Gerilimli anlarımda daha çok sarılırım kitaplara, özellikle öykülere. Kimi yazılar hap gibi gelir öyle zamanlarda. İnsan bazen kendi içinde durduğu atmosferden kaçıp kitaptaki atmosferin içine girmek istiyor. Unutturuyor ne derdiniz varsa öyküler, o sayfalar arasında salındığınız saatler içinde. Peki, nasıl öyküler bunlar? Yoğun öyküler. Çünkü kendi günlük hayatınızın yoğunluklu karmaşasını, sinenizde beliren düğümleri unutturabilmesi için, işte öyle yoğun olması gerek bu öykülerin.
Kibrit çöpü kadar önemsiz şeyler yaşıyoruz günlük hayatımızda. Sonra bunlar kartopu gibi birbiriyle bitişe bitişe kocaman bir hal alıyor. Murathan Mungan gibi yazarlar da, gerek kendi yaşadığı, gerek tanıklık ettiği kibrit çöpü kabilinden olayları yoğunlaştıra yoğunlaştıra toplayıveriyor yarım sayfada. O önemsiz gördüğümüz, ama biriktikçe gönlümüzde kırıklıklar, kafamızda karışıklıklar oluşturan kibrit çöplerinden, böyle unutturan ve sakinleştiren öyküler çıkıyor. Kibrit Çöpleri’ni birkaç hafta önce, uyuyamadığım bir gecede okudum. Başımın ağrısı dindi, sakinleştim, sanki kendi içimden çıkıp da dışarıdan izledim kendimi.
Murathan Mungan, Kibrit Çöpleri’nde, alelade bir gün içerisinde görebileceğimiz her şeyi, her insanı, her olayı ve hayatı konu ediniyor. Neredeyse bir sayfa bile olmayan kısacık öykülerle, çevirdiğiniz her sayfada başka bir dünyaya, başka bir bakış açısına, başka bir muhayyileye dahil ediyor okurunu. Bazen “ah” dedirtiyor, bazen “yok artık”, bazen de öfkelendiriyor. En önemli özelliklerden biri de, tasvir ettiği mekânın içine alıyor okuru, sanki o sahneyi okuyor gibi değil de, resmen izliyor gibi oluyorsunuz.
“Görünmezliğine hayranlık duyuyordum kadının. Bulunduğu yerde öne çıkma, görülme, fark edilme gayreti taşımayan ender kadınlardandı. Sadeliği silikliğinden değil, geri durmayı bilen tutumundan, ölçülü yaşama ve eyleme üslubundan kaynaklanıyordu. Dünyaya, klişelerin gözlükleriyle bakanların asla göremeyeceği sadelikte duru bir kadın. Gizemli, buğulu kadın havalarına girmeden, kendince bir gizem kazanmayı başarmış.”
“Bizimki o kızlardan değildi. Yılları anasıyla didişmekle geçmiş, ama o hep bildiğini okumuştu. Bir süredir hastaydı annesi, bir hastane odasında aletlere bağlı yaşıyor, arada bir gözlerini açıp kendine geliyor, sonra yeniden gömülüyordu sisli karanlığına. Aralarda bilincinin gidip geldiği söyleniyordu. Şimdilerde durumu iyice kötüleşmişti; belliydi, sayılıydı günleri.”
“İçindeki ejderha uyandığında üstündeki ağırlık da kalkıyor. Senin ağırlığın dünyanın yükü değil, kendi göz kapakların. Gözünü kendine açmıyorsun sen. Göz koyduklarını o uyandığında alacaksın dünyadan.”
Bir gün düşüp bayılıverdim metrobüste giderken, yanımda kız kardeşim vardı. Ben bayılınca çok korktu, endişelendi, eli ayağı titredi tabi ama ağlayamadı. O an beni hastaneye götürecek birine ihtiyacım vardı çünkü. Gel gelelim akşam oldu, metrobüsten indiğimiz sırada ayağı takıldı kapıya, ağlamaya başladı. Bir şey demedim. Tam metrobüs köprüsünün ortasına gelince, “Abla, lütfen bir daha yapma böyle,” dedi bana. İşte insan bazen yüreğinin gizli kutularına saklayıveriyor gözündeki incileri. Onları döküvermek için bir kibrit çöpü bekliyor zaman zaman.
İşte belki de o kibrit çöplerinin bir araya getirilmiş hali oluyor bu kitap okur için. Ben okurken çok keyif aldım, okuyacak olan herkese, taze çay eşliğinde keyifli okumalar dilerim.
Nida Karakoç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder