nedret olur... Bu hikaye ise bundan sonra onunla devam eder...

Ayrıca kitap, filme de uyarlanmıştır. Başrollerini Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun’un yer aldığı Ölmüş Bir Kadının Mektupları'nı izlemenizi tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Onu tatlı bir rüya gibi hayalimde, kalbimde bir hatıra olarak saklamak istiyordum."

"Rüzgar, çiçeklerden topladığı güzel kokuları yüzüme serpti."

"Ay, bu gece odalara sisli bir ışık serpiyor; deniz, gökten dökülen gümüş pullar içinde..."

"Tahammüle karar vermiş insanların derin tevekkülü ruhuma sinmişti."

"Kalbimde uzak hatıraların yâdı var."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder